Üzerine dikkat ve hassasiyetle vurgu yapılan bir uzuv olan kalb, insan münasebetlerinde de büyük
ehemmiyet arz etmektedir. İnsanlar arasındaki münasebetlerde, belki de ilk
mânevî alışverişin yaşandığı nokta, yine kalptir. “Kalben ısınmak”, “kalbi
ısınmak” veya “kalpten kalbe yolun olduğuna inanılması” da bunun bir
göstergesidir.
Kalbin belki
de en ehemmiyetli yönü, bir nazargâh-ı İlahi olmasıdır. “Rabbimizin bizim
şeklimize, şemâilimize bakmayacağı, ancak kalplerimize bakıp ona göre değer
vereceği”Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından haber
verilmiştir. (Bkz: Müslim, Birr, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 9)
Aynı zamanda
kalp, âlemin mânevî haritasıdır. Öyle ki o kalpte hem yaz olur, hem kış, hem
gece olur, hem gündüz… Yine bir kalpte öfke, nefret, kin ve haset hâkim
olduğunda fırtınalar eser; muhabbet, şefkat, merhamet ve fedakârlık hisleri
gâlip geldiğinde ise, kalp ikliminde tatlı bir meltem hâkimdir.
Kalb, îmanın
mahallidir. İmandan mahrum kalpler, mânen kördür. Güneşin önüne kara bulutlar geldiğinde,
güneşin görülmediği gibi, kalbin önüne gelen küfür, nifak, isyan, vesvese ve
şüphe bulutları, kalbin gerçekleri görmesine engel olur.
İman nurunun
yansıdığı bir yer olarak, kalbin bu hakikatleri bilmesi ve hissetmesi “kalb-i
selîm” olmasına bağlıdır. Annesinden doğduğu andan itibaren renkleri görmeyen
bir insana renkleri anlatmak zor olduğu gibi ya da tat alma duyusunu tamamen
kaybetmiş bir kişiye yeni bir meyve-sebzeyi tarif ederken zorlandığımız gibi,
selîm olmayan kalpler de, gerçekleri göremez. Îman, ibadet ve zikir gibi
lezzetlerin tadını bir türlü alamaz.
Hâsılı,
taşıdığımız bu kıymetli mücevherin her yönü ile değerini bilmemiz lâzım… Kendi
kalbimize sahip olmanın en güzel yolu, onu gerçek sahibi olan Allâh’ın emrine
âmâde kılmaktır. Kalbin gerçek sahibi, yani muhabbetinin taşınması gereken en
yüce varlık ise, Rabbimizdir. Sonra O’nun sevdikleridir. Kalp, Allah’tan ve
Allâh’ı sevdirecek şeylerden uzak kaldıkça çoraklaşır, katılaşır, taşlaşır.
Ayrık otları bitmeye ve kavuran hoyrat rüzgârlar esmeye başlar. Bu hâl de
insanın felaketi demektir.
Kendi
kalbimize sahip çıkmamız gerektiği gibi, başkalarının kalbine de hürmet ve
dikkat etmemiz gerekir. Meselâ bir kardeşimizin kalp ayarını bozacak
hareketlerden, sû-i zanna sebep olacak tavırlardan kaçınmak gerekir. Bu, hem
ona, hem de kendimize yapacağımız bir iyiliktir. Aynı şekilde Allah katında
yüce bir kıymeti bulunan kalbi incitmemek kadar kalben incinmemek de geniş
gönüllü bir mü’min olma kıvamı gerektirmektedir.
Zaman,
kalbe, kalplerimize sahip çıkma, başka sevdaların oraya yuvalanmasına müsaade
etmeme zamanıdır. Her türlü menfi taarruzlara mâruz kalan kalbin, selîm
bir kalp olması, itmi’nana eren bir kalp olması, elbette zordur ve emek ister.
Bu yüzden yarın Rabbimiz:
“-Bize ne
getirdin?” diye sorduğunda, verebileceğimiz en büyük ve en güzel cevap:
“-Yâ Rab!
Senin için o kirli dünyadan bir kalb-i selîm getirdim!” diyebilmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder