31/01/2013

Sevgi Üzerine...


   
 Insanlar zamanla bir çok şeyi öğrenmişlerdir; kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi; fakat; çok basit bir şeyi öğrenememişler: insan gibi  yaşamayı.İnsanlar;çiçekleri severler ama koparırlar, ağaçları severler ama keserler, hayvanları severler ama avlarlar. Birisinin bana “seni seviyorum”demesinden çok korkuyorum!!!Nokta kadar menfaat için , virgül gibi egrilmeÖlümden değilde ölümlerden korkarım,çünkü ilkinde ben varım,ikincisinde sevdiklerimÖzünde soyluluk yoksa insanın tac da giyse soysuzdur !!!Paylaşacak dostlarınız yoksa iyi şeylere sahip olmanın bir zevki de yoktur.Rüzgara hakim olamıyorsan yelkenlerini ona göre ayarla. Seni seviyorum! Diyen dillere değil…senin için ağlayan gözlere inan…Sevmek seni seviyorum demek değil….. Seni seviyorum derken titremektir.Silgin kaleminden önce bitiyorsa yanlışların çok demektirYaşamın kaynağı sevgiyse eğer, sevgi mutluluk, mutluluk paylaşmak, paylaşmak dostluk, dostluk hatırlanmak, hatırlanmak unutulmamaksa eğer, demekki sevilmişiz.
Yüksek tepelerde hem kartala hem de yılana rastlanır…ama birisi oraya uçarak diğeri ise sürünerek gelmiştir….
 http://al-sahraa.blogspot.com/teyfik

29/01/2013

Hayatı Seyretmeyin Yaşayın

Hayatı biriktiremezsiniz; ya her anını yaşayacaksınız, ya da ziyan edeceksiniz.
Dümdüz bir soru size: Akşamları evde ne yapıyorsunuz?
Koltuğa uzanıp, hiç tanımadığınız Amerikalı dedektiflerle, hiç tanımadığınız Amerikalı haydutları mı kovalıyorsunuz?
Yoksa yerli dizilere kaptırıp hiç bilmediğiniz konaklarda yaşanan hayatları mı seyrediyoruz?
Dört saat televizyon seyretmenin sekiz saat çalışmak kadar beyni yorduğunu biliyor musunuz?

İki türlü hayat var:
1. Yaşanan hayat,
2. Seyredilen hayat,
Akşamlarınız televizyona kilitliyse, bilin ki, Hayatı sadece seyrediyorsunuz!
Akşamları evde ne yapıyorsunuz? Akşamlarınızı nasıl geçiriyorsunuz?

“Pek çoğu gibi biz de çekirdek çıtlatıp saatlerce televizyon izliyoruz” diyorsanız,
durup bir düşünün lütfen; dünyaya birkaç kez daha geleceğinize mi inanıyorsunuz?
Böyle bir şey olsaydı, şimdiki hayatımızın bir bölümünü ziyan etmek şimdiki kadar acı sonuçlar doğurmayabilirdi belki.

Ne çare ki sadece bir hayatımız var. Bu da maalesef, çok kısa. Ortalama altmış yılın yirmi yılı uykuda geçiyor. Kalan kırk yılın yirmi yılı çocukluk, eğitim, vesaire…
Son yirmi yılı da ziyan edersek, bize yaşanacak bir şey kalmaz.
Akşamlarınızı sadece televizyona veriyorsanız, sayılı nefeslerinizden bir bölümünü çöpe atıyorsunuz demektir!
Çünkü televizyon izleyen kişi hayatta değildir, zira hiçbir şey yapmamakta, hiçbir değer üretmemektedir; bu da bir anlamda yaşamamak sayılır.
Ne mi yapmalı?

Ailece kitap okuyun, sohbet edin:
Nasıl tanıştığınızı, ilk nerede görüştüğünüzü, sıkılıp sıkılmadığınızı, nerede nasıl evlendiğinizi, nik-h şahitlerinizi, düğününüzü anlatın çocuklarınıza, onları hem dinleyin, hem de okumaya çalışın.
Gezin:
Gezmek için ille de bir maksat olması gerekmez, en büyük maksat hayatı paylaşmaktır. Yakınsanız deniz kenarına inin, ayaklarınızı denize sokun ve becerebiliyorsanız taş sektirme yarışına girin. Sonra da güneşin pembe gülücükler saçarak batmasını seyredin. İnanın televizyon seyretmekten çok daha keyifli ve dinlendiricidir.

Ormanda hep birlikte yürüyün, ağaçlara isim takın, yol boyu açan çiçekleri sevin ve çocuklarınıza bunlarla sevmeyi öğretin. Ama bilin ki hayat öğrenmek ve öğretmekten ibaret değildir. Dinlenmek, eğlenmek gibi olgular da hayatın bir parçasıdır.
Çocuklarınızla ilişkilerinizde asla öğretmen tavrı takınmayın. Onlarla arkadaşlık etmek dünyanın en keyifli işidir.
 
Akraba ve komşularla ilgi bağı kurun:
Onlara ya gidin, ya da onları size davet edin. Sohbetiniz televizyonsuz olsun ki tadı çıksın. Birbirinizi gerçekten tanımaya çalışın. Bilirsiniz, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”

Kültürel ve sanatsal etkinliklere katılın.
Hayatınızı biraz olsun renklendirecek başka şeyler de bulabilirsiniz. Yeter ki isteyin. Bir şeyi çok isterseniz, Allah sebebini halk eder ve çok istediğiniz şeye ulaşırsınız.  “Olmaz ki” diye düşünüp taleplerinizi ertelerseniz, hiçbir yere  ulaşamazsınız.

Aile bağlarının güçlenmesi, paylaşacak şeylerin çokluğuyla mümkündür. Ne kadar çok şey paylaşırsanız aileniz o kadar güçlenecek, o kadar diri duracak ve mutlu olacaktır.
Hatıra defterine televizyon dizilerini yazamazsınız. Oraya ancak yaşadıklarınızı yazabilirsiniz.
Her gün bir şeyler yaşamalı ve bunları deftere geçirerek geleceğe tarih düşürmelisiniz.

Bugün öyle bir hayat yaşayın ki, yarına da kalsın. Torunlarınıza filan anlatacaklarınız olsun. Ayrıca unutmayın ki; Hayatı biriktiremezsiniz, ya her anını yaşayacaksınız, ya da ziyan edeceksiniz.
Artık cevap gelsin:
Akşamları ne yapıyorsunuz?..

Yaşıyor musunuz, yoksa seyrediyor musunuz?

Lokman (a.s.)Gibi Baba Olmak

 

Allah (cc) Kuran’da Peygamber kıssalarına, ibret alın, örnek alın diye yer veriyor. Her Peygamber’in kıssasında farklı yol işaretleri, hayat dersleri bulabilirsiniz. Lokman suresinde, Peygamber olan bir babanın oğluna nasihatlerini görürsünüz.

Bu nasihatleri okurken benim en çok dikkatimi çeken şey, Hz. Lokman’ın oğluna hitap şeklidir. Bu hitap şekli üzerine farklı kaynaklara bakınca bunun sadece Lokman (as)’ın üslubu olmadığını gördüm. Neredeyse tüm Peygamberler evlatlarına bu üslup ile hitap ediyor, nasihat ediyor.
Demek ki Allah (cc) bizlere evlatlarımızla konuşurken, onlara hangi üslup ile hitap etmemiz gerektiğini, Kuran’da anlatılan Peygamber kıssaları ile öğretiyor.
“Senin baban sana hiç ‘Canım oğlum! Yavrucuğum!’ diye hitap etti mi?” sorusunu birçok arkadaşıma sordum. Böyle bir soru sormamın sebebi, Kuran’da Peygamberlerin evlatlarına hitap şeklinin dikkatimi çekmiş olmasıydı.
“Baban sana hiç ‘Canım, Yavrucuğum!’ diye hitap etti mi?” sorusunu sorduğum arkadaşlarımın büyük bir kısmının ailesi dindar insanlardı. Soruyu duyan arkadaşlarımın nerdeyse hepsi bu soruma güldüler. Babalarının kendilerini hitap şeklini de söyledi bazı arkadaşlarım. Ancak o hitap şekillerini buraya yazmayacağım.
Hz. Lokman üç ayrı yerde ve üç ayrı konuda nasihat ve tavsiyede bulunurken, oğluna “Ey oğulcuğum (yavrucuğum) diye hitap etmektedir. Arap dilinde burada kullanılan şekliyle bu kelime, bir babanın oğluna karşı söz söylerken tayin edeceği sevgi ve şefkati belirten, en yoğun duygu yükü taşıyan kelimdedir.
Konuyla ilgili ayetler;
Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür. (Lokman 13) 
(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) "Yavrucuğum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır. (Lokman 16) 
Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir. (Lokman 17)
Aynı ifadeyi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e hitabında, Hz. Nuh’un oğluna hitabında, Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’a hitabında görmekteyiz. Bu hitabın Türkçede “Yavrucuğum” sözü ile karşılandığı bilinmektedir.
Hz. Nuh (as), kendisine isyan edip inançsızların arasına karışan oğluna bile “Oğulcuğum! Yavrucuğum!” diye hitap eder.
Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. (Hud 42
Günah işleyen evladını evlatlıktan silen babalar, bunu din adına, ihlas adına yapıyorlar maalesef. İnsandan son nefesine kadar ümit kesilmeyeceğini bilen Nuh (as)’ın, inançsızlarla birlikte olan oğlunu kurtarma çabası herkese örnek olmalı. İnsandan ümidini kesen Allah’tan ümidini kesmiş olur. Hele de bu insan kendi evladınızsa, ona kaşı çok daha fazla sabırlı olmak zorundasınız. 
Öğretmen öğrencisine sormuş:
“Eşeğin kaç ayağı var?”
Çocuk hemen cevap vermiş:
“İki..”
Öğretmen şaşırmış ve tekrar sormuş:
“Neden iki, eşek dört ayaklı olmaz mı?”
Çocuk tüm anne babaları düşündürmesi gereken şu çok ibretli cevabı vermiş:
“Öğretmenim, babam bana hep “Eşek oğlum!” der. Ben iki ayaklı olduğuma göre, demek ki, eşek de benim gibi iki ayaklıdır…”
Lokman (as)’ın oğluna nasihatlerinden alınacak ilk ve en önemli ders, “Bir babanın evlatlarıyla konuşma üslubu” olsa gerek.
Allah (cc), Lokman (as) vasıtasıyla tüm babalara, “Evladınıza karşı Lokum gibi tatlı dil ile hitap edin diyor.
“Babamdan görmedim ki!” diyenler, babalarını değil, Hz. Lokman’ı örnek alsınlar. 

Cennete Giden Gemi!

“Ey iman edenler!” diye başlayan yüzlerce ayetin varlığı, Kur’an’ın iman etmeyenleri imana davet eden bir kitaptan daha çok, iman ettiğini söyleyen Müslümanların sürekli eğitilmesi amacını taşımaktadır.

İnsan, hep arayış içinde olan bir varlıktır. Ruhun ihtiyaçlarını gideremeyen bir insanın çektiği manevi sıkıntılar, bilinen bütün hastalıklardan daha sıkıntılı daha acı vericidir.
 Allah inancı olduğu halde, hayatının önemli bir kısmını ruhunu aç bırakarak, ibadetsiz geçiren birçok insan var. Bu insanlar hep arayış içerisinde olurlar. Okul, iş, evlilik,
ev, araba, çocukları büyütmek gibi her insanın koşturduğu temel hayatı işlere koşturmaktan manevi boşluğu hissetmez bir kısmı.
 Bu insanlar hayatlarının belli bir döneminde “ibadet” eden insanlarla, gruplarla karşılaşır. O gruptaki insanlar o güne kadar karşılaştığı ve tanıdığı birçok insandan daha fazla ibadet eden insanlardır. Kendi aralarında belli bir muhabbetleri, belli aralıklarla sohbetleri ve dertleşmelerine şahit olur. İlk defa ruhu
farklı duygular hissetmeye başlayınca, yerini bulduğunu düşünür.
 Allah’ı arayan insan, bu arayışın belli bir döneminde, herhangi bir cemaat / tarikat / dernek ile karşılaşır. Buraya kadar her şey güzel... Ancak cemaate giren kişi,  cennete giden gemiye bindiğini zannetmeye başlarsa, şeyhini bulan, Allah’ı bulmuş gibi arayışını bırakırsa, problem başlar.    

Arayıştan vazgeçen herkes, bu hatayı yapmış demektir. Herhangi bir cemaate, tarikata girdikten sonra, ilmini artırma çabasını bırakıp, cennete giden gemiye bindiğini düşündüğü için, yan gelip yatma hakkı olduğunu düşünen kişi, arayışın anlamını kavramamış demektir. Arayış, ölüm meleği gelinceye kadar devam eden bir yolculuktur. 
 Şeytan, yanlış yolda olanların doğru yolu bulmaması için onları oyalar. Şeytanın bazı tuzaklarından kendini kurtarıp, arayışı sonucunda bir cemaat / tarikat gemisine binen kişiyi şeytan rahat bırakmaz. Geminin içinde yanlışlara göz yumması, yanlışlara ortak olması için ikna etmeye çalışır. “Geminin selameti için her şey mubahtır” fetvası bu şekilde alınan fetvalardandır.
 “Ey iman edenler!” diye başlayan yüzlerce ayetin varlığı, Kur’an’ın iman etmeyenleri imana davet eden bir kitaptan daha çok, iman ettiğini söyleyen Müslümanların sürekli eğitilmesi amacını taşımaktadır.

Sayın Senai Demirci’nin güzel bir benzetmesiyle anlatmak gerekirse,İman etmek bisiklete binmek gibidir. Sürekli pedal çevirmek gerekir. Yoksa gaflete düşer, şirke sürükleniriz!”
Ömer bin Abdülaziz’in “İlimsiz amel edenin yıktıkları yaptıklarından çok daha fazladır” sözü, ilimsiz Müslüman’ın iyi niyetle de olsa yapacağı hatalara işaret etmektedir.
Okuma çeşitliliğinin önemi.

Tarihe adını yazdırmış, unutulmaz eserler bırakmış İslam Alimleri’nin biyografilerine okurken, en çok dikkatime çeken nokta, aldıkları ilmin çeşitliliğidir. En çok bilinen iki İslam Aliminin aldıkları eğitim hakkındaki bilgiler bu konuda ne demek istediğimi daha kolay göstermemi sağlar.
İbni Sina Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ (980-1037), matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir
İbni Haldun, Kur’an, Arapça, Dilbilim, Hadis İlimleri okuduğu kadar, Matematik ve Felsefe’de okumuştur.
Bir tarikat ehlinden uzun yıllar ders almış ve o tarikatın kurumlarında hocalık yapan bir arkadaşıma “Neden sadece kendi camianızın kitaplarını okuyorsunuz? Farklı fikirlerden istifade etmediğiniz için kendiniz dışındakilere bakış açınız çok sıkıntılı” diye ettiğimde aldığım cevap ilginçti. “Bizim hocalarımızın yazdığı kitaplar zaten Kuran merkezli kitaplar. Onlar dışında kitap okumamıza izin verilmiyor!”
Anlayacağınız cemaate imanı, şeyhe bağlılığı artıracak kitaplar dışındaki kitapları okumalarına izin verilmiyor. “Bizim gemimizde yazılan kitaplar dışındaki kitapları okumayın!” deniyor.
İlme mürit olmayanın işi zor!

Hiçbir cemaate, hiçbir tarikata toptan karşı olan biri değilim. Hepsinde çok değerli dostları olan bir insanım. Bana “Kime mürit olalım?” diye soracak olursanız, “İlme mürit olun!” derim. Önce ilme mürit olan kişi, öğrendikleriyle hangi cemaatin çalışma sistemini beğeniyorsa onunla millete hizmet etsin. Önce ilme mürid olan kişi, öğrendikleriyle hangi şeyhin dizine oturmak isterse oraya otursun.
 Unutmayın ki; Hiçbir cemaat, cennete giden gemi değildir!

Tek Çocuk Olsun Mantığı

“Bu zamanda tek çocuk sahibi olup onu mükemmel bir şekilde yetiştireceksin!” düşüncesi o kadar çok yaygınlaştı ki, medyada uzman olarak tanınan kişiler bile bunu söylemeye başladılar.

 

Aile ve çocuk danışmanlığı yaptığını söyleyen bir bayanla birlikte katıldığımız televizyon programı öncesi, kuliste aynı bakış açısı konuşuldu. Uzman olduğunu iddia eden bayan da bu fikri savunuyordu. Diğer bayanlarla birlikte “Tek çocuk olsun mükemmele yetiştirelim” düşüncesiyle tek çocuk sahibi olduklarını söylediler. Bunu söyleyen kişi, sokaktaki biri olsa anlarım. Cahilliğine bağlar, susarım. Ancak uzman – danışman olan, olduğunu iddia eden birisinden duyunca, hem şaşırdım hem üzüldüm.
 Maalesef bayanların önemli bir kısmında, bu bakış açısı çok fazla dillendiriliyor. Evliliği ile ilgili sıkıntıları olanları, fiziki bir
rahatsızlığı olanları anlarım. Onlara söyleyecek bir sözümüz elbette olamaz. Ancak hiçbir fiziki engeli ve aile sıkıntısı olmadığı halde bunu iddia edenlere söyleyeceklerim var.  Tek çocuk yetiştirmenin, mükemmel çocuk yetiştirme yöntemi olduğunu savunanlar, ya cahil ya bencildir benim gözümde.
Çocuğunu değil, kendi rahatını düşünen benciller!
Çocuğa mükemmel imkanlar vermek için ikinci çocuk dünyaya getirmediğini savunanlar, cahilliklerinden bunu söylemiyorsalar, bencilliklerini saklamak için yalan söylüyorlar.
 Hiçbir annenin, evladını, kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakmaya hakkı yoktur. Evin tek çocuğu olarak yetişen bir çocuk, hayatı boyunca, dayı, amca, teyze, hala olamayacak. Bir annenin evladını tüm bu duygulardan mahrum bırakmaya hakkı yoktur.
 Abla, ağabey olmayan, kardeşiyle oyuncaklarını – çikolatasını paylaşmayan bir çocuk, bunun sıkıntısını hayatının her yerinde yaşıyor.
 Evin biricik evladı olan çocuk, okula başladığı zaman, sınıfının biricik öğrencisi muamelesi görmeyi istiyor. Bu muameleyi göremeyince, otuz öğrenciden birisi olmaya alışması zor oluyor. Alışamayınca huysuzlanıyor, hırçınlaşıyor. Bazı öğrencilerin, otuz kişiden birisi muamelesi gördüğü okuldan, soğumaya başlıyor.
Vücutları bozulmasın diye çocuklarını kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakan anneler, mükemmel çocuk yetiştirmek için değil, mükemmel vücut sahibi olmak için (!) bunu yapıyorlar.
 Bazıları kariyerleri yolunda daha rahat yükselmek için, evlatlarını kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakıyor. Bencilliği için ikinci çocuğu dünyaya getirmeyen anne, evladının huysuz, tatminsiz, doyumsuz bir çocuk olduğunu görünce, “Senin neyini eksik ettik?” diye dert yanıyorlar. Çocuk, “Beni kardeşsiz bıraktın!” diyebilecek olgunlukta olsa, annenin yüzüne hatası vururdu muhakkak. 
Rızık endişesi!
Birçok insan, işini gücünü bahane ederek çocuk sahibi olmak istemiyor. Elbette her çocuk, yeni masraflar / giderler demektir. Ancak çocuğu dünyaya getirenlere çok zengin birisi, “siz evlat sahibi olun, onun bakımı bana ait” dese, rızık endişesi kalmaz birçoğunun. “Çocuğun rızkı size değil, bana ait!” diyen, herhangi birisi değil, Allah’tır. Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir günahtır. (İsra 31)
 Rızık endişesi, tek kelimeyle bahanedir. Rızkına kefil olan komşunuz değil ki tereddüt edesiniz. Kefil olan, evladınızı da, sizi de, rızkınızı da yaratan Allah’tır.
Paylaşmaya alışkın değilim!   
Evin tek çocuğu olarak büyümüş bir arkadaşım vardı. Arkadaş çevresiyle yaşadığı en büyük sıkıntı, paylaşmayı sevmemesiydi. Herkes onun cimriliğini konuşurdu. “Hem aramızdaki en zengin olan sensin, hem de en cimrimizsin!” diye arkadaşlardan laf işitince, söylediklerini hiç unutmadım.
 “Siz bana kızıyorsunuz, ama beni anlamıyorsunuz. Benim tüm çocukluğum böyle özel geçti. Mahallede arkadaşlar çikolata yerken, annem beni eve götürür, en güzel çikolataları bana yedirirdi. Arkadaşlarımın sahip olduğu şeylerin en iyisini annem bana alırdı. Ben hayatımın hiçbir döneminde elimde olanlara paylaşmadım. Şimdi sizinle paylaşmak istesem de, buna alışkın olmadığım için bana zor geliyor.
En zoru, tek çocuk!
Tek çocuk meselesini konuştuğum bir arkadaşım, kız kardeşinin söylediği bir cümleden bahsetmişti. “İkinci çocuğumu, diğerini rahat büyütmek için doğurdum” demiş kardeşi. Sebebini açıklarken söyledikleri çok mantıklı geldi bana.

“Tek çocuğum varken, evde hiçbir işimi rahat yapamıyordum. Bulaşık yıkarken ayağımın dibinde yatıyordu kızım. Evin hangi köşesine gidersem gideyim hep benim peşimdeydi. Tuvalete bile gitmeme izin vermek istemiyordu. Ben tuvalete girince, kapısının önüne yatıp, “Hadi anne!” diyerek çabuk çıkmamı istiyordu.
İkinci çocuğum dünyaya gelince, ilk sene biraz zor oldu. Ancak onları birbirine alıştırınca, birlikte oyun oynamalarını sağlayınca ben çok rahatladım. İkinci evladım yaşını doldurduktan sonra, eskisi kadar bana ihtiyaçları olmadı. Yemekleri yedirip, oyun ortamlarını hazırladıktan sonra kendi işlerimle rahatça uğraşabiliyordum.”
Tek çocuk yetiştirmenin daha kolay, daha rahat olduğunu iddia edenlerin kulaklarına küpe olsun! 

Kur'ana Göre Model Mümin



Hemen hemen her din ve ideolojinin, müntesiplerine "örnek" olarak sunduğu ilkeleri veya davranış biçimleri vardır. Dini perspektiften bakıldığında, iman etmek, insanların faydasına olan faaliyetlerde bulunmak, dinin gereklerini yerine getirmek gibi hususlar, kişilerin taşıması öngörülen örnek niteliklerdir.
Allah Teâlâ, insanı yaratmış, ona doğru ve yanlış yolu gönderdiği peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla bildirmiştir. Nefse ve onu biçimlendirene,  Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki, Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.  (Şems, 91/7-10)   Peygamberler bu noktada insanlarla Allah arasında elçilik görevini üstlenmiş ve Allah’ın insanlara bildirilmesini emrettiği hükümlerin pratiğe yansıdığı ilk model şahsiyetler olmuşlardır. İnsanlardan bir kısmı bu örnek kişilere uyarak Allah’a imana yönelirken, diğer bir kısım insan da peygamberlerin yolunu terketmek suretiyle yüce yaratıcılarına kulluktan uzak durmuşlardır.

İnsanlığın tarihine baktığımızda her iki grupta yer alan insan ya da kitlelerin olduğunu görürüz.
Bu iki grup, tarih boyunca şöyle ya da böyle birbirlerine karşı mücadele içinde bulunmuşlardır. Allah’a imana yönelen insanlar “Mü’min”, inkar eden, O’na kulluğu reddeden kimseler de “Kâfir” kavramı ile ifade edilmiştir. Akâid ve değişik ilim dallarında bu genel ayırımın daha farklı sınıflamalara tâbi tutulduğunu görmek mümkündür.
Ancak bu ayırımları bir tarafa bırakarak, “Mü’min” kavramının içerdiği en üst konumu teşkil eden “müttaki insan” terimi üzerinde âyetler doğrultusunda durmaya çalışacağız.

Öncelikle şunu belirtelim ki, müttaki insan örnek kişiliğe sahip model mü’mindir.
Daha açık bir ifadeyle ideal ahlak sahibi insan, olması gereken anlamda (kâmil) mü’min. "Müttaki mü’min" ya da dilimizde de kullanıldığı şekliyle "takva ehli" insanın nitelikleri, Kur’an-ı Kerim’de farklı sûrelerde değişik şekillerde dile getirilmiştir.(1)
Örneğin, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde muttakilerin ya da başka bir deyişle örnek mü’minlerin nitelikleri, “....Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar....”(2) şeklinde belirtilmiştir.
Âyetlerde ehl-i takvanın bazı niteliklerinin farklılık arzetmesi, bu özelliklerin onların genelde yaşadıkları toplumun gereksinimleri ya da içinde bulundukları şartlara göre değişkenlik göstermesi ile ilintili olsa gerek. Başka bir ifadeyle takvayı belirleyecek kriterler veya özellikler, genelde içinde bulunduğumuz şartlara ve toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Buna göre ilime, ibadete, ahlaka, insana saygıya, yardımlaşma ve dayanışmaya önem verilmeyen toplumlarda, insanlığın erdemi için kaçınılmaz olan bu özelliklere değer vermek ehl-i takva olmanın gereği olacaktır. Bu niteliklerin, birinin diğerine önceliği yok denecek derecede hepsi önemlidir. Takva ehli insanların varlığı, toplumlar için büyük bir kazanımdır. Onlar, örneğe muhtaç toplumların adeta can damarını teşkil ederler. Gerçek şu ki örnek davranışların da, çirkin davranışların da sergilenmesinde, bu davranışlarla sembolleşen modellerin etkisi göz ardı edilemez. Toplumu teşkil eden bireylerin, birbirlerinden etkilendiği bir gerçektir. Bu nedenle iyilerin, erdemli insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda kötülükler en alt düzeye inecektir. Asrı saadeti asrı saadet yapan, insanların tâbi oldukları modelin güzelliği ve örnekliği ile değerlendirilemez mi?
Takva ehli insanlar bu bağlamda toplumlar için birer denge unsurudurlar. Bu noktadan hareketle Yüce Allah Âl-i İmrân sûresinin 134 ve 135. âyetlerinde bizim "örnek mü’min" olarak nitelendirdiğimiz muttaki müminlerin özelliklerini şu şekilde dile getiriyor:

1) O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler:
Allah’ın kendilerine lutfettiği nimetleri, olumlu ve olumsuz her türlü şart altında toplumda bu nimetlere muhtaç insanlarla paylaşabilmeleri, takvâ ehli mü’minlerin birinci özelliği olarak zikredilmektedir. İnsan topluluklarına bakıldığında, toplumda yaşayan her ferdin bir yönüyle diğer fertlere muhtaç olduğu görülür. Kimi insanın malına, kimi insanın bilgisine, kimi insanın aklına toplumun bireyleri muhtaçtır. Bu yönüyle toplum, bütün uzuvları ile bir bedene benzer. Uzuvlar nasıl bir bir fonksiyonunu tamamlıyorsa, toplum da zengini, fakiri, alimi ve cahili ile birbirini tamamlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Allah, toplumu teşkil eden her ferde diğer fertlerin yararına sunulduğunda faydalanabileceği türden nimetler vermiştir. İnfakın islâm’da ne derece önemli olduğuna birçok âyet ve hadis delalet etmektedir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’de en çok yer alan kelimelerden birisi de infak kavramı ve onun türevleridir.(3) Bu konuda birkaç âyet ve hadis nakletmekle yetineceğiz. Yüce Allah buyuruyor ki, “Ey İman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.”(4) “...Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız."(5), “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükafatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.”(6), “...Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”(7), “Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.”(8) Resûlullah (s.a.s.) de Allah için muhtaç kimselere vermeyi önermiş ve kendisinden bu konuda mü’minleri teşvik edici mahiyette birçok hadis nakledilmiştir. “Yarım hurma (tasadduk) etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız.”(9), “Sadece şu iki kişiye gıpta edilir. Bunlardan birincisi, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda harcamayı başaran kimse, diğeri de, Allah’ın kendisine ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse”(10), “Allah rızası için sarfettiğin şeyle muhakkak me’cûr olursun. Hatta âilenin ağzına koyduğun lokma yüzünden bile...”(11), “Her Allah’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri: Allah’ım! Malını verene yenisini ver! diye duâ eder. Diğeri de: Allah’ım! Cimrilik edenin malını yok et! diye bedduâ eder.”(12), “Kesenin ağzını sıkma! Allah da senin rızkını daraltır.”(13) hadislerini örnek olarak zikredebiliriz. Bu ve benzeri pek çok hadisi ile Peygamber (s.a.s.), mü’minleri sahip oldukları mallardan Allah yolunda harcamaya teşvik etmiştir. O bu konuda sadece sözleriyle değil aynı zamanda her hususta olduğu gibi yaşam biçimiyle de mü’minlere örnek olmuştur. Öz olarak ifade etmek gerekirse, Allah’ın Peygamberi hiçbir zaman mal biriktirme sevdasıyla yaşamamış, ömrünü bu yolda harcamamıştır. O’nun hayatını bize aktaran eserlere baktığımızda, onun evinde bazen açlığını giderecek derecede herhangi bir yiyeceğin dahi bulunmadığı, açlık sebebiyle zaman zaman uyuyamadığını görürüz.(14) Hatta mü’minlerin annelerinin bu durumdan bazı kere şikayet ettikleri de nakledilmektedir. Hakkın ve halkın temsilcisi olmak, şüphesiz Haktan ve halktan birşeyleri paylaşmakla mümkün olabilirdi. O dileseydi, saraylarda yaşayabilirdi. İdaresinde bulunan kitle bunu seve seve yapmaya hazır ve muktedirdi. Ancak o, sade bir insan olarak yaşamayı tercih etti. Zira onun için düşünmek doğru değil ama, sırça köşklerde yetişip, halkın hayatından, nefesinden birşeyler teneffüs etmemiş insanlar, insanı anlamakta ya çok yoz düşünecek ya da idaresindeki kitleyi hiç anlamayacaktır. Onun huzuru bozulmadığı sürece idaresindekilerin huzuru hiç de önemli değildir. Ama Hakkı temsil eden gerçek insanın huzur ve mutluluğu, idaresindekilerin huzur ve mutluluğuna endekslidir. Kitlesel bazdaki huzur ve mutluluk, kişisel bazda mutluluk ve huzurun habercisidir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, Hz. Ebû Bekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi ve daha nice tarihe örnekliği ile damgasını vuran şahsiyetleri, örnek yapan olgu ve anlayış bu noktada odaklanmaktaydı. İslâm dininde, belli bir yeterliliğe ya da ekonomik güce (nisap) ulaşan müslüman, sahip olduğu malvarlığından belirli bir kısmını toplumun muhtaç veya hayat standardı düşük kesimlerine aktarmakla yükümlü tutulur. Ömrünü adeta mal biriktirmeye adayan, kendinden başka hiçbir kimseyi düşünmeyen insanların, hayatlarını verimli ve Allah’ın istediği doğrultuda geçirdiklerini söyleyemeyiz. Zira insanları ölümsüzleştiren, eserleri ve işledikleri salih amellerdir. Karşılaştığı çeşitli açmaz ve imkansızlıklar sebebiyle hayata küsmüş insanların problemlerini bir şekilde çözerek tekrar hayata döndürmek, herhalde en güzel eser ve amellerden birisidir. İslâm, müntesiplerine Allah için vermeyi emreder veya önerirken, ihtiyacı olmadığı halde almayı da değişik vesilelerle yermiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Veren el, alan elden üstündür.”(15) ifadesiyle İslâm’da, alan değil veren, tüketen değil üreten insan olmanın hedeflendiğini vurgulamıştır. "Hiçbir kimse asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir...”(16) ifadesiyle de kişinin emeğinin kutsallığı ve değeri dile getirilmiş ve insanın emeği ile elde ettiği maişetten daha güzel bir kazanıma ulaşamayacağı vurgulanmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslâm’da bir kimsenin dilenmesi hiç de hoş karşılanmamış, samimi mü’minlerin ihtiyaç içinde olsalar bile iffetlerinden dolayı istemekten uzak durmaları övgüye değer bir davranış olarak dile getirilmiştir.(17) Bu bağlamda Peygamber (s.a.s.), halktan istemeyeceğine dair kendisine söz veren kimsenin, cennete girmesini garanti edeceğini haber vermiştir.(18) Günümüzde çokca karşılaştığımız ve gerçekte muhtaç konumunda olmayan dilenciler için de, “Servet biriktirmek için halktan dilenen, gerçekte ateşten kor istiyor demektir. Artık ister az, ister çok dilensin”(19) buyurmuştur. Buraya kadar Allah için vermenin önemini vurgulamaya çalıştık. Ancak biz "infak" kavramının kapsamını biraz daha geniş tutmak suretiyle bu âyete farklı bir yorum getirmeye çalışacağız. Şunu belirtelim ki, yapacağımız yorum Yüce Kur’an’ın bu âyeti üzerinde sadece fikir yürütmek olacaktır. Varlıkta ve darlıkta Allah için infakta bulunmaları, örnek ya da ideal ahlaka sahip mü’minlerin birinci özelliği olarak zikredilmişti. Allah Teâla her insana şöyle ya da böyle bir nimet vermiştir. İman, ilim, mal, akıl, sevgi, huzur aklımıza gelen başlıca nimetlerdir. Âyetten, karşılaştığımız veya içinde bulunduğumuz bütün olumlu ve olumsuz şartlar altında bile verilen nimetlerin bir şekilde insanların faydası doğrultusunda kullanılmasının örnek mü’minin niteliği olduğunu anlamaktayız. O mü’min, Allah’ın kendisine verdiği ilim nimetini, maddi ve manevi bütün olumsuzluklara rağmen toplumu aydınlatmada kullanır. Onun infakı, ilmini ona muhtaç insanların faydası doğrultusunda kullanması olacaktır. O mü’min, aklını ona toplumda ihtiyaç duyan insanlara, her türlü şart altında kullanma özverisine sahiptir. Mü’minin sevgisini, şefkatini, içinde bulunduğu huzursuzlukları, bunalımları bir tarafa bırakarak toplumda sevgi ve şefkat mahrumu insanlarla paylaşması ne kadar da güzel olsa gerektir. Bu bağlamda Peygamber (s.a.s.)’in, "Güzel söz sadakadır”(20) ifadesi ne kadar da manidardır. Sadaka bugünkü anlaşıldığı gibi sadece mali ya da parasal yardımı içermez. Nice yüklü paraların, malın tamir edemeyeceği kırık kalpleri, dünyası kararmış insanları, bir sevgi ve şefkat sözcüğü hayata döndürebilmektedir.

2- Örnek mü’minlerin diğer bir özelliği de öfkelerine hakim olmalarıdır:
Toplumsal hayata baktığımızda, zaman zaman birçok insanın öfkesine hakim olamaması sonucu faturası ağır bedellerle karşılaştığını görürüz. Bir anlık öfkeyle nice hayatlar sönmekte, kanlar dökülmekte, yuvalar yıkılmakta, dostluklar bozulmakta, kalpler kırılmaktadır. Bu noktada âyet, kişinin öfkesine hakim olmasını örnek mü’min olmanın bir özelliği olarak dile getirmektedir. Peygamber (s.a.s.) efendimiz de, “Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit hiddet anında öfkesine hakim olan adamdır”(21) ifadesiyle, gerçek güçlü kimsenin, karşılaştığı problem ve beklenmedik davranışlara, sekinet ve sabırla göğüs geren kimse olduğunu vurguluyor. Resûlullah (s.a.s.), karşılaşılan güçlüklerde, sabredilmesi gerektiğini ifade ediyor(22) ve bu noktada gerçek sabrın ölçüsünü, “Sabır, (musibetin, felaketin) geldiği ilk andadır”(23) sözüyle dile getiriyor. Nitekim onun hayatına baktığımızda, karşılaştığı nice güçlüklere karşı sabır ve teenni ile göğüs gerdiğini görüyoruz.(24) İslâm dini, mensuplarına öfkeyi değil sekineti, teeniyi, sabrı tavsiye etmekte hatta emretmektedir.(25) Zira öfkeye sabırla tahammül çoğu defa güzel dostlukların başlangıcı ve başarıya ulaşmanın en güzel yolu olabilmektedir.

3) Örnek mü’minler, insanları affederler:
Yüce Yaratıcının, Kur’an’da en çok zikredilen sıfatlarından birisi de affedici oluşudur. Rahmani bir sıfat olan affetme, burada takvâ ehli mü’minlerin niteliği olarak zikredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in şahsında bütün mü’minlere, “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir”(26) buyurulmaktadır. Peygamber (s.a.s.) de birçok hadisinde affın güzelliğini dile getirmiştir.(27) Dikkat çekici bir örnek olması açısından şu hadisi nakledeceğiz. “Bedevilerden birisi mescide bevletti. Halk onu azarlamaya kalkıştı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), “Onu bırakın ve bevlettiği yere bir kova su dökün. Siz kolaylık gösterici olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil”(28) buyurdu. Bu hadis bize affın boyutu hakkında bir fikir vermektedir. Mü’minlerin kutsal mekanlarına karşı hiç de hoşlanmadıkları bir davranışın sergilenmesi ve Rahmet Peygamberinin davranışı. Âyette yer alan ve insanlar anlamına gelen “nâs” kelimesinin imanlı-imansız (mü’min-kâfir), şeklinde herhangi bir kayıtla kayıtlanmaksızın mutlak olarak gelmesi, affın kapsamı konusunda bize bir fikir vermektedir. Allah’ın Peygamberinin ifadesiyle, insanları yapmış oldukları hatalardan dolayı affetmek, kişinin ancak değerini artırır.(29) Yukarıdaki özellikler sayıldıktan sonra, “...Allah da güzel davrananları sever”(30) buyurulmaktadır. Aslında âyetin bu cümlesi ile dolaylı olarak takvâ ehli mü’minlerin bir özelliği daha dile getiriliyor. Bu da muttaki mü’minlerin, aynı zamanda ihsan sahibi kimseler oluşudur. Peygamber (s.a.s.) ihsanı, “...Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen O’nu göremesen de O, seni görür.”(31) şeklinde tanımlıyor. Bu söz, gayet veciz bir şekilde, mü’minin yaptığı her türlü iyilikte, ibadette, maddi ve manevi yardımda taşıması gerekli duyguyu ifade ediyor. Onun amellerinde temel saik ya da gözetmesi gerekli ölçü, ihsan olmalıdır. İşlediği her ameli, adeta Allah’ın gözetimi altında yapıyor olma duygusunu taşıma ve bu duyguyu daima canlı tutma, takvâ ehli kişinin temel hareket noktasını teşkil etmelidir. Muttaki mü’minin, infakı, affı, öfkesine hakim oluşu, dahası maddi ve manevi her türlü iyiliği ihsan(32) kapsamında değerlendirilmektedir. Buna göre muttaki mü’minin, bu nitelikleri ya da sergilediği salih amelleri, ihsan duygusu ile ilintili olduğunda bir anlam ifade edecektir. Samimiyetten uzak, desinler için yapılan iyiliklerin, Allah katında bir değeri yoktur. Mükâfaatını Allah’tan bekleyen mü’min, yaptığı ibadet ve iyiliklerin odağında, O’nun rızasını aradığı takdirde böyle bir duygu ile hareket etmiş olur.

4) Örnek mü’minler bir kötülük yaptıklarında veya nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarından tevbe ederler ve günahlarda bile bile ısrar etmezler:
İnsan yaratılışı gereği hem iyilik, hem de kötülük yapmaya elverişli bir varlıktır. İnsanın hata yapması, günah işlemesi olağandır. Âyette yer alan, “fâhişe” kelimesi, çirkin, ahlaka ve dine aykırı her türlü günahı içeren bir sözcüktür. Bu yönüyle kişilerin işledikleri gerek kişisel bazda kalan, gerekse toplumun diğer fertlerini de kapsayan ve etkisi altına alan günah ve hataları, bu kelimenin kapsamına girmektedir. Nitekim çağımız müfessirlerinden merhum Elmalı’lı Hamdi Yazır da, “fâhişe” kelimesini, “âhere taallûku olan günah”(33) şeklinde açıklamaktadır. Yani işlenen günah, bir şekilde günahı işleyen kişiden başkalarını da etkisi altına almakta veya onların hakkını ilgilendirmekte. Örneğin, zina suçu ortaya çıkardığı zararlar açısından değerlendirildiğinde, etkisi sadece kişisel bazda kalan bir günah değil, toplumun diğer fertlerine de zararı dokunan çirkin bir fiil olduğu anlaşılır. Âyette yer alan “...onlar nefislerine zulmettiklerinde...” ifadesi, işlenen ve zararı kişisel bazda kalan günah ve hatalara işaret etmektedir.(34) Örneğin bir mü’minin üzerine farz olan namazları kılmaması hatadır, günahtır. Ancak namazların terkinde zarar, kişinin kendi nefsi ile ilgilidir. O, namazları terketmekle bir anlamda kendi nefsine zulmetmiş konumunda değerlendirilir. Her insan, nitelik ve niceliği değişse de günah işler ve hata eder. Ama erdem ve gerçekten iman sahibi mü’min, işlediği günah veya yaptığı hatadan pişmanlık duyarak hemen Yüce Rabbine sığınır ve O’ndan af dileyerek tevbe eder. O günah ve hatada, bile bile ısrar etmez. Tevbeleri kabul merciinin sadece Allah olduğunu bilir ve O’na yönelir. Allah Teâlâ, kendisine samimiyetle yönelen elleri, gönülleri asla boş geri çevirmez. Birçok âyet ve hadis mü’minleri tevbeye çağırır.(35) Örnek olarak bir âyet ve bir hadisle konumuzu bitirmeye çalışacağız. Yüce Allah, “Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin.”(36) buyuruyor. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Ey insanlar! Allah’a tevbe edip ondan af dileyin. Zira ben günde yüz defa tevbe ederim”(37) buyuruyor. Şu dizeler tevbeye yönelen kulun durumunu ne kadar da güzel ifade etmektedir: "İlahi! Sana karşı isyan eden kulun, günahlarını ikrar etmiş olduğu halde senin huzuruna geldi, Eğer af edersen, Sen affa kadirsin, eğer kapından kovarsan, Senden başka kim merhamet eder.”

Al-i İmrân sûresinin 134-135. âyetlerini temel alarak model mü’minin özelliklerinden bir kısmını arzetmeye çalıştık. Model ya da örnek mü’minin özellikleri bu kadar mı? şeklinde bir soru akla gelebilir. Âyette zikredilen bu özellikler dışında örnek mü’minin elbette başka özellikleri de vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, örnek mü’min olarak nitelendirdiğimiz muttaki mü’minin, başka özelliklerine de değinilmiştir. Gerçek şu ki, muttaki mü’minlerin, Allah’ın hükümlerine uymada gösterdikleri özen ve titizlik, bütün bu özelliklerin ortak noktasını teşkil etmektedir. Onlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uymada ihmalkâr davranmaz, bu emir ve yasaklar arasında fark gözetmeksizin hepsine gönülden inanır ve tatbik etmeye çalışırlar.

Dipnotlar:

1- Örnek olarak, bkz. Bakara, 3-5; Zârîyat, 15-18.
2- Bakara, 3.
3- Bkz. Abdülbâki, M. Fuâd, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’ani’l-Kerim, “N.F.K.” maddesi.
4- Bakara, 267.
5- Bakara, 272.
6- Bakara, 274.
7- Sebe, 39.
8- Münâfıkûn, 10.
9- Buhârî, Edeb, 34, Zekât,
10; Müslim, Zekât, 66-70; Tirmizi, Kıyamet, 1; Nesâi, Zekât, 63. 10- Buhâri, İlim, 15, Zekât, 5; Müslim, Musâfirîn, 268.
11- Buhâri, 41, Cenâiz, 363; Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Davud, Ferâiz, 3; Tirmizi, Vesâyâ, 1.
12- Buhâri, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57.
13- Buhâri, Zekât, 21; Müslim, Zekât, 88; Ebû Davud, Zekât, 46.
14, Bkz. Buhâri, Et’ıme, 23, Rikâk, 17, Müslim, Zühd, 22, 28; İbn Hanbel, Müsned, III, 213; Kahdehlevî, Hayâtü’s-Sahabe, II, 732 vd.
15- Buhâri, Vesâyâ, 9, Zekât, 18; Müslim, Zekât, 94; İbn Hanbel, Müsned, II, 4.
16- Buharî, Buyû, 15, Enbiya, 37.
17- Bakara, 273.
18- Ebû Davud, Zekât, 27; Tirmizi, Zühd, 61.
19- Müslim, Zekât, 105; İbn Mâce, Zekât,. 25.
20- Buhâri, Sulh,11, Cihâd, 72; Müslim, Zekât, 56; Ebû Davud, Tatavvu, 12.
21- Buhâri, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107-108.
22- Buhâri, Zekât, 50, Rikâk, 20, Müslim, Zühd, 64; Ebû Davud, Zekât, 28.
23- Buhâri, Cenâiz, 32; Müslim, Cenâiz, 14,15.
24- Örnek olarak bkz. Riyazü’s-Salihin, II, 63, (646 no’lu hadis).
25- Âl-i İmran, 200; Bakara, 153-155; Zümer, 10; Şûrâ, 43.
26- Araf, 199.
27- Örnek olarak bkz. Buhârî, Bed’ül-Halk, 7; Müslim, Birr, 69, Cihad, 111; Tirmizi, Birr, 82.
28- Ebû Davud, Taharet, 136; Riyazü’s-Salihîn, II, 58 (639 no’lu hadis).
29- Müslim, Birr, 69; Tirmizi Birr, 82.
30- Âl-i İmrân, 134.
31- Buhâri, İlim, 31.
32- Bilgi için bkz. Karagöz, İsmail Kur’an’da Dört Kavram, s. 70.
33- Elmalı’lı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 1177.
34- Elmalı’lı II. 1177. 35- Tevbe ile ilgili âyetler için bkz. en-Nûr 31; Hûd, 3; et-Tahrîm, 8; Hadisler için bkz. Buhâri, Daavât, 3,4; Müslim, Zikir, 42-43, Tevbe, 1,7,8, 31; Tirmizi, Daavât, 98; İbn Mâce Edeb, 57. 36- Tahrîm, 8. 37- Müslim, Zikir, 42; Ebû Davud, Vitir, 26; İbn Mâce, Edeb, 57.
Not: Bu yazı Dr. Yaşar YİĞİT’’in, Diyanet Aylık (Sayı:128, Sayfa:8/14) deki makalesinden alınmıştır.

Yuh Baba



    Asırlar önce ak sakallı, nûrânî sîmâlı bir adam varmış. Zühd ve takvâ sahibi olan bu zat, kendi hâlinde sâkin bir hayat yaşarmış. Halkın sevip saydığı bu muhterem zâtın ilginç bir âdeti varmış. Kendisine ölüm haberi verildiğinde, hemen çoğunlukla, “Yuh olsun” dermiş. Halk bunun sebebini bir türlü anlayamaz, bu muhterem kişinin bazı kimselerin ölümünden sonra, “Yuh olsun” demesinin sırrını bir türlü çözemezmiş. Ama hiç kimse, bununla ne demek istediğini sormaya cesaret edemezmiş. Mutlaka bir hikmeti olduğunu düşünürler, böyle faziletli bir ihtiyarın mânâsız bir davranış yapmayacağına inanırlarmış.

Elbette her nefis ölümü tadacak, bizim Yuhçu Baba da, vakit saat gelmiş, Hakkın rahmetine kavuşmuş. Haber kısa zamanda yayılmış. Herkes, cenazesinin kalkacağı câmiye koşmuş. Cenâze namazı kılınmış, Yuhcu Baba omuzlara alınmış. Tam mezara doğru götürülürken, halkın arasından birisinin aklına merhumun meşhur âdeti gelmiş. İçinden, “O herkese ‘Yuh olsun’ derdi. Ben de onu söyleyeyim” diye geçirmiş. Hemen arkasında da, “Sana da yuh olsun” deyivermiş. Demesine demiş ama, o zamana kadar olmayan bir şey olmuş. Omuzlardaki tabut sallanmaya başlamış. Taşıyanlar omuzlarından kayacağını sanarak daha bir sıkı sarılmışlar. Derken tabutun kapağı yavaşça açılmış, Yuhçu Baba, nûrânî yüzüyle sözü söyleyen adama bakmış. Adamın heyecandan yüreği ağzına gelmek üzereymiş. Yuhçu Baba, “Eğer ben de onlar gibi hayatı boşuna çiğnemiş, dünyada âhireti kazanamamışsam, bana da yuh olsun” deyivermiş. Arkasından tabutuna uzanmış, kapak örtülmüş. Kalabalıktan hiç kimse ağzını açamamış. Sükûnetle cenâzeyi kabre götürmüşler, defnetmişler.

Evet, hayatımız akıp gidiyor. Yaşadıklarımız, bizim için “Yuh” mu dedirecek, yoksa “Aferin” mi kazandıracak, bilemiyoruz. Kimbilir, Allah için yapabileceğimiz çok güzel ibâdetleri, çok meyveli hizmetleri tehir ediyoruz. Belki de, imkânsızlıktan, şartların ağırlığından söz edip, uygun bir ortam arıyoruz. “Ah bir şu problemi halletsem, ah şu evi değiştirsem, ah bir kendime çalışma odası ayırsam” veya “Şu şu problemleri bir halletsem öyle güzel hizmetler edeceğim ki..” diyerek, devamlı erteliyorsak işimiz zor. Oysa “imkânlarımızın en geniş olduğu zaman, bulunduğumuz zamandır.” ”Şartların en hafif olduğu an yine yaşadığımız şu andır.” Çünkü, geleceği bilmiyoruz. Geleceğe sahip de değiliz. Yarın nasıl ve hangi problemlerle karşılaşacağımız belirsiz. Nice güzel plânları yaptığımız bir günün sabahında, Yuhçu Baba’nın gittiği diyara yolculuk edebiliriz. Görse bize ne der acaba? Yuh mu, âferin mi?

Cennet Kokusu Çocuklarımız



   
Âile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslâm'da evlenmenin, âilenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Âilenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.

Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah'ın bu nârin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve âileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, âilenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevâbına nâil olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alır, sevâbına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.      

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilir. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6) "Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitne/sınavdır." (64/Teğâbün, 15). Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasülü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz." (Buhari, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.   

Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, "bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor.

İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber'le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda  en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsî (hatta müşrik) yapar." (Buhârî Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25)  buyuruyor.  "Müslüman yapar" demiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm'ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile  terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde âilede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.            

Âile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. "Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız." (Bakara suresi, 187) Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. "İyilikte ve takvâda (Allah'ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezâsı çetindir." (5/Mâide, 2)

Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de "ibâdet" olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah'ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gâyenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.

Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, âile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saâdet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü'min kadın ve erkeklerin bir arada âilece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.

Âilenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.

Ashab-ı Suffe



    Örnek nesil, örnek insan Hz. Peygamber'in gergef gergef işlediği ve kendi modeline göre dokuduğu güzellik kumaşıdır. O'nun nazarının değdiği ve dîdelerinin kendisini gördüğü bir nesil. Onlar O yüzü görmenin bahtiyarlığı sayesinde İslâm ile müşerref oldular. Aslında asr-ı saâdette müslüman olan yüzbinlerin müslüman olmalarına yüzde doksan oranında tesir eden Hz. Peygamber'in kişiliğiydi. Ancak yüzde onluk bir oran Kur'an okuyarak İslâm olma bahtiyarlığına ermiştir.

Örnek nesil içinde hulefâ-i râşidin, aşere-i mübeşşere ve ashâb-ı Bedr'den sonra ashâb-ı suffe'nin ayrı bir yeri vardır.

Ashâb-ı suffe, Mescid-i Nebî'deki sofada barınan sahâbîler demektir. Suffe, ev ve konaklarda bulunan eyvân, sed ve seki türü yüksekçe oturma mekanları için kullanılan bir tabirdir. Zamanla Türkçe' de "sofa" şeklinde kullanılır olmuştur.

Suffe Medine'de inşâ edilen mescide bağlı olarak yapılmış İslâm tarihinde ilk defa orası için ad olarak kullanılmıştır. Aslında sahâbe nesli, bir kadro hareketi, suffedeki sahâbiler de bu kadronun ilmî, mânevî ve askerî konulardaki hazır kıtası konumundadır.

Asr-ı Saâdette mescid, mabed hüviyetinin yanısıra aynı zamanda mektep, şûrâ toplantı salonu, idârî, askerî konuların tartışıldığı bir merkez, bir hastane, bir spor ve dinlenme yeri gibiydi. Mesciddeki ders, sohbet ve zikir meclislerinin müdavimi olan bekâr, evi olmayan sahâbilerin barınma yeri mescidin suffesiydi. Suffeli sahâbiler orada barınırlar, zengin ve varlıklı sahâbilerin sağladığı iaşe ve ibâte imkânlarıyla imrâr-ı hayat ederlerdi.

Medine'de mescidin yanında bir sofa ihtiyâcı sosyal, ilmî, askerî ve manevî sebeplerle ortaya çıkmıştır. Özellikle fakir muhacirler ile ensârdan ve civar kabilelerden Medîne'ye din-i celil-i İslâm'ı öğrenmeye ve Allah Rasulü'nü görmeye gelenler için bir barınma yeri kaçınılmaz olmuştu. Suffe, barınma yeri özelliği itibariyle konaklanma imkânı veren bir kervansaray veya pansiyon niteliğindedir. Bugün eğitimdeki parasız yatılı öğrenciler için barınma imkânı; dün tekkelerdeki derviş hücreleri hep bu sofa modelinin çağlara göre ufak tefek farklılıklar arzeden bir devamıdır.

Medineli ensar, kendi yurtlarına göç eden Mekkeli muhacirlere evlerini, barklarını, gönüllerini açmış ve herşeylerini onlarla paylaşmış olmalarına rağmen yine de dışarda kalan ve barınmada sıkıntı çekenler ortaya çıkınca Hz. Peygamber onları mescidinin sofasına yerleştirmişti.

Sofada sâkin olan sahâbilerin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Sayılarının 10 ile 400 arasınmda değiştiğine dâir muhtelif rivâyetlere bakılırsa suffe ashâbının sayısının sürekli değiştiği anlaşılmaktadır.

Ashâb-ı suffe, dinin kaynağına en yakın, Rasûlullah'ın meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı, muallimleri daha kalıcıydı.

Allah Rasûlü, onların ihtiyaçlarını bizzat karşılar, yalnızlıklarını paylaşır, onlarla oturur, birlikte yemek yer ve halkı onlara ikram etmeğe teşvik ederdi. Allah Teâlâ onları Kur'an'da muhtelif âyetlerinde anmış, Allah Rasûlü'nün onlara özel ilgi ve şefkatini taleb etmiştir. Nitekim şu âyetlerin suffe ashâbı hakkında nazil olduğu mervîdir;

1- "(Yapacağın hayırlar) kendilerini Allah yoluna adadığı için yeryüzünde kazanç endişesiyle dolaşmayan, hayâlarından dolayı tanımayanların zengin zannettiği fakirler için olsun. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler." (el-Bakara, 2/273)

Allah Rasûlü kendisine getirilen şeylerden sadaka olanlarını ashâb-ı suffeye gönderirdi. Ayrıca beytülmaldan ve kendi malından büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği durumlarda ashâbının onları evlerine götürüp misafir etmelerini isterdi. Bu yüzden ashâb-ı suffeye "adyâfü'l-müminin" (müminlerin misâfirleri) ünvânı da verilmişti.

Ashâb-ı suffe, Hz. Peygamber'in rûhaniyet çeşmesine gönül musluklarını dayamış ve oradan içerek nübüvvet mektebinde yetişip boy atmış bahtiyarlardır. Onlar zamanlarını ilim, irfân ve mâneviyyat tahsiline adamış saidlerdir. Dünya câzibesinin kendilerini etkilemediği, ilim ve ibâdetle meşgul azizlerdir.

2- "Rablarının rızâsını umarak sabah-akşam O'na yalvaranları kovma!" (el-En'âm, 6/52)

Müşrikler, Hz. Peygamber ile aynı statüde görüşmek için etrafındaki fakir suffe ashabını uzaklaştırmasını istemişlerdi. Allah Teâlâ da Sevgili nebisini bu ifâdelerle uyarırdı. Nitekim Hilyetü'l-evliyâ müellifinin Habâb b. İrs'ten naklettiğine göre olay şöyle gerçekleşmiştir:

Akra b. Hâbis ile Uyeyne b. Huseyn el-Fizârî Peygamber Efendimiz (s.a.)'in huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz Bilâl, Ammar, Suhayb ve Habbab gibi ashâb-ı suffeden kimselerle sohbet ediyordu. Gelenler bu manzarayı görünce onlara hakaret ettiler ve orayı terkederek: "Bize Araplar nezdinde şeref verecek bir meclis kurmanı istiyoruz. Çünkü Araplar'ın ileri gelenleri seni ziyaret ettiğinde bu çapulcularla beraber oturmaktan hayâ ederiz! " dediler. Hz. Peygamber (s.a.)'e: "O halde biz gelince onları yanından uzaklaştır. Biz gidince yine gelip yanına otursunlar" Peygamber (s.a.) onlara; "Tamam" dedi. Bunun üzerine: "Şimdi bu konuya dair bir belge yaz" dediler. Hz. Peygamber üzerine yazı yazmak için bir sayfa ararken Cebrail indi ve bu âyeti getirdi: "Sabah akşam rabbının rızasını arayarak yalvarıp yakaranları kovma!.. Yoksa zalimlerden olursun." (el-En'âm, 6/52)

3- Bu olaydan sonra rivâyete göre Peygamber (s.a.) elindeki sayfayı bir kenara atarak ashâb-ı suffe'yi çağırdı. Suffeliler O'na iyice yaklaştılar. Diz dize geldiler. Uzun bir süre birlikte oturdular ve Allah şu âyeti indirdi:

 
"Sabah akşam Rablerine duâ edip, onun rızasını arzulayanlarla beraber sabret ve onlarla birlikte ol. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!" (el-Kehf, 18/28) Kalbi zikirden boş ve gafil olanlar Uyeyne b. Husayn ve Akra'dır.

4- Allah Teâlâ onlar hakkında Rasûlü'ne "A'mânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü." (Abese, 80/1-2) hitab etmiştir; Bu âyet ashâb-ı suffeden Abdullah b. Ümm-i Mektû+m hakkında nazil olmuştur. Bilindiği gibi Allah Rasûlü, müşriklerin ileri gelenlerine İslâmı tebliğ etmeye çalışırken İbn Ümmi Mektûm gelmiş ve Rasûlullah'dan bilgi almak istemişti. Allah Rasûlü de böyle bir sırada bu tür bir talebin yersizliğinden memnûn olmayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bu âyetin nüzûlünden sonra Allah Rasûlü ne zaman Abdullah b. Ümmi Mektûm'u görse kendisine: "Rabbımın kendisi ile bana çıkıştığı zât" diye takılırdı.

Gücü kuvveti yerinde olan suffe ashabı dağlardan sırtlarında odun taşımak dâhil ellerinden gelen her türlü işi yapmaktan geri durmazdı. İffet ve vakarlarına düşkünlükleri sebebiyle kişiliklerini etkileyecek davranışlardan özenle sakınırlardı. Kimseden birşey istemezlerdi.

Suffede sâdece kimsesiz sahâbiler değil zaman zaman Hz. Peygamber'i görmeye gelen zengin sahabiler de kalırdı. Evlenip ev bark sâhibi olanlar suffe ashâbı arasından ayrılır, kendi hânelerine geçerdi.

İlk plânda Hz. Peygamber'in onların maddi ihtiyaçları ile ilgilendiği intibâı uyanmakta ise de aslında O, suffe ashâbının mânevî ve rûhânî ihtiyaçları ve özellikle yetişmeleriyle çok ilgilenirdi. Nitekim İbn Mace ve Dârimi'nin naklettiği bir hadis bu konuya ışık tutmaktadır: Rivâyete göre Allah Rasûlü bir gün evinden çıkıp mescide girdi. Mesciddeki insanlardan bir gurubu Kur'an okuyor, duâ ve zikirle meşgul oluyor, diğerleri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Allah Rasûlü her iki gruptan da memnûn olarak: "Her iki grup da hayır işliyorlar" buyurdu. Ardından da: "Bunlar Kur'an okuyor, Allah'a duâ ve zikirle meşgul oluyor, Allah dilerse duâlarını kabûl eder, dilerse etmez. Ama şunlar ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben muallim olarak gönderildim." diye konuştu. Bu iki gurubun ikisi de suffe ashâbındandı. Çünkü onlar gündüzleri mescidde ilim ve ibâdetle meşgul olurlar, suffeyi âdetâ bir konaklama yeri ve ilmî müzâkere ortamı olarak kullanırlardı. (bk. Ebû Dâvud, büyû, 36)

Suffe ashâbının öğrendiklerinin başında okuma-yazma, Kur'an okuma, hadis belleme ve dini bilgiler gelir. Ahlâkî konularda ise onlar, Allah Rasûlü örneğiyle aynîleşecek bir ortamdaydılar. Muallimleri başta Hz. Peygamber olmak üzere Übey b. Kâ'b, Abdullah b. Mesûd, Muaz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit gibi âlim sahabilerdi.

Ashâb-ı suffe, hem kendilerinin ilme ve infâna düşkünlüğü, hem de ortamın buna müsâid olması sebebiyle bir bakıma yoğunlaştırılmış ve hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim ashâb arasında en çok hadis rivâyet etmekle tanınan sahâbiler (müksirûn) genellikle bu topluluğun içinden çıkmıştır. Bunların başında gelen Ebû Hüreyre şunları söyler: "Benim çok hadis rivâyet etmiş olmam fazla abartılmasın. Çünkü muhâcir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticâretle; ensâr tarlada, bahçede ziraatle meşgulken ben boğaz tokluğuna Allah Rasûlü'nün mübârek nasihatlarını dinliyor, ezberliyor ve onların şâhid olmadığı olaylara şahid olma imkanını elde ediyordum" (Buharî).

Abdullah b. Ömer gibi, ilme düşkün sahabilerden suffede kalmayı baba evinde kalmaya tercih edenler de çıkmıştır. Hz. Peygamber'in Müezzinleri olan Bilâl-i Habeşi ile Abdullah b. Ümmi Mektûm da suffe ashâbındandı.

Ashâb-ı suffe bütün kabilelerin en şerefli mensuplarından oluşuyordu. Onlar takvanın ve riyâzat yoluyla İslâm'ın özüne vâkıf olmuş "ermiş" kişilerdi. Meleklerin onları ziyâret ettiği söylenir.

Suffede yetişen bu kabiliyetler bilgi, beceri ve birikimlerine göre muhtelif hizmetlerde kullanılmaktaydı. Yeni müslüman olan kabilelere Kur'an ve dini bilgiler öğretmek için ashâb-ı suffe içinden muallimler görevlendirilirdi. Nitekim Râci ve Bi'r-i Maûne vak'alarında haince şehid edilen yetmiş hâfız ve âlim sahâbi genelde bunlardandı ve böyle bir görev için gidiyorlardı.

İslâmı öğrenmek için kısa bir süre ile Medine'ye gelenler bir yandan Hz. Peygamber'le görüşürken diğer yandan suffe ehliyle ilmî mubâhaselerde bulunurlardı.

Ashâb-ı suffe Hilyetü'l-evliyâ müellifi Ebû Nuaym Isfahânî'nin dediği gibi: "Allah'ın her türlü dünya kirinden kurtardığı, fakirlere önder kıldığı, hikmet ehline dost eylediği, âileye ve dünya malına bağlanmayan hiçbir alışverişin kendilerine Allah'ı anmaktan alıkoymadığı az bulunur bir topluluktu." (I, 337)

Kaynaklar onların en belirgin özelliğinin fakirlik ve açlık olduğunda ittifak halindedir. Dünyalık yönünden onların hiçbirinin iki yakası bir araya gelmezdi. Hiçbirinin iki elbisesi olmazdı, iki çeşit yemek yiyemezlerdi.

Ebû Hureyre ki, o da onlardandır: "Suffe ehlinden yetmiş kişi bilirim tek elbiseleri vardı. Namaz esnasında ayaktayken elbiselerinin boyları diz kapaklarına zor gelir, rükûa vardıklarında edep yerleri görünmesin diye eteklerini çekiştirirlerdi." der, (bk. Buhârî salât, 58).

Fudale b. Ubeyd der ki: Hz. Peygamber ile namaz kılarken cemâatin içinden açlık ve yoksulluktan zor ayakta durabilen suffe ashâbı vardı.

Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre Hz. Peygamber ashâb-ı suffeye Kur'an öğretiyor ve açlığını hissetmemek için karnına taş bağlıyordu. Suffe halkının tek işi Kur'an'ı öğrenmek, anlamak, okumak ve anlatmaktı.

İslâm tarihindeki tasavvufî hayat ve düşüncenin bu topluluğun hayatından neş'et ettiği kabul edilir ve sûfi kelimesinin de bir görüşe göre suffe kökünden geldiği öne sürülür.

Anneden Gelinlik Kızına Mektup





     Genelde, evdeki kız çocuğu annesini örnek alır. Bunun için anne, her hali ile kızına örnek olmalıdır. İşte bütün genç kızlarımıza, asırlar önce yaşamış, hali vakti yerinde, soylu bir aileye mensup Ümame Hanımın, gelinlik çağındaki kızına yazdığı örnek mektubu sunmak istiyoruz. Bilhassa zamanımızda her genç kızın çok ihtiyacı olan bir nasihat bu:
 “Sevgili Kızım!
Bir kızın, annesi ve babası zengin, asil diye evlenmeye ihtiyacı olmasaydı, senin ve benim hiçbir zaman evlenmeye ihtiyacımız olmazdı. Fakat, durum böyle değildir.
Yavrum!
Şimdi sana kırk yıllık evliliğimin tecrübelerine dayanarak bazı tavsiyelerde bulunacağım. Bu tavsiyelerimi iyice öğrenip gerektiği şekilde hareket edersen, hayatın boyunca rahat edersin. Kocanla aranız hiçbir zaman bozulmaz. Bu dünyada mutlu bir ömür geçirdiğin gibi ahirette de ebedi saadete ulaşırsın.
1- Kanaatkar ol! Yani, kocan tarafından getirilen yiyecek ve giyecek herşeyi memnuniyetle, severek kabul et. Çünkü, kanaat, kalbi huzura kavuşturur.
2- Söylenenleri daima iyi dinle ve her zaman kocanın meşru sözlerine, isteklerine itaat üzere bulun. Kocana itiraz etme, karşı gelme. Onunla kaynaşmaya gayret göster. Bu şekilde hareketlerin aynı zamanda, Cenab-ı Hakkın rızasına da uygun olur.
3- Kocanın göreceği her yere, itina ve ihtimam göster. Gözüne çirkin bir şeyin ilişmesinden sakın. Dış görünüş içe, kalbe de tesir eder. Evin her zaman temiz, bakımlı ve güzel kokulu olsun.
4- Eşinin yemek saati ile uyku saatine dikkat etmelisin. Yemeğini adeti nasılsa ona göre hazırlamalısın. Vaktinde uyuması için işlerini zamanında bitir. Çünkü açlık insanı huysuz eder. Uykusuzluk ise, öfkelenmeye sebep olur.
5- Evinin mallarını ve eşyasını iyi koru. Mal ve eşyayı koruman senin iyi iş bildiğini gösterir. Yaptığın işleri, iyilikleri başına kakma! Başa kakarsan, iyilik fayda yerine zarar getirir.
6- Eşinin yakınlarına iyi davranışta bulun. Güzel davranışta bulun ki, o da senin yakınlarına iyi davransın. Gülü seven dikenine de katlanmalıdır. Zaten dünyada ni'metler ve sıkıntılar beraber bulunur. Kocanın evde, çocuklarına, yakınlarına karşı otoritesini sarsacak, onu küçük düşürecek söz ve hareketlerde sakın bulunma!
7- Kocanın sırlarını hiç kimseye söyleme. Eğer sırlarını etrafa yayacak olursan, sana darılır. Vefasızlık etmeyeceğinden bile emin olmaz. Sevgide azalma olur.
8- Eşine hürmette, isteklerini yerine getirmede kusur etmemelisin. Sözlerinin aksini söyleyerek, ona karşı gelmemelisin. Eğer karşı gelir, isyan edersen, kızıp öfkelenmesine, hatta düşmanca hareket etmesine sebep olursun. Eşinin, üzüntülü ve kederli zamanlarında sen de öyle görün! Onun üzüntüsünü onunla paylaş. O neşeli ise sen de neşeli görünmeye çalış.
9- Kocana ne kadar hürmet ve tazimde bulunursan, kendini ona o kadar çok sevdirirsin. Rızasına ne derece uygun hareket edersen, o nispette sevgisini kazanırsın.
10- Kocandan, almakta zorlanacağı, gücünün yetmeyeceği şeyleri isteme! Bu hem senin, hem de onun helakına sebep olur. Nitekim sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki:
"Bir zaman gelir ki, adamın helakı, hanımının, ana- babasının ve çocuğunun elinden olur. Onu fakirlikle ayıplarlar, gücünün yetmediği tekliflerde, isteklerde bulunurlar. Böylece o kimse, bu istekleri temin için dininin gideceği yollara sapar ve helak olur."
11- Kadının güzel huylusu, saliha olanı, eşine Cennet nimetidir. Kötüsü, şerlisi de Cehennem azabından sayılır. Sen kocana Cennet ni'meti ol! Azab çektirme!
Bunları yapabilmen ancak, onun isteklerini kendi isteklerine, onun rızasını kendi arzularına tercih etmenle mümkün olabilir. Hep kendi istek ve arzularını ön plana çıkartırsan, bu nasihatları tutabilmen mümkün olmaz.”
Devletlerde, milletlerde, iş yerlerinde, ailelerde huzurun sağlanabilmesi için, son sözü bir kişinin söylemesi lazımdır. Her kafadan bir ses çıkarsı huzur olmaz.
Allahü teala, alide son sözü söylemeği erkeğe vermiştir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı kerimde, erkekleri kadınlar üzerine hakim kıldığını bildirmiştir. Nisa Suresinin 34.ayetinde, “Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler.”buyurulmuştur. Bunun için kadın, düşüncesini söylemeli fakat  son sözü kocasına bırakmalıdır. Erkek yanlış bile yapsa, dine uygun yapıldığı için, Allahü tela o işin neticesini hayra çevirir. Evde senin dediğin, benim dediğim olacak kavgası olursa o evde huzur olmaz.
Nasıl ki, bir erkek işyerinde, potronunu memnun etmek için çalışıyorsa; bu iş yerinde kalabilmesi için, potronun memnun olmasının şart olduğunu, iş huzurunun buna bağlı olduğunu biliyorsa; kadın da, kendi rahatı huzuru için bütün gücü ile kocasını memnun etmek için çalışması lazımdır. Kocasının, memnun olması rahat olması, kadının da rahat, huzurlu olması demektir.
Bu, kadın tarafından kabullenip tatbik edilmedikçe ailede huzur olmaz.

28/01/2013

Niyet ve Ahlâki Yükümlülük



İnsan nereye kadar sorumludur?
İnsanın sorumluluğu anlama, kavrama mertebesinin ölçütlerine göre değişmektedir. İnsanın anlayışının birçok mertebeleri vardır. Öncelikle bir meseleyi hayal eder, zihninde canlandırır (tahayyül). Sonra düşünmeye başlar, şekil ve suret giydirir (tasavvur). Bir basamak sonra, üzerinde fikir yürütür, ölçer, biçer, tartar, tarafsızcasına doğruluk derecesini anlamaya çalışır (taakkul). Daha sonra o mesele üzerinde görüş sahibi olur (tasdik). Sonraki mertebede doğruluğunu kabul ettiği meseleyi uygulayarak boyun eğer, söz dinler (iz’an). Kabul ettiği ve tarafından gözüktüğü meseleye taassup derecesinde bağlılık gösterir (iltizam). En son olarak da iç dünyasında makes bulup, yaşantısına akseden o mesele hakkında sapa sağlam bir inanç sahibi olur (itikad).13 İnsanın sorumlu olmadığı mertebeler ilk üçü olan “tahayyül”, “tasavvur” ve “taakkul”u kapsamaktadır. Yani bir şeyi hayal etmek, düşünmek ve akletmek mesuliyet gerektirmemektedir. Küfrün hayal edilmesi ve düşünülmesi bile küfür kabul edilmediği halde, gayri ahlâki hal ve hareketlerin düşünülmesi gayri ahlâki değildir. Ne zaman ki tasavvur, taakkul tasdik mertebesine ulaşır ve bir görüş suretini alır, yükümlülük o zaman insan için başlamış olur.
Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede müstekar (devam edici) bir hale gelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir (doğabilir). Hem bitarafane (taraf tutmayarak, tarafsızca) muhakeme (hüküm verme) namiyle ve insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi (karşı görüşü) iltizam (gereğine inanma) ede ede ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız, taraf-ı muhalifi (karşı tarafı) iltizam eder; ona vacib (zorunlu) olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer; hasmın (düşmanın) veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi (gereksiz vekili) olacak bir halet, zihninde takarrür eder (yerleşir).14
İnsanlar, yapılan fiil ve hareketlerin kendisinden mi, yoksa o işin yapılma niyetinden mi sorumludurlar?
Aşağıdaki başlıklarda daha ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz üzere, fiil ve hareketlerin bizzat kendileri güzel veya çirkin, ahlâki ve gayri ahlâki değillerdir. Öyle ise, insanı sorumluluk altına alan onun niyetinden geçmektedir. Fakat, şunu unutmamak gerekir ki, tek başına fiilsiz niyetin tesiri, özellikle amele bakan meselelerde yeterli değildir. Allah’ı sevdiğini söylediği halde, O’nun Habibi’nin (a.s.m.) hal ve hareketlerine benzemeye çalışmayan insan için “niyet” fonksiyonunu yitirmiş olur.
Niyet öyle tesirli bir iksirdir ki, eşyanın mahiyetini değiştirir; hayrı şerre, şerri hayra çevirir. En sıradan hareketleri ibadete dönüştürdüğü gibi, gösteriş için yapılan ibadeti de günaha çevirir.15 Öyle ise, ne yapıldığı önemli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Ondan bir derece daha önemli ve ehemmiyetli olan ne için yapıldığıdır. Örneğin, iki insan da başını secdeye koyuyor. İkisinin de yaptığı hareketler dışarıdan bakılınca aynı. Fakat biri sırf Allah’ın rızasını kazanmak için, ona ibadet niyetiyle başını secdeye koyuyor. Diğeri ise, müşterileri çekmek ve güvenilebilecek bir insan olduğu imajını vermek gibi, birtakım dünyevi menfaatleri elde etmek niyetiyle o hareketi yapıyor. Birincisi, hayır işleyerek sevap kazanırken, ikinci şahsın yaptığı secdeye kapanma hareketi kendisine günah kazandıran kötü bir hareket oluyor.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Mü’min’in niyeti amelinden hayırlıdır” demiştir. Yani, Allah’ın nazarında insanların davranışları içinde en makbul olan “külli bir niyetle ve sonsuz bir inançla” yaptıklarıdır. Bu meseleyi Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Meyvesi’nde geçen bir temsil ile anlamaya çalışalım: Bir zaman padişahın biri, halkının sadakat ve hürmet derecelerini ölçmek için onların hediyelerini kabul ediyor. Padişahın huzuruna girenler arasında fakir bir adam da var. Bu adam huzura kabul edilince bakıyor ki, ülkedeki meşhur insanlar ve zenginler en güzel hediyeleri padişaha sunmuşlar. Kendi elindeki padişaha getirdiği hediyeye bakıyor ve onların getirdiği hediyelerin yanında çok değersiz kaldığının farkına vararak üzülüyor. Fakat, birden padişaha şöyle sesleniyor: “Ey Seyyidim! Bütün gözümün önündeki hediyelerin bir mislini sana takdim ediyorum. Çünkü sen, onlara layıksın. Eğer benim zenginliğim ve gücüm olsaydı, bunları tamamıyla sana hediye ederdim.” İşte, padişah da, o fakir adamın sadakatini, hürmetini, niyetindeki yüksek dereceyi en büyük hediye gibi kabul ediyor.
Biz de Allah’ın huzuruna namazımızla çıktığımız anda, o fakir adamın hali gibi bir durumu yaşıyoruz. Bakıyoruz ki, dört büyük melekten tutalım da bütün melek cinslerinin ibadetleri, galaksilerden atomlara kadar bütün varlıkların ubudiyetleri parlak bir tarzda Cenab-ı Hakk’a sunulmuş. Bizim kusurlu, yarım yamalak yaptığımız kulluğumuz ise, onların yanında neredeyse bir hiç hükmünde kalıyor. Fakat, namazımızda “Ettahiyyatü lillah” demekle, bütün onların kulluklarını Cenab-ı Hakk’a takdim ederek külli niyetimizle ve sonsuz inancımızla diyoruz ki: “Ey Allah’ım! Bütün varlıkların ibadetlerini Sana sunuyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar sana ibadet edecektim. Çünkü sen, onlara, belki daha fazlasına layıksın.” İşte bu niyet ve inanç insanı bütün varlıkların üzerine çıkaran, insana ait bir gizli şifre ve tılsım mahiyetinde.
Aynı şekilde, “El mübarekatühü” dememiz de külli bir niyeti içinde barındırıyor. Çünkü, bu kelime bütün bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin, hayvanların yumurtalarının niyetleriyle yaptıkları kullukları Cenab-ı Hakk’a sunmak manalarını içinde derc ediyor. Örneğin, bir kavun içindeki binlerce çekirdeklerin niyetleriyle diyor ki: “Ya Halıkım! Bana öyle bir güç ver ki, yeryüzünün her tarafında senin güzel isimlerinin nakışlarını ilan edeyim.” Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetleri var olmuş gibi kabul ediyor. Bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin bile potansiyel halde, harice çıkmamış niyetlerini kabul eden bir Yaratıcı, elbette insanın niyetini daha mükemmel bir şekilde kabul edecektir. Bütün bu sırlardan dolayıdır ki, insanların niyetleri davranışlarının ve hareketlerinin faziletlerini ve kıymetlerini arttırmak bakımından büyük tesir icra eder.
Ayrıca, Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta geçen “nun-u na’büdü”16 nüktesinde anlatılan hakikatler de, külli niyet noktasında insanın ne kadar büyük bir mertebeye yükselebileceğini göstermesi açısından ayrıntılı bir şekilde incelenmeye değer bir bölüm mahiyetindedir. En kısa bir zamanda, bir de bu pencereden okumaya çalışalım.
1. Osman Pazarlı, İslam’da Ahlak, İstanbul 1980, s. 12.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 294.
3. A.g.e., s. 32.
4. A.g.e., s. 291.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 89.
6. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 37.
7. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 194.
8. Sözler, s. 478.
9. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 29.
10. Mesnevi-i Nuriye, s. 176.
11. Sözler, s. 499.
12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 363.
13. Sözler, s. 646.
14. A.g.e., s. 251.
15. Mesnevi-i Nuriye, s. 45.
16. Mektubat, s. 382.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz