28/01/2013

Allah'a Dost Olmak



      Allah Teâlâ kullarını sevmeğe ve sevilmeye istidâdlı olarak yaratmıştır. Ancak bu sevgiyi ve dostluğu bir takım şartlara bağlamıştır. Kur’an’daki Allah dostluğunu ifade eden âyetlerde bu şartlar bütün açıklığı ile ifâde edilmiştir. Nitekim Yûnus sûresinde şöyle buyrulmaktadır: “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzüntüye de uğramazlar. Veliler Allah’a imân edip O’nun emirlerine aykırı hareket etmekten sakınan insanlardır. Onlara dünya hayatında da âhirette de müjdeler vardır.” (10/62-64)

İnsanoğlu bu dünyada ve âhirette korktuklarından emin, umduklarına nâil olmak ister. Korku ve ümid dengesi içinde güvene ulaşmak ister. Bir başka ifâdeyle insan bu dünyada elemlerden kaçıp hazlara ulaşmak arzu eder. Yani emel peşinde koşar. Emel peşinde koşarken de çoğu zaman elemle karşılaşır. İnsanın elemlerden kurtulması veya elemleri hazz ve zevke dönüştürmesi kalbî derinlik ve duyarlılığına bağlıdır. Bu âyet başındaki tenbih edâtı sayılan “elâ” lâfzı ile bir alarm gibi dikkat çekmek için uyarıda bulunduktan sonra diyor ki: Siz yerli yersiz korkulardan ve anlamsız üzüntülerden kurtulmuş bir Allah dostu mu olmak istiyorsunuz? Öyleyse bilin ki Allah dostu olmanın yolu O’na imandan, O’nun emirlerine aykırı hareket etme duyarlılığı demek olan takvâdan geçer.

Takvâ  bir kalb olayıdır. Tâat ve kulluk sâyesinde kalbi günahlardan arındırmak ve bu sâyede ilâhî cezâdan kurtulmaktır. Bir başka ifâdeyle takvâ kişiyi Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden sakınmaktır. Kur’ân’da “takvâ sahipleri, Allah’ın dostudur.” (el-Enfal, 8/34) âyeti, takvâ ve dostluk ilişkisini teyid etmektedir. Ayrıca bir başka âyetteki “Allah’tan takvâ üzre olun ki Allah size öğretsin.” (el-Bakara, 2/282) ifâdesi takvâ ile mânevî ilim, basiret ve firâset arasındaki ilgiye dikkat çekmektedir. Allah Rasülü’nün: “Müminin firâsetinden sakının; çünkü o, Allah’ın nûruyla bakar.” (Buharî, Tevhid, 63) hadisi bu anlamdadır. Nitekim şâir der ki:

Erenlerin nazarı toprağı gevher eyler
Erenler kademinde toprak olasım gelir. 

Kur’an’da genel anlamda müminler  Allah’ın dostu olarak görülmüştür. Nitekim: “Allah müminlerin dostudur ve onları karanlıktan aydınlığa çıkarır” (el-Bakara, 2/257) buyurulur.

Âyetin ifâde ettiği anlama göre Allah’ın aydınlığa çıkarıp gönlüne nûr-ı ilâhî yerleştirdiği  mümin, Allah’ın dostudur. Bu yüzden bu iman ve nûr üzre olmaya çalışmak müminin boynunun borcudur. Değilse Allah onları bu duygulara sâhip olanlarla değiştirir. Nitekim Kur’an’da buyrulur: “Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücâhede ederler ve bu hususta sataşanların sataşmasına aldırmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah ihsanı boldur ve herşeyi hakkıyla bilir. Sizin dostunuz Allah’tır, O’nun Rasûlüdür ve Allah’a tam olarak teslim olan namazlarını hakkıyla kılan,  zekâtlarını veren müminlerdir.”(el-Mâide, 6/54-55)

Bu âyetlerin işâretine göre Allah’ın dostluğuna erebilmenin şartlarından biri de Allah’ı sevmek O’nun tarafından sevilmek, müminlere karşı tevâzu, kâfirlere karşı vakar sahibi olmaktır. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdâlısı olabilmektir. Bu mazhariyete erenler Allah dostluğuna lâyıktır. Bu âyetlerden Allah dostluğunun hem kesbî, hem de vehbî bir yanının olduğu anlaşılmaktadır. Kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdalısı olma çabası kesbî olabilir ama; Allah tarafından sevilmek ve izzetle taltif edilmek elbette Hak vergisidir. Allah Teâlâ, vehbî olan Hak sevgisine ermede de bize bir yol ve adres göstererek buyuruyor ki: “Ey Rasûlüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana  uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran, 3/31) Bu âyete göre Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin yolu, Allah Rasûlü’ne  uymaktan geçmektedir. O’na uymadan Hak sevgisine erişilmeyeceğinden Allah dostluğu bir bakıma Peygamber’e tâbi olma ön şartına bağlanmıştır.

Bir başka âyette yine “yüzünü ihsân duygusuyla Hakk’a döndüren kimsenin ecrinin Rabbı katında olduğu ve böylelerinin korkudan ve üzüntüden uzak bulunacakları” (el-Bakara, 2/111-112)  anlatılmaktadır.

Buhâri’nin rivayet ettiği bir hadis-i kudside Allah Rasulü, Rabbından naklen şöyle buyurmaktadır: “Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse Ben ona harb ilan ederim. Kulum kendisine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben onu sevince de onun görmesi, duyması, tutması, yürümesi benimle olur. Benden bir şey isteyince dileği kabul edilir. Bana sığındığında onu korurum.”(Buharî, Rîkak, 38)

Bu kudsî hadisin ışığında Allah dostluğuna ermenin yolu sağlam bir imandan sonra, farzların edâsından ve nâfilelere devamdan geçmektedir. Nitekim tarih boyunca Allah dostlarının düzgün bir ibâdet hayatının mevcudiyeti bunu teyid etmektedir. Allah dostluğuna ermek bir müminin nihâî hedefidir. Bir Allah dostunun özellikleri ise şöyle özetlenebilir:

1.İlâhî dâvete icâbetle imânı seçmiş,
2. Allah’tan her durumda râzı olmuş,
3. Farzları yerine getirip yasaklardan kaçınan,
4. Dünyada üstünlük ve riyâset sevdâsı gibi bir dâvâsı olmayan,
5. Dünya kaygısıyla mal toplamaya ve biriktirmeye yönelmeyen,
6. Dünyanın azlığına kanâatle sabreden, çokluğuna tasadduk ve infakla şükreden,
7. Övülmekle yerilmeyi müsâvî gören,

8. Allah’ın verdiği güzel hasletlerle ucbe kapılmayan,
9. Güzel ahlak sahibi,
10. Arkadaşlık ve dostluğunda kerem sahibi,
11. İnsanî ilişkilerinde hilm sahibi ve yük kaldıran,
12. Allah’ın teşvik ettiği güzel amellerle meşgul.

Bu sıfatlarla muttasıf; yâni Allah ile ilişkilerinde müstakim, insanlarla ilişkilerinde sağlam, dünyaya karşı zâhid kimseler gerçek Allah dostu denilmeye lâyıktır. Bu sıfatlardan bir kısmına sâhip olanlarda da “velâyet” sırrı vardır ama tam değildir.

Allah dostluğuna ermiş insanların istikamet kaygısı, sünnete riayet titizliği herşeyin önündedir. Nitekim Zünnûn Mısrî’nin bir sözü bu konuda çok yaygın bir anlayışı ve genel bir kabulü ifade etmektdir: “Allah dostu ârifin alameti üçtür: Ma’rifetinin nûru, veraının nûrunu söndürmez. Zahiri ahkâma ters düşen bâtın ilmine inanmaz. Allah’ın nimet ve kerametine nâil olması onu haramların sınırını zorlamaya sevketmez.”

Marifetin nûrunun veraın nûrunu söndürmemesi demek, ulaşılan keşfî bilgilerin ermişlik duygusunu harekete geçirip dînî hassâsiyeti engellememesi demektir.

Sözü Mevlânâ’nın diliyle tamamlayalım: Ben Allah’ın selâmını  alırım ümidi ile velilerimin yanına gider, onları gönül gözüyle dinlerim. Onların candan daha tatlı sözlerinden Hak selâmını duyarım. Çünkü o veli, kendi varlığını tevhid ateşine atmış, yok etmiş olduğu için onun selâmı Hak selâmı gibidir. O velî, kendi varlığından ölmüş Rabbıyla dirilmiştir. Bu yüzdendir ki, Hakk’ın sırları onun iki dudağı arasındadır.

Ne mutlu bu sırra erebilen güzel insanlara!..

27/01/2013

İnsanlar'ın Hakkı Yaratılışı İle Başlar




      "İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur...
"İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Allah saygısı ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur...
"İnsanlar! Kadınların haklarının gözetilmesi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim..."
Bu sözler, zamanımızdan sekiz asır önce dile getirilmiş ve uygarlık tarihinde oldukça önemli bir yer işgal eden, insan haklarının başlangıcı olarak kabul edilen ve büyük barış anlamına gelen İngilizlerin Magna Carta'sında yer alan maddelerden değil.
Bu sözler, 18. Yüzyılın ikinci yarısında ilan edilen ve bir çok yönü ile insan hakları bağlamında büyük bir ilerlemeyi simgeleyen, insanların hür olduklarını, eşit olduklarını ve doğuştan bir takım haklara sahip olduklarını beyan eden Amerikalıların Virjinya İnsan Hakları Bildirisi'nde de yer almıyor.
Bu cümleler, on binlerce insanın ölümüyle, idamıyla sonuçlanan, bununla birlikte "Aydınlanma Dönemi" diye tarihe damgasını vuran 1789'daki Fransız Büyük İhtilali'nin ardından yayınlanan Fransızların İnsan Hakları Beyannamesi'ne de ait değil.
Bu sözler, bundan tam 14 asır önce dünyaya İslâm güneşinin doğduğu yıllarda, İslâm peygamberi Hz. Muhammed'in, yüz bini aşkın sahabeye irad ettiği, insan hak ve hürriyetleri bağlamında aslında bir ilki oluşturan veda hutbesinden.

İNSAN NEYİ İSTER?
Geçmiş asırlarda bir çok ülkede görülen insan hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler, hatta Magna Carta Belgesi, Fransa'da ilan edilen İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannamesi; 1400 yıl öncesinde İslâm'ın doğuşuyla insanlığın onuruna yakışır haklara kavuşması göz önüne alındığında, insan hak ve hürriyetlerinin bugünkü anlamda başlangıcını gözler önüne serer. Zira hemen hemen bütün ülkelerde, medeniyetlerde elde edilmeye çalışılan ve de oldukça zor şartlar altında kazanılan, aslında  insanın yaratılıştan gelen isteklerine, ihtiyaçlarına uygun hak ve hürriyetlerin, başlangıçtan beri İslâm medeniyetinde var olduğu görülür.
İslâm, insanı Allah'ın mükerrem ve şerefli bir mahluku, bugünkü manada insana tanınan hak ve hürriyetleri ise Allah'ın ihsanı ve insanın tabii hakkı olarak kabul ettiğinden, insan haklarını da 1400 sene öncesinden kabul ve ilan etmiştir.
Aslında İslâm nazarında insan hakları insanın yaratılışıyla, belki yaratılmadan önce başlar. Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği şekliyle Cenabı Hak insanı yaratmayı murad ettiğinde bunu meleklerine "Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım" diye haber verir. Onlar: "Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun, dediler. Allah da onlara sizin bilmeyeceğinizi her halde ben bilirim dedi." (Bakara suresi, 30.)
KurÕan-ı Kerim'de yer alan insanın yaratılışı ile ilgili bu ve benzeri ayetlerden anladığımız kadarıyla ilk insan daha yeryüzünde yokken, yaratılmamışken, Cenab-ı Hak ona bir takım haklar, hürriyetler vermiş, iman edip etmeme yönünde onu serbest bırakarak, ona din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, dilediğini yapma, dilediğini de yapmama yönünde kararı insana bırakarak davranma hürriyeti vermiştir.
İslâm peygamberi H. Muhammed'in hayatı da insan haklarına örnek teşkil edecek misallerle doludur. Bu manada ilk akla gelen, Medine'ye hicretten sonra kararlaştırılan ve Medine Vesikası olarak bilinen anlaşmadır.
Hz. Peygamber farklı dinlerden insanların yaşadığı Medine'ye hicret ettiğinde, Müslüman, Yahudi ve müşriklerden oluşan bu topluluğu hukuki statüye bağlamak amacıyla müzakerelerde bulunmuştu. Görüşmeler sonucu 50 küsur  maddeden oluşan bir anlaşma imzalarlar. Bu anlaşma dünya tarihinde bilinen ilk yazılı anlaşma olarak kabul edilmektedir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslâm'da İnsan Hakları, s. 27)
Hz. Peygamber veda hutbesinde de Müslümanlar, Müminler diye bir ayırım yapmadan insanların birbirlerine eşit olduklarını ifade etmiştir. Irkın, soyun, rengin insanların birbirlerinden farklı olmalarını gerektirmediği, insanların soy itibariyle bir anne babadan geldikleri, nihayet insanın topraktan yaratıldığı, dolayısıyla bütün insanların kökünün toprak olduğu ve kendi eliyle yaptıkları dışında birbirinden üstün olma imkanının mevcut olmadığı ilkesi ilan edilmiştir. (a.g.e., s. 27.)

YÜZYILLAR SÜREN BİR
ARAYIŞ

İnsan hakları kavramı geride bıraktığımız yüzyıla damgasını vuran çağdaşlığın, medeniyetin bir simgesi, göstergesi ve vazgeçilmez bir şartı olarak karşımıza çıkıyor. Yirminci yüzyıl insan hakları kavramının belki de en çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönem olarak görülebilir. Zira insan hakları ve temel özgürlüklerin evrensel olarak ve ayırım gözetilmeksizin herkes için geliştirilmesi, çağın amaçları arasında yer almıştır. Bugün insan hakları kavramı dile getirilirken; 17.-18. yüzyıldan itibaren, insanlığın batının öncülüğünde büyük bir değişim geçirdiği, birtakım batılı mütefekkirlerin, filozofların öncülüğünde ve büyük mücadeleler sonucu, dişle, tırnakla söke söke elde edildiği yönünde kesin bir kanaat bulunuyor. Bu kanaate göre de insan haklarının bayraktarı batıdır ve batının insanlığı medenileştiren, insanı insan yapan bu kurum ve kavramı önce kendi toplumlarında hazmettiği ve yaydığı, daha sonra da bütün dünyaya yaymak istediği görüşü hakimdir. Burada dikkati çeken husus, yüzyıllarca insan haklarını ihlal eden, ayaklar altına alan devletlerin, kültürlerin, 20. yüzyılda insan haklarının savunucusu konumunda kendilerini görmeleridir. Bununla birlikte görünen odur ki M.Ö. 384-322 yıllarında yaşayan ve  ansiklopedilerde tarih, anatomi, mantık, psikoloji gibi ilimlerin kurucusu olarak zikredilen  Aristo'nun "İnsanlar iki grup halinde doğarlar. Birincisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve köleler." sözü yüz yıllar boyu özellikle batı uygarlıklarının hareket noktası, ilham kaynağı olmuştur. Bu anlamda genel bir değerlendirme yapılacak olursa insanların olayları değerlendirirken kendilerine özgü şartlardan hareket ettikleri, bölgenin, ırkın ya da milletin menfaatleri açısından görüş bildirdikleri dikkati çeker. Ayrıca öne sürülen görüşler de belli zaman dilimleri ile sınırlıdır.
İslâm ise yalnızca içinde yaşadığımız yeryüzünü değil, kainatın tüm bölümlerini kuşatan bir düşünceden hareketi geçerli ve gerekli görür. Sadece içinde bulunulan çağa değil, bütün çağlara hitap eder. İnsanların Hz. Adem'in oğulları olmaları hasebiyle aralarında ayırım gözetmez.
 Başlangıcı itibariyle kıyas götürmese de İslâm'ın insana tanıdığı haklar ve insana yaklaşım şekliyle bugün savunulan ve uygulamaya çalışılan insan hakları ile ilgili metinlerde maddeleştirilen haklar arasında zıtlık teşkil edecek hususları bulmak mümkün değildir. Bilakis mahiyeti itibariyle İslâm'da konu daha geniş şekilde yer alır. Fertlerin sadece haklara değil insanlığa karşı, kendisi dışındakilerle dayanışma, hoşgörü ve kardeşlik gibi bir takım vazifeler ile sorumlu olduğu, komşularına karşı dahi bir takım yükümlülükleri bulunduğu, ilk planda insan hakları ve dayanışma ile ilgili göze çarpan İslâmi prensiplerdir. Ve burada fertler arasında sadece bir yardımlaşma değil, maddi manevi bir dayanışma ve iş birliği olarak özetlenebilecek karşılıklı bir bağımlılık söz konusudur.

HAKLARA SAYGILI BİR
TOPLUM

Doğaldır ki toplumları fertler veya gruplar oluşturur. Fertler veya grupların ve bunların arasındaki ilişkilerin niteliği toplumun özelliklerini de gösterir. O halde demokratik ve fertleri arasında haklara saygılı bir toplumun oluşabilmesi için de onu oluşturan fertlerin veya grupların bir takım özelliklere sahip olması gerekiyor. Yani  Çağdaş Fransız Sosyologlardan Alein Touraiene'nin dediği gibi, 'toplumu oluşturan fertlerin rastgele fertler olamayacağı, bilakis bunların özne durumunda olmaları' durumu söz konusudur. (bkz. Bahaettin Yediyıldız, İslâm ve Demokrasi, sempozyum konuşması, s. 324, TDV yayınları.) Touraiene'ye göre özne düşüncesi mutlaka var olması gereken üç unsuru birbiriyle bağdaştırıyor. Bunları baskıya karşı direnme, mutluluğun başlıca şartı olarak özgürlüğün görülmesi, dolayısıyla ferdin kendine değer vermesi, nihayet ben dışında ötekilerin de birer özne olarak tanınması ve yaşama şansını en yüksek boyutlarda sağlayan siyasi kurallara ve hukuk kurallarına dayanılması şeklinde özetlemek mümkündür. (bkz. , a.g.e s. 325.)
Gerçekten de insan hakları ve demokrasinin varlığı, ötekilerin yani diğer fertlerin tanınmasına, kabul edilmesine bağlıdır. Müreffeh, demokrat toplumun temelini oluşturan bu özellikleri İslâm'da tam manasıyla bulmak mümkün olmakla birlikte aslında İslamiyet'in, Müslüman ferdin yada topluluğun belli hususiyetlere sahip birer şahsiyet olmaları gerektiği hususundaki görüşleri bugün,  dün olduğu gibi bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Toplumun çekirdeğini oluşturan fertlerin, yaratıcının ruhundan üflediği yüce bir varlık, kendine özgü, güçlü, şanlı, şerefli, kimlik sahibi bir şahsiyet olması, insan nazarında İslâm'ın ön plana çıkardığı bir şablon olarak görmek mümkündür.
İnsan hakları ve temel özgürlüklerin tanınması, insanın var oluşundan yüzyıllar sonra ilgi konusu olabilmiş, bunların güvence altına alınması, aykırı gidişlerden korunması ve daha ileri düzeyde gerçekleştirilmesi amacı uluslar arası kuruluşların oluşumunu sağlamıştır. Bir başka deyişle insanın insan sıfatıyla, yaratılışından sahip olduğu bu hak ve özgürlükler, çağlar süren gelişmelerle kazanılmış ve tanınmıştır.
XIII. yüzyılda kabul edilmiş bir insan hakları beyannamesi olarak bilinen Magna Carta vesikasına, insan hakları nazarıyla bakıldığında, kralla hür ve asil insanlar arasındaki karşılıklı bir hak-hukuk, hürriyet anlaşmasından ibaret olduğu farkedilir. Mahiyeti itibariyle bütün insanlığı içine alan bir insan hakları anlaşması olmadığı halde Magna Carta hemen hemen bütün literatürlerde yer alır. Her ne kadar insan hakları bağlamında pek bir şey ifade etmese de batıda insan haklarında başlangıcı teşkil eden Magna Carta, (bkz. Meydan Larousse Ans. Magna Carta Maddesi, s.586.) o zamana kadar İngiltere'de yaşayan vatandaşların, kralları tarafından çiğnenmiş en tabii hak ve hukukların çiğnenmemesi gerektiğine dair bir taahhüttür. Bununla birlikte hemen hemen bütün ülkelerin, ya da demokrasiyi sistem olarak seçmiş ülkelerin anayasalarının ihtiva ettiği insan haklarına yaklaşımı Magna Carta'da bulmak mümkün değildir. Zaman olarak 13. asra ait olan bu anlaşmayı, daha geniş çerçeveli insan hakları vesikası olan Amerika İnsan Hakları Bildirgesi takip eder ki bu da 18. asrın ikinci yarısına ait bir vesikadır. Daha sonra 1948'deki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1950'de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, AGİK, Helsinki gibi günümüze oldukça yakın anlaşma ve vesikalar gelir.
Bugün bu anlamda insan haklarına en yakın metin 1776'da ABD'de Virjina eyaletinde ilan edilen Haklar Bildirgesi'nde söz konusu olmuştur. Yani 18. asrın ikinci yarısından itibaren Amerika'da hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun dini, rengi, ırkı ne olursa olsun hür oldukları, eşit oldukları ve doğuştan bir takım haklara sahip oldukları ifade olarak metne geçmiş ve bu metin bir ölçüde dünyanın iftihar kaynağı olmuştur. Ancak şu da bir gerçektir ki 1776'dan itibaren ancak yüz sene sonra Amerika'da kölelik meselesi halledilebilmiştir.

DÜŞÜNCEDE İNKILAP
HAKLARDA YENİLİK

Virjinya'da ilan edilen haklar bildirgesinin ardından 13 yıl geçtikten sonra Fransa'da büyük ihtilal meydana gelmiş ve bu ihtilalle ayrı bir döneme girilmiştir. Bu dönemde filozoflar, ilim adamları, insanların düşüncelerinde inkılap meydana getirebilecek bir takım fikirler ortaya atmışlardır. Rönesans ve reformasyon ile kiliselerin otoritelerinin zayıflaması, Avrupa'da müspet ilim ve keşifler alanında buluşlara ve yeniliklere yol açmıştır. 1789'daki Fransız ihtilalinde burjuvazinin aristokrasi sınıfına ve krala karşı yapmış olduğu devrim ile buhar makinesinin icadıyla oluşan sanayi devrimi, batılı ülkelerin ekonomisini açık pazarlar ve ucuz ham madde kaynakları bulup bu açık pazar ve hammadde kaynağı bulunduran ülkeleri sömürme anlayışına sevk etmiştir. (bkz. Fazıl Agiş, İslâm'da İnsan Hakları, s. 68, Öğretmen Matbası, Ankara, 1976)
Bunun sonucu olarak da sömürülen ülkeler yoksul ve geri kalmış, çağdaşlaşma sürecinde batının ileri seviyede oluşu ister istemez geride kalanları, batıyı taklit ederek gelişme çabalarına götürmüştür.
Aydınlanma döneminin başlangıcı olarak kabul edilen Fransız ihtilalinde yıllardan beri bir köle anlayışıyla hayatlarını devam ettirme mecburiyetinde kalan  kitlelerin sonunda sabrı taşmış ve isyan etmişlerdir. Kiliseyi de dört duvar arasına alırlar ve yetkilerini sınırlandırırlar. Nihayet burjuvazi denen orta sınıfın saltanatı başlar. Dolayısıyla batının özellikle övündüğü insan hakları kapsamında yer alan din, vicdan ve düşünce hürriyetinin batıda başlangıç tarihi 18. yüzyılın ikinci yarısı olarak görülebilir. (bkz., Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslâm'da İnsan Hakları, s. 22) 1789'daki bu ihtilalle Fransa'da kral devrilmiş, yönetim sistemi değişmiş ve aynı yıl Fransa'da İnsan Hakları Beyannamesi ilan edilmiştir. Bir çok topluma örneklik teşkil etmekle birlikte uygulamada ancak zihinlerde ve yazılı metinlerde kalan bu bildiriyi 1948'de Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi takip etmiştir. Yani 20. yüzyılın ortalarında, iki büyük dünya savaşından, baştan başa değişen bir dünya coğrafyasından ve yüz binlerce insanın ölümünden sonra.
İslâm'ın asırlar öncesinden söylediği, insanın doğuştan hürlüğü, en mükemmel şekilde yaratıldığı ve birbirleri arasındaki eşitlik, batıda ancak 18. asırdan sonra telaffuz edilmeye başlanmış ve kanunlarda ancak bundan sonra yerini almıştır. Üstelik bu yer alışta, daha önce bütün hak ve hürriyetlerden mahrum olan ve kralların kölesi statüsünde kabul edilen insanların, kralın lutfu ve ihsanı ile sonradan bazı hak ve hürriyetlere sahip olması durumu mevzubahistir. (bkz. İslamda İnsan Hakları Beyannamesi, Doç. Dr. Ahmet Akgündüz, s. 10)

BARIŞ DİNİ İSLAM

Bizim ülkemizde bir zamanlar ayıp gibi, edep gibi bir takım kavramlar vardı. Bir takım söz ve hareketlere karşı günah diye çekinilen  davranış anlayışı vardı. İçtimai ahlak, kamu ahlakı vardı. Ve bazı değerlendirmeler bu kavramlara göre yapılırdı. Şimdi ise adeta bu ayıp ve günahlar kategorisinden hiçbir şey kalmadı. Toplum ahlakı sorgulanmaya başlandı, kim koyar bu kuralları dendi.
Bugün dünyanın muhtelif yerlerinde birçok ülke savaş halinde. Bu savaşlarda binlerce kişi ölüyor. Birçok ülke açlık tehlikesi ile karşı karşıya ve binlerce insan açlıktan hayatlarını kaybediyor. Uyuşturucu, kumar, fuhuş insanlığın geleceğini adeta tehdit eder bir durumda ve binlerce insan bu batakta yok olup gidiyor. Toplumlar sevgiden uzak, hoşgörüsüz, gergin, kimsenin kimseye tahammül edemediği bir hale geliyor.


Görünen o ki insanlık yıllar öncesinden değil, çağlar öncesinden gelen, hatta onun yaratılışı ile başlayan bir çağrıya kulak vermek mecburiyetinde. İnsanlık tüm yaratılmışları kucaklayan, ona barış içinde yaşama sırrını öğreten, haklara saygılı İslâm'ın evrensel çağrısına muhtaç.
Dünya topyekün bir barışa muhtaç.
İnsanların hiçbir ayırım gözetilmeksizin eşit olarak kabul edildiği bir anlayışın, İslâm'ın
çağrısına muhtaç.

Edeple Dua etmek

Dua'nın Edepleri


Günümüzde sadece 5 vakit namazın veya belli bir kısım ibâdetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülen dua, gerçekte hayatın ve hayat ötesinin en büyük gereğidir.

Duâ; rızâ-î ilâhiyyenin şifresi ve cennet yurdunun da anahtarıdır. Yine dua, "abd"den (kul)'dan, Rabb'e yükselen kulluk nişanı, Rabb'den "abd"e inen rahmet simgesidir. Allah (c.c.) ile kul arasında olan münâsebetin tam odak noktasıdır. Duâ, ulvî bir mîraçtır. İnsanı basamak basamak Hak'a yücelten mukaddes bir mîraç...

Dua, küçüğün büyükten, âcizin güçlüden ihtiyaç ve arzusunu ciddi olarak istemesi ve rica etmesidir. Kulun; düşüncesinin, Rabbe takdim edilmesi şeklidir dua.

Kul, erişemeyeceği ve iktidarı ile elde edemeyeceği herşeyini mutlak iktidar sahibi olan Kâdir-i Mutlak'tan ister, işte bu isteğin adıdır dua. O, kuldan Rabb'e yücelen tatlı bir nağmedir tâ Arş'a kadar...

Duanın tek bir formülü yoktur. Herkes gönlünden koptuğunca dilinin döndüğünce, uzun veya kısa ifâdelerle, duasını yapabilir. Ancak Rasülullah (s.a.) başta olmak üzere diğer İslâm ulemâsının yapmış olduğu dualarla Dergâh-ı İzzet'e el açıp yalvarıp yakarmanın da ayrı bir feyzi vardır.

Duanın belli bir "dil"i de yoktur. Mevla Tealâ her dilden anlar; Yeter ki dua cânü gönülden yapılmış olsun.

Bizim milletimiz dualı bir millettir. O, kurduğu bütün devletlerin temelini dualar ile atmıştır. Evine girişi dua ile, çıkışı dua iledir. Onun doğumu dua ile karşılanır. Evliliği dua ile kurulur. Ölümü dua ile uğurlanır. Hayatı baştan sona dua ile örülmüştür. Kısacası dua; onun hayat sigortasıdır.

Ebu Hureyre (r.a.) den Peygamberimiz'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Allahü Teâla Hazretleri kendisinden istenmeyene gazap eder"

Dua bir çeşit şükürdür de. Meselâ uyku. Hem en büyük bir nimet hem de bir tür ölümdür. Peygamberimiz bizlere, her nimete bir şükürle karşılık verme inceliğini öğretmiştir. Bizi dinlendiren, tazeleyen ve yepyeni bir hayata kavuşturan, uykuyu; uyutup da tekrar uyandıran Rabbimize söz ile duygularımızı ifade etmemiz bu büyük nimetlerin bir gereğidir. Bunu ifade edişin formülü ise: DUAdır.

İtminan derecesine ulaşamayan daima bunalımlarda bulunur. Bu da ancak "Kulun gücünün tükendiği yerde Rabbi yetişir" sözü gereği Allah'ı anmakla, insanın kalbi nefsin esâretinden kurtulur.

Biz de duanın edeplerine riâyet ederek "kabûle şâyan" bir dua yapmalıyız. Eğer bizden istendiği gibi dört dörtlük yapamıyorsak. Mecelle kaidelerinden olan şu söze kulak vermeliyiz. "Tamamını yapamadığımız bir şeyin tamamını terk etmeyiniz" .

Rahmet kapısı elle açılmaz. O, kalp ile zorlanır. Dua, kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilahî rahmetten yapılmalıdır. Gözyaşları duadır, anahtardır.

Unutmayalım ki, "KAPIYI VURMAZSANIZ KAPI AÇILMAZ"

Mevzûmuza Merhum Elmalılı Hamdi Yazır Hocamız'ın şu duasıyla başlayalım:

İLAHİ! Hamdini sözüme sertâc ettim. Zikrini kalbime mi'raç ettim. Kitâbını kendime minhâc ettim. Ben yoktum vâr ettin, varlığından haberdâr ettin. Aşkınla gönlümü bîkarar ettin. İnâyetine sığındım, kapına geldim, kulluk edemedim affına geldim. Şaşırtma beni doğruyu söylet, neş'eni duyur hakikati öğret. Sen duyurmazsan ben duyamam. Sen söyletmezsen ben söyleyemem. Sen sevdirmezsen ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini. Yerdir bize hep yerdiklerini Yâr et bize erdirdiklerini. Sevdin habibini kâinata sevdirdin. Sevdin de hıl'atı risâleti giydirdin. Makam-ı İBRAHİM'den Makam-ı Mahmud'a erdirdin. Serveri esfiyâ kıldın. Hatem-i Enbiyâ kıldın- Muhammed Mustafâ kıldın. Selâtü Selam Tahıyyâtü ikram, her türlü ihtirâm O'na; O'nun âl'u ashâbû etba'ına Ya Rab!

Olayların günlük akışına kendimizi kaptırmışken, asıl vazifeler çoğu zaman unutulur. En uzak ülkedeki en fuzûli olaydan haberdâr olan nice insan, kendisine şah damarından daha yakın olan Rabbinden istemesini bırakın ayrıntısını inceliğini, edebini bildiğini gibi, hiç birşey istemeye tenezzül bile etmiyor sanki.

Her amacın bir yolu vardır. Kulun, Mevlâ Teâlâ ile irtibatını kuvvetlendirmesinin yolu da DUADIR?

Unutmamalı ki!

Esaslarından (şartlarından) uzak olarak işlenilen bir amel, sahibini hiçbir zaman Allah'a ulaştırmaz.

Edeb ve âdab...

Her şey için gereklidir. Özellikle de Dua için.

Emanet




Emanet kelimesi âyet ve hadislerde birbirinden farklı anlamlarda kullanılmıştır. İnsanın, gerek Allah'a, gerek ailesine ve gerekse içinde bulunduğu topluma ve hatta insanlığa karşı görev ve sorumluluklarından tutunuz da, korunmak üzere geçici bir süre için yanında bırakılan eşyaya varıncaya kadar hepsine emanet denir.

Özet olarak söylemek gerekirse insanın sorumluluk alanına giren her şey emanettir.

Peygamberlerde bulunması gerekli beş nitelikten birisinin “Emanet” olması, emanetin, mana ve önemini ifade etmektedir. Bu sıfat, peygamberlerin her yönü ile güvenilir olduklarını ifade eder. Esasen insanların güvenmediği bir kimsenin peygamber olarak görevlendirilmesi düşünülemez. Çünkü peygamber, Allah ile kulları arasında elçidir. Böyle biri güvenilir olmazsa insanlar ona inanır ve söylediklerini dinler mi?

Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammet (s.a.s.), içinde doğup büyüdüğü toplum tarafından daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce “el-Emîn” olarak tanınmıştı. Halk, adından daha çok onu bu ünvanıyla anardı. Peygamber olarak görevlendirilip insanları Allah'ı tanımaya ve yalnız O'na ibadet etmeye çağırınca  müşrikler ona düşman oldular ve düşmanlıkları, onları peygamberin hayatını ortadan kaldırmaya sevketti. Onu öldürmek için biraraya gelen bu insanlar, birbirlerinden çok ona inanıyor, kıymetli eşyalarını, altın ve mücevherlerini ona emaneten bırakıyorlardı. Mekke'den Medine'ye hicret ettiği gece yanındaki emanetlerin sahiplerine verilmesi için Hz. Ali'yi bu sebeple yatağında bırakmıştı.

Peygamberimizin bu davranışı, onun emanete ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Esasen o, halkın güvenini kazanmamış olsaydı insanlar kısa sürede inançlarını, âdet ve geleneklerini bırakarak onun etrafında toplanırlar mıydı?

Evet, değerli mü'minler! İnsanın sorumluluk alanına giren her şey emanettir. Bakınız Peygamberimiz ne buyuruyor:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz. Devlet Başkanı üstlendiği görevden sorumludur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Kadın, eşinin, evinin koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorumludur. Dikkat ediniz. Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz.” (1)

Hadis-i şerifte, kişilerin birbirlerine ve topluma karşı yükümlü bulundukları görevler noktasından “Çoban” olarak ifade edilmesi, görevin kutsallığını ve içtenlikle yerine getirilmesinin gereğini ifade etmektedir. Toplumun değersiz ve kıymetsiz aşırı istek ve arzularından uzak bulunan ve daima yaratılış saflığı ile yaşayan, koyunlarını güdüp gözetirken onlara karşı duyduğu derin şefkat ve merhamet duygusu, kişilerin görevlerini yaparken aranılan samimiyetin en temiz örneğidir.

Hiç şüphe yok ki, insanın ilk sorumluluğu, kendisini yaratan ve akıl gibi üstün yetenekler veren Allah'a karşı olan sorumluluğudur. Allah Teâlâ insanoğluna bu sorumluluğunu hatırlatmak üzere pek çok peygamberler göndermiş ve bu peygamberlerin bazıları ile de kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda uyulması ve sakınılması gereken hususlar yer almıştır. Allah Teâlâ'nın görevlendirdiği son peygamber, Hz. Muhammet Mustafa (s.a.s.), indirdiği son kitap da Kur'an-ı Kerim'dir.

Kur'an-ı Kerim, Allah'ın emanetini insanoğlunun taşıdığını bildirmektedir. Şöyle buyuruluyor:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insanoğlu yüklendi. O gerçekten çok zalim ve cahildir.” (2)

Burada yer ve göklerin taşımayı kabul etmediği emanetin dinî yükümlülükler olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ'nın sayısız nimet ve lütuflarına mazhar olan insan, o nimetleri verene karşı bir takım yükümlülükleri olduğu hatırlatılmaktadır.

Allah'ın emir ve yasaklarının, gönderdiği son peygamberin sünnet ve tavsiyelerine uymayan kimse yüklendiği bu emanete karşı görevini yapmamış olur, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

“Ey iman edenler! Allah'a ve peygamberine hainlik etmeyiniz ki bile bile kendi emanetlerinize hıyanet etmiş olmayasınız.” (3)

Âyet-i kerime, Allah'a ve peygamberine itaatsizlik yapılmamasını emrediyor. Çünkü Allah'ın emirleri, peygamberinin tavsiyeleri insanın hayat kaynağıdır. Nasıl olur da insan kendisine hayat veren emir ve tavsiyelere kulaklarını kapar, onları dinlemez. Böyle yaptığı takdirde Allah'a ve Peygamberine hainlik yapmış olur. Allah'a ve peygamberine hainlik yapanlar ise emanetlerine hıyanette bulunmuş olur. Halbuki hainlik ve yalan mü'minde bulunmaz. Nitekim Peygamberimiz: “İki özellik vardır ki bunlar mü'minde huy haline gelmez. Bunlar, hıyanet ve yalandır.” (4) buyurmuştur.

Emanetin geniş anlamlı olduğunu söylemiştik. Mü'minin yüklendiği emanetlerden birisi de kamuya ait işlerdir, yani devlet işleridir. Kur'an-ı Kerim, devlet işlerinin bir emanet olduğunu bildirmektedir. Yine Kur'an-ı Kerim, devlet işlerinin önce ehline verilmesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Allah (c.c.) size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit, adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah (c.c.) size ne kadar güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve görendir.” (5)

Bu âyet-i kerimenin şu olay üzerine nazil olduğu rivâyet ediliyor:

İslâmiyet’ten önce Kâbe ile ilgili bazı hizmetler belli kişiler tarafından yürütülüyordu. Peygamberimiz Mekke'yi fethettiği gün Kâbe'nin anahtarlarını Osman b. Talha b. Abdüddâr taşıyordu. Peygamberimiz bu zâtı çağırtarak Kâbe'yi açmasını emretti. Orada hazır bulunan peygamberimizin amcası Hz. Abbas, eskiden sorumluluğunda bulunan hacılara su dağıtma görevi ile beraber Kâbe anahtarlarının da kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu. Peygamberimiz de Kâbe'nin anahtarlarını eskiden beri taşıyan Osman b. Talha'ya vererek:

-Ey Ebû Talha evlâdı, atalarımızdan kalma olan Kâbe kapıcılığı sizde kalmak üzere, işte anahtarlarını alınız, bunu, haksızlık yapmadan hiç kimse sizden alamaz, buyurdu ve anahtarlarını eskiden olduğu gibi aynı sahibine verdi. (6)

Evet, bu âyet-i kerîme emanetlerin ehline verilmesini emrediyor ve ehliyetli olan kimseden emanetin alınmamasını istiyor. Eskiden beri Kâbe'nin kapıcılığı görevini ehliyetle yapmış olan birisinden bu görevin alınarak kendisine verilmesini isteyen Hz. Abbas, Peygamberimizin amcası olmasına rağmen bu görev, âyetin işâretiyle ehil olan eski sahibinde - bir daha ondan alınmamak üzere- bırakılmıştır.

Âyet-i kerime, devlet işleri için ehliyetin dışında başka bir şey kabul etmiyor. Aklın da kabul ettiği bu değil mi? Eğer maksat kamu işlerinin aksamadan düzenli bir şekilde yürütülmesi ise bu işe ehil olan birisini getirmek gerekir.

Bir adam Peygamberimize gelerek sorar:

-Ey Allah'ın Resûlü, kıyâmet ne zaman kopacak? Peygamberimiz:

-Emânet zayi olduğu zaman kıyâmeti bekle, buyurur. Adam bunu anlayamamış olacak ki tekrar sorar:

-Emânetin zayi olması nasıl olur? Bunun üzerine Peygamberimiz:

-İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyâmeti bekle, buyurur. (7)

Dikkat edilirse Peygamberimiz; kıyâmetin ne zaman kopacağını öğrenmek isteyen kimseye daha önemli olan bir konuya işaret ederek cevap veriyor. Toplumda emânetin ehline verilmemesi, o toplumun kıyâmetinin kopması demektir. Öyle değil midir? Siz kalkar bir kamu işine o işe ehil olmayan, hatta o işten hiç anlamayan ve sorumluluk duygusu bulunmayan birini getirecek ve emâneti ona yükleyecek olursanız o işin düzenli bir şekilde yürütülmesini bekleyemezsiniz.

Emânet (devlet işleri) ehline verilmeyince işler aksar, toplumda huzursuzluk başlar, şikayet ve kavga artar. Toplum fertlerinin birbirine olan güveni ortadan kalkar. İşte bu, Peygamberimizin ifadeleri ile o toplumun kıyâmetinin kopması demektir.

Kamu işleri için yetki vermek durumunda olan kimseler, ehil olmayanlara yetki vermekle emânete hıyanette bulunmuş olurlar ve bunun zararını da yine kendileri çekerler. Sonra da ne yapalım, Allah böyle takdir etmiş diyerek teselli bulmak isterler. Evet, Allah öyle takdir etmiş ama Allah'ın bu takdirine biz sebep olmuş oluyoruz. Çünkü bizim ne yapacağımızı Allah biliyor ve ona göre takdir ediyor.

Emânet vermek durumunda olan kimseler dikkatli olacakları gibi emânet isteyen görev talebinde bulunan kimseler de yapamayacakları bir görevi istemeyecekler, verilse bile kabul etmeyeceklerdir.

Ashâb-ı Kirâm'dan Ebû Zer (r.a.) diyor ki: Peygamberimize:

-Ey Allah'ın Rasûlü, beni vali yapmıyor musun? dedim. Peygamberimiz:

-Ebû Zer, sen zayıfsın, bu valilik bir emanettir, kıyâmet gününde gerçekten bir perişanlıktır. Ancak onu hakkıyla alan o hususta üzerine düşeni yapan müstesnâ, buyurmuş (8) ve Ebû Zer gibi bir sahâbiyi böyle bir yükün altına sokmak istememiştir.

Emânet vermekle yetkili olan kimseler onu ehline verecekleri gibi, emânet kendilerine verilen kimseler de bunun sorumluluğundan kurtulmak için görevin gereğini yapmaya çalışacaklar ve görevde kusurlu davranmayacaklardır.

Bakınız Peygamberimiz ne buyuruyor:

“Eğer bir yönetici müslümanların işini üzerine alır, sonra onlar için çalışıp işinin gereğini yapmazsa onlarla birlikte cennete giremez.” (9)

Peygamberimiz prensip olarak görev isteyenlere görev vermez, bu sorumluluktan kaçanları tercih ederdi.

Ashâb-ı Kirâm'dan Ebû Mûsâ (r.a.) diyor ki:

Ben ve amcam oğullarından iki zât peygamberimizin yanına gittik. O iki arkadaşımdan biri:

-Ey Allah'ın Resûlü, bizi, Allah'ın sizi hâkim kıldığı yerlerden bazısına hâkim tayin et, dedi. Öbürü de buna benzer bir istekte bulundu. Bunun üzerine peygamberimiz:

-Vallahi, biz bu işe ne onu isteyen birini tayin ederiz, ne de ona aşırı istekli olan birini, buyurdu (10) ve görev isteyene görev vermek âdeti olmadığını bildirdi.

Görülüyor ki, Peygamberimiz görev isteyen ve buna aşırı istekli olan kimseye görev vermiyor; ehil olduğu, görevi başaracağına inandığı kimseleri göreve getiriyordu. Çünkü Kur'an, görevi ehil olana verilmesini emrediyordu.

İnsan olarak, Allah'ın en seçkin yaratığı olarak pek çok emanetler taşımaktayız. Bunların hepsini saymak için yeterli zamanımız yoktur. Ancak bunlardan önemli olan bazılarına işaret etmekle yetineceğiz.

Ailemiz ve çoluk çocuğumuz önemli emânetlerimiz arasındadır.

Çocuklarımızın eğitilmesi, her türlü zararlı akımlardan uzak tutularak, dinimiz, vatanımız ve milletimiz için yararlı olacak şekilde yetiştirilmesi görevlerimiz cümlesindendir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

“Ey mü'minler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (11)

Müslüman anne ve baba çocuklarının dinî terbiyelerine özen göstermeli, dinin inanç esaslarını, ibadet ve ahlâk kurallarını onlara öğretmelidirler. Bu görevlerini ihmal eden anne ve babaların sonradan büyük pişmanlık duyacakları kaçınılmazdır. Zaman zaman basına ve televizyon ekranlarına yansıyan, okunması ve izlenmesi bile üzüntü veren olaylar bu görevin ihmali sonucu meydana gelmektedir.

Çocuklarımıza bırakacaklarımız arasında en değerli olanı, hiç şüphe yok ki vatan ve millet sevgisiyle dopdolu ve dinî değerlerine bağlı olarak yetiştirilmeleridir. Nitekim Peygamberimiz:

“Hiçbir baba çocuğa güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.” (12) buyurmuştur.

Bize emânet olan çocuklarımıza karşı görevlerimizi yapmadığımız zaman çocuklarımızdan sadece biz değil, toplum da rahatsız olacak ve zarar görecektir. Bundan başka Allah'ın emrine uymadığımız için de O'nun yüce katında sorumlu duruma düşmüş olacağız.

Sağlığımız da bir emânettir.

Sağlığımıza zarar veren her şeyden korunacağız.
Hayatın tadı, ibadetin zevk ve neşesi, vücud sağlığına bağlıdır. Sağlığı yerinde olmayan bir müslüman, Allah'a anne ve babasına, ailesine, vatan ve milletine karşı olan görevlerini gereği gibi yerine getiremez. Bunun içindir ki yüce dinimiz, insan sağlığına büyük önem vermiş, onu tehdit eden her türlü uyuşturucu maddeleri yasaklamıştır. Yine bunun içindir ki peygamberimiz, sağlıklı, kuvvetli mü'minin zayıf mü'minden daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.

Peygamberimizin şu uyarısına her mü'min kulak vermelidir. Şöyle buyuruyor:

“Ölümden önce hayatının, hastalığından evvel sağlığının, meşguliyetinden önce boş vakitlerinin, ihtiyarlığından önce gençliğinin, yoksulluğundan önce zenginliğinin kıymetini bil.” (13)

Malımız ve servetimiz bize emanettir.

Bir gün geçici dünya hayatına vedâ ederken malımızı ve her şeyimizi burada bırakacağız. Ancak Allah'ın huzurunda hesap verirken malımızı nereden kazanıp nereye harcadığımızın hesabını vereceğiz. Nitekim peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Hiç kimse kıyâmet günü (beş şeyden) ömrünün nerede ve ne sûretle tükettiğinden, gençliğini nerede ve nasıl yıpratıp çürüttüğünden, malını nasıl kazanıp nerelere harcadığından, elde ettiği bilgi ile ne yaptığından sorguya çekilmedikçe Allah'ın yüce katından ayrılamayacaktır.”(14)

Vatan bir emanettir.

Vatan bir toprak parçasıdır, ama her toprak parçası vatan değildir. Vatan, uğrunda şehitlerin kanlarını akıttıkları toprak parçasıdır.

“Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” sözü bunu güzel ifade etmektedir.

Vatan bir müslümanın her şeyidir. Çünkü din, namus, şeref ve bağımsızlık gibi kutsal değerler ancak vatan sayesinde kazanılabilir.

İşte atalarımız bu cennet vatanı, uğrunda şehit olarak, kanlarını akıtarak bize emanet etmişlerdir. Bu emaneti korumak bizim görevimizdir. Bu güzel vatanı bir taraftan düşmandan korurken diğer taraftan onu imar edip güzelleştirecek ve bizden sonrakilere korumak üzere teslim edeceğiz.

Taşıdığımız emanetler sadece bu saydıklarımızdan ibâret değildir. Sadece önemli olanlarına işaret ettik.

Emaneti olmayan yani taşıdığı emanete riâyet etmeyen kimse olgun mü'min olamaz.

Çünkü Kur'an-ı Kerim'de müminin özellikleri sayılırken emanete de yer verilmiştir. Şöyle buyuruluyor:

“O mü'minler ki, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” (15)

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Emaneti olmayanın imanı yoktur (yani olgun mü'min değildir.)” (16)

Emanete hıyaneti Peygamberimiz nifak belirtisi saymıştır.

Şöyle buyuruyor:

“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine birşey emânet edilirse ona hıyanet eder.” (17)

Müslim'in rivâyetinde: “Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini müslüman saysa da.” ilâvesi vardır.

İşte değerli mü'minler! Emanete dinimiz büyük önem veriyor. Emânete riâyet etmeyeni olgun mü'min kabul etmiyor. Peygamberlerde bulunması gerekli beş nitelikten biri emanet olduğu gibi olgun mü'minin özelliklerinden biri de emanettir. Zaten insanların, sözüne, işine ve halkla olan ilişkilerindeki davranışlarına güvenilmeyen bir kimsenin kâmil manada mü'min olması düşünülemez.

Allah Teâlâ'dan emanet ehli olmamızı niyaz ediyorum... Amin.

1. Buharî, Cuma; Müslim, İmâre, 5.
2. Ahzap, 72.
3. Enfâl, 27.
4. Ahmet b. Hanbel, c. 5, s. 252.
5. Nisâ, 58.
6. Aynî, Umdetü'l-Kârî, c. 4, s. 247, 248.
7. Buharî, Rikak, 35.
8. Müslim, İmâre, 4.
9. Müslim, İmâre, 5.
10. Müslim, İmâre, 3.
11. Tahrîm , 6.
12. Tirmizî, Birr, 33.
13. Hâkim, Müstedrek, 4/306; Beyhâkî, Şuabü'l- Îman, 7/263.
14. Tirmizî, Kıyâme, 1.
15. Mü'minûn, 8; Maariç, 32.
16. et-Tergîb ve't-Terhîb, c. 4, s. 5.
17. Buhârî, İmân, 24; Müslim, Îman, 25.
Not: Bu yazı  Lütfi Şentürk’ün Diyanet Aylık Dergi (Sayı:109)  Sayfa:9/14 de yayınlanan “Örnek Vaaz” ından bazı değişiklikler yapılarak alınmıştır.

Biz de Çocuktuk



 Biz de Çocuktuk
Çocukluk nedir bilmeyen

Nasıl çocuk baksın ki…

(“Bal Hatun” / Barış Manço)

Çocukluğunu; tüm saflığı ve beceriksizlikleri ile çocukluk hallerini düşünen, hatırlayan var mıdır bilmem!? Bildiğim, hatırlayanların da kıyas yapma maksadını önceledikleridir.

Ne annemizin haberi olmadan seyre gittiğimiz bahçe düğününü, ne kahkül keseceğim diyerek mahvettiğimiz saçlarımızı, ne de kırdıktan sonra kırıntısını bile ortadan yok ettiğimiz nadide vazoyu hatırlarız çoğumuz. Âdeta, annelerimizden kâmil varlıklar olarak doğduğumuz hissiyatına sahibizdir ebeveyn olarak. Sanki her insan yavrusu gibi; düşe-kalka, kıra-döke, bile-yanıla hallerinden geçmeden büyümüşüzdür. Öylesine hataya karşı tepkiliyizdir…Kim bilir, belki bizim de hata ve yanlışlarımız az müsamaha gördü, hırpalanmamıza neden oldu.

Gerek çocuk, gerekse yetişkin olsun, çoğu kimsenin “yanlış söylerim” kaygısıyla, topluluk içinde sorulan herhangi bir soruya cevap vermediğini görürsünüz. Bunlardan biri de belki de sizsiniz.

Yanlışlarımızın evde sertçe karşılanması, çocukken bizlere hata yapma payının bırakılmaması, daha sonra okul hayatımızda söylediğimiz yanlışların çatık kaşlarla karşılanıp, kötü bir sıfat gibi alnımıza yapışması, bizleri böyle bir suskunluğa iter. Kocaman insanlar olduğumuzda bile, yine aynı şekilde soruları korkudan cevaplayamayız.

Gerek aile içinde, gerekse okullarda “yanlış yapmak” karşısında takınılan tavır genellikle hatalıdır. Evde oğlunuzun ya da kızınızın bir işi sizin gibi yapamaması ya da yanlış yapması tenkitle, azarla karşılaşmasına neden olur çoğu kez. Oysa ya dikkat etmemiştir ya da henüz mahareti yetmemektedir de ondan yanlış-eksik iş yapmıştır. Bu eksiği- yanlışı doğrusunu göstererek, elbette siz düzelteceksiniz. Lâkin, şu sözlerle değil:

“Ne beceriksiz kızsın! Böyle mi süpürülür! Bak! bak! Görüyor musun şu kırıntıları!! Elâlemlerin kızı daha on yaşında ne işler beceriyor!”

“Ne kafasız çocuksun yahu! Sana bu vidayı mı al dedim! Yoksa yok! Bunun kafası buraya girer mi!!”

Yukarıdaki çıkışmalar, çoğu evde duyulan sözler ne yazık ki…Bu sözlerle biz, aslında çocuğumuza hatasını göstermiş olmuyoruz; ona, “sen beceriksiz, dikkatsiz, hımbıl, kafasız birisin!” telkininde bulunmuş oluyoruz. Duymuşsunuzdur! Atalarımız, “Yakıştırma! Yapışır” derler. Bu çıkışmalar, hatayı- yanlışı gösterirken, ebeveynin kendisini hatalı ve yanlış duruma düşüren tarzdadır aslında.

Hz. Ali’nin(r.a), “Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız.” tavsiyesini ve Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin’in, yanlış abdest almakta olan bir kişiye, doğrusunu gösterme meselini hepimiz biliriz. Gündelik hayatın sıkıntıları içinde bu tavsiyelere mutlak anlamda uyamasak bile, gayret ve azim göstermek bizi yukarıdaki hatalı tarzdan uzaklaştırır.

Kızılderili yazar Forrest Carter kendisini beş yaşından itibaren büyüten nine ve dedesiyle geçen yıllarını anlattığı “Küçük Ağacın Eğitimi” adlı kitabında şunu yazar:

“Büyükanne bazen mutfakta kaza yapar ve şekeri meşe palamudu yemeğine dökerdi.

-Kız bana, küçük ağaç! Şekeri meşe palamudu yemeğine döktüm” derdi.

Hiç bir zaman bir şey söylemedim, ama bunu yaptığında hep fazladan bir gözleme aldım.”

Ev hayatının dışında, okullarımızda da durum pek farklı değildir. Yanlış cevap veren, hatalı yazan çocuklar nâhoş, aşağılayıcı muamele ile karşılaşır.

Yazmada, hesaplamada ve düşünmede (uzağı görememe, yanlış değerlendirme) şeklinde görülen yanlışlıklar, daima başarısızlığın bir göstergesi olarak değerlendirilir. Halbuki yapılan yanlışlardan, bir “yönlendirme fırsatı” olarak faydalanmak çok daha doğrudur. Çünkü yanlışlar, karşısındakine yardım fırsatı doğurur ve iletişim yolu açar. Zaten çocuk da büyürken gelişen, öğrenen bir varlık değil midir? Şu anda sahip olduğumuz on binlerce şeyi nasıl öğrendik ki…

İnsanoğlu, en çok deneme yanılma yoluyla öğrenir. Küçücük bir bebekken başımızı kaldırıp yürümeyi, koşmayı öğrenip, çevremizle uyum içine girerken, hep yanlışlarımız bize yol gösterir. Yanlış yapmayı, hayal kırıklığı yaratan bir durum olmaktan çıkarıp, doğruyu öğrenebilme fırsatı hâline getirmek, aslında eğitimin önemli bir hedefi olmalıdır.

Oysa şimdi yapılan bunun tam tersidir. Yanlış yapma korkusu ile evde elini bir şeye süremeyen çocuklar, okulda cevap veremeyen çocuklar, doğruyu yapma ve söyleme fırsatını da ne yazık ki elden kaçırmış oluyorlar. Aslında yanlış yapma, doğrusunu öğretmek için bizim dört gözle beklememiz gereken bir durumdur. Çünkü, “yanlış” yapılan bir şeyin öğrenilen "doğrusu”, bir daha asla unutulmamaktadır.

Ak saçlı bir ‘usta’ya başarısının sırrını sordular:

“İki sözcük”, dedi ve ekledi, “doğru kararlar”. O kararları nasıl alabildiğini sordular:

“Tek sözcük”, dedi, “deneyim”. Deneyimin sırrını sorduklarında ise;

“İki sözcük”, dedi, “yanlış kararlar”…

Yazımızın başındaki şarkının mısralarını mırıldanarak, “madem ki anne-babayım, önce geçmişe bir seyahat edeyim” deyin. Kendi çocukluğumuzdan bugüne taşıyacaklarımız; az yanlış yaparak, çocuk büyütme işimizde bize epeyce yardımcı olacaktır.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz