06/02/2013

Ateistlerin Azmi Bizi Kamçılamalı


   Bilhassa internette (twitter, facebook vb.) bir şeyler okuyan herkesin şahit olduğu bir gerçeğe değinmek istiyorum. Ateistlerin dine saldırma azmine.. İslam’la ve dinle ilgili her fikre öfke duyan, argüman içermeyen hakaretlerle saldıran, doğruyu aramaya çalışmak yerine “ne yaparım da pozisyonumu korurum” çabasında olan ve en önemlisi gerçeği sürekli çarpıtan ateist yorumlara sizler de rast gelmişsinizdir. Bu kişiler sadece yorum yapmamakta, ateist fikirleri büyük azimle paylaşmaktadırlar da. Türk toplumunu tanımayan bir kişi internete bakarak insanların çoğunluğunu ateist zannedebilir. Oysa bu sonucu ortaya çıkaran gerçek müslümanların ilgisizliğine karşı ateistlerin azmidir.
Ateistlerin dinden ve dindarlardan hoşlanmasını beklemiyoruz. Kendilerine ölüm gerçeğini hatırlatan dini ve onun takipçilerini nefretle karşılamaları çok doğal. Beni asıl rahatsız eden nokta müslüman kardeşlerimizin dinlerini savunmada, onu paylaşmada çok ilgisiz olmaları. TV dizilerinde bu hafta ne olacağı, futbolda kimin kimi transfer ettiği, şike tartışmaları gibi yüzlerce başlık arasında İslam adına internette bir şey yapmak ne yazık ki çoğu müslümana zor ve sevimsiz geliyor. Doğal olarak ortalık din düşmanlarına kalıyor. Bugün internetin dindarlarca kullanılmadığını iddia edemeyiz. Ancak onun müslümanlar tarafından hiç de gerektiği şekilde kullanılmadığını kolaylıkla itiraf etmeliyiz.
Bu noktada unutmamamız gereken şey, her nimet gibi internetten de sorumlu tutulacağımızdır. Onu verimli kullanmamak bir tercih değil, bir hatadır. Allah’a karşı mahcup duruma düşeceğimiz bir hata. Umarım bu yazının ulaştığı her kardeşim bugünden itibaren bu bilinçle hareket eder.

Karar Vermek İçin Acele Etmeyin

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. -”Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep.
Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış:
-”Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…
İhtiyar:
-”Karar vermek için acele etmeyin” demiş.
-”Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?  Bunu henüz bilmiyoruz.  Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.
-”Babalık” demişler,
-”Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.”-”Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar.
-”Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler…Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
-”Bir kez daha haklı çıktın” demişler.
-”Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.
-”O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler…
-”Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler.
-”Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”
-”Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar.
-”Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece ALLAH biliyor.”
*** 
“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”
…….Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
2/216
 http://al-sahraa.blogspot.com/

04/02/2013

Ne Güzel Şeysin Sen DEDİKODU

Birkaç kişi  bir araya geldiğinde dedikodu yapmak en yaygın alışkanlıklardan biridir. Dedikodunun en kötü şekilleri ise başkasının kötü yönlerini çekiştirmek ve özel hayatla ilgili gizlilikleri deşifre etmektir. Aslında dedikodu o kadar hayatımıza girmiş durumdadır ki, kişisel boyutu aşmış artık bir sektör oluşturmuştur. Örneğin birçok kanalda yayınlanan dedikodu programları ve haftalık dergiler insanların özel hayatlarıyla ilgili gizlilikleri gözler önüne sermekte adeta yarışmaktadırlar.
Oysa hemen herkesin günlük hayatının doğal akışı içinde kimbilir kaç defa büyük zevkle yapıtığı insanların özelini araştırmak Allah tarafından yasaklanmış bir harekettir.

Ey iman edenler! Zandan çok sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri, ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bakın bundan iğrendiniz.
Hucurat Suresi, 12

Ayet aslında tam da bugün yapılan olayları eleştirmekte, kesin olarak bilmeden konuşmayı yasaklamakta, insanlara birbirlerinin açıklarını araştırmamasını öğütlemektedir. Kesin bilmeden konuşmanın ötesinde  Kuran Müslümanlara birbirlerinin kabahatlerini ortaya çıkartmaya çalışmamalarını söylemektedir. Yani iyi bir müslüman çevresinde hafiye gibi açık aramamalı hatta bulduğu açıkları bile örtmeye çalışmalı ve karşısındakinin utanacağı şeyleri etrafa yaymamalıdır. “Arkadan kötülemek” anlamındaki dedikodu Allah katında o kadar kötü bir şeydir ki ayet bu eylemi “kardeşinin ölü etini yemeğe” benzetmekte ve aslında bunun ne kadar tiksindirici bir olay olduğuna da dikkat çekmektedir.
Biz biz olalım, konuşurken daha dikkatli olalım, baktık ki farkında olmadan gıybet yapmaya yapmaya başladık birbirimiz uyaralım. Unutmayalım ki “ölü etini yemek” isteyeceğimiz en son şeylerden biridir. Bir olayın çok yapılması, artık hayatın bir parçası olması onun günahlığını ortadan kaldırmamaktadır. Çoğunluğa uymak kimi zaman insanı içinden çıkılmaz belalara sürükleyebilir.

Kalbim Temiz Yanılgısı

Bu da inançlı inançsız herkeslerden bolca duyduğumuz bir cümledir. Özellikle inançlı insanlar ‘Benim zaten kalbim temiz’ der ve birçok Allah yolunda çalışıp çabalayan insandan daha müsterih bir şekilde yaşamlarına devam ederler. ‘Namaz kılmıyorum ama kalbim temiz’, ‘Zekat vermiyorum ama kalbim temiz’, ‘Oruç tutmuyorum ama kalbim temiz’… Bu insanlar bence kendilerine karşı bile samimi değiller. Aslında pek çok insan nasıl biri olduğunu, hangi suçları işlediğini, hangi günahlara girdiğini bal gibi de bilmektedir.
İnsan, Rabbine karşı gerçekten çok nankördür!
Ve kendisi de buna iyiden iyiye tanıktır.
Adiyat 6-7
Peygamberler dahi kendilerine ne yapılacağını bilmez bir halde Rablerinden af dilerlerken, insanların kendinden emin bir şekilde ‘kalbim temiz’ demesi büyük bir yanılgıdır. Kuran’a bakarsak, insanların çıkıp da ‘benim kalbim temiz’ falan dememeleri gerektiğini anlarız. Allah dilerse istediğini bağışlar, temizler. Yoksa Allah bize tek tek el atıp merhamet kollarını uzatmazsa, biz ne günahlarımızdan arınabilir ne de cennete girebiliriz.
Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şeytan ona iğrençlikleri ve kötülüğü emreder. Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içinizden tek kişi bile temize çıkamazdı. Ama Allah dilediğini artırıp temizliyor. Allah herşeyi işitiyor, herşeyi biliyor.
Nur 21
Allah, lütuf ve rahmetini üzerimize salmasa kimsenin temize çıkamayacağını açık açık söylerken, bazılarının çıkıp da ‘benim kalbim temiz’ demesi tutarsız oluyor. Benim kalbim temiz yanılgısı, insanın hayır yapmasını engelleyen bir şeytan vesvesesinden ibarettir. Aslında insan biraz düşünse kalbinin sandığı kadar temiz olmadığını rahatça anlayabilir. Kendimize göre ahlaklı olduğumuzu düşünüyoruz, peki Allah’a göre nasılız? Önemli olan sadece ve sadece Allah’a göre nasıl biri olduğumuzdur. Şüphesiz ki kimin kalbinin temiz olduğunu, kimi bağışlayıp arıtacağını Allah’tan başka kimse bilmez.
Öyle kişilerdir ki onlar, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Bazı küçük sürçmeler hariç. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin affı geniş olandır. Sizi en iyi bilen O’dur: Hem sizi topraktan oluşturduğu zaman hem de annelerinizin karınlarında ceninler halinde bulunduğunuz zaman. O halde kendi kendinizi temize çıkmış göstermeyin; kimin sakındığını en iyi bilen O’dur.

Necm 32

Şeytan Eşittir...

  ŞEYTAN = eşittir AKLA GETİRENdir. ve Her İnsanın beyninde görevlidir.Sadece DAVET eder (yani akla getirir) ve her şey olup bitince derki = Ben sadece teklif ettim (akla getirdim) sizin üzerinizde bir yaptırımım yoktu. DÜŞÜNCE lerinizin RENGİ ve KOKUSU yoktur. Aklınıza her gelen DÜŞÜNCE nin size ait olup olmadığını biliyormusunuz ? Her  gün  aklınıza  milyonlarca   düşünce  gelir kimini  düşünür kimini  boşverir  kiminide  uygulamazmıyız ? Cinayet işleyenlere sorun (o an aklıma mutfaktaki bıçak geldi ve aldığım gibi ikisinide öldürdüm der) Acaba akla getiren kimdi — ne idi hiç düşünüyor musunuz ?
İbrahim suresi 22 Meali = Ve herşey olup bittikten sonra, şeytan der ki: “Allah size, sözün en doğrusunu söyledi. Ben de size söz verdim, ama sizi hep yüzüstü bıraktım yine de, benim sizin üzerinizde hiçbir baskım, gücüm, kuvvetim yoktu. Sizi sadece çağırıyordum, siz de bu çağrıya icabet ediyordunuz.
Allaha ve ahirete inanan kul aklına her geleni yapmaz Allahtan korkar ve iyi yöne ve işin doğrusuna yönelerek kötü düşünceye Onay vermez. Çünki bu dünya sadece imtihangah dır ve her yaptığımız şeyden sorulacağımız ve dünyadaki amellerimizin sergileneceği o an gelecektir. Şayet çekiliyorsa hayat filmimiz ve Allah ile seyredeceksek ROLümü şimdiden yerin dibine girerdim o sahneleri seyrederken. Hayatınızı şimdiden sorgulayabiliyor musunuz ? TÖVBE şansı varken neden bu şansı kullanmıyor ve kötülüklerden her türlü kötü düşünceden ayrılmıyorsunuz. Haydi zaman daralmadan harekete geçelim mahcubiyet duyan değil,yaşamıyla iftihar edenlerden olalım.

Eleştiriye Değil Özeleştiriye Muhtacız

    

Bizimle buluşmayı ummayan, dünya hayatına razı olup onunla rahat ederler ve bizim ayetlerimizden gaflet edenler…İşte kazandıkları işlerden ötürü onların varacakları yer ateştir. YUNUS (7-8)

Allah insana Kuran’ın çeşitli yerlerinde uyarılar yaparak bu dünya hayatının geçici olduğunu asıl olanın ahiret olduğunu söylüyor. Biz acaba öyle mi davranıyoruz? Etrafımızdaki Müslümanların çoğu sanki hiç ahiret yokmuş gibi hayatlarını sürdürmüyor mu? Dünyevi birçok şey için harcadığımız zamandan ne kadarını ahiret için harcıyoruz? Bu soruları kendi kendimiz cevaplamalıyız. İnsan genel olarak eleştirilmeyi sevmez, bu insanın özünde vardır, başkasının bizi kınaması, şunu şöyle yap, bunu böyle yap demesi hoşumuza gitmez. Bir insan ne kadar doğru eleştirse de hemen üstüne çıkmaya, ya da bir neden bulmaya çalışırız. Kendi kendimize olan eleştirilerimiz böyle değildir. Ancak kendimizi eleştirip tembih ettiğimizde doğruları uygulayabiliyoruz.  Burada önemli olan bu mekanizmayı aktif hale getirebilmek. Kuran’da da bu konuya atıf vardır:
Öyle değil! Kendisini kınayan benliğe de yemin ederim… (75/2)
Cennete ucundan girmek..
Şu ana kadar insanlarda oluşmuş genel yargı, ahiret hayatını üçe bölmek şeklindedir: Cennet, cehennem ve araf. Aslına bakarsak durum bundan daha komplikedir. Mesela Dünya hayatındaki ekonomik durumu ele alalım: Fakir insanlar, orta halli insanlar ve zenginler. Fakat bildiğimiz gibi fakirinde fakiri vardır, zengininde zengini vardır. Ahiret hayatı da böyledir. Sanılanın aksine tek bir cennet profili yerine Kuran’da belirtildiği gibi cennet farklı derecelere, katlara bölünmüştür. Cehennem için de aynı şey geçerlidir.
Dünyada her zaman biraz daha iyi yaşayabilmek için varını yoğunu ortaya koyan insan, iş ahirete gelince cennete kenarından köşesinden gireyim de bana yeter diyor.  İnsanın ortalama ömrünün 70-80 yıl olduğunu düşünürsek, öbür tarafta bizi bekleyen sonsuzlukla kıyaslanmayacak kadar geçici, gerçekten geçici bir süredir dünya hayatı. Peki bu nasıl bir çelişkidir ki insanlar 70-80 sene iyisini, hep daha iyisini yaşamak için çırpınırken söz konusu cennet olunca sadece oraya girmek bana yeter diyorlar.
Yarın ölecekmiş gibi ahirete hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışmak(!)
Allah, bir ayetinde kendi nefsini ilah edinenlere dikkat çekiyor. Bu ifadeyle, insanların kendini tüm ihtiyaçların üstünde görme, her şeyi nefsi için yapmaya değiniliyor. Her zaman daha iyisini isteyen bu zihniyet, nefsini lüks araba ve evler, uğraşlar ve eğlence piyasasıyla doyurmaya çalışıyor. Sahip oldukları yetmiyor ve her zaman daha fazlasını istiyorlar.   Aman bu dünyada her şeyi yapalım, zaman su gibi akıyor mantığıyla hareket ediyorlar. Ahiret tamam da bu dünyayı da ıskalamayalım düşüncesiyle kimi zaman harama dalarak, kimi zamanda helal dairesi içindeki uğraşlarla Allah ve Ahiret unutulabiliyor.
İmanı pekişmemiş insanlara sorduğumuzda Allah ile nefsi arasındaki seçimde Allah’ı tercih ettiğini söyleyebilir ama namaz vakti geldiğinde kaçı namazı nefislerine tercih ediyor acaba? En ufak bir şey (arkadaşlarla beraber olmak, sinemaya gitmek, gece uykusuz olmak..)  namaz vaktiyle çakıştığında  namaz kılmaya tercih mi ediliyor. (Kazasını kılmak adı altındaki uydurulma yani Kuran’da yeri olmayan bir şeyin arkasına mı saklanılıyor)  bu tarz yaklaşımların arkasında ne yazık ki dine zararlı olan şu söz yatmıyor mu: Yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış. Bu anlamlı(!) vecizenin ardından şu Kuran ayetini hatırlamakta fayda var:
“Kadınlara, oğullara, altından ve gümüşten oluşturulmuş yığınlara, eğitilmiş atlara, davarlara ve ekinlere olan tutkunlukların sevgisi insanlar için süslenip püslenmiştir. Tüm bunlar geçici dünya hayatının nimetidir. Allah’a gelince varılacak yerin en güzeli onun yanındadır.” (3-Ali İmran suresi/14)
Emekli olduktan sonra Müslüman olmak!!
Din Allah’a inanan fakat imanı pekişmemiş insanlar arasında, emekli olduktan sonra başlanan ne şiş yansın ne de kebap zihniyetiyle cennete ucundan girmek için yapılan bir olgu haline geldiğini görüyoruz çevremizde. (Bakınız: Cennete Ucundan girmek!)  Hacca gidenlerin çoğunun yaşlı olmasını buna bağlamakta yalan olmaz herhalde (Bir de tabi ki Hacc’da tüm günahların silineceğine dair bir uydurmanın etkisi de yadsınamaz!) Fakat tecrübelerimizle Müslüman olur olmaz imanın da kemale ermediğini görüyoruz. Bu zaman isteyen bir olaydır. Ayrıca ne zaman öleceğimizi de Allah’tan başka kim bilebilir. Ne diyeceğiz genç ölürsek Allah’ın karşısında? “Ben bu kadar erken öleceğimi bilmiyordum, onun için ibadetlerimi yapmadım,hep erteledim” mi?
Hayatımız boyunca ne kadar Allah’ın dini için uğraş versek o kadar karşılığını alacağımıza göre (hatta Kuran’da fazlasıyla olduğu belirtiliyor) keşke doğar doğmaz ibadete başlasak, bir gün, bir saat, bir dakika bile Allah için yaptığımız bir şeyleri ertelemesek,  nefsimize yenik düşmesek, Allah için yaptığımız ibadetleri kesintiye uğratmasak, hiçbir şeyi ona ortak koşmasak, bizim için o kadar iyi olur ki…
İnsan iradesi
Allah insanlara da bir irade vermiştir. Bu irade, insanlara seçme şansı verir. Bizler hayatta seçme hakkımızı kullanırken neyi baz alıyoruz; nefsimizi mi, Allah’ın ayetlerini mi? Bizleri yönetenleri seçerken nelere dikkat ediyoruz, geleceğimizi oluştururken, okul, bölüm, lisansüstünde tez seçerken… Arkadaş çevresi oluştururken, eşimizi seçerken önce hangi özelliklere bakıyoruz? İş çevremiz bizim Allah’ı anmamızı engelleyecek yapıda mı? Bu sorulara vereceğimiz bütün cevaplar bizim seçeneğimizi oluşturur. Allah’ı mı seçeceğiz yoksa nefsimize göre mi hareket edeceğiz. Allah rızası peşinde koşan insanların dikkat etmesi gereken bir nokta.

Dünyada Mekan



“Dünyada Mekân, Ahirette İman”
Atalarımız mı söylemiş bu sözü?
Sanmıyorum. Çünkü biz geçmişinde Müslüman olan bir toplumuz. Bizim gerçek Müslüman atalarımız asla böyle maddeci düşünmezlerdi. Bu söz, olsa olsa yine birçok uydurma ve kandırmaca söz gibi, din adına, kendilerini Kur’an’dan soyutlamış  başkaları tarafından uydurulmuştur.
Nasıl olur da biz insanlar, düşünen yaratıklar iken, düşünmeden konuşan ve amel eden yaratıklara dönüşmüşüz. Yoksa birileri eline kumanda aletini almış, bizleri uzaktan mı yönetiyor?  Bizler aklımızı kullanmayacakmıyız?
Şimdi, 1425 sene kadar önceye gidelim.
Cebrail geldi ve Hz MUHAMMED’i, peygamberlikle görevlendirme emrini getirdi. Bu görevi üstlenen Peygamber,  vazifesi gereği insanlara imanı mı anlattı yoksa dünya mallarını mı? En iyisi buna cevap aramaya çalışmayalım. Kuran’ı Kerim’de onlarca ayet bulunmaktadır bu konuda… İşte bir tanesi…

“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, ALLAH’ın huzurudur.”. (Rasûlüm!) De ki: ‘Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) ALLAH’ın rızâsı/hoşnutluğu vardır. ALLAH kullarını çok iyi görür.”
(Âl-i İmrân, 14-15).

Şimdi siz söyleyin. Bu ayetlerde “Dünyada Mekan, Ahrette İman” anlayışı mı yatıyor? Bunu mu anlıyoruz bu ayetlerden?
İşte peygamberimizin söylediği de aşağıdaki gibidir.
“Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu  ’malım, malım’  der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden, ya da sadaka verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi başkasının eline geçecektir).” (Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26)
Bunu kimin Peygamberi söyledi? Bunu söyleyen Peygamber, dünya mal ve menfaatlerini mi anlatmaya çalıştı? Haşa…
Yoksa bizim atalarımız, ALLAH’a ve Peygamber’e iman etmiyorlarmıydı? Haşa…
Bize ne oldu da başkalarının ağzından konuşmaya başladık? Bize ne oluyor da kendi kandığımız yetmiyormuş gibi, bir de atalarımızı bu yalana alet ettik?
Hangi samimi  Müslüman mal ve servetin önemli olduğunu düşünür?
Biz imtihan için yaratılmadık mı? En fazla yaşayanımız 120 yaşına kadar gelmiyor mu? Belli bir devreden sonra hayatın bir anlamı kalıyor mu? 10 sene lüks bir arabaya binmek, muhteşem bir villada yaşam için mi yaratıldık? Birilerine tahakküm etmek ve onların üzerine haksız kazanç sağlamak için mi bu dünyaya geldik?
Mal sevgisi üzerine kurulan bir hayatta kim mutlu OLMUŞ? Hadi diyelim 10 gün mutlu oldu. Tekrar soruyorum. Mal sevgisi üzerine kurulan bir hayatta kim mutlu ÖLMÜŞ?
Elinden birkaç sene sonra çıkacak şeyler için bu kadar tamah niye? Hadi tamah ettin diyelim atalarını niye alet ediyorsun? Hadi kuldan utanmıyorsun. ALLAH’tan da mı korkmuyorsun be adam? Ne diye o zavallı insanlara iftira ediyorsun.
Tekrar hatırlatayım. Bu söz bizim atalarımıza ait olamaz…  Bu söz gibi onlarca hatta yüzlerce söz, bize sonradan, bizden olmayanlar tarafından, mallarını, mülklerini, din adına sözde aklamak için sokuşturulmuş sözlerdir. Bizler bunları asla kabul etmeyeceğiz.
Bu dünya hayatı İman ve salih amelle geçirilmelidir ki, ebedi hayatta altından ırmaklar akan mekânlara sahip olabilelim.

Kimi Övüyor Ve Kimden Yardım İstiyoruz




Rahman ve rahim Allah`ın adı ile
Övme ve övülme alemlerin Rabbi din gününün maliki olan Allah ım sana mahsustur
Yanlız sana kulluk eder yanlız senden yardım isteriz
Bizi dostdoğru yoluna ulaştır kendisine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayan ve sapmışlarınkine değil
Hergün bu duayı okurken, günlük yaşam  da yaptığımız işlerde takdir-övgü beklemek, ne derece doğru düşünmeli, yanlız Allah`tan yardım istediğimizi söyleyip beklenti içinde olmak ,
Hakikaten hamd övme ve övülmeyi Allah`a  mahsus kılıp, yanlız Allah`tan yardım istemeye, söylediğimiz duanın manasına bir kez daha dikkat çekmek istedim.

03/02/2013

İlahi Adalet


    Fırsatını  yakaladığımız da bazı yetkili İnsanları bile adil olmamakla suçlarken, Allahın adil olmamasını düşünebilir miyiz?  Elbetteki düşünmemeliyiz. Fakat biz çok şeyleri anlamıyoruz. Bir kere Allah Hakim dir. Yani her şeyi hikmetle yaratır. Anlamsız boş ve abes  bir yaratması söz konusu değildir. Allahın en büyük nimeti  ve insanlığın tek göstergesi olan aklımızı tam olarak Allahın mesajları doğrultusunda bir kullanabilsek ve Resulünün bize öğrettiği ilkelere uygun hareket edebilsek  sanırım  hayatın anlamını ve amacını kolay bir şekilde çözer ve her şeyde  ilahi adaleti  açıkca  izleyebiliriz.
Aklımızı  hikmetleri  çözmek uğrunda yormadan, her şeyin hemen anlaşılabilir olması,  insanlığın yaradılış  amacı ile dünya ve  ahiret  anlayışına uygun düşmez. İnsanın kalitesi Allah tarafından verilen yeteneklerin ne derecede iyi yada kötü kullanılma  şekline göre ortaya  çıkacaktır. Dolayısıyla çevremizde olup bitenleri iyi bir şekilde değerlendirmemiz gerekmektedir. Örneğin  neden ben sorunsuz bir biyolojik vücut sahibi olarak yaratıldım da,  tanıdığım falan kişi, bir takım biyolojik veya fiziki  eksikliklerle yaratıldı diye hiç düşündük mü ? Bunu yapmamız gerekmez mi?
Bunları bir yapabilsek hemen anlayacağız, ilahi adaletin  nasıl  işlediğini  ve Kainatta boş bir eylem yada proje bulunmadığını  görerek  her şeyde bir hikmet  görerek  Allah odaklı  hayat yaşamaya başlamış olacağız.
Engelli kardeşlerimizin  bize ibret  olduklarını düşündüğümde,  onların ne kadar büyük ve sonsuz  bir ibadet içinde bulunduklarını belki  yüce Yaradana devamlı  secde halinde ve O nu tesbih ettiklerini kabul ederek, eğer ki Allaha inanıyorlarsa ve isyanda değillerse her halde ahirette en yüksek makamlarda oturarak aşağılarda olan bizlere oradan ibretle bakacaklarını  kabul ediyorum.
İlahi adaletin her halde dünya ve ahiret hayatının  birlikte değerlendirilerek  sağlanmakta olduğunu düşünmek  doğru olur. Çünkü dünya hayatı aslında bir sınav olup asıl hayat ise ebedi  olan ahirettedir. Dolayısıyla sadece dünya hayatını irdeleyerek ilahi adaleti anlayamaya biliriz.  Bunun yanında  bütün değerler itibariyle ele aldığımızda dünya hayatında bile  adaletin mevcut olduğunu  olayları atlamadan takip etmemiz halinde  görebilmemiz mümkündür. Zenginlik,sağlık,mutluluk,huzur, keder, sıkıntı,fiziki durum, zeka, ruhi durum, eş, çocuk, akraba, algılama, duyuların kalitesi, düşünme ve hayal yeteneklerinin hepsini değerlendirmeden  kimin ne kadar şanslı olduğunu anlamak  imkansızdır.
Çevremizde olup biten bir çok olayda ilahi adaletin izlerini kolaylıkla yakalayabiliriz. Hatta çok  olayların sebeplerini ve hikmetlerini çözebiliriz. Kainatta boş ya da anlamsız veya anlamlı bir proğramın parçası olmayan eylem yada unsur  söz konusu değildir. Yaratılan her şeyin bir anlamı  ve müspet  manada  bir  amacı vardır. Yani kainatta  adetullah  kanunlarına tabi olumlu bir  düzen mevcuttur. Bu düzen içinde bir değişiklik yaparsan karşılığı  aynen sana döner. Olumlu ise olumlu olarak ,  olumsuz ise olumsuz olarak. Oyun yaparak birinin ayağını kaydırırsan mutlaka,seninde  bir gün  ayağın kayar. Ama insanlar  olaylar arasında ki bağlantıyı kuramadıkları için bir çok ayette açıklandığı gibi sebep ve hikmetleri anlayamazlar ve rastgele hevesleri  doğrultusunda yaşayıp giderler. Halbuki Şura suresinin 30. ayetinde, yaşarken başımıza gelen kötü olayların bizim  geçmişte yaptıklarımızın  bir sonucu olduğu ve daha birçoğunu Allahın affetmiş olduğu açıkca anlatılmaktadır. Bu da bize ilahi adaletin tecellisinde bile Yüce Allahın bizim lehimize hükmettiğini, yaptıklarımızın ceza olarak tam karşılığını vermediğini kısaca bize merhamet ettiğini göstermektedir.

Önceliğimiz Allah Olmazsa...


      Çoğumuz için Allah -en azından söylemsel olarak- en önemli varlıktır. Bize hayatınızdaki en önemli varlıkları sıralayın denilse kuşkusuz çoğumuz Allah’ı ön sıralara koyarız. Oysa Allah gerçekten de hayatımızın en önemli varlığı mıdır sorusuna eylemlerimizle cevap verdiğimizde ortaya bambaşka bir tablo çıkar. Eşimiz, çocuğumuz, işimiz, hatta futbol takımımız bile Allah’tan daha çok yer tutar hayatımızda.
Örnek sıkıntısı çekmeyeceğimi biliyorum. Örneğin twitter isimli sitede “Allah” isminin trend olduğunu gördünüz mü? Oysa futbol takımları, onların başkanları, futbolcu isimleri her an o listede yer alır. Peki hangimiz bir müslüman olarak tepkimizi eyleme katılarak belirtiyoruz? Futbol taraftarlığından daha mı az kıymetlidir müslüman kimliğimiz? Elbette sözde değil. Ama ayırdığımız vakte, harcadığımız enerjiye, bizi mutlu/mutsuz etme potansiyeline bakarsak futbol bizim için Allah’tan daha değerlidir. Bunu itiraf edelim. Utanarak haykıralım ki bir topu nasıl gereğinden fazla önemsediğimizi görelim.
Elbette Allah’a tercih edilen tek kavram futbol değil. Allah’ın rızasının yerine insanların beğenisini, Allah’ın hoşnutluğunun vereceği haz yerine dünyevi hazları seçtiğimiz oluyor. İşin acı yanı bu durumu kanıksamış olmamız. İnşallah Ramazan yeni bir başlangıç olur ve öncelikler listemizle tutarlı bir hayat yaşamaya başlarız..Önceliğimizin Allah olması dileklerimle...

Çocuklar Sevgi Ortamında Eğitilmelidir




Avrupa ziyaretlerimde dikkatimi çeken bir husus olmuştu. Anneler, iki-dört yaşlardaki çocuklar ile sokakta ve parkta çokça ilgileniyor, onların eğitilmesine özen gösteriyorlardı. Birinde, iki üç yaşındaki bir çocuk elinde bulunan bir kağıdı yere düşürmüştü. Annesi bunu fark edince, yürümedi, bekledi. Çocuk bir süre annesine bakındı, bekleyişinin sebebinin düşürdüğü kağıt parçası olduğunu anlayarak, onu aldı ve ancak, anne ondan sonra yürüyüşüne devam etti. Sabırla, çocuğun kendi kendine, yaptığı işin yanlış olduğunu anlamasını bekleyen anne, böylece çocuğunun yanlışlıklarını düzeltmiş oluyordu. Zaman zaman kendi kendime sorarım. Acaba bizim toplumumuzda çocukların eğitimine yeterince özen gösteriyor muyuz diye. Kuşkusuz günümüzde ilerleyen araştırmalar, çocukların daha ana karnından başlayarak eğitilebileceklerini ortaya koymaktadır. Gerçi bizim kültürümüzde bunun uygulamaları görülmekteydi. Büyükannelerimizin, çocuklarını emzirirken çok dikkatli davrandıklarını, hatta mümkün olduğu ölçüde abdestli olmaya, ya da gusül yapması gereken bir durumu varsa manevî temizlenmeye dikkat ettikleri anlatılırdı. Böylece, en azından emzirme sırasında dikkatli ve uyanık olmak gerektiğine işaret edilmiş oluyor. Geleceğimizin güvencesi olan çocuklarımızın yetiştirilmeleri için ne kadar çalışıp çabaladığımız bilinmektedir. Hele okul çağlarına gelince onların en iyi okullarda okumalarına özen gösteririz. Günümüzde bu konuda anne babaların çocuklarının yetişmesinde ne kadar titizlik gösterdiklerine şahit oluyoruz. Özel okullar ile dershanelerde eğitim-öğretimlerini yapabilmeleri için ellerinden gelen gayreti gösteren anne babaların, çocuklarının manevî-ahlâk eğitimlerine de özen göstermeleri gerektiğini hatırlatmaya gerek yoktur. Çocuklarımızın daha küçük yaştan itibaren eğitilebilmeleri için onların muhtaç oldukları sevgiyi onlardan esirgememeliyiz. Sevgi ortamında büyümeyen çocukların ileri yaşlarda psikolojik sorunlara düştükleri, psikologlar tarafından da ifade edilmektedir. Onun için çocuklarımıza göstereceğimiz sevgi, onların geleceğinin daha sağlıklı olmasına yardım edecektir.
 Peygamberimiz çocukları severdi ve çocukları sevmeyi de teşvik ederdi. Torunları ile yeri geldikçe oynar, onların yaramazlıklarını hoş karşılardı. Ama, ahlâka ve topluma aykırı bir davranışlarını görünce de onları uyarmadan edemezdi. Bir gün torunu Hz. Hasan, sadaka olarak gelmiş olan hurmalardan bir tanesini alıp ağzına koymuştu. Allah'ın Elçisi, hemen müdahale ederek; ''Onu at ağzından. Biz Ehl-i Beyt'in sadaka malı yemediğini bilmiyor musun?'' diye ikaz ederek, torununun helâl yeme konusunda titiz davranması yolunda onu uyarmış oluyordu. Bilindiği gibi Ehli Beyt, Peygamberimizin ailesidir. En yakın aile fertleri, başta eşleri, evlatları, torunları ve kendisine çok yakın olan dostları bu çerçevede kabul edilir. Bu kimseler bir bakıma Hz. Peygamberin terbiyesi altında bulunurlar. İşte peygamberimizin torunu Hz. Hasan'ın davranışına müdahalesi de bunu göstermektedir. Bir başka hadis-i şeriften de, yine Peygamberimizin çocukların eğitimine dikkat ettiğini gösteren bir örnek verelim. Hz. Peygamberin üvey oğlu Ömer b. Ebu Seleme şöyle bir olayı anlatıyor: Ben, Peygamber aleyhisselam'ın terbiyesinde bulunan bir çocuktum. Yemek yerken elim yemek kabının (yani tabağın) her tarafına uzanıyordu. Allah Resulü bana: ''Yavrum, Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye'' diye uyarıda bulundu. Ben de bundan sonra bu tarzda yemeye dikkat ettim. Çocuk eğitiminde, ölçüyü kaçırmadan sevgi ve hoşgörü gösterilebilir. Ancak, aşırı sevgi ve hoşgörünün çocukların şımarmalarına sebep olabileceği de göz ardı edilmemelidir. O yüzden çocuklarının iyi bir eğitim alabilmeleri için anne babalarına büyük sorumluluk düştüğünü unutmamak lazımdır. Geleceğimizi kendilerine emanet ettiğimiz çocuklarımızın helâli-haramı bilerek yetişmeleri için üzerimize düşeni yapmalı ve bunun bütün toplumumuza yaygınlaştırmalıyız



                                      Prof. Dr. Mehmet Şeker Dokuz Eylül Üniv. İlâhiyat Fakültesi

Kötülükler Karşısında Utanma Duygusu



    Yaratılmışların en değerlisi olan insan (İsrâ, 70), boş yere yaratılmadığı gibi (Müminûn, 115) başı boş da bırakılmamıştır. (Kıyâme, 36) Allah’ı tanıma, O’na îman ve ibadet etme; kendisine, âilesine, insanlara, canlılara ve çevreye karşı sorumlu olma; sahip olduğu nimetlere şükretme; kötülük ve haramlardan uzak durma gibi bir takım görevlerle sorumlu tutulmuştur. Bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisine akıl verilmiş, peygamber ve kutsal kitaplarla rehberlik edilmiştir. Buna mukabil, kötülükleri emreden nefsi ile (Yusuf, 52), insanlara düşman olan (Bakara, 208), onlara çirkin söz, fiil ve davranışları, haram ve yasakları emreden (Nûr, 21) şeytan ile; hayır, şer, iyilik, kötülük, mal-mülk, evlat ve çeşitli musîbetlerle imtihana tabi tutulmuştur (Bakara, 155, A’raf, 168, Enbiya, 35, Al-i İmrân, 186).

Okuma, yazma, öğrenme, anlama, anlatma ve benzeri yeteneklerle donatılan; dîn, utanma, sevme, kızma, korkma, acıma ve benzeri duygularla yüklü olan insanın, iyilik ve kötülükler, sevap ve günah ameller karşısında tavrı iradesine bırakılmakla birlikte; iyilik ve sevap olan amelleri yapması; kötülüklerden ve günah olan amellerden sakınması emredilmiştir.

İnsan; sağ duyusu, Allah inancı, dîn ve hayâ duygusu ile kötülükleri emreden nefsi ve şeytanın kötü telkinleri arasında mücadele halindedir. Allah inancı sağlam olan ve hayâ duygusunu yitirmeyen insan, iyilik ve güzelliklere yönelir, kötülük ve haramlardan uzak durur. Allah inancı zayıf, hayâ duygusu zedelenmiş, nefsine ve şeytana yenik düşmüş insan ise kötülük ve haramlara dalar ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu tür insanlardan bazısı Allah’tan da insanlardan da utanmaz ve sakınmaz, kötülükleri ve günah fiilleri açıkça işler, bazıları ise insanlardan gizlenmeye çalışır ama Allah hiç aklına gelmez, O’ndan korkmaz ve utanmaz. Allah’ın bütün yaptıklarını bildiğini ve gördüğünü, bütün söylediklerini işittiğini aklının ucundan bile geçirmez. İşte Allah, bu tür insanları Kur’an’da kınamaktadır.

Yazımızda bu konuyu anlatan bir âyeti tahlil etmeye çalışacağız. Bu âyet, “Günahkârlar, insanlardan gizleniyorlar da Allah’tan gizlenmiyorlar. Halbuki Allah, geceleyin razı olmayacağı sözleri söyleyenlerle beraberdir. Allah onların bütün yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır.” anlamındaki Nisa sûresinin 108. âyetidir.

ÂYETİN ETİMOLOJİK TAHLİLİ

Âyette dört cümle vardır:

1. Günahkârlar, insanlardan gizleniyorlar.

2. Allah’tan gizlenmiyorlar.

3. Allah, geceleyin razı olmayacağı sözleri söyleyenlerle beraberdir.

4. Allah, onların bütün yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır.

Ayette geçen "yestehfûne" cümlesi, gizleniyorlar; "lâ yestahfûne" cümlesi, gizlenmiyorlar; "yübeyyitûne" cümlesi, bir şeyi geceleyin kurguluyor, planlıyor ve söylüyorlar demektir.(1) Bu üç fiilin öznesi bir önceki âyette geçen ve "çok hâin, çok günahkâr ve nefislerine hainlik edenler" diye nitelenen günahkâr insanlardır.

"Halbuki Allah onlarla beraberdir" cümlesindeki "Allah’ın beraberliği" mekan itibariyle değildir. Çünkü Allah, zaman ve mekandan münezzeh olduğu gibi mekanı ve zamanı yaratan da Allah’tır. Allah’ın onlarla beraber olması, onların yaptıklarını görmesi, bilmesi ve söylediklerini duyması anlamındadır.(2)

Üçüncü cümledeki "iz" vakit anlamında zaman edatıdır. "Allah’ın razı olmadığı sözleri" anlamındaki "mâ lâ yerdâ mine’l-kavli" cümlesi, "yübeyyitûne" fiilinin mefulüdür (tümleç).

Dördüncü cümledeki "amellerini" anlamındaki "bi mâ lâ ya’lemûne" ifadesinde geçen "amel"; niyete ve iradeye bağlı ve bilinçli olarak yapılan eylem, fiil demektir.(3) Aynı cümlede geçen ve Allah’ın güzel isimlerinden biri olan "muhît"; sözlükte kuşatan, bir işi bütün yönleriyle bilen, men eden ve helâk eden demektir. Allah’ın sıfatı olarak muhît kelimesi; O’nun ilminin ve gücünün, her şeyi kuşattığını, O’ndan kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığını, hiçbir şeyin O’ndan gizli kalmadığını ve O’nun gafil ve aciz olmadığını ifade eder.

ÂYETİN ANLAM VE YORUMU

Yüce Allah, bu âyette yerdiği ve kınadığı insanların hangi özelliğe sahip kişiler olduğunu aynı surenin 105, 107 ve 109-114. âyetlerinde bildirmektedir:

“… (Ey Peygamberim!) Hâinlerin savunucusu olma.”


“Allah’tan (ümmetinin günahkârları için)(4) mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

“Kendilerine hâinlik edenleri savunma. Çünkü Allah, hiçbir haini, hiçbir günahkârı sevmez.”

“Kim bir kötülük yaparsa, yahut kendisine zulmeder de sonra Allah’tan bağış dilerse Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.”

“Kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

“Kim bir hata işler veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa şüphesiz iftira etmiş, apaçık bir günah yüklenmiş olur.”

Ayetlerde 10 nitelik zikredilmektedir:


a) Hâinler (hâinîn)
b) Nefislerine hainlik edenler (ellezîne yahtânûne enfüsehüm)
c) Çok hainlik eden (havvân)
d) Çok günah işleyen (esîm)
e) Kötülük yapan (men ya’mel sûen)
f) Nefsine zulmeden (ev yazlim nefsehû)
g) Hata işleyen (ve men yeksib hatîeten)
h) Günah işleyen(ve men yeksib … ismen)
i) İftira eden (yermi bihî berîen)
j) İnsanları saptırmaya ve şaşırtamaya çalışanlar.

Yüce Allah, bu niteliklere sahip olan insanları sevmediğini bildirmektedir. Allah’ın bir kimseyi sevmemesi, ondan razı olmaması demektir.(5)

Nefislerine ve başkalarına ihanet edenler ve çok günah işleyenler kimlerdir? Bunlar, hangi günahları işlediler de bu duruma düştüler? Müfessirlerin beyanlarına göre Benî Zafer kabîlesinden Tu’me b. Ubeyrik, komşusu Katâde b. Nu’man’ın (ö. 23/644) un dolu dağarcığı ile zırhını bir gece çalar. Zeyd b. Semin adındaki bir Yahûdi’ye götürür ve ona emanet bırakır. Dağarcığı götürürken, dağarcıktaki bir yırtıktan yola un dökülür.

Un dağarcığı ve zırhı çalınan Katâ’de, önce komşusu Tu’me’den şüphelenir. Tu’me’ye dağarcığını sorar. Tu’me, dağarcığı görmediğine ve nerede olduğunu bilmediğine yemin eder. Katâde, Tu’me’nin evini arar, fakat bulamaz Bunun üzerine un döküntüsünün izini takip eder. Nihayet Yahûdî’nin evinde dağarcığını ve zırhını bulur. Yahûdî, Tu’me’nin emanet bıraktığını söyler ve tanıklarıyla bunu ispat eder. Zırhı Tu’me’nin çaldığı ortaya çıkar. Olay, Hz. Peygambere intikal eder ve dava konusu olur. Tu’me’nin kabîlesi geceleyin toplanır, "Hz. Peygambere gidelim, hırsızlık suçunu Yahûdi’ye isnat edelim, Tu’me de yemin etsin. Peygamber, Tu’me’nin yeminini kabul eder, çünkü Tu’me Müslüman’dır, Yahûdî’nin sözünü dinlemez. Çünkü o Müslüman değildir" derler. Hz. Peygambere giderler ve ona "zırhın çalındığından Tu’me’nin haberinin olmadığını, Tu’me’nin suçsuz olduğunu, zırhı Yahudi’nin çaldığını, eğer Tu’me’nin aleyhine hükmedilirse itibarının kaybolacağını, zırh Yahûdî’nin evinde bulunduğu için onunla mücadele etmesi gerektiğini" söylerler. Hz. Peygamber de Tu’me’nin yeminine ve kabilesinin şahadetine binaen onu savunmak ister, bunun üzerine Nisâ sûresinin 105-114. âyetleri iner.(6)

Bu olay üzerine yüce Allah. 113. âyette, "(Ey peygamberim!) Eğer Allah’ın sana lütfu ve merhameti olmasaydı onlardan bir grup seni şaşırtmak istemişti. Halbuki onlar ancak kendilerini saptırır/şaşırtırlar, sana hiç bir zarar veremezler. Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.” buyurmuştur. Allah, Hz. Peygamber’den adaletle hükmetmesini, bu tür davranışta bulunan hainleri savunmamasını istemiş ve Hz. Peygambere; "(Ey Peygamberim!) Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın, hainlerin savunucusu olma" ve "nefislerine hainlik edenleri savunma" talimatını vermiş (Nisa, 105, 107) ve "(ey hainleri savunanlar!) İşte siz (kendilerini aldatan, nefislerine zulmeden) öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onları savundunuz. Ya kıyamet günü onları Allah’a karşı kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak?" buyurmuştur (Nisâ, 109).

Tu’me üç suçu birden işlemiştir:

a) Hırsızlık yapmak,

b) Hırsızlık yapmadım diye yalan söylemek ve yalan yere yemin etmek,

c) Bu suçunu bir başkasının üzerine atmak, iftira etmek.

Tu’me’nin kabîlesi Benî Zafer de beş suç işlemiştir:

a) Tu’me’nin hırsızlık yaptığını bildikleri halde hırsızlık yapmadı diye yalan söylemek,

b) Yahûdî Zeyd b. Semin’in suçlu olmadığını bildikleri halde hırsızlık yaptı diye iftira etmek,

c) Tu’me lehine yalancı şahitlik yapmak,

d) Haksız yere suçluyu korumak ve kabile taassubunda bulunmak,

e) İki davalı arasında hüküm verme konumunda olan Hz. Peygamberi yanıltmaya çalışmak.

Yüce Allah, Tu’me ve kabilesinin işlediği bu suçlara; "nefse ve başkasına ihanet", "sû", "nefse zulüm", "ism", "hatîe" ve "bühtân" demektedir. (Nisa, 105, 107, 110-112)

İnsanın suç olan bir fiili işlemesi, böylece kendisini cezaya maruz bırakması ve ilâhî emanet olan nefsini aldatması "nefse ihanet" "zulüm" ve "ism" olduğu gibi, kendi işlediği suçunu başkasına isnat etmesi de "ihanet", "zulüm", "bühtân" ve "ism"dir.

107. âyette geçen "havvân" kelimesi, pek hâin, hainlikten çekinmeyen, hainliği itiyat haline getiren; "esîm" kelimesi ise pek günahkâr, günah işlemekten çekinmeyen, günah işlemeyi itiyat haline getiren kimse demektir.

111, 112 ve 113. âyetlerde geçen "ism ve 112. âyette geçen "hatîe" kelimesi, günah anlamına gelmekle birlikte "hatîe" küçük günah, "ism" büyük günah veya "hatîe" zararı kendisi ile sınırlı olan günah, "ism" ise zararı hem kendisine hem de başkasına dokunan günah veya "hatîe" kasıtlı veya kasıtsız olsun yapılması layık olmayan günah, "ism" kasıtlı yapılan günah anlamına gelebilir.

113. âyette geçen "bühtân" kelimesi, bir insana işlemediği suçu isnat etmek, iftira etmek; 110. âyette geçen "sû" kelimesi ise bir başkasına kötülük etmek demektir.(7)

Tu’me, hırsızlık ederek kendisini cezaya maruz bıraktığı için nefsine ihanet ve zulüm, bu suçunu bir başkasının üzerine attığı için kötülük (sû) etmekle nitelenmiştir. Tu’me, işlediği günahına pişman olup tövbe edeceği yerde Mekke’ye kaçmış ve irtidat etmiştir. Mekke’de hırsızlık için birinin duvarını delerken duvar üzerine yıkılmış ve ölmüştür.(8)

Tu’me’nin kabilesi, gerçeği ortaya koyup doğruyu söylemeleri ve âdil şahitlik etmeleri gerektiği halde yalana tevessül etmişler, Tu’me’nin işlediği suçu insanlardan gizlemeye çalışmışlar ve suçluyu kurtarmak için Allah’ın razı olmayacağı yalan ve hileli sözleri kurgulamışlardır. Ayette "insanlardan gizleniyorlar da Allah’tan gizlenmiyorlar" cümlesi ile ifade edilen "gizlenme olayı", yapılan hırsızlık suçu ve bu suçun örtbas edilmeye ve suçsuz bir insanın üzerine atılmaya çalışılması konusudur. Hırsızlık ve benzeri suçları insanlardan gizlemek mümkün ama Allah’tan gizlemek mümkün değildir. İnsanlardan gizlenmekten maksat da onlardan utanmaktır. Çünkü insanlardan utanan kimse suçunu onlardan gizlemeye çalışır.(9) Halbuki asıl Allah’tan utanılması gerekir. Çünkü Allah, onların gece ve gündüz, gizli veya âşikâr bütün yaptıklarını, bilmekte ve görmektedir. “Halbuki Allah, geceleyin razı olmayacağı sözleri söyleyenlerle beraberdir” cümlesindeki "geceleyin kurgulanan ve Allah’ın razı olmadığı bildirilen söz", Tu’me’nin kabîlesinin, hırsızlık suçunu, suçsuz olan Yahûdî’nin üzerine atma planlarıdır.

"İnsanlardan gizleniyorlar/ utanıyorlar da Allah’tan gizlenmiyorlar / utanmıyorlar" cümlesi; insanlardaki fıtrî hayâ ve dînî hayânın varlığına işaret etmektedir. "Fıtrî hayâ"; her insanda doğuştan var olan utanma duygusudur. Bu duygu, kişiyi toplumun ayıp ve suç saydığı, yadırgadığı ve hoş görmediği söz, eylem ve davranışları açıkça sergilemekten alıkoyar. A’raf suresinin 26. âyetinde geçen "takva elbisesi daha hayırlıdır" cümlesi de bu hayâyı ifade etmektedir. Bu hayâ, alınan eğitime, kültür, gelenek ve yaşanan ortama göre gelişebileceği gibi dejenere de olabilir. "Dînî hayâ" ise îman ile kazanılan bir erdemdir. Peygamberimizin "Hayâ îmandan bir şu’bedir"(10) sözünde ifade edilen hayâ bu tür bir hayâdır. Mümin, Allah’ın her yerde bütün yaptıklarını bildiğine, gördüğüne ve bütün sözlerini işittiğine, söylediklerinin ve yaptıklarının yazıldığına, âhirette bunlardan hesaba çekileceğine, neticede iman, inkar, itaat ve isyanına göre cennet veya cehenneme gideceğine inanır. Bu inancı kendisini kötülüklerden alıkoyar. Bu davranış, dînî hayânın sonucudur. Bu sebeple olmalı ki Peygamberimiz (a.s.), "hayâ" üzerinde çok durmuş ve "Hayânın hepsi hayırdır"(11), "Hayâ ancak hayır getirir"(12) , "Her dînin bir ahlâkı vardır. İslam’ın ahlâkı da hayâdır"(13) , "Hayâ imandandır. İman (sahibi) ise cennete gidecektir. Çirkin söz; cahillik, kabalık ve hayasızlıktan (cefâ) kaynaklanır. Bu davranışın cezası ise cehennemdir"(14), "Utanmazsan istediğini yap, sözü insanların ilk peygamberden itibaren işittiği sözlerdendir"(15) ve "Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Bunlar; hayâ, güzel koku sürünme, dişleri temizleme ve evlenmedir."(16) buyurmuştur.

Kişinin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi hayâ sonucudur. İnsan, Allah’tan ve insanlardan hayâ eder. Hayâ; akıl, duygu, düşünce, muhâkeme, iffet ve edep sahibi olmanın ürünüdür. Aksi davranış "hevâ"ya uymaktır. "Hevâ", insanın iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını, akıl ve imana uygun davranmasını önleyen nefsânî arzulara denir. Nefsânî arzularına uyan insan, her türlü kötülüğü yapabilir. Allah, bu tür kimseleri hevâsını tanrı edinmekle suçlamaktadır (Câsiye, 23). Hayâ sahibi insan ise hiç kimsenin bulunmadığı yerlerde bile haram ve kötülük yapamaz. Ayette geçen "Allah onların bütün yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır" cümlesi de bu hayâ duygusuna yöneliktir ve âyet, hiç kimse görmese bile Allah’ın gördüğü ve O’ndan hayâ edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

ÂYETİN İÇERDİĞİ HÜKÜMLER

Ayet on hüküm içermektedir.

1. Davalı ve Davacı Arasında Adaletle Hükmedilmelidir

“(Ey Peygamberim!) Biz sana kitabı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği ile hüküm veresin” cümlesi bunu ifade etmektedir. “Allah’ın sana gösterdiği” ifadesi; “Allah’ın öğrettiği, vahiy(17) ve ilham ettiği”(18) bilgilerdir. “Allah (...) insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisâ, 58), “Allah adaleti emreder…” (Nahl, 90), "… Ve aranızda adaletli olmakla emredildim.” (Şura, 15) âyetleri de hükümlerde âdil olunmasını, taraf tutulmamasını öngörmektedir. Adalette ölçü Kur’an’dır.

2. Hâinler, Suçlular Savunulmamalıdır

“…(Ey Peygamberim!) Hâinlerin savunucusu olma” ve “Nefislerine hainlik edenleri savunma” cümleleri bunu ifade etmektedir. Bu âyetler; insan öldürmek, hırsızlık yapmak, iftira etmek gibi bir insanın suç işlediği ortaya çıktıktan sonra, onun suçunu örtbas etmek için, ceza almaktan kurtarmak için onu savunmayı, zalime taraftar olup mazluma düşman olmayı yasaklamaktadır. Suçlu, kişinin soydaşı, arkadaşı ve en yakını bile olsa hüküm aynıdır. Allah, hırsızlık yapan Tu’me’yi ceza almaktan kurtarmak için savunanları kınamaktadır. Suçlu, yalan ve hilelerle dünyada kurtulsa bile tövbe etmez ve Allah da affetmezse cezasını âhirette çeker, orada onu kimse savunamaz.

3. Peygamber de Olsa Gaybı Kimse Bilemez

Tu’me’nin yaptığı hırsızlık olayını, kavmi gizliyor ve Hz. Peygambere, Tu’me’nin hırsızlık yapmadığını, zırhı Zeyd adındaki Yahudi’nin çaldığını, bu itibarla Tu’me’yi savunması gerektiğini söylüyor. Hz. Peygamber de bunların şahadetine binaen Tu’me’yi savunmayı düşünüyor.(19) Yüce Allah, kendisini ikaz ediyor ve “Allah’tan bağışlama dile.” buyuruyor. Eğer Peygamber gaybı kendiliğinden bilebilseydi, Beni Zafer kabilesinin insanlarına ayet gelmeden önce Tu’me’nin hırsızlık yaptığını söylerdi. Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez. Ancak Allah peygamberine bildirebilir. "O Allah, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği peygamberlere bildirebilir.” (Cin, 26-27) âyeti bunun delilidir.

4. Hiçbir Kimse Allah’tan Herhangi bir şeyi gizleyemez

Allah, insanlar nerede ne yaparlarsa yapsınlar bilir, onları görür, söylediklerini duyar. Nisa suresinin 108. âyeti bunu ifade etmektedir.

5. Günah İşleyen Kimse Günahına Hemen Tövbe Etmelidir

110-112. ayetlerde kötülük işleyen veya nefsine zulmeden veya günah işleyen kimse veya iftira eden kimsenin günahlarına tövbe etmesi halinde Allah’ın affedeceği bildirilmektedir. Günah işleyen kimse her halükârda kendine zarar vermiş olur. Günah ile kişi insana, topluma ve çevreye zarar verilebilir ancak Allah’a zarar vermesi mümkün değildir. Başkalarına zarar veren insan, bunun zararını ve cezasını dünyada görmese bile âhirette görür. Ancak halini ıslah eder, yaptığına pişman olur ve tövbe ederse Allah kulunu affeder. Kul hakkı varsa, suçlu, hak sahibine hakkını ödemesi veya ondan helallik dilemesi gerekir.

6. İnsanlar Suça Teşvik Edilmemelidir

Suç ve yasak fiilleri işlemek günah olduğu gibi, bir insanı suç ve yasak bir fiili işleyemeye teşvik etmek de suç ve günahtır. “İyilik ve takva üzerine yardımlaşın ama günah ve düşmanlık üzeren yardımlaşmayın.” (Maide, 2) âyeti de bu gerçeği ifade etmektedir.

7. İnsanlar Yalan Ve Yanlış Bilgi İle Yanıltmamalı, Yalancı Şahitlik Yapılmamalı, Gerçekler Gizlenmemelidir

İslâm, yalan söylemeyi haram kıldığı gibi, doğruyu gizlemeyi de haram kılmıştır:


“… Şahitliği gizlemeyin. Kim şahitliği gizlerse şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilendir.” (Bakara, 283)

“Ey Müminler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin.” (Ahzâb, 70)

“…Yalan sözden kaçının” (Hac, 30),

“Size doğru sözlü olmayı tavsiye ederim. Çünkü doğruluk iyiliğe iyilik de cennete götürür...”(20),

“Yalandan sakının. Yalanın ciddisi de şakası da iyi değildir...”(21) meâlindeki âyet ve hadisler doğru sözlü olmanın ve yalan sözden kaçınmanın gerekli olduğunu ifade etmektedir. Yalan söylemek münafıkların işi (Münâfikûn, 1) ve nifâk alametidir.(22)

8. Yalancı Şahitlik Yapılmamalıdır

"Yalancı şahitlik"; bir kimsenin herhangi bir konuda bilmediği, görmediği, duymadığı halde bildiğini, gördüğünü ve duyduğunu söylemesidir. Yalancı şahitlik, büyük günahlardan biridir.

“Kim şahitlik edecek durumda olmadığı halde bir müslümanın aleyhine şahitlik ederse cehennemdeki yerine hazırlansın”(23) hadisleri bunun delilidir. Yüce Allah: “Şahitliği dosdoğru yapın…” (Talak, 2), “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun, şahitlik ettikleriniz zengin veya fakir de olsalar adaletten ayrılmayın...” (Nisa, 135) buyurmuş, cennetliklerin özellikleri arasında yalancı şahitlik etmeyenleri de saymıştır. (Furkan, 72)

Sahabeden Ebu Berke şöyle anlatıyor: Allah’ın Resûlü (a.s.),

- "Büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? dedi. Biz de,

- "Evet ey Allah’ın Resûlü!" dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)

- "Allah’a şirk koşmak ve ana-babaya isyan etmektir" dedi. Yaslanıyordu, doğruldu ve

- "Yalan söz ve yalancı şahitlik (de en büyük günahlardandır)" buyurdu. Ebu Berke,

- “Hz. Peygamber, bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben herhalde susmayacak diye düşündüm” demiştir.(24)

Hakim, delil ve şahitlerin verdiği bilgileri esas alır ve topladığı bilgi ve belgelere göre hüküm verir. Şahitler, hakimi yalan ve yanlış bilgi ile yanıltırlarsa vebali onlara ait olur.

9. Kimseye İşlemediği Bir Suç İsnat Edilmemelidir

Dinimizde bu suça iftira denilmektedir. "İftirâ"; bir insanın söylemediği sözü söyledi, yapmadığı şeyi yaptı demektir. İftira, büyük günahlardan biridir. "O namuslu, bir şeyden habersiz mü’min kadınlara zina suçu isnat edenler dünyada da âhirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır." (Nûr, 23) âyeti ve “İftira eden kimse ziyana uğramıştır.” hadisi, bunun delilidir.(25) İftira eden kimse, iftira ettiği insanın kişilik haklarına saldırmış ve kul hakkı yüklenmiş olur.

10. Suç ve Günah İşlemek İçin Çete Kurmak, Gizli Toplantılar Yapmak Yasaktır

Tu’me’nin hırsızlık yapması, kabilesinin onun suçunu gizlemeye çalışması ve Tu’me’nin suçunu Zeyd adında bir Yahudi’ye isnat etmeleri konusunda geceleyin toplanıp gizlice karar almaları ile ilgili olarak; “Bir sadaka vermeyi, yahut iyilik yapmayı, yahut da insanların arasını düzeltmeyi emredenler hariç, onların aralarındaki gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur...” (Nisa, 114) buyurmuştur.

Bu âyette; sadaka vermek, iyilik yapmak, barışı sağlamak ve dargınları barıştırmak amacıyla yapılan gizli konuşma ve toplantıların iyi ve hayırlı olduğunu, bunun dışında fert ve topluma herhangi bir şekilde zararı olacak söz, eylem ve faaliyetlerin doğru ve hayırlı olmadığını ifade etmektedir.

Anlaşılan o ki İslâm, fert ve toplumun zararına olan hiçbir söz, eylem ve davranışı hoş karşılamamaktadır. İslâm’da dürüstlük, yardımlaşma, dayanışma ve barış esastır. Bunları ihlal edecek her şey kötülüktür.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

İyilik ve kötülük yapabilecek özellikte yaratılan, hayâ ve dîn duygusu, akıl ve sağduyu ile mücehhez kılınan; nefis ve şeytanın düşmanlığı ile muhatap olan insan; dünyada imtihan halinde olması hasebiyle inanç, söz, fiil ve davranışlarında özgür bırakılmış olmakla birlikte, peygamber ve kitaplar vasıtasıyla iyi, güzel, doğru ve yararlı olan şeyleri yapmaya teşvik edilmiş; kötü, çirkin, yanlış ve zararlı olan şeyleri yapmaktan ise sakındırılmıştır.

Aklına ve sağ duyusuna uyup Peygamber ve Kur’an’ı kendine örnek ve rehber edinen insan iyi, doğru ve yararlı şeylere yönelir, Allah inancı ve hayâ duygusu kendisini kötü, yanlış ve zararlı şeyleri yapmaktan uzak tutar. Allah ve Peygamber’in emir ve yasaklarına itibar etmeyen, aklının ve sağduyusunun sesine kulak vermeyen insan, her türlü kötülüğü yapabilir. Allah’tan utanmaz ve korkmaz. “İnsanlardan gizleniyorlar da Allah’tan gizlenmiyorlar.” âyeti bu gerçeği ifade etmektedir. Bu âyet, Katade adındaki komşusunun zırhını çalan, sonra da bu suçunu Zeyd adında bir Yahudi’nin üzerine atan Tu’me adlı kişi ile, bu kişinin suçunu örtmek için Hz. Peygamber’e yalan söyleyen ve yalancı şahitlik yapan Beni Zafer kabilesi ile ilgilidir.Yüce Allah, insanlardan utanıp da Allah’tan utanmayan bu kimseleri kınamaktadır.

Hırsızlık yapılması, bu suçun gizlenmeye çalışılması ve suçun, suçsuz bir insana isnat edilmesi Nisa Suresi’nin 105-114. âyetlerinde anlatılmakta ve bu suçlar; hâinlik, zulüm, kötülük, hatîe, günah, iftira ve insanları haktan, doğruluktan saptırma olarak ifade edilmektedir.

Âyetlerde; davalı ve davacı arasında adaletle hüküm verilmesi, taraf tutulmaması, suçluların savunulmaması, suçun örtbas edilmemesi, insanların suç işlemeye teşvik edilmemesi, yalan ve yalancı şahitlik ile hakim ve yöneticilerin yanıltılmaması, gerçeklerin gizlenmemesi, kimseye iftira edilmemesi, suç işlemek için çete kurulmaması, günah işlemek için bir araya gelinmemesi, günah işleyen kimsenin günahına hemen tövbe etmesi emredilmekte, gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği, dünyada suçluları savunan olsa bile âhirette kimsenin savunamayacağı, Allah’tan her hangi bir şeyi gizlemenin mümkün olmadığı, Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığı bildirilmektedir.

1- Hazin, Ali b. Muhammed, Lübâbü’t-Te’vîl fî Meânî’t-Tenzîl, II, 162, Beyrut, tarihsiz. (Mecmûatün Mine’t-Tefâsîr)
2- Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ Li Ahkâmi’l-Kur’ân, V, 378, Beyrut, 1967.
3- İbn Manzur, Lisanü'1-Arap, XI, 475, Beyrut, 1956.
4- Kurtubî, V, 378.
5- Kurtubî, V, 378.
6- Taberî, Abdullah b. Cerîr, Câmi’u’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, IV, 5/265-268, Beyrut, 1998; 15 cilt, 30 cüz. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, III, 1458.
7- Yazır, III, 1037.
8- Taberî, IV, 5/268; Yazır, III, 1037.
9- Beydâvî, Abdullah b. Ömer, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, II, 162, (Mecmûatün Mine’t-tefâsîr), Beyrut, tarihsiz.
10- Müslim, İman, 57, Buhârî, İman, 16.
11-Müslim, İman, 61, I, 64; Ahmed, V, 426, 427.
12- Müslim, İman, 60. I, 64; Buhârî, Edeb, 77.
13- İbn Mâce, Zühd, 17.
14- İbn Mâce. Zühd, 17.
15- Buhârî, Edeb, 28; Ebû Davud, Edeb, 6.
16- Tirmizî, Nikah, 1.
17- Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, II, 160, Beyrut, t.y.
18- Nesefî, Ebû’l-Berekâk Medâriku’t-Tenzîn ve Hakâiku’t-Te’vîl, II, 160, Beyrut, t.y.
19- Mehmet Vehbi, Hülâsatu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’an, III, 1037, Üçdal Neşriyat, İst. 1. baskı.
20- Ebû Dâvûd, Edeb, 88, No. 4989, V, 264.
21- İbn Mâce, Mukaddime, No. 46. I, 18.
22- Müslim, İman, 107, I, 78.
23- Ahmed, II, 509.
24- Buhârî, Edeb, 6, V, 71.
25- Ahmed, I, 91.

Allah'ın En Muhteşem Yaratığı İNSAN


      
           Kainatı ve kainatta olan her şeyi yaratan Allah Teâlâ'dır. Çünkü O'ndan başka yaratıcı yoktur. Allah Teala'nın yaratıkları içerisinde en üstün olanı insandır. Kur'an-ı Kerim'de insanla ilgili olarak şöyle buyuruluyor
"Andolsun ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık."(1);
"Biz gerçekten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları çeşitli nakil araçları ile karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları yaratıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık."(2)
Birinci ayet-i kerime; insanın gerek fizik ve gerekse ruh yönünden en güzel bir biçimde yaratıldığını İfade etmektedir. İkinci ayet-i kerimede ise Allah Teâlâ'nın insanoğluna lutfettiği özelliklerden bir kısmı bildirilmekte ve diğer yaratıklar arasında özel yerine işaret edilmektedir.
İnsanın, diğer yaratıkların bir çoğundan üstün olması sebebiyledir ki Allah Teâlâ onu yeryüzünde O'nun iradesini temsiI etme görevi ile görevlendirmiştir.(3) Yine bu sebebledir ki Allah Teâlâ evrende olan her şeyi onun için ona hizmet için yaratmış ve emrine vermiştir. 
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Görmediniz mi ki, Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin hizmetinize vermiş, gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. Bununla beraber insanlar içinde kimi de var ki ne bir ilme, ne bir yol göstericiye, ne aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele ediyor."(4)
Allah Teâlâ, yaratıklarının bir çoğundan üstün kıldığı, başta akıl olmak üzere sayılamayacak nimetler verdiği insanın, O'nun katında büyük bir değeri vardır. İnsandan başka var olan her şeyi ona hizmet için yarattığı gibi, insanı da kendisini tanımak ve yalnız ona ibadet etmek İçin varetmiştir.
"Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım" (5) ayet-i kerimesi bu gerçeği ifade etmektedir.
Allah Teâlâ insanoğlunu, yanılmaması, O'ndan başkasına kulluk etme gibi bir hataya düşmemesi ve yeryüzünde karışıklık çıkarmaması için, ilk insan Hz. Adem'den itibaren son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)'ya gelinceye kadar kesin sayılarını ancak kendisinin bildiği pek çok peygamberi göndererek onu uyarmıştır. Bu peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleriyle hedeflenen hususlar; dini korumak, nefsi korumak, aklı korumak, nesli korumak ve malı korumak olarak özetlenmektedir. Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım.

1- Dini Korumak
Bir müslümanın, sahip olduğu değerlerin başında gelen dinini korumasından daha doğal hiçbir şey yoktur. Dini korumak demek, her şeyden önce dinin emir ve yasaklarını kişinin hayatına geçirmesi ve onları uygulaması demektir. Çünkü din ancak böyle korunur. Bir müslümanın sadece müslümanım demesi yeterli olmaz. Müslümanlığı kabul eden kimsenin dinî vecibelerini yerine getirmesi ve dininde yasaklanan hususlardan sakınması gerekir. İnsan ancak bu sayede dindar olduğunu anlar. Dini yükümlülüklerini yerine getirmeyen insanın din duygusu zamanla zayıflar ve Allah korusun bir gün tamamen körelir. İnsan için bundan daha büyük bir kayıp düşünülemez.

2- Nefsi Korumak
Mümin, nefsini her çeşit tehlikelerden korumakla yükümlüdür. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın."(5) Ayet-i kerime'nin işaret buyurduğu tehlikelerin başında dikkatsizliğimiz yüzünden sağlığımızın bozulması gelir. Kur'an-ı Kerim, uğradığımız her türlü rahatsızlığa kendimizin sebeb olduğumuzu bildirir. Buna göre sağlığımızı bozan hastalıkların sebebini de kendi dikkatsizliğimiz ve ihmalkârlığımızda aramamız gerekir.
Dinimiz insan sağlığına büyük önem vermiş, sağlığı bozacak davranışlardan kaçınmamızı emretmiştir. O kadar ki, Ramazan ayında hastalara, oruçlarını yemelerine ve iyileştiklerinde onu kaza etmelerine izin vermiştir. Bunun gibi, gusül ve abdestte su kullanmanın sağlığa zarar vermesi halinde teyemmüm ile yetinilmesini tavsiye etmiştir. İnsan kendi sağlığı gibi, aile fertlerinin hatta toplumun sağlığından da sorumludur. Nitekim Peygamberimizin, herhangi bir yerde bulaşıcı bir hastalık çıktığı zaman orada bulunanların dışarı çıkmamasını, dışarda olanların da oraya girmemelerini tavsiye etmesi, toplumun sağlığını koruma bakımından ne kadar önemlidir.(6)
Bir hadisi şerifte Peygamberimiz: "Kuvvetli (sağlıklı) olan mümin, (sağlık kurallarına uymadığı için) zayıf ve güçsüz düşen müminden Allah katında daha hayırlı ve daha sevimlidir."(7) buyurmuş ve sağlıklı olmanın önemini duyurmuştur. Sağlık nimeti, Allah'ın verdiği nimetlerin başında gelir. Sağlığı bozuk olan kimse, ne Allah'a karşı, ne ailesine karşı ve ne de topluma karşı görevlerini yerine getiremez. Bunun için Peygamberimiz sağlık nimetinin önemine işaret ederek şöyle buyuruyor:
"İki nimet vardır ki, insanların çoğu onların kıymetini bilmez, aldanır. Onlar, sağlık ve boş vakit nimetidir.''(8) Gerçekten bunlar, insanların çoğunun derin bir gafletle sürüp gideceğini sandığı, fakat günün birinde uçup gittiğini görerek aldandığını anlayacağı iki büyük nimettir.
Bir defasında Peygamberimiz minbere çıktı sonra ağladı ve şöyle buyurdu: "Allah'tan af ve afiyet dileyin. Çünkü imandan sonra hiçbir kişiye sağlıklı olmaktan daha hayırlı bir nimet verilmemiştir."(9) Evet, mümin, önce nefsini hastalıklardan koruyacak, sonra da Allah'ın dilediği zamana kadar yaşamasını sağlayacaktır. Buna hayat hakkı diyoruz. Yaşama hakkı Allah'ın verdigi bir haktır. Bu hakkı koruma görevi de müminin görevidir. Mümin, yaşama hakkını o derece koruyacaktır ki, bu uğurda ölmesi halinde şehadet mertebesine yükseIir. Nitekim, Peygamberimiz; "Kim ki hayatı uğrunda öldürülürse şehittir"(10) buyurmuştur.
Yaşama hakkı dokunulmaz haklardandır. Başkasını haksız yere öldürmek nasıl en büyük günahlardan ise, kişinin kendi hayatına son vermesi yani intihar etmesi de aynı şekilde en büyük günahlardandır. Nitekim Peygamberimiz: "Kim ki keskin bir aletle kendini öldürürse bu kimse cehennem ateşinde o aletle azap olunur"(11) buyurmuştur. Hatta müçtehit imamlardan Ebû Yusuf, kasden kendisini öldüren kimsenin cenaze namazının kılınmayacağını söylemiştir.(12)
Peygamberimizin bu konuda bir başka hadisi şerifi de şöyledir: "Her kim bir dağdan (yüksek bir yerden) kendisini aşağıya atıp öldürürse, cehennem ateşinde sonsuz ve devamlı olarak kendisini yüksekten bırakan (bir halde azap olunur). Bir kimse de zehir içerek canına kıyarsa, zehiri elinde içer bir halde sonsuz ve devamlı bir surette cehennem ateşinde (azap olunur). Her kim de kendisini bir demir parçası İle öldürürse o da bıçağı elinde karnına vurarak sonsuz ve devamlı bir şekilde cehennemde azap olunacaktır."(13)
Bunun için mümin karşılaştığı olaylara, sıkıntı ve üzüntülere sabredecek, bunları aşmak ve düştüğü bunalımdan kurtulmak için Allah'tan yardım ve genişlik dileyecek; kurtuluşu, korumakla görevli olduğu canına kıymada aramayacaktır. Görülüyor ki, mümin için intihar, düştüğü bunalımdan bir kurtuluş değil, aksine Allah'ın emrine karşı gelmekle kendisini azaba atmaktadır.

3- Aklı Korumak
Akıl, insanı diğer yaratıklardan ayıran bir özelliktir. Allah Teâlâ'nın insana verdiği bu özellik sayesinde insan, diğer canlılara hükmetmekte, pek çok icat ve keşiflerde bulunmaktadır. Bugünkü teknoloji aklın ürünüdür. Kainatı ve kainattaki yaratılış inceliklerine bakarak, onu yaratana ulaşma akıl ile mümkün olmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde aklı olan (düşünebilen) bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır."(14) Bu ve benzeri ayet-i kerimelerde, Allah Teâlâ'nın insanoğluna verdiğini bildirdiği nimetleri anlayacak ve bu nimetleri verene teşekkür edilmesinin gerektiği yargısına varacak olan akıldır.
İmam Gazali, "İhya'u Ulûmi'd-Din" adlı meşhur eserinde Hz. Aişe'den şu rivayeti naklediyor. Hz. Aişe Peygamberimize;
- Ey Allah'ın Resulü, insanlar dünyada ne ile birbirine üstün olurlar? diye sordu. Peygamberimiz:
- Akıl ile, buyurdu. Hz. Aişe:
- Ahirette ne ile birbirine üstün olurlar? diye sordu. Peygamberimiz:
- Yine akıl ile, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Aişe:
- Amelleriyle mükafatlandırılmayacaklar mı? diye sordu. Peygamberimiz:
- Aişe! İnsanlar akıllarından fazla bir şey yapabilirler mi? Allah Teâlâ'nın onlara verdiği akıl oranında amel ederler. Sonra amellerine göre de mukafatlandırılırlar, buyurdu.(15)
Evet değerli müminler, Allah Teâlâ akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır. Çünkü inanma hususunda dayanak akıldır. Ancak aklı olanlar, Allah'ı tanımakla ve O'nun emir ve yasakları ile yükümlüdürler. Aklını yitirenlerden ilâhi yükümlülük kalkar. Bunun içindir ki İslâm, insana aklını koruma görevi vermiş ve akla zarar verecek davranışlardan sakınmasını öğütlemiştir. Akla en çok zarar veren ise uyuşturucu ve içki kullanmaktır. İçki insanın aklını başından alır, insan sarhoş olunca akli dengesi bozulur ve ne söylediğinin farkında olmaz.
Can ve mal kaybına sebeb olan ve pek çok kimsenin sakat kalması sonucunu doğuran trafik kazalarının büyük kısmı alkollü araç kullanmaktan meydana gelir. Uyuşturucu da içki gibidir. Hatta içkiden de daha zararlıdır. Uyuşturucu bağımlısı aklını da sağlığını da kaybeder. Uyuşturucu bir zehirdir. Onu bir defa kullanan kimse artık ondan kendisıni kurtaramaz ve ölüme mahkum olur. Televizyon ekranlarına yansıyan uyuşturucu bağımlılarının acıklı halleri dayanılır gibi değildir. Bunun için dinimiz uyuşturucu kullanmayı da, içki içmeyi de haram kılmıştır.

4- Nesli Korumak
Nesli korumak ve devam ettirmek nikah ile evlenmek ve aile yuvası kurmakla mümkündür. Evlenme olmazsa soyun devamı nasıl sağlanacak? Evlenmemek demek soya bir yerde dur demektir. Bu ise doğru değildir. Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Dört şey vardır ki bunlar, bütün peygamberlerin sünnetidir. Haya (utanmak), güzel koku sürünme, misvak kullanma ve evlenme."(16) Bu hadisi şerife göre, Peygamberimiz de dahil olmak üzere bütün peygamberler evlenmişler ve örnek aileler kurmuşlardır. Peygamberimiz sadece evlenmemiş, bİzim de evlenmemizi tavsiye etmiştir. Şöyle buyurmuştur: "Gençler, içinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zira evlenmek, gözleri haramdan daha çok korur, zinadan daha çok muhafaza eder."(17) "Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı kıvanç duyacağım."(18)
Peygamberimiz bu tavsiyeyi yaparken bir kimsenin kalkıp evlenmemede fazilet araması doğru olur mu? Hatta Hz. Aişe'yi ziyaret eden bazı kimseler Peygamberimizin ibadet ve adetleri hakkında bilgi aldıktan sonra, içlerinden biri, geceleri hiç uyumadan namaz kılacağını, bir diğeri de ara vermeden yıl boyu oruç tutacağını, üçüncüsü de evlenmeyeceğini ifade ettiler. Tam bu sırada gelen Peygamberimiz: "Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değiI mi? Fakat şunu iyi biliniz ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve günahlardan korunanınızım. Bununla beraber ben (Ramazan ayı dışında) bazan oruç tutarım, bazı günlerde tutmam, gece kalkar namaz kılarım ve uyurumda. Kadınlarla da evlenir yuva kurarım. (İşte benim sünnetim, adetim budur.) Her kim bu sünnetime uymaz da ondan yüz çevirirse benden değildir"(19) buyurdu.
Evlenmekle insan çoluk çocuk sahibi olur. Onları büyütmek, yetiştirmek ve toplumun hizmetine sunmak insan için maddî olduğu kadar da manevî bir kazançtır. Nitekim Peygamberimiz: "Kim ki üç tane kız çocuğu yetiştirir, güzel terbiye eder ve onlara iyilikte bulunursa onun için cennet vardır"(20) buyurmuştur. Ne güzel kazanç, hem soyun devamına katkıda bulunmuş, hem de cenneti hak etmiş olur.
Hz. Aişe anlatıyor: Yanında iki kız çocuğu olan bir kadın evime geldi ve benden yiyecek bir şey istedi. (Ne yazık ki) bende tek bir hurmadan başka bir şey yoktu. Kadına verdiğim bu hurmayı, kadın, iki kız çocuğuna bölüştürdü ve kendi ağzına bir şey koymadı. Sonra da kalktı gitti. Peygamberimiz gelince bunu kendisİne anlattım. Peygamberimiz: "Kimin kız çocukları olur ve onları geçindirmekte sabır ve tahammül gösterirse, onlar onun için cehenneme siper olurlar" buyurdu.(21)
Bu rivayetler gösteriyor ki, anne ve baba doğurdukları çocuklarını büyütürken ve yetiştirirken katlanacakları zahmet ve sıkıntılar karşılıksız kalmayacak, yüce Yaratıcı bunun karşılığında onları cennetine koymak suretiyle mukâfatlandıracaktır.

5- Malı Korumak
Bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri ile hedefledikleri hususların beşincisi de malı korumaktır. Mal da can gibi dokunulmazdır. Bir kimsenin canına kıymak nasıl haram ise haksız yere malını elinden almak da aynı şekilde haramdır.
Peygamberimiz veda hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, bu günlerİniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke ) nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan korunmuştur."(22)
İnsan için canı korumak nasıl bir görev ise, malı korumak da aynı şekilde görevdir. Malını koruma uğrunda haksız yere öldürülen kimsenin şehit olacağını Peygamberimiz bildirmiştir.(23)
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: Peygamberimize bir adam geldi ve:
"- Ey Allah'ın Resûlü, bir kimse gelip malımı almak isterse ne buyurursun ? diye sordu Peygamberimiz: "Ona malını verme, buyurdu. Adam:
- Benimle kavga ederse? dedi. Peygamberimiz:
- Sen de onunla kavga et, buyurdu. Adam:
- Ya beni öldürürse? dedi. Peygamberimiz:
- Şehit olursun, buyurdu. Adam:
- Ya ben onu öldürürsem? dedi. Peygamberimiz:
- O Cehenneme gider" buyurdu.(24)
Malı korumak sadece bu değildir. İnsan dünyada yaptığı her şeyin hesabını verirken malını nereden kazanıp nereye harcadığından da sorgulanacaktır. Bunun için müslüman önce kazancının meşru olmasına dikkat edecek, sonra da onu, hesabını kolaylıkla vereceği şekilde harcayacaktır.
Allah'ın insana verdiği mal ile ilgili en çok göz önünde bulundurulacak husus, onu boşa harcamamak, israf etmemektir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez."(25) Bir başka ayet-i kerime'de ise: "Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla beraber malını saçıp savurma. Çünkü malını saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür"(26) buyurulmuştur.
Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ üç şeyi sizin hakkınızda çirkin gördü: Dedi-kodu, faydası olmayan bir şekilde malı harcamak (israf etmek), çok soru sormak."(27)
İhtiyaç olmadan malı harcamak yani israf etmek ferdler için olduğu kadar toplumlar için de tehlikeli sonuçlar doğurur. Malın israf edilmesi, meşru olmayan yerlere harcanması, mal sahibi için ne kadar zararlı ise toplum için de o kadar zararlıdır. Fertlerin kazanması ve kazandıklarını tasarruf etmeleri toplumu ne kadar desteklerse, onu israf etmek de o kadar zaafa uğratır. Böyle, kazancını israf edenler, gereksiz yere harcayanlar, dinin, vatanın ve milletin hayrına harcama zamanı geldiğinde harcayacak bir şeyi bulamaz, pişman olur üzülürler.
Burada iki aşırılık var. İkisi de makbul değildir. Birisi cimrilik, diğeri de savurganlıktır. Bunların ikisi de zararlıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır (kaybettiklerinin) hasretini çekersin"(28) buyurulmuştur.
İşte değerli mü'minler, bütün peygamberlerin insanlara Allah tarafından getirip duyurdukları emir ve yasaklar bu beş şeyi; dini, nefsi, aklı, nesli ve malı korumak içindir. Çünkü Allah, alemlerden müstağnidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Muhtaç olan insandır. İnsanın dünyada sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşaması; kendisine, ailesine, topluma ve hatta insanlığa yararlı hizmetlerde bulunması ve bu sayede ahirette ebedî mutluluğu kazanması için Allah Teâlâ onu yeryüzünde yalnız bırakmamış ve gönderdiği elçilerle ona yardım etmiştir.
Ne mutlu, Allah'ı tanıyan ve O'nun gönderdiği elçilere uyanlara...
Dipnotlar
1- Tin, 4 .
2- İsra, 70.
3- Bakara, 30.
4- Lokman, 20.
5- Bakara, 195.
6- Müslim, Selam, 32.
7- Müslim, Kader, 8.
8- Buhârî, Rikak, 1 ; Müslim, Tirmizi, Zühd, 1.
9- et-Tâc, c. 4, s.122.
10- Tirmizî, Diyât, 22.
11- Buhârî, Cenâiz, 84.
12- Merakıyü'l-Felah, cenaze bahsi.
13- Buhârî, Tıp, 56.
14- Bakara, 164.
15- İhyau Ulûmi'd-Din, c. l, s. 84.
16- Tirmizî, Nikah, 1.
17- Buhârî, Savm, 10; Müslim, Nikah, 1.
18- İbn Mâce, Nikah, 1.
19- Buhârî, Nikah 1, Müslim, Nikah, 1.
20- Ebû Dâvud, Edep, 130.
21- Buhârî, Edep, 18; Müslim, Birr, 46.
22- Müslim, Hac, 19; Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 10, s. 397.
23- Buhârî, Mezalim, 33; Müslim, İman, 62; Tirmizi, Diyât, 22.
24- Müslim, İman, 62.
25- A'râf, 31.
26- İsrâ, 26-27.
27- Buhârî, Zekat, 52; Müslim, Akdıye, 5.
28- İsrâ, 29.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz