19/04/2018

Yüreğinizde Ne Var?



  “Kalb”  kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle beyindeki idrak merkezleri anlamında kullanılmıştır.
...لَهُمۡ قُلُوبٞ لَّا يَفۡقَهُونَ بِهَا وَلَهُمۡ أَعۡيُنٞ لَّا يُبۡصِرُونَ بِهَا وَلَهُمۡ ءَاذَانٞ لَّا يَسۡمَعُونَ بِهَآۚ أُوْلَٰٓئِكَ كَٱلۡأَنۡعَٰمِ...                                                                                          
“Onların kalpleri vardır, kavramazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. (Araf, 179)
أَفَلَمۡ يَسِيرُواْ فِي ٱلۡأَرۡضِ فَتَكُونَ لَهُمۡ قُلُوبٞ يَعۡقِلُونَ بِهَآ أَوۡ ءَاذَانٞ يَسۡمَعُونَ بِهَاۖ فَإِنَّهَا لَا تَعۡمَى ٱلۡأَبۡصَٰرُ وَلَٰكِن تَعۡمَى ٱلۡقُلُوبُ ٱلَّتِي فِي ٱلصُّدُور                                                  
“(Seni yalanlayanlar) yeryüzünde dolaşsalardı elbette düşünen kalpleri ve işiten kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; gerçekte göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (Hac, 46) 

Bu âyet-i kerîme ile Cenâb-ı Hak, mâzeret algımızı âdeta yeniden düzenliyor. Bizim, “kör, sağır, dilsiz” dediklerimiz, canda özür olmadığı için özürlü değil, asıl özürlülük akleden Kalp’te ortaya çıkan özürdür. Aslında Hakk’ı duymayan sağır, görmeyen kör, konuşmayan dilsizdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan Mûsa ve Fir’avn kıssasını yorumlarken Hz.Mevlânâ; “Bu kıssayı mukaddes kitaplarda geçen, olmuş-bitmiş ve arşivlerin tozlu raflarına terk edilmiş bir olay olarak algılamayın. Bu kıssa ve Mûsa ile Fir’avn arasında geçen mücâdele, her insanın her an kendi içinde yaşamakta olduğu dipdiri ve canlı bir hâdisedir.

Allah, melekleri tek bir düzlemde yaratmıştır. İtaatle mükellef oldukları için isyan yetenekleri yoktur. İsteseler de isyan edemezler. Allah, hayvanları da tek bir düzlemde yaratmıştır. Akılları olmadığı için mükellefiyetleri de yoktur. İçgüdüleri ve şehvetleri istikâmetinde yaşarlar.İnsan mayasının, yarısı melekî hasletler, yarısı da hayvânî duygularla birlikte yoğrulmuştur. Bu iki duygu insan gönlünde sürekli bir iktidar ve muhâlefet mücâdelesi vermektedir.

İbnü’l-Arabî, her insanı ayrı bir ülke olarak ele alıp, burada ilâhî emir ve yasakların nasıl iktidar yapılması gerektiğini anlatırken, işin hem zorluğuna hem de lüzûmuna işâret etmiştir.

Üstâd Necip Fâzıl: 
Boşuna gezmişim yok tabiatta, 
İçimdeki kadar iniş ve çıkış”  derken, insanın kendi içinde yaşadığı, iyi ile kötünün, hayr ile şerrin en keskin ikilemini ve iktidar çekişmesini ifâde etmektedir.

18/04/2018

Peygamber'imiz Kime Neden Beddua Etti?



        Ebû Müslim (veya Ebû İyâs) Seleme İbni Amr İbni Ekvâ radıyallahu anh’ın naklettiğine göre, bir adam Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’ in yanında sol eliyle yemek yedi. Peygamber Efendimiz adama:
– “Sağ elinle ye” buyurdu. Adam:
– Bir türlü yapamıyorum, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
– “Yapamaz ol” diye beddua etti.

Çünkü adamın Resûl-i Ekrem’i dinlememesi, kibrinden dolayı idi. Bu beddua üzerine, adam elini ağzına götüremez oldu.( Müslim, Eşribe 107 )

Hz. Peygamber’in yanında sol eliyle yemek yiyen kişi, Büşr İbni Râî idi. Büşr,  Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yasaklayıp hoş görmediği bir davranışta bulunmuş, onun ikazına rağmen kibri, büyüklenmesi sebebi ile bu halini terketmemişti. Halbuki, Peygamber Efendimiz:  “Sol el ile yemeyin, çünkü şeytan sol eliyle yer”  (Müslim, Eşribe 105) buyurmuşlardır.
Büşr gibilerin bu tarzdaki davranışları, Allah’ın elçisine muhalefet veya en azından onu önemsememek kabul edilir. Her iki hal ise Kur’an ve sahih sünnetle yasaklanmıştır.

Bu durumda, kendisini düzeltmesi, hakkı ve doğruyu kabul edip ona yönelmesi, özür dilemesi gerekirken, o inatlaştı. Efendimiz bu sebeble ona beddua etti. Hz. Peygamber’in duasının olduğu gibi, bedduasının da Allah tarafından reddolunmadığını hem ashâb hem de kendisine beddua edilen Büsr gördüler.

Peygamber Efendimiz’in bedduasının sebebi, bu sahâbînin yemeği sol eliyle yemesi değil, kibir ve inadıdır. Çünkü sağ elle yeyip içmek müstehabdır; farz veya vâcip değildir. Günah veya beddua farz, vâcip gibi emirleri terketmekden kaynaklanır. Kibir ve hakka karşı inat ise, büyük günahtır.

Gözyaşıyla Beslenen Hayat


    Peygamber Efendimiz 'in hac farizasını bize bütün tafsilatıyla anla
tan hadis kitaplarımız, onun Mina’ ya vardıktan sonra şeytan taşlama
görevini yerine getirdiği, sonra yine orada berbere mübarek saçının
sağ ve sol taraflarından kestirdikten sonra bunları sahâbilerine
dağıttırdiğı en mûteber hadis kitaplarımızda kaydedilmektedir. (Buhari
Vudu' 33).

Hudeybiye Antlaşması yapıldığı sırada traş olan Gönüller Sultanı
Efendimiz'in mübarek saçlarını ashâbının kapıştığını gören Kureyş
temsilcisinin nasıl şaşkına döndüğünü ve gördüğu bu manzarayı
Mekke'ye vardığı zaman müşriklere derin bir hayret ve heyecanla na
sıl anlattığını biliyoruz.


Ashâb-ı kiram'ın Resûlullah Efendimiz'e ait birşeye sahip olabil
meyi büyük bir nimet ve mazhariyet saymasına şaşmıyor, tam aksine
bunu son derece tabi görüyoruz. Zira biz, Kainâtın iftiharı
Efendimiz in "âlemlere rahmet olarak gönderildiğini" belirten
Kur’an àyetine bütün benliğimizle inanıyoruz. Ålemlere rahmet olan
bir varlığa ait şeylerin veya onun temas ettigi eşyanın o rahmetin izi
ni, en azından kokusunu taşıdığını kabul ediyoruz. Onun bir insan o
duğunu bilmekle baraber, herhangi bir insanda bulunmayan meziyet
leri taşıdığını da biliyoruz.


Güzel dinimizi kafalarındaki dar kalıplardan ibaret zanneden,
onun gönül ve duygu cephesine verdiği önemi görmek istemeyen
kimseler gibi kuru, katı, duygusuz, maddi ve bu sebeple de kasvetli
bir hayatı hiç mi hiç istemiyoruz, Sevginin, duygunun, hasret ve gözyaşı
nın besleyip derinleştirdigi bir hayatı arzuluyor ve dünyadaki bütün insanların bu bahtiyarlığı tatmasını ve böylece yaşamanın farkına varmasını diliyoruz.

Bizi bu güzel duygulardan, bu aşk ve heyecandan ayırma Yâ Rabbi!...

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz