17/03/2018

İnsanım Kendimi Keşfediyorum



       Kendini keşfetmek isteyen aziz insana, Mevlânâ şöyle seslenir!
“Aziz dost, ey insan! Sen, tek bir kişi değilsin; sen bir âlemsin! Derin ve çok büyük bir denizsin. O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir deryadır. Yüzlerce âlem, o okyanusta gark olup gitmiştir!”

Kendinin farkında ol, der. Kendini ucuza satma, içindeki cevheri zayi etme! Dıştaki kabuğa bakıp aldanma! Onun iç içe tabakalarının arasında sefer et de, ancak sana emanet edilen incileri keşfet.

Evet, bütün peygamberler ve ârifler, kat kat zifiri karanlıklara gömülmüş insanoğlunu, perdeleri açmaya, kendini fethetmeye ve nûra çıkmaya davet etmişlerdir. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmız, bu davetçileri ve ilâhî mesajlarını bu gayenin tahakkuku için göndermiştir. 
O şöyle buyurur:
هُوَ ٱلَّذِي يُنَزِّلُ عَلَىٰ عَبۡدِهِۦٓ ءَايَٰتِۢ بَيِّنَٰتٖ لِّيُخۡرِجَكُم مِّنَ ٱلظُّلُمَٰتِ إِلَى ٱلنُّورِۚ وَإِنَّ ٱللَّهَ بِكُمۡ لَرَءُوفٞ رَّحِيمٞ ٩                                                                                             

“O (Allah), sizi karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarmak için kulu Muhammed’e apaçık âyetler indirendir. Şüphesiz Allah, size karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.” (Hadîd Sûresi, 9)
الٓرۚ كِتَٰبٌ أَنزَلۡنَٰهُ إِلَيۡكَ لِتُخۡرِجَ ٱلنَّاسَ مِنَ ٱلظُّلُمَٰتِ إِلَى ٱلنُّورِ بِإِذۡنِ رَبِّهِمۡ إِلَىٰ صِرَٰطِ ٱلۡعَزِيزِ ٱلۡحَمِيدِ ١                                                                                          

Bu öyle bir kitaptır ki (bütün) insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o yegâne gâlip, hamde lâyık olan (Allah)ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik. (İbrahim Sûresi, 1)
Karanlıklar diye tercüme edilen “zulumât” nedir? İnsanın gözüne perde, kulağına ağırlık ve sağırlık, aklına kilit, yüreğine pas olan perdeler nelerdir? Nasıl oluşur? İnsan kendi hakikatini bu işgalden nasıl kurtarır ve kendinin fâtihi olabilir?

Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden şunu öğreniyoruz ki, en kalın perde küfr, inkâr ve şirk perdesidir. Zaten “küfr” kelime olarak “örtmek” demektir. Fıtratın örtülmesi, vicdanın kapatılması, Hak ve hakikatin perdelenmesi demektir. Bir kimseyi Hak ve hakikate karşı kapatan şeyler çoğu zaman, nankörlük, cehâlet, batıla saplanıp kalmak, körü körüne taklit, delilsiz inat ve taassup, kör taklit ve önyargı gibi hâl ve tavırlardır. Bu ve benzeri zifiri karanlıklar, insanın kendi hakikatine en büyük zulümdür. İnsan hakikati, bu gibi hallerde nice imdat çığlıkları atar da ehl-i irfan dışında bu sesi duyan da olmaz. Hatta kişinin kendisi bile!

Günah ve masiyet perdeleri de insan hakikatini örten karanlıklar oluşturur. Bunlar da işlenen günahın büyüklüğü-küçüklüğü, sayıca azlığı ya da çokluğuyla doğru orantılı olarak insanın öz benliğini kapatır ve karartırlar. 

Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“Kul bir hata işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta vurulur. Şayet el çeker, bağışlanma diler ve tevbe ederse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar hatalara yönelirse siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ Hazretlerinin“Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) şeyler, kalplerinin üzerine pas (reyn) olmuştur”. diye zikrettiği “reyn” budur” (Tirmizî, Tefsir, 83; İbn Mâce, Zühd, 29).

Göz harama bakınca perdelenir, kalbe de zehirli bir yara açar. Kulak, gıybet ve yalan gibi zehirli sözlerle sağırlaşmaya başlar, hassasiyetini kaybeder. Dil haram sözlerle kirlenir ve kararır. Böyle böyle insani öz işgale uğrar. Nefs ve şeytanın esiri haline gelir.
Bir başka perdeleme, kibirlenmek, kendini beğenmek, fanilere bel bağlamak, arzuları putlaştırmak, dünyaya çakılıp kalmak, yâri bırakıp ağyâra sevdalanmaktır.

Esasen bu ve diğer perdelerin her birinin menşei, kulun Hak’tan gafil olmasıdır. Gafletin az ya da çok oluşuna göre perdelerin kemiyet ve keyfiyeti artar ya da eksilir. Bu gaflet neticesinde kişinin zihni, kalbi, gözü, kulağı, idraki ve belki hücre hücre tüm benliği nefis ve şeytanın askerleri tarafından işgale uğrar ve fonksiyonlarını icra edemeyecek hale gelir. 

Rabbimiz şöyle buyurur:
وَلَقَدۡ ذَرَأۡنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرٗا مِّنَ ٱلۡجِنِّ وَٱلۡإِنسِۖ لَهُمۡ قُلُوبٞ لَّا يَفۡقَهُونَ بِهَا وَلَهُمۡ أَعۡيُنٞ لَّا يُبۡصِرُونَ بِهَا وَلَهُمۡ ءَاذَانٞ لَّا يَسۡمَعُونَ بِهَآۚ أُوْلَٰٓئِكَ كَٱلۡأَنۡعَٰمِ بَلۡ هُمۡ أَضَلُّۚ أُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلۡغَٰفِلُونَ ١٧٩

“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (Araf Süresi, 179)

15/03/2018

Varlıkta da Darlıkta da Aynı Olmak


إِنَّ ٱلۡإِنسَٰنَ خُلِقَ هَلُوعًا ١٩إِذَا مَسَّهُ ٱلشَّرُّ جَزُوعٗا ٢٠ وَإِذَا مَسَّهُ ٱلۡخَيۡرُ مَنُوعًا ٢١
“Şüphesiz ki insan hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman feryat eder. Bir hayır dokunduğu zaman da cimrileşir, yoksula vermez.” (Meâric, 19-21)
Gerçek anlamda Allah’a ve ahirete inanmayan kimseler güç ve servet sahibi olduklarında azarlar, nimetin asıl sahibini unutup nimete taparlar. “Hayır, gerçekten insan kendini varlıklı görünce mutlaka azar.” (Alâk, 6-7)

Her şeyin Allah’tan geldiğine, varlığın ve darlığın bir imtihan sebebi olduğuna inananlar ise şükür ve sabrı elden bırakmazlar. Fakat böyleleri pek azdır. “Ey Dâvud ailesi: Şükretmek için çalışın. Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13)

Şükür; yapılan iyiliğe karşı minnettarlık duymak, iyilik yapana söz ve fiille mukabelede bulunmak, teşekkürlerini sunmaktır. Buna Şükrân-ı nimet, aksine ise küfran-ı nimet denir.

Güç ve iktidar sahibi iken daima şükür üzere olanlara dair en çarpıcı örnek Hz. Süleyman’dır. Rüzgara, cinlere, hayvanlara, görülmemiş servete hükmeden Hz. Süleyman kuşların, karıncaların dilinden bile anlıyordu. Buna rağmen asla şımarmamış, kul olduğunu unutmamıştır.
فَتَبَسَّمَ ضَاحِكٗا مِّن قَوۡلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوۡزِعۡنِيٓ أَنۡ أَشۡكُرَ نِعۡمَتَكَ ٱلَّتِيٓ أَنۡعَمۡتَ عَلَيَّ وَعَلَىٰ وَٰلِدَيَّ وَأَنۡ أَعۡمَلَ صَٰلِحٗا تَرۡضَىٰهُ وَأَدۡخِلۡنِي بِرَحۡمَتِكَ فِي عِبَادِكَ ٱلصَّٰلِحِينَ ١٩
“Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” dedi. Süleyman onun bu sözüne gülümsedi ve “Ey Rabbim! Bana ve anama-babama verdiğin nimetlerine şükretmeye ve senin razı olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarımın arasına kat” dedi.” (Neml, 19)

Nemrud ve Firavun, sahip oldukları güç ve iktidar yüzünden şımardılar. Kârun, sahip olduğu servetin Allah’ın lütfu olduğunu unuttu. Kendi bilgi ve başarısıyla elde ettiğini ileri sürdü. Nankörlüğe dayanan bu tavırlar ne Nemrut’a, ne Firavun’a, ne de Kârun’a yaradı, hepsi de helak oldular. Nimet ve servetle şımaran toplumların akıbeti de aynı olmuştur.

Hz. Süleyman gibi, Hz. Yusuf (a.s.) da elde ettiği iktidarla şımarmadı. Her şeyin Mevlâ’nın lütfu olduğunu bilerek şükretti. İftira yüzünden girdiği hapisten çıkıp Mısır’a hakim olunca, annesi, babası ve kendisini kuyuya atan kardeşleriyle buluşunca Rabbine yönelerek şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Sen bana hükümranlık verdin, rüyada görülen olanların tabirini bana öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da âhirette de benim dostum sensin. Benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyi kimseler arasına kat.” (Yusuf, 101)

Peygamberlerin şahı Hz. Muhammed (s.a.v.) de en ideal şekilde sıkıntılara sabretti, nimetlere karşı şükretti. Sürüldüğü Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak girerken asla kibir alameti göstermedi. Mütevazı bir kul olarak girdi. “Allah için mütevazı olanı Allah yüceltir. Kibirli olanı ise alçaltır” buyurdu. Ayakları şişinceye kadar gece namazı kıldı.

Kalbimin Aynası



        Üzerine dikkat ve hassasiyetle vurgu yapılan bir uzuv olan kalb, insan münasebetlerinde de büyük ehemmiyet arz etmektedir. İnsanlar arasındaki münasebetlerde, belki de ilk mânevî alışverişin yaşandığı nokta, yine kalptir. “Kalben ısınmak”, “kalbi ısınmak” veya “kalpten kalbe yolun olduğuna inanılması” da bunun bir göstergesidir.

Kalbin belki de en ehemmiyetli yönü, bir nazargâh-ı İlahi olmasıdır. “Rabbimizin bizim şeklimize, şemâilimize bakmayacağı, ancak kalplerimize bakıp ona göre değer vereceği”Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından haber verilmiştir. (Bkz: Müslim, Birr, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 9)
Aynı zamanda kalp, âlemin mânevî haritasıdır. Öyle ki o kalpte hem yaz olur, hem kış, hem gece olur, hem gündüz… Yine bir kalpte öfke, nefret, kin ve haset hâkim olduğunda fırtınalar eser; muhabbet, şefkat, merhamet ve fedakârlık hisleri gâlip geldiğinde ise, kalp ikliminde tatlı bir meltem hâkimdir.
Kalb, îmanın mahallidir. İmandan mahrum kalpler, mânen kördür. Güneşin önüne kara bulutlar geldiğinde, güneşin görülmediği gibi, kalbin önüne gelen küfür, nifak, isyan, vesvese ve şüphe bulutları, kalbin gerçekleri görmesine engel olur.

İman nurunun yansıdığı bir yer olarak, kalbin bu hakikatleri bilmesi ve hissetmesi “kalb-i selîm” olmasına bağlıdır. Annesinden doğduğu andan itibaren renkleri görmeyen bir insana renkleri anlatmak zor olduğu gibi ya da tat alma duyusunu tamamen kaybetmiş bir kişiye yeni bir meyve-sebzeyi tarif ederken zorlandığımız gibi, selîm olmayan kalpler de, gerçekleri göremez. Îman, ibadet ve zikir gibi lezzetlerin tadını bir türlü alamaz.

Hâsılı, taşıdığımız bu kıymetli mücevherin her yönü ile değerini bilmemiz lâzım… Kendi kalbimize sahip olmanın en güzel yolu, onu gerçek sahibi olan Allâh’ın emrine âmâde kılmaktır. Kalbin gerçek sahibi, yani muhabbetinin taşınması gereken en yüce varlık ise, Rabbimizdir. Sonra O’nun sevdikleridir. Kalp, Allah’tan ve Allâh’ı sevdirecek şeylerden uzak kaldıkça çoraklaşır, katılaşır, taşlaşır. Ayrık otları bitmeye ve kavuran hoyrat rüzgârlar esmeye başlar. Bu hâl de insanın felaketi demektir.

Kendi kalbimize sahip çıkmamız gerektiği gibi, başkalarının kalbine de hürmet ve dikkat etmemiz gerekir. Meselâ bir kardeşimizin kalp ayarını bozacak hareketlerden, sû-i zanna sebep olacak tavırlardan kaçınmak gerekir. Bu, hem ona, hem de kendimize yapacağımız bir iyiliktir. Aynı şekilde Allah katında yüce bir kıymeti bulunan kalbi incitmemek kadar kalben incinmemek de geniş gönüllü bir mü’min olma kıvamı gerektirmektedir.

Zaman, kalbe, kalplerimize sahip çıkma, başka sevdaların oraya yuvalanmasına müsaade etmeme zamanıdır.  Her türlü menfi taarruzlara mâruz kalan kalbin, selîm bir kalp olması, itmi’nana eren bir kalp olması, elbette zordur ve emek ister. Bu yüzden yarın Rabbimiz:
“-Bize ne getirdin?” diye sorduğunda, verebileceğimiz en büyük ve en güzel cevap:
“-Yâ Rab! Senin için o kirli dünyadan bir kalb-i selîm getirdim!” diyebilmektir.

14/03/2018

Allah'ın Nuruyla Bakmak



           Rasulü Ekrem sallahü aleyhi ve sellem’den mealen şöyle bir hadisi şerif rivayet ediliyor.
“Müminin ferasetinden sakının!. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16, Suyûtî, elĞCâmiu’sĞSağir, 1, 24)

Hz. Osman, yanına gelen birine, “Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın.” dedi. O kimse “Nereden bildin?” diye karşılık verdi. Hz. Osman da, “Müminin ferasetinden korkun, o Allah`ın nuru ile bakar.” hadis-i şerifini bildirdi.

İslam toplum geleneğimize baktığımızda hadisimizi genellikle bu çerçevede anladığımızı ve düşüncelerimizi “Sakınınız” ifadesi üzerine yoğunlaştırdığımızı görmekteyiz.

Mesela şöyle de deniliyor:
“Bir Allah dostunun yanında olduğunuzda kalbinize dikkat etmeniz gerekir. Çünkü o Allah dostu kalbinizden geçenleri bilir ve yanlış bir şey geçmişse mahcup olursunuz.”
Bütün bunların bir gerçeklik payı bulunduğu muhakkak. Allah dilerse şu veya bu kulunu, birisinin kalbinden geçenlere vakıf hale getirebilir. Ama bu hadis sadece böyle mi anlaşılmalıdır, sorusunu sorduğumuzda aklımıza başka sorular da gelecektir.

Mesela, üzerinde yeniden düşünmemiz gereken sorular şunlardır:
-Acaba Rasulullah Efendimizin “Mü’minin feraseti” dediği şey gerçekte nedir?
-Mü’min ferasetinin böyle, kalpleri bilmekten başka bir boyutu yok mudur?
-Mü’min ferasetini sadece kalbleri bilmekle sınırlandırmak, mü’mine, mü’minler topluluğuna nasıl bir farklılık temin eder?
-“Allah’ın nuru ile bakmak” nasıl bir bakışa sahip olmaktır?
-Mü’minin feraseti dediğimiz şey, bir Müslüman toplumda sadece özel insanlara münhasır bir hususiyet midir?
-Mü’minlerin bugünkü hayatına ve İslam toplumlarının yaşadığı mazlumiyete baktığımızda “Mü’min feraseti” ve “Allah’ın nuru ile bakmak” konusunda bir problem yaşadığımızdan söz edilebilir mi? İslam toplumları olarak bizde eksiklik nerededir?
Bunlar, Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem Efen­di­miz’in mü’min feraseti ile önümüze koyduğu ufku doğru görebilmek içindir.

Rasulü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efen­di­miz­den rivayet edilen bir kudsi hadiste de “Allah’ın mü’minin gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olma” hususundan bahsedilir. (Buhari, Rikak, 38)
Şüphesiz bütün bunlar da bir “mü’min kalitesi”nin zaruretiyle alakalıdır. Yaratan, nasıl mü’minin gözü, kulağı, kalbi olur?

Hadis-i şerifteki “Mü’min feraseti” ifadesine bir başka boyut içinden baktığımızda belki aklımıza şu hadis-i şerif ve ayet-i kerimeler de gelebilir:
“Mümin bir delikten iki defa ısırılmayacaktır.” (Buhari, ‘Edeb’, 83, Müslim, ‘Zühd’, 63)
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ إِن تَتَّقُواْ ٱللَّهَ يَجۡعَل لَّكُمۡ فُرۡقَانٗا ...
“Ey iman edenler! Şayet Allah’dan ittika ederseniz, o size furkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir.” (Enfâl, 29)
 “Bu (Kur’an), mümin bir toplum için Rab­binizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır), hidayet rehberidir, rahmettir.” (A’raf, 203)

Bir delikten iki defa ısırılmamak tehlikeler, komplolar karşısında bir zihni diriliği gerektiriyor.
Furkana, yani her şeyin eğirisini doğrusundan ayıracak bir farkedebilme gücüne sahip olabilmekle takva arasında doğrudan alaka kuruluyor.
Ve Kur’an mü’minler için bir basiretler aydınlığı temin ediyor.

Bu ayetlerden yola çıkarak ferasete, kelime anlamı itibariyle baktığımızda basiretle yakın anlam içinde görebiliriz ve derin görüş, görünenin ötesine uzanış, fehmediş, herkesin bir çırpıda farkedemediğini farkediş, gibi anlamlar ihtiva ettiğini düşünebiliriz. Zaten “Allah’ın nuru ile bakış” ile birleştiği için, gözden öte bir görüşü, Allah’ın aydınlattığı bir nüfuzla bakışı ifade ettiği açıktır.

13/03/2018

Kendine Zulmeden Tek Varlık İnsan



      Allah zulmetmez, zulmü ve zalimleri sevmez.
Allah insanın kendi kendine zulmetmesini de istemiyor.
Zulüm kelimesi, genelde, insanın başkasına yaptığı ölçüsüz, hukuk dışı muameleleri tanımlamak için kullanılır. Zulmetmek, başkasının hukukuna yönelik ağır ihlallerde bulunmak olarak bilinir.
Bunlar arasında mesela, kainatın bütün kurallarını ağır biçimde ihlal anlamına gelen Yaratıcı’ya ortak koşmak, yani şirk, Kur’an ifadesince, Yaratıcı ile olan hukuku çiğnemek demek olduğu için “büyük zulüm” olarak nitelendirilmiştir.

Ama “Kendi kendine zulmetmek” Kur’an lügatine girmiş yeni bir ifadedir.
Kur’an’ın insanoğlunun önüne ısrarla koyduğu ve insanı sakındırdığı bir iştir. Bir sapkın davranıştır.
Kur’an, Allah Teala’nın hangi davranışları “kendi kendine zulmetme” çerçevesinde değerlendirdiğini bize örneklerle bildirmektedir.

Mesela, şu ayette, “Allah’ın sınırlarını aşmak”, “kendi kendine zulüm” olarak nitelenmektedir:
وَتِلۡكَ حُدُودُ ٱللَّهِۚ وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ ٱللَّهِ فَقَدۡ ظَلَمَ نَفۡسَهُۥۚ لَا تَدۡرِي لَعَلَّ ٱللَّهَ يُحۡدِثُ بَعۡدَ ذَٰلِكَ أَمۡرٗا ١

“Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, sonra yeni bir durum ortaya çıkarır.”
(Talak, 1)

Şu ayette ise, Hazreti Musa dilinden, bir insanı haksız yere ama kazara öldürmek “Kendi kendine zulmetmek” çerçevesinde ele alınmaktadır.
قَالَ رَبِّ إِنِّي ظَلَمۡتُ نَفۡسِي فَٱغۡفِرۡ لِي فَغَفَرَ لَهُۥٓۚ إِنَّهُۥ هُوَ ٱلۡغَفُورُ ٱلرَّحِيمُ ١٦
“Mûsâ, “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet” dedi. Allah da onu affetti. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Kasas 16)

Şu ayette, Hazreti Adem ve Havva’nın dilinden, yasaklanmış bir meyveden yemek, “Kendi kendine zulüm” diye nitelenmektedir.
قَالَا رَبَّنَا ظَلَمۡنَآ أَنفُسَنَا وَإِن لَّمۡ تَغۡفِرۡ لَنَا وَتَرۡحَمۡنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ ٱلۡخَٰسِرِينَ ٢٣
“(Adem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf, 23)

Şu ayette ise, Beni İsrail’in, buzağıya tapması, Hazreti Musa tarafından “Kendi kendine zulmetmek” olarak tavsif edilmektedir. Yine bu ayette, tevbe çağrısı yapılmakta, bunun “nefsi öldürmek” olduğu belirtilmekte ve ilgi çekici olan şu ki, böyle yapılması tavsiye edilmektedir. Bir yanda “nefse -kendi kendine- zulmetmek” yasaklanırken, diğer yanda “Nefsi öldürmeye çağırmak”, iki kavram arasında nasıl bir farka işaret edildiğini, dolayısıyla “Kendi kendine zulmetme”nin, nasıl hususi bir mânâ yüklemeyi hedeflediğini anlamaktayız.
وَإِذۡ قَالَ مُوسَىٰ لِقَوۡمِهِۦ يَٰقَوۡمِ إِنَّكُمۡ ظَلَمۡتُمۡ أَنفُسَكُم بِٱتِّخَاذِكُمُ ٱلۡعِجۡلَ فَتُوبُوٓاْ إِلَىٰ بَارِئِكُمۡ فَٱقۡتُلُوٓاْ أَنفُسَكُمۡ ذَٰلِكُمۡ خَيۡرٞ لَّكُمۡ عِندَ بَارِئِكُمۡ فَتَابَ عَلَيۡكُمۡۚ إِنَّهُۥ هُوَ ٱلتَّوَّابُ ٱلرَّحِيمُ ٥٤                  
“Mûsâ, kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin Yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün (kendinizi düzeltin). Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah da onların tövbesini kabul etti. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.”(Bakara 54)

Şu ayette, savaşmanın Allah Teala tarafından haram kılındığı aylarda savaşmak, yani ilahi ölçüyü aşmak, “Kendi kendine zulmetmek” diye nitelenmiştir.
إِنَّ عِدَّةَ ٱلشُّهُورِ عِندَ ٱللَّهِ ٱثۡنَا عَشَرَ شَهۡرٗا فِي كِتَٰبِ ٱللَّهِ يَوۡمَ خَلَقَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلۡأَرۡضَ مِنۡهَآ أَرۡبَعَةٌ حُرُمٞۚ ذَٰلِكَ ٱلدِّينُ ٱلۡقَيِّمُۚ فَلَا تَظۡلِمُواْ فِيهِنَّ أَنفُسَكُمۡۚ وَقَٰتِلُواْ ٱلۡمُشۡرِكِينَ كَآفَّةٗ كَمَا يُقَٰتِلُونَكُمۡ كَآفَّةٗۚ وَٱعۡلَمُوٓاْ أَنَّ ٱللَّهَ مَعَ ٱلۡمُتَّقِينَ ٣٦                                                              
“Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin. Fakat Allah’a ortak koşanlar sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın. Bilin ki Allah, kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe 36)

Şu ayette, günahları sebebiyle ilahi azaba düçar olanların, karşı karşıya kaldıkları ağır durumdan dolayı zulümden şikayet edeceklerse, burada hâşâ Allah Teala’yı değil, kendi kendilerini sorumlu tutmaları bildirilmektedir.
فَكُلًّا أَخَذۡنَا بِذَنۢبِهِۦۖ فَمِنۡهُم مَّنۡ أَرۡسَلۡنَا عَلَيۡهِ حَاصِبٗا وَمِنۡهُم مَّنۡ أَخَذَتۡهُ ٱلصَّيۡحَةُ وَمِنۡهُم مَّنۡ خَسَفۡنَا بِهِ ٱلۡأَرۡضَ وَمِنۡهُم مَّنۡ أَغۡرَقۡنَاۚ وَمَا كَانَ ٱللَّهُ لِيَظۡلِمَهُمۡ وَلَٰكِن كَانُوٓاْ أَنفُسَهُمۡ يَظۡلِمُونَ ٤٠        
“Bunların her birini kendi günahları yüzünden yakaladık. Onlardan taş yağmuruna tuttuklarımız var. Onlardan o korkunç sesin yakaladığı kimseler var. Onlardan yerin dibine geçirdiklerimiz var. Onlardan suda boğduklarımız var. Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.”(Ankebut 40)

Ve şu ayette Allah Teala, bir boşanma durumunda kadınların haklarına tecavüz etmeyi, tecavüz eden için “kendi kendine zulüm” çerçevesinde zikretmektedir. Yani bir başkasına karşı yapılan haksızlığı herkes, ona yönelik zulm gibi görebilir, bu normaldir, ama ilahi nazarda bu “kendi kendine zulüm” gibi de görülebilmektedir. Şu ayeti dikkatle okuyalım:
وَإِذَا طَلَّقۡتُمُ ٱلنِّسَآءَ فَبَلَغۡنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمۡسِكُوهُنَّ بِمَعۡرُوفٍ أَوۡ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعۡرُوفٖۚ وَلَا تُمۡسِكُوهُنَّ ضِرَارٗا لِّتَعۡتَدُواْۚ وَمَن يَفۡعَلۡ ذَٰلِكَ فَقَدۡ ظَلَمَ نَفۡسَهُۥۚ وَلَا تَتَّخِذُوٓاْ ءَايَٰتِ ٱللَّهِ هُزُوٗاۚ وَٱذۡكُرُواْ نِعۡمَتَ ٱللَّهِ عَلَيۡكُمۡ وَمَآ أَنزَلَ عَلَيۡكُم مِّنَ ٱلۡكِتَٰبِ وَٱلۡحِكۡمَةِ يَعِظُكُم بِهِۦۚ وَٱتَّقُواْ ٱللَّهَ وَٱعۡلَمُوٓاْ أَنَّ ٱللَّهَ بِكُلِّ شَيۡءٍ عَلِيمٞ ٢٣١                                                                                      
“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme sürelerini bitirdikleri zaman, ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz edip zarar vermek için onları tutmayın. Bunu kim yaparsa kendine zulmetmiş olur. Sakın Allah’ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara 231)

Bu ayetlere göre Allahın insanoğlu için belirlediği sınırları aşmaktan, Allah Teala dışında bir varlığa tapmaya kadar, bir insanı öldürmekten, yasaklanmış bir işi yapmaya kadar….. İslam’ın “Günah” diye nitelediği fiilleri işlemek,  kendi kendine zulüm kapsamı içindedir.

Buradaki “zulüm”den, insan bedenine yönelik fiziki bir zorlamanın kastedilmediği açıktır.
Burada anlatılmak istenen “Kendi kendine zulüm”, mesela aç – susuz kalmak, uykusuz durmak, diken üstünde yatmak, uzun süre ayakta durmak, bedenini yaralamak, kanını akıtmak, intihar etmek vs. değildir.

Burada zikredilen “zulüm” insanın kendi kendisine manevi bir bedel ödetmesidir.
İnsanın kendi kendisini, yaratılış hukuku dışında bir işe zorlamasıdır.
Allah Teala, belki de insan tarafından nefsi bir zevk gibi algılanacak olan böyle bir zorlamayı zulüm olarak tavsif etmektedir.
Hazreti Adem, Havva ve Hazreti Musa gibi kalbi hassasiyeti derin olan kullar ise, bu davranışların zulüm olduğunu idrak etmekte ve Allah’tan mağfiret dilemektedirler.
İlginçtir ki, Allah Teala, insanın kendi kendine yaptığı zulümden kurtulma yolu olarak da “tevbe”yi öğütlemektedir.


12/03/2018

Gece Karanlığında İnsan Aramak


        
        Bugün insanlık, ahlâk ve insanî özellikler bakımından âdeta can çekişiyor. Çünkü bütün güzellikler, fazîletler, ulvî duygular şu veya bu şekilde nefsin süflî arzularının tasallutu altında.

Dolayısıyla bugün, yetişmiş ideal insan eğitiminin ve hizmetin ehemmiyeti çok daha büyük. Yani asıl hizmet, ruhlara ve gönüllere mâneviyat aşısı yaparak mânen boğulmak üzere olanlara can kurtaran simidi uzatmak.

Mevlânâ Mesnevî’sinde bir hikâye anlatır:

“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:
«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum. Adam:
«–İnsan arıyorum!» diye cevap verdi. Ona dedim ki:
«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine. Yat, rahatına bak. Nâfile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»
Adamcağız acı acı baktı ve dedi ki:
«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama yine de hasretimi tatmin etmek için aramaktan zevk alıyorum!»”

İşte insanlar da darda kaldıkları, zorlandıkları ve içinden çıkamadıkları her işte bir kurtarıcı beklerler. Bunun içindir ki Ömer bin Abdülazizler dâimâ aranıyor, Fatihler dâimâ aranıyor. Çanakkale’nin, İstiklâl Harbi’nin o yiğit, o îmanlı erleri ve kumandanları dâimâ aranıyor.
Bu arayışlar, asıl ihtiyacın farkında olmak bakımından çok güzel. Ancak bütün bu arayışlar, ideal insanı yetiştirme gayretine dönüşürse, işte o an, aranan insanın bulunacağı andır. Gayretten uzak arayış ve bekleyişten ise hiçbir semere alınamaz. Çırpınmayan, tembel ve paslı yürekler hayat okyanusunun girdaplarında boğularak helâk olurlar.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz