23/10/2014

Hayat Vakittir


 Yaşamın üç aşaması vardır:

1-Yaşanmış zaman

2-Şimdiki zaman

3-Gelecek zaman

Her insan, elinde olmayarak birilerinin  kendisini itmesiyle, geleceği şimdi, şimdiki hali ise geçmiş olup, bir yere yavaş yavaş yol alıyor. Böylece yarın bugün olmuş, bugün ise dün olmuş ve derken hayat bitmiş.

Yaşadığımız hayat, birileri tarafından bize süreli bir vakit olarak emanet verilmiştir. Ama bu vakit nakit değildir. Eğer nakit olsaydı, onu alır  cüzdanımıza koyarız. İyice sıkı sıkı saklarız. Ne zaman ihtiyacımız olsa çıkarıp  harcarız. 

"Sahi siz hiç cebindeki  harçlığını çöpe atan birilerini gördünüz mü?"

Her insan, bu yazıyı okurken  yaşamın tam ortasında olacaktır. Ne yarını bugün, ne de bugünü dün olmuştur. O zaman en  kıymetli vakit şimdiki haldir. İşte şimdi ne yapacaksan yapacağın o şey geleceğin primi ve geçmişin ışığı olacaktır. Fakat bize bir yol gösterecek ışığa ihtiyacımız vardır.

İşte bu ışık, geçmişin  yaşanmış hayat tecrübesi ve sağlıklı sağlanmasıdır. Bizden önce birileri deneme yanılma yoluyla bize bir geçmiş bırakmıştır. Bunu çok iyi değerlendirmemiz  lazım. Aksi takdirde sınırlı olan vaktimizi deneme yanılmayla heba etmiş oluruz.

Sonuç olarak, bizden öncekilerin işlemlerinden istifade ederek, onların yaşamlarının sağlamasını yakalayabilirsek, işte o zaman, geleceğimiz parlak olur.

Unutmayalım!

"Geleceğin ışığı, geçmişin izi üzerindedir."

Güneş Küser mi Hiç ?


 Yüce Allah, alemlerin Rabb-ıdır. Alemin  içinde, arzın üzerinde Allah'a ve Peygamberine asi olan  münkirler, mücrimler vardır. Buna rağmen, yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı olan; rızıklandırıcı, tövbeleri kabul edici geniş  rahmetinin özelliği bütün insanları kuşatıyor. Çünkü Allah'ın bütün insanları kuşatıcı özelliği, adaletinin gereğidir.

Göğsünde merhamet yüklü bir çınar ağacını  taşıyan Ana'lar; Çocuklarına  karşı o  kadar  müşfik ve mümbitlerdir ki,  aklı özürlü ve azaları eksik olan biride olsa, Ona da aynı Analık şefkatiyle muamele ederler. Çünkü Ana tüm, evlat ise Onun parçasıdır.

Yüreğinde Ümmetin çocuklarının   acısını ve hüznünü taşıyan Muallimler, öğrencilerine karşı merhamet kanatlarını gererler. O kanadın altında bir öğrenci yaramazlık yapsa dahi, yine de merhamet kanatları o öğrenciyi dışlamayıp, onu bağrına  basar.

Yarını  düşünen bir insan, bir pire  için yorgan yakmaz. Eğer yorganını bir pire yüzünden yakmaya kalkışırsa, ertesi gün açıkta kalır. Bir pire için yorgan yakana, ne can güvenilir, ne de mal emanet edilir.

Güneşin kapsayıcı ve kuşatıcı özelliği vardır. Aynen tümün parçası gibi. Güneş bir doğarsa, ne çölün sıcaklığı, ne de kuzey kutbunun buzlarını ve  kimi/kimseleri gözetmez. O doğmasına, parlamasına bakar. Yerde sürünen Yılan olsun, gökte uçan Kuş olsun veyahut iyi ve kötü insan olsun, Güneş yinede doğar. Çünkü doğması gerekiyor. Eğer  doğmazsa, kapsayacı, kuşatıcı özelliği kalmaz. Bu da Güneş'e yakışmaz.

Çalısız yollarda dolaşan Tavşana: "Niçin dağda çalıların içinde değilsin de buralarda  geziyorsun?" diye sormuşlar. O da: "Ben dağa küstüm" diye cevap vermiş.

Bir insan da Allah'tan, anadan, muallimden, tavşan gibi dağdan ve Güneş'ten küsebilir. Ama, ne Allah, ne ana, ne muallim, ne de Güneş hiç kimseye küsmezler. Çünkü bunlar tümdürler parçalanma kabul etmezler.

22/10/2014

Yaşamımızın Tam İçinden Bir Ayet


   


  İslam ahlakının ağırlıklı biçimde işlendiği "Hucurat Sure­sinin 12'nci ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur:
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ ٱجۡتَنِبُواْ كَثِيرٗا مِّنَ ٱلظَّنِّ إِنَّ بَعۡضَ ٱلظَّنِّ إِثۡمٞۖ وَ لَا تَجَسَّسُواْ وَلَا يَغۡتَب بَّعۡضُكُم بَعۡضًاۚ أَيُحِبُّ أَحَدُكُمۡ أَن يَأۡكُلَ لَحۡمَ أَخِيهِ مَيۡتٗا فَكَرِهۡتُمُوهُۚ وَٱتَّقُواْ ٱللَّهَۚ إِنَّ ٱللَّهَ تَوَّابٞ رَّحِيمٞ                                                                                                                                                                                      
 Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. (Hucurat:12)
Görüldüğü gibi bu ayet, insanları "zanla hüküm vermekten", "başkalarının gizli taraflarını araştırmaktan" ve "gıybet"ten sakındırmakta; kötü işlerden vazgeçip tevbe edenle­rin bağışlanacakları müjdesini vermektedir. 

Zanla Hüküm Vermek

Yüce Allah, müminlere:
“Birbirleri hakkında yersiz, temel­siz, tahmine dayanan ve kuşkulara yol açabilecek olan bir zan­da bulunmayı” yasaklıyor ve böyle bir zanda bulunmanın gü­nah olduğunu bildiriyor. Ayetteki zan kelimesi, bilgisiz ve bel­gesiz olarak hüküm vermek, bir insanın kötü bir iş yaptığını sa­narak onu sebepsiz yere suçlamak demektir.
"Zannın bir kısmı da günahtır." anlamına gelen ibare, zannın hepsinin günah olmadığına işaret eder. Şu halde bu ayette ya­saklanan zan, olaylar veya insanlar hakkında ileri sürülen mes­netsiz iddialara, iftiralara itibar ederek insanlar hakkında kötü düşünce beslemek şeklindeki zandır. Bir de dinde, zanna daya­nan hükümler vardır. Yani, kafi delil olmayan hususlarda, zanni delil ile amel edilir. Ayrıca, Allah'a ve müminlere karşı gü­zel (hüsn) zanda bulunmak da gerekir. Demek ki günah olan zan, başkası hakkında kötü düşünce beslemek, başkasını kötü sanıp bilgisiz ve belgesiz olarak onun kötülüğüne hükmetmek­tir. İşte, kaçınılması gereken kötü zan da budur. Nitekim, “Kötü zanda bulundunuz, böylece helaki hak eden bir toplum oldu­nuz.”48/12. mealindeki ayette de, kaçınılması istenen zannın kötü zan olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Peygamber (as), Müslüman hakkında kötü zanda bulunmanın haram olduğunu şu sözleriyle beyan etmiştir:
"Allah Müslüman'ın kanını, ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 491. Şu halde, durumu açıkça bilinmeyen bir kimse hakkında, iyi (hüsn) zan vacip ol­masa bile, o kimse hakkında kötü zanda bulunulması da caiz değildir. 

Başkalarının Gizli Yönlerini Araştırmak

Ayetteki tecessüs kelimesi, dikkat ve gayretle gizli şeyleri araştırmak demektir. Bundan dolayı, bazı gizli şeyleri araştıran kimseye casus denir. Yüce Allah bu ayetle, insanların eksik ve ayıplarının araştırılmasını yasaklamıştır. Peygamber (as) de, bu yasaktan sakınılması gerektiğini, şu uyarıcı sözlerle dile getir­miştir:
"Ey diliyle inanıp iman değeri tam olarak kalplerine girmemiş olan kimseler, Müslümanlar hakkında gıybet etmeyin, onların eksik ve ayıplarını araştırmaya kalkışmayın. Kim Müs­lümanların ayıplarını araştırır, onlarda eksik bulmaya çalışırsa, Allah da onun ayıbını araştırır. O, kimin ayıbını araştırırsa o kimse evinin içinde de olsa onu rezil ve rüsvay eder."Kurtubi. el-Câmi li ahkamı'l Kur'an, XVI,333.  Hemen hatırlatalım ki, eksik şahsiyetler, üzerlerine düşmeyen gereksiz şeylerle meşgul olurlar. Akıllı ve olgun kişiler de, kendi kusur ve eksikliklerini gidermeye çalıştıkları için, başkalarının ayıbını araştırmaya vakit bulamazlar. 

Gıybet Etmek

Açıklamasını yaptığımız ayette, yasaklanan kötülüklerden biri de gıybettir. Gıybet, bir kimsenin arkasından, onun hoş­lanmadığı ve sevmediği bir şey söylemektir. Gıybet kavramına, Peygamber (as)'le ashabı arasında geçen şu karşılıklı konuşma daha da bir açıklık getirmektedir. Peygamber (as), ashabına:
"Gıybet nedir, bilir misiniz?" diye sorar. Onlar:
"Allah ve Elçisi daha iyi bilir" derler. Peygamber(as) gıybeti, "Müslüman kar­deşini, sevmediği bir şeyle anmandır" diye tanımlar. Bu tanım­lamadan sonra kendisine şöyle bir soru yöneltilir:
"Ya söyledi­ğim şey kardeşimde varsa." Bu soruya verilen cevap:
"Söyledi­ğin şey gerçekten onda varsa onun gıybetini yapmış olursun; ama onda yoksa o vakit ona iftira atmış olursun,  şeklinde ol­muştur.

Ayette, gıybet etmenin çirkinliği, ölü eti yemeye benzetile­rek dile getirilmeye çalışılmıştır. Aslında bu benzetmede, iki inceliğe dikkat çekilmiştir. Birincisi, ölen kişi etinin yenildiği­nin farkında olmadığı gibi, gıybeti yapılan kimse de, o anda gıybet edenin sözlerini bilmez. İkincisi de, insanın eti ve bedeni gibi, şeref ve namusuna saldınlnıası, ona dil uzatılıp iftira atıl­ması da haramdır.
Gıybet öyle tatlı bir hastalıktır ki, alışan onu asla bırakamaz. O, öyle aldatıcı ve cazip bir kapandır ki, şikâyet edeni bile az sonra kendisine esir eder. Herkes onu yerer, fakat onu kötüler­ken bile pek çok insan onun tuzağına düşer.
Gıybet, çok masum görünümlü bir günahtır. Bu yüzden o kavga gürültü etmeden bütün âlemi, kendi sahasına çekiverir. Söyleyeni ve dinleyeni aynı anda sevindirir. Evet, onun yüzsüz bir tavrı ve sahte bir masumluğu vardır. O, en gizli köşelere ve en temiz meclislere bu sayede sokulur. Şu halde, bu sahte yüzlü kötülükten sakınıp gıybet tiryakisi olmaktan uzak durmak gere­kir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, ahlakî zaaflarımızı ve çöküş at­mosferini, boş sözlerle ve zoraki iyimserliklerle değil, İslam'a uygun olan samimi davranış ve ciddi tavırlarla düzeltebiliriz. Ne var ki, günümüzde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kitlelerin büyük bir kısmı,Kur’an’ın ve Sünnetin buyruklarından çok, tiryakisi oldukları günahların gereğini yapar hale gelmiştir.

İslam'ı Doğru Yaşamak

 İslam çağrısının fikri ve fiili esaslarını belirten Kur’an, Al­lah'ın kelamıdır. O, insanlığın yegâne rehberidir. Allah'ın ira­desini, insanların anlayabileceği bir dille ortaya koyan temel kaynaktır.
Kur’an bağlamında belirlenip Peygamber (as) aracılığı ile in­sanlara duyurulan ve örneklenen İslam, başlangıcından itibaren, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yaşayan insanlara ulaşmış, bu topluluklarca iyice anlaşılıp kabul gördükten sonra da onların hayatını düzenleyen sosyal ve ahlaki bir sistem haline gelmiştir. Bu gelişmede hiç kuşkusuz Kur’an'ın, müminleri aktif mücade­leye çağırması,İslam'ın diğer din olgularına üstünlük sağlama­sını açık bir hedef olarak ortaya koyması büyük rol oynamıştır. Kur’an'ın beyanına göre Allah, "müşrikler hoşlanmasa da dinini bütün düzmece dinlere karşı üstün kılacaktır. O doğru dini in­sanlara duyurması için Elçi'sini Kur’an hidayetiyle göndermiş­tir."  9/33. Bu ilahi beyan Allah'ın, Elçi'sini insanlığa ne ile ve niçin gönderdiğini açıkça ortaya koymaktadır. İslam'ın bütün düz­mece dinlerin üstünde olması, onun sahih uygulamalarla haya­tın belirleyicisi haline gelmesiyle mümkündür.
İnsanlar, karmaşa ve sorunlarla dolu bir çağda yaşıyor, karşı karşıya bulundukları sorunları ortadan kaldıracak somut ve ke­sin çözümler bekliyor. İnsanların hayatına egemen olan ideolojik sistemler ise beklenen çözümleri üretemiyor. 

a) Her insan, farklı bir kişiliğe sahiptir. Bu yüzden insanla­rın düşünceleri, inançları ve olaylara bakışları diğerlerine ben­zememektedir. Ancak yaratılışları gereği sosyal bir varlık olan insanlar, bir arada yaşamak durumundadır. Ayrıca insanların ırkları, renkleri, dinleri ve içinde yaşadıkları sınırlar ne olursa olsun onlar, kendi grupları dişındakilerle ferdi veya sosyal iliş­kilere girmek zorundadır. İşte bu zaruretten dolayı öncelikle insanların birbirlerine kötülük etmeden, zarar vermeden, kendi temel haklarını ve meşru menfaatlerini koruyarak birlikte ya­şamaları sağlanmalıdır. Bu da ancak evrensel bir hukuk siste­miyle gerçekleşebilir. Çünkü Kur’an, her insanın farklı bir kişi­liğe sahip olduğunu belirtip,insanın farklı kişiliğine dokunul­madan diğer insanlarla ilişkilerinin çatışmasız, ahlaklı ve ada­letli biçimde düzenlenmesini ister.  O, müminlerle din uğrunda savaşmayan, onları yurtlarından çıkarmaya kalkışımayanlara iyilik yapılmasını ve adil davranılmasını önerir. 
b) Her insanın varlığını sürdürmesi, dilediği yerde yaşama­sı, sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkiler kurması en temel hakkı­dır. Bunun için, insanların dünya nimetlerinden meşru şekilde faydalanmalarına engel olunmamalıdır. Yüce Allah insanı ya­ratıp güzelce donatmış, yeryüzünü onun için durulacak yer yapmış ve insanları güzel nimetlerle rızıklandırmıştır. O,in­sanların birbirlerinin kanını dökmelerini ve birbirlerini yurtla­rından çıkarmalarını yasaklamıştır. 
c) İnsan, Allah'a ve Elçi'sine mutlak, ulü'l emre ve uyması gereken diğerlerine de şartlı olarak itaat etmekle yükümlüdür.
Bu ilke, Kur’an'da şöyle dile getirilir:
Ey iman eden­ler! Allah'a ve Elçi'sine, bir de sizden olan iş ve yönetim sahi­bine itaat edin...”  4/59
Biz insana, anne-bahasına en güzel biçimde davranmasını şu şartla önerdik: Eğer onlar seni, hakkında bil­gin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşman için zor­larlarsa o takdirde onlara itaat etme...” 29/8
d) Bütün inançların dokunulmazlığı esastır. İnsanların inanç ve düşünce özgürlükleri, dinlerini yaşamaları, hiçbir şe­kilde engellenmemelidir. Kur’an'da açıkça belirtildiği gibi, “Dinde ikrah zorlama ve baskı yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan net bir biçimde ayrılmıştır.”  2/256
Hem Allah dileseydi, yeryüzündeki insanların tamamı iman ederdi.
e) Dinde zorlama ve baskının olmaması, bir dini, özellikle de İslam'ı seçmiş birinin sorumsuz davranması ve istediğini yapmakta özgür olduğu anlamına gelmez. Çünkü seçim yapıl­dıktan sonra uyulması gereken bağlayıcı kurallar vardır. Bunun için Kur’an, ''Allah ve Elçi'si bir işe hüküm verdiklerinde, inanmış bir erkekle inanmış bir kadının işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakkının olmadığını" 33/36 bildirmiştir.
f) Hiç kimse soyu, cinsiyeti, ırkı, serveti ve benzeri özel­liklerinden dolayı diğer insanlardan üstün olamaz, kimseye de­ğinilen sebeplerden dolayı ayrıcalık tanınmaz. Kur’an, insanın değerini belirlemede geçerli olan temel ölçünün, nesep ve ser­vet gibi şeyler değil, iman ve takva olduğunu şu anlamlı ifade­lerle dile getirir. “Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışmanız için de sizi kavimlere ve kabi­lelere ayırdık. Hiç kuşkusuz Allah katında en değerli olanınız, O 'na en çok saygı duyanmızdır...”  49/13
g) Gücünü ve servetini üstünlük nedeni görüp bunları kö­tüye kullanmak isteyenlere karşı, her sorumlu insanın engel ol­ma'hakkı ve yükümlülüğü vardır. Çünkü Yüce Allah, iman de­ğerine erenleri savunma tedbirlerini almaya, gerektiğinde bölükler halinde harekete geçmeye yahut toplu halde zalimlere karşı savaşmaya çağırmaktadır. 4/71 
h) Örgütlü veya örgütsüz olarak siyaset yapıp yönetime katılmak, her yükümlü ve ehil insanın hem hakkı hem de görevidir. Allah, "hayra çağıran, doğruyu buyuran, kötü ve çirkin işlerden alıkoyan bir topluluğun olmasını istemekte."3/104.  "İyilik ve takva üzere yardımlaşmayı emredip kötülük, düşmanlık ve sal­dırganlık üzere yardımlaşmayı" ise yasaklamaktadır.  5/2
i) Hiçbir tüzel kişilik, gerçek kişilerin temel haklarının ih­laline yahut herhangi biçimde mağduriyetine yol açmamalıdır. Bu da, yöneticilerin adaletle hükmetmeleri, adil davranmaları ve toplumu ilgilendiren konularda verilecek bir karardan önce ilgililerin görüşlerini almakla olur. Kur’an, "insanlar arasında hakla hükmedilmesini"38/26, "onlara adaletli davranılmasını"42/15, "iş ve yönetim konusunda şûraya gidilmesini" 3/159, "işlerin danışma, istişare ve şûra ile yapılmasını"42/38, bunun için ister.

İslam'ın, insanların hayatını düzenleyen ve her asra cevap veren daha pek çok ilkesi vardır. Tabiî ki bunların hepsini bu­rada belirtmeye imkân da yoktur. Ancak dile getirilen ilkeler­den hareketle şunu söylemek mümkündür:
Hayata ve olaylara, şartlanmışlıktan kurtularak bakılırsa, İslam'ın insan ve hayat gerçeğine cevap veren sağlam ve sürekli ilkeler içerdiği açıkça görülür. 





21/10/2014

Zulme Karşı Çıkmak


 “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edil­mez.”(Bakara/193)
Kur’an, insanın Allah'la ve diğer varlıklarla olan ilişkisini düzenleyen, kavranabilecek her şeyi insana açıklayan eşsiz bir mesajdır.  Kur’anmesajı, Peygamber (as) tarafından insanlara duyurulmuş yine onun uygulamalarıyla pratik bir sistem olarak hayata taşınmıştır.
Öncelikle şu gerçeği tespit edelim:
İslam ve insan düşmanlı­ğının nedeni kin, kinin varacağı son durak da zulümdür. Zulüm karanlık, zalim de kara fikirlidir. Çünkü zalim, hevave hevesi­ne göre hareket eder, sadece egosunu tatmin etmek için hakka ve hakikate öfkeyle saldırır.

Kur’an, “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.”  anlamındaki bildirisiyle, zulmü, düşman hedef olarak belirler.
“Sizinle çarpışmaya girenlerle Allah yolunda siz de çarpısın; ama haksız yere saldırmayın/çarpışmada zulme sapmayın. Çün­kü Allah, sınır tanımaz azgınları sevmez”(Bakara/190) talimatıyla da zulmü, savaş gerekçesi olarak görür. Demek ki İslam'da fiziki bir sava­şı meşru kılan temel sebep, İslam'ın korunması, iman özgürlü­ğünün savunulması ve zulmün ortadan kaldırılması gerçeğidir. Hemen belirtelim ki, haklı ve adil bir savaşa girip zalimlere karşı mücadele verenlere, Allah yar­dım eder ve onları başarıya ulaştırır. “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere, zalimlerle savaşma izni verilmiştir. Şüphe­siz Allah, onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar sadece:
"Rabb'imiz Allah'tır. " dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah imanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı/insanlardan bir kısmını diğerleriyle savmasaydı o zaman içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, ki­liseler, havralar ve mescidler çoktan yıkılıp gitmiş olurdu. Ama Allah, O'nun davasına arka çıkanlara yardım edecektir. Çünkü Allah, her şeyi hükmü altında tutan en yüce iktidar sahibidir.”(Hac/39-40)  mealindeki ayetler, Allah'ın zulme karşı savaşanlara yardım edeceği müjdesini verir. Kur’an'a göre, en büyük zulüm şirktir ve bütün zulümler insan elinin ürünüdür. Zulmün sonu ise, çöküş ve batıştır.Gerçekten de tarihin tüm devirlerinde, medeniyet ve toplumların helak nedeni hep zulüm olmuştur.  Bu yıkıcı zu­lüm, daima servet ve nimet şımarıklığı, azgınlık ve tasallut illetiyle yan yana bulunmuştur. 
Her çeşit günaha fazilet, zulme de adalet gözüyle bakıldığı bir çağda yaşıyoruz. Kaba ve karanlık güçler, insanları İslami değerlerden uzaklaştırıp onları sahte bir hayatın izleyicisi haline getirmek; insan da dahil her şeyi fesat aleti gibi kullanmak is­temektedirler. Bu durumda, İslam'ın yeniden ihyası ve mazlum insanların kurtuluşu için etkili ve onurlu bir mücadeleye girme­nin gerekli olduğu aşikârdır. Çünkü İslam, sonsuza kadar yürü­necek bir yoldur. Böyle olmasaydı, tevhidin tarihi, zulme karşı verilmiş mücadelelerle dolu olmazdı. Bu gerçek bize, hangi çağda olursa olsun, zulme karşı çıkıp haksızlığı ortadan kaldır­mak için verilen mücadelenin ne kadar anlamlı olduğu mesajını veriyor. Bu mesajı, İslam'ı bir isim olarak taşıyanlar değil, onu bir hayat yolu olarak benimseyenler alabilir. İlk nesil Müslü­manlarının kendi dönemlerinde zulme karşı verdikleri mücade­leyle, bugün dünyanın değişik bölgelerindeki mazlum milletle­rin çağdaş zulme karşı verdikleri mücadele, aynı gaye içindir. Bu gaye, İslam yolunda sonsuza kadar yürümektir.

Dünyanın dört bir yanında, çekildikleri son siperlerde zulme karşı direnip ayakta kalma mücadelesi veren mazlum insanların onurlu tavırları iman şuuruyla değerlendirilirse, bu çetin ve zor dönemde mazlum milletlerin yanında yer almanın, bir mümin için terk edilemez bir vazife olduğu görülür. Çünkü zulme karşı savaşmak, sadece zulme uğrayanların değil, onur sahibi her in­sanın vazgeçemeyeceği bir görevdir.Kur’an, zulme uğrayanların yanında yer alıp zalimlere karşı savaşmanın bir insanlık borcu olduğunu şöyle hatırlatır:
Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Ey Rabb'imiz, bizi halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katın­dan bize bir sahip gönder, bir yardımcı yolla, "diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için savaşmıyorsunuz!”(Nisa/75)  Ayet, böyle bir görevden kaçmak için, hiçbir ahlaki gerekçenin bulunmadığına dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, dünyanın çeşitli bölgelerinde in­sanlığa yönelik saldırıların sürdüğü bir gerçek. Ancak, insanlara saldıranlar, kötü emellerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Onlar, insanların bir kısmını şehit edebilirler, ama inançlarını asla yok edemezler. Bazı insanların zaaf yüklü tavırları onlara ümit ver­se de zalimler, İlahi iradeye yenik düşmekten kurtulamazlar. Nitekim, inançlarını aktif bir amel haline getiren mazlum milletlerin samîmi gayretleri, yıkılası zulüm sistemlerinin yakın gelecekte yerle bir olacakları gerçeğini gözler önüne sermekte­dir.




Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz