10/03/2018

Kibrin Kime?




        Kârun, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu, zühd ve takvâ sahibi bir kul idi. Üstelik Tevrât’ı en iyi tefsir eden kimseydi. Cenâb-ı Hak ona bir imtihan olarak büyük hazineler verdi. Kârun, bu ilâhî ihsanlar için şükredeceği yerde, gurur, kibir ve enâniyete kapılarak servetini âdeta put hâline getirdi. 

     Öyle ki Mûsâ -aleyhisselam-, Kârun’a zekâtının hesabını bildirince o:
“–Bunları ben kendi ilmimle kazandım!” diye büyüklenerek îtiraz etti. Neticede, dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek, zelil bir hâlde helâk edildi.

Ebrehe de, o zamanın tankları sayılan fillerle Kâbeʼyi yıkmak için yola çıkmıştı. Cenâb-ı Hak Ebâbil kuşlarını gönderdi. Bu küçük kuşlar vâsıtasıyla, o koca fil ordusunu helâk etti. Lâkin Ebreheʼyi bir ibret olsun diye orada öldürmedi. Onu, gurur ve kibirle çıktığı yurduna zelil hâlde geri döndürdü ve orada helâk etti.

Bunun içindir ki Hak dostu ârif kullar, nefislerine karşı dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmuş, en ufak bir gurur, kibir ve enâniyet durumunda derhâl kendi nefislerine haddini bildirmişlerdir.

Bâtılın Adamı Olmak



                BÂTIL VE ÂTILIN ADAMLARI
İbrahim aleyhisselamı yakmak isteyenler ateşe kütük oldu gittiler. Yakmak istedikleri, ateş söndüren bir hidayet kaynağı oldu. Allah kazandı, galip oldu. Batıl ve atılın adamları her seferinde olduğu gibi perişanlığa mahkûm oldular.

Bir deve yavrusuna takılıp kalanlar nerede şimdi?
Bir buzağı heykelciğini ilah edinmek isteyen nimet nankörleri, nasıl çöllerde sefaletle ömür bitirdiler ve akılsızlıklarının akıbetini gördüler.

Nerede şimdi, ateşle tutuşturulmuş büyük çukurlar kazıp kazdıkları çukurlara binlerce mümini atanlar? Onlar nerede, ateşe attıkları müminler nerede? Ateşe atanlar ebedî ateşte, ateşe atılanlar da ebedî cennetlerde değil mi şimdi? Ne hesaplandı ne odu? Batıl ne istiyordu ne buldu? Kimin sözü vaat ettiği gibi çıktı? Allah, vadinden döndü mü hiç?

‘BEN VARIM’
Kimsenin olmadığı zamanda ‘ben varım’ dediği için ölüme sürülenler, o Sümeyye’ler, Yasir’ler, Habbab’ların şanına erişebilen oldu mu?
Bedir’de, Uhud’da, Hendek’de, Tebük’te kim kazandı, kim kaybetti?

Şu ölümlü dünyada üç gününü gün etmeyi başardığını zannedenlerin yanında üç günü verip günlerin işlemediği zaman ve diyarı alanlar kazandı. Tavrını kendisini yaratandan yana koyabilenler gerçeğin sahibi oldular. Birileri ölümden kurtulmak için ezilip büzülürken onlar ölümü öldürdü adeta. Kula kulluktan yücelip Allah’a kullukla ebedîleştiler.

İblis çok şeyler vaat etti. Onun hiçbir vaadi gerçek olmadı. Peşinden gidenleri hep aldattı. Vaadi de kendisi de boş çıktı.

ALLAH’IN HER VAADİ GERÇEK OLDU
Allah’ın ise her vaadi gerçek oldu. Ona güvenen kazandı.
Dün böyle oldu. Bugün böyle oluyor. Yarın da böyle olacak. İlk insandan beri istatistikler böyle diyor. Hayat bu hayat değildir. Ömür üç günlük olmamalıdır. Kovulmuş İblis’e güvenilmemelidir. Hakkı söyleyen Allah’tır. Ona güvenen ve güvendiğinin gereğini yapan da muhakkak kazanacaktır. Bu kuraldır. Kural da şaşmayacaktır. Batıl gidicidir. Galip olan haktır. Koca bir insanlık tarihi bunun şahididir.

İnsanı Koruyan Önemli Kalkan



        Îmân edenlere “Lokmanıza dikkat edin” uyarısı diye özetleyebileceğimiz âyetlerde şöyle buyruluyor: 
يَٰٓأَيُّهَا ٱلنَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي ٱلۡأَرۡضِ حَلَٰلٗا طَيِّبٗا وَلَا تَتَّبِعُواْ خُطُوَٰتِ ٱلشَّيۡطَٰنِۚ إِنَّهُۥ لَكُمۡ عَدُوّٞ مُّبِينٌ 

إِنَّمَا يَأۡمُرُكُم بِٱلسُّوٓءِ وَٱلۡفَحۡشَآءِ وَأَن تَقُولُواْ عَلَى ٱللَّهِ مَا لَا تَعۡلَمُونَ                                
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”(Bakara-168-169)

Buradan şunu anlıyoruz ki, rızkın helâl ve temiz olmasına özen göstermek, şeytana uymamak adına atılmış çok önemli bir adımdır. Rızkın helâl olmasına özen göstermeyenler, şeytanın tuzaklarına karşı korumasız kalırlar, telkinlerine açık hâle gelirler.
ŞEYTANIN HİLELERİ
 “şeytan insanı öncelikle küfre ve şirke davet eder. Bunu başaramazsa günahları sevimli göstermeye ve bid’atlere çağırır. Bunda da muvaffak olamazsa, büyük günahları işlemesini ister. Bunu başaramazsa küçük günahları önemsiz göstermeye çalışır. Bunda da başarılı olamazsa, sevaplardan mahrum kalacağı boş işlere onu teşvik eder. Eğer bunu da yapamazsa, onu fazîletli amellerden alıkoymak için, ecri daha az olan işlere yönlendirir.”
Biliyoruz ki, şeytan ancak “kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğimiz şeyleri söylemeyi telkin eder.” Yine biliyoruz ki, “Şeytanın hîlesi zayıftır.”4 Onun tuzaklarını zayıflatan en önemli faktör ise helâl dairesinde yaşamaktır. Belki ağzına girene ve ondan çıkana dikkat etmektir.

09/03/2018

İnsan Olmak Zor Ama Büyük Şeref



Mükerrem insan; en güzel sûret ve bedende yaratıldığı gibi, düşünme, aklını ve iradesini kullanma; îman, itaat ve takvâ çerçevesinde yaşama, sorumluluk duygusuyla yeryüzünde hak ve adaleti tesis etme, ahlak, vicdan ve merhamet duygularıyla yeryüzünü inşâ etme özelliklerine sahip bir canlıdır.

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya…
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya
Su iner yokuşlardan hep basamak basamak,
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nûr akar; birinden kir.
                       Necip Fâzıl Kısakürek
İLÂHÎ EMANET
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
إِنَّا عَرَضۡنَا ٱلۡأَمَانَةَ عَلَى ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلۡأَرۡضِ وَٱلۡجِبَالِ فَأَبَيۡنَ أَن يَحۡمِلۡنَهَا وَأَشۡفَقۡنَ مِنۡهَا وَحَمَلَهَا ٱلۡإِنسَٰنُۖ إِنَّهُۥ كَانَ ظَلُومٗا جَهُولٗا                                                                                                                                 
“Muhakkak ki biz emâneti; göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
Bu “emânet” ister, Allâh’ın dinine, kitabına, hitabına muhatap olmak olsun; ister yeryüzünün îmâr ve tezyini olsun, ister “halifelik makamı” olsun netice değişmez. İnsan, göklerin ve yerin yüklenmekten kaçtığı bir emaneti, “gözü kara bir şekilde” yüklenmiştir. Buna cehâletiyle girmiş, bu emânetin hakkını veremeyerek zâyî etmiş, netice itibariyle zulmetmiştir.

İmam Taberî, bu âyetlerin tefsîrinde şöyle der:
“İnsan öyle nankördür ki, başına gelen musîbetten ötürü Rabbinin bütün nimetlerini unutur. Öyle cimridir ki, yemeğini tek başına yemeyi tercih eder. Öyle zâlim/gaddardır ki, kölesini döver ve öyle şefkatsiz merhametsizdir ki, sıla-i rahim yapmaz, kimseye iyilik etmez.”
Allah Teâlâ, insanlara tekrar tekrar sorar:
                                  يَٰٓأَيُّهَا ٱلۡإِنسَٰنُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ ٱلۡكَرِيمِ                                                                                                                    
ٱلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوَّىٰكَ فَعَدَلَكَ                                             
                                                                فِيٓ أَيِّ صُورَةٖ مَّا شَآءَ رَكَّبَك                                                                    
“Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir? O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp ölçülü bir biçim verdi. Seni istediği herhangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.” (el-İnfitâr, 6-8)

İnsan, yaratılışında büyük bir kudretin sonsuz sanatının eserlerini gördüğü hâlde, nefsin ve şeytanın süslü laflarına, dünyanın cezbedici oyun ve eğlencesine dalar ve Rabbini unutur. Ancak nihâî gerçek olan ölüm geldiğinde, gaflet sona erer ve insan o zaman hakikatin soğuk yüzüyle karşılaşır:
يَٰٓأَيُّهَا ٱلۡإِنسَٰنُ إِنَّكَ كَادِحٌ إِلَىٰ رَبِّكَ كَدۡحٗا فَمُلَٰقِيهِ ٦                                                                  

“Ey insan! Şüphe yok ki sen, Rabbine kavuşuncaya kadar uğraşıp duracaksın. Sonunda O’na varacaksın (ve yaptıklarından hesap vereceksin.)” (el-İnşikâk, 6)
Bütün bu gerçekleri bildiği hâlde, bu dünyadayken gününü gün eden insan, elbette ve elbette çok zâlim ve pek nankördür:
وَءَاتَىٰكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلۡتُمُوهُۚ وَإِن تَعُدُّواْ نِعۡمَتَ ٱللَّهِ لَا تُحۡصُوهَآۗ إِنَّ ٱلۡإِنسَٰنَ لَظَلُومٞ كَفَّارٞ                   
“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nimetini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür.” (İbrahim, 34)

KUR’ÂN-I KERÎM’DE TARİF EDİLEN “MÜKERREM İNSAN”
Âlemlerin Rabbi’nin Kur’ân-ı Kerîm’de tanıtmış olduğu “mükerrem insan”; şerefli, muhterem, azîz, saygıdeğer, hürmet ve tâzime eriştirilmiş kimse demektir. Rabbimiz şöyle buyurur:
وَلَقَدۡ كَرَّمۡنَا بَنِيٓ ءَادَمَ وَحَمَلۡنَٰهُمۡ فِي ٱلۡبَرِّ وَٱلۡبَحۡرِ وَرَزَقۡنَٰهُم مِّنَ ٱلطَّيِّبَٰتِ وَفَضَّلۡنَٰهُمۡ عَلَىٰ كَثِيرٖ مِّمَّنۡ خَلَقۡنَا تَفۡضِيلٗا ٧٠
“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve en temiz şeylerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (el-İsrâ, 70)
Bu âyette tanıtılan “mükerrem insan”, Allâh’ın ilâhî nefhasından nasiplenmiş, meleklerin kendisine secde ettiği, bedeniyle mükemmel yaratıldığı gibi canıyla, malıyla, izzet ve şerefiyle ilâhî koruma altına alınmış yüce bir varlıktır.
İNSAN MUHTEREMDİR
Cennette her türlü günahtan uzak, daima ibadet ve tesbihâtla meşgul olan melekler bile ona ilâhî ruh üflendiğinde, Allâh’ın emriyle hürmet göstermiş ve saygıyla secde etmişlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
 وَإِذۡ قُلۡنَا لِلۡمَلَٰٓئِكَةِ ٱسۡجُدُواْ لِأٓدَمَ فَسَجَدُوٓاْ إِلَّآ إِبۡلِيسَ أَبَىٰ وَٱسۡتَكۡبَرَ وَكَانَ مِنَ ٱلۡكَٰفِرِينَ ٣٤                            
“Hani, biz meleklere (ve cinlere): «Âdem’e secde edin!» demiştik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (el-Bakara, 34)
Âyet-i kerîmede açıkça bildirildiği üzere, o günkü secdenin kıblesi, insanlığın atası olan Hazret-i Âdem’di. Allâh’ın “Secde edin!” emrini yerine getiren melekler, övülmüş; secde emrine karşı gelip kibirlenen şeytan ise, ilâhî huzurdan ve sonsuz rahmetten kovulmuştur. Bu hâdisede, Allâh’ın emrine karşı gelmenin neticesi görüldüğü gibi, insanın mânevî makamının melek ve cinlerin secde etmesini îcab ettirecek derecede ulvî olduğu da ifade buyrulmuştur.

Öyleyse insan, “insan oluşu sebebiyle” muhteremdir; saygıya, hürmete ve dokunulmazlığa sahiptir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, meşhur Vedâ Hutbesi’nde insanın yücelik ve dokunulmazlığını şöyle anlatır:

“Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, yerlerin en mukaddesi, şu Mekke şehrinizdir. Bilmiş olunuz ki, ayların en mukaddesi Zilhicce Ayı’nızdır. Bilmiş olunuz ki, şu Mekke şehrinde şu Zilhicce ayınız nasıl mukaddes ise, (arefe gününde Mekke’de günah işlemek nasıl ağır bir suç ise) şüphesiz kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız (şeref ve namusunuz) aynı şekilde mukaddestir (dokunulmazdır).” (Buhârî, İlim, 9; Müslim, Kasâme, 29)

Başka bir hadîsi şerîfte ise; “Allah Teâlâ’nın katında (haksız yere) bir mü’minin öldürülmesi, dünyanın yok olmasından daha büyük (bir cürüm)dür.” buyrulur. (Nesâî, Muhârebe, 2; Tirmizî, Diyât, 7)
Hatta yanlışlıkla olsa dahî, bir insanın canına kıyılması hâlinde, büyük diyetler ödenmesi gerektiği bildirilir.
MÜKERREM İNSAN KİMDİR?
Mükerrem insan, kâinâtın ve eşyanın sırrını idrak edebilen ve karşılığında tazim, tesbih, tefekkür ve teşekkürde kusur etmeyen kutlu insandır. Âyet-i kerîmede;
وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَمَا فِي ٱلۡأَرۡضِ جَمِيعٗا مِّنۡهُۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَأٓيَٰتٖ لِّقَوۡمٖ يَتَفَكَّرُونَ ١٣                   
 “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi, kendi katından (bir lütuf ve nîmet olmak üzere) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” buyrulur. (el-Câsiye, 13)
Mükerrem insan; en güzel sûret ve bedende[et-Tîn, 1-4] yaratıldığı gibi, düşünme, aklını ve iradesini kullanma; îman, itaat ve takvâ çerçevesinde yaşama, sorumluluk duygusuyla yeryüzünde hak ve adaleti tesis etme, ahlak, vicdan ve merhamet duygularıyla yeryüzünü inşâ etme özelliklerine sahip bir canlıdır.
Mükerrem insan, henüz rûh ile beden buluşmadan önce, Allah Teâlâ tarafından muhatap alınarak; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “Evet, ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin!” mukabelesinde bulunan yüce varlıktır.
Mükerrem insan; yalnızca Allah Teâlâ’ya ibadet ve itaat için yaratılmış insandır. Bu sebeple insan, Cenâb-ı Hakk’a kulluğu kadar değerlidir. Rabbimiz insanın Allah katındaki kıymetini de şu veciz âyetle ifade etmiştir:
قُلۡ مَا يَعۡبَؤُاْ بِكُمۡ رَبِّي لَوۡلَا دُعَآؤُكُمۡۖ فَقَدۡ كَذَّبۡتُمۡ فَسَوۡفَ يَكُونُ لِزَامَۢا ٧٧                                                
“(Rasûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?!” (el-Furkan, 77)

Mükerrem insan, “Her Âdem, bir âlemdir!” düsturunca, insan hakikatini anlayan ve bu anlayış çerçevesinde ona muâmelede bulunan kimsedir. Kendisine yönelik her türlü eziyet, sıkıntı, tahkir etmede dahî, yâr” olabilendir.
HÜLÂSÂ, MÜKERREM İNSANLAR
“Ahsen-i takvîm: en güzel yaratılış” üzere yaratılmış oldukları şuuruyla, her dâim Rablerine muhabbet, hürmet, itaat ve kulluk içinde bulunurlar.
Rablerine teslimiyet ve tevekkülleri tamdır.
Her işlerinde önce Cenâb-ı Hakk’ın rızasını gözetir, O’nun râzı olmadığı iş ve davranışlardan uzak dururlar. Namazlarında derin bir huşû içerisinde ve daimîdirler. Farz ibadetlerin yanında nâfile ibadetlerle Rablerine yaklaşma gayreti içindedirler.
Çevreleriyle iyi geçinir, yaratılanı Yaratan’dan dolayı sever ve affederler.
İşlerinde hoşgörüyü esas alıp öfkelerini kontrol altında tutarlar.
“Sıla-i rahm”e (akrabalık bağlarına) önem verir,
Allâh’ın gazabının anne-babanın gazabını almaktan; rızâsını kazanmanın da anne-babanın rızasını kazanmaktan geçtiğini bilirler; onlara mâruf ve meşrû işlerde “Öff!” dahî demezler.
Bollukta da, darlıkta da infak eder; “Allâh’ın cömertlerle birlikte olduğu” şuuruyla, Allâh’ın kendilerine verdiği nimetleri, onun istediği yerlere cömertçe sarf ederler.
Sosyal ilişkilerinde kolaylık gösterir, zorluk çıkarmazlar. Kaba, haşin değil; yumuşak huylu ve güler yüzlüdürler. Kolayca ülfet ederler ve kendileriyle de kolayca ülfet edilir. Gurur, kibir, benlik ve bencillikten uzak dururlar.
Zan yapmazlar. Kötü zannın azının da çoğunun da haram olduğu şuuruyla titiz davranırlar. Kötü söylemez, mü’min kalbi incitmezler.
Mütevazîdirler. Ne kadar iyilik ve ibadet yapsalar da Âlemlerin Rabbinin rahmeti olmadan cennete giremeyeceklerinin şuuru içindedirler.
Hatalarında ısrar etmez, tevbe ile hemen geri dönerler.

Hülâsâ insan olmak zor, ama bir o kadar da şerefli bir sorumluluktur. Dünya üzerinde en büyük mesleğin, en zor işin, en kritik imtihanın ve en büyük maharetin “gerçek bir insan olmak”tan geçtiğinin farkında olmak niyazıyla…

08/03/2018

Kıskanılan Kadın Olmak


          Hazret-i Peygamber Efendimiz tebliğine başladığında kendisine ilk ve en büyük destek, Hazret-i Hatice Vâlidemizden gelmiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hirâ’dan telâş içinde dönüp:
“–Yâ Hatice! Bana kim inanır?” dediği zaman, o mübârek zevce, Varlık Nûru Efendisi’ne:
“Allâh’a yemin ederim ki, Allah (c.c) hiçbir vakit Sen’i utandırmaz (mahrum etmez). Çünkü Sen, akrabanı himâye edersin. İşini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire infâk eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafire ikram edersin. Hak yolunda zuhûr eden hâdiselerde (halka) yardımda bulunursun…
Ey Allâh’ın elçisi! Sen’i ben kabûl eder, tasdîk eylerim. Allah yoluna önce beni dâvet et!" demiş ve hayatı boyunca Efendimiz’in İslâm dâvâsında sâdık bir müşâviri, dert ortağı, tesellî ve huzur kaynağı olmuştur. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, engin vefâsı ve yardımları sebebiyle hanımını ömür boyu unutmamıştır.Zira Efendimiz’in beyânıyla:
“Dünya geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı; dindar, sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ, 64)
Efendimiz, bir âile sohbetinde, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’i uzun uzun anlatarak bazı hâtıraları yeniden nakletmiş ve geçmiş günleri yâd etmişti. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz hayret ifâde eden bir üslupla:
“–Yâ Rasûlâllah, senelerce evvel ölüp gitmiş olan bir yaşlı kadını, bu kadar hatırlayıp yâd etmekte ne fayda var? Allah, size, ondan daha genç ve güzelini ihsân etmiş; ağzında dişi bile kalmamış bir ihtiyar kadın yerine daha gencini vermiştir.” dedi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20)
Âişe Vâlidemiz’in bu sözlerine karşı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek dudaklarından, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’i niçin unutmadığını bildiren şu sözler döküldü:
“–Yâ Âişe! Seneler geçtiği hâlde Hatice’yi unutmayışım, onun dış güzelliğinden değildir. Herkes beni red ve inkâr ettiği zaman, Hatice bana inandı ve tasdik etti.
Etrafımdaki müşrikler bana, «yalancısın» dediği zaman; Hatice bana; «Doğru söylüyorsun, aslâ çekinme!» dedi.
İnsanlar benden bir pulu esirgediği zaman, Hatice, bütün servetini önüme sererek, «Bunların hepsi emrindedir, istediğin kadar harcayabilirsin.» dedi.
Dünyada yalnız kaldığım günlerde, Hatice benden aslâ geri kalmadı; «Bunların hepsi geçicidir, üzülme, ileride bu güçlükleri kolaylıklar takip edecektir.» dedi.
İşte ben, Hatice’yi, bu fedâkârlıkları için unutmuyorum!”
Vefâ; solmayan bir güldür. Vefânın sonbaharı yoktur. Gönüllerini vefâ menbaından nasiplendiren mü’minler, iç âlemlerini gül bahçesi hâline getirenlerdir. Öyle bir gül bahçesi ki; içinde zikir goncaları, tesbih bülbülleri, amel-i sâlih pınarları, îman, irfan ve ilâhî lûtuf çiçekleri vardır. Böyle bir gönlün mükâfâtı Cennet-i âlâ ve Cemâlullah’tır. Allah Rasûlü’nün vefâ duygusu bizler için bir fazîlet örneği olmalıdır.
İşte Peygamber Efendimiz’in gönlü, Hatice Vâlidemiz’e karşı böylesine yüksek vefâ hisleriyle doluydu. Bununla birlikte Hazret-i Âişe Vâlidemiz de, sahip olduğu yüksek zekâ ve basîret dolayısıyla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e her işinde yardımcı olmaya gayret göstermiştir. Nitekim o, ilmî dehâsı sâyesinde zamanının yedi müçtehidinden biri olarak Efendimiz’den öğrendiği ilmi, ümmete intikâl ettirmiş ve dînin anlaşılmasında yardımcı olmuştur. Husûsiyle hanımlara âit fıkıh, onunla devam etmiştir.

07/03/2018

Kritik Önemde Üç Esas



            
Şu dünyaya gönderiliş gayemiz olan kulluk imtihanını başarabilmek için, üç tane temel ve birbirini tamamlayan esas vardır:
1-Her şeyden önce İslâm’ı öğrenmek, İslâm’ın her konudaki emrini bilmek,
2-Öğrendiğimiz İslâmî esaslara göre yaşamak, Kur’an’ın hükmünü hayatımıza tatbik etmek,
3-Her yerde, her halde ve her meselede, mutlaka İslâm’a göre, yani İslâmca düşünmek.
Müslümanca düşünce
Yani, itikat ve ilmihal konularını öğrendiği ve bildiği bir kısım ibadetleri yerine getirdiği halde, ticaret, siyaset ve devlet hayatında müşrikler gibi düşünen, olayları batılı ve cahili ölçülerle değerlendiren bir kimse, hakikat nazarında mü’min sayılamaz.
Örneğin, beş vakit namazı imamın arkasında ve tadili erkanıyla kılan bir insan, içinden; “Camiden çıktıktan sonra, sattığım tarlanın parasını acaba hangi bankaya yatırsam?” diye geçiriyor ve rahatlıkla faiz yiyorsa, bu kişi islamca düşünmüyor demektir.
Üç esas
Müslümanca düşünmenin üç temel esası vardır:
1- Dünya hayatı, çok önemli bir imtihandır. Ahiret ise, dünya hayatının hesabı ve imtihandaki artı ve eksi puanların karşılığıdır. Nefeslerimiz sayılıdır, bunlar Allah yolunda harcanmalıdır. Çünkü ölüm bize, çok yakındır.
2- İslâm dini Allah yapısıdır. Bunun için mükemmeldir ve tastamamdır. Haşa, zerre kadar noksanı, fazlası ve hatası bulunmamaktadır.
3- İslâm dini bir bütündür. Ona bir şey katılamaz ve ondan bir şey çıkarılamaz. Baştan sona Hak’tır, hayırdır ve hepsi, herkes için ve her yerde lazımdır. Çünkü İslâm, dünya ve ahiret saadetinin tek ilacıdır.

05/03/2018

Üç Kutsal Üç Cinâyet



      Peygamber efendimiz (s.a.v.) : “Allah katında müslümanların en sevimsiz olanları (şu) üç gruptur: Harem’de haksızlık yapıp zulüm işleyen (mülhid) ; İslâm döneminde Câhiliye yaşantısını arayan (mübtağ) ve haksız yere kanını dökmek için masum bir kişinin ısrarla peşini kovalayan (muttalib).”( Buhârî, Diyât 9)
Hadîs-i şerîf’te Harem bölgesi, İslâm dönemi - müslüman toplumu ve bireyin hayat hakkından oluşan üç kutsala yönelik saldırıda bulunmanın şirk ve küfürden sonra en büyük günah olduğu ve bunları işleyen müslümanların, Allah katında en sevimsiz grupları oluşturdukları ve dolayısıyla gazab-ı ilâhî’ye en yakın bulundukları açıkça bildirilmektedir. Şimdi bunları sırasıyla ve özetle değerlendirelim.

Harem’de ilhad
Mülhid, bu hadiste zâlim, hak ve adâletten yan çizen anlamındadır. Aslında dinden çıkan kimseye mülhid denir. Herhangi bir günahı işleyen eğer mülhid diye nitelendiriliyorsa bu, o günahın büyüklüğünü yansıtır ve çok büyük bir tehdit anlamı taşır.
Bilindiği gibi haksızlık ve zulüm her yerde haksızlık ve zulümdür. Ama Mekke-i Mükerrem’nin Harem’inde işlenecek bir haksızlık, mekan’dan kaynaklanan artı bir zulüm demektir. Zira harem güvenli bölgedir. Özel hukûkî statüsü vardır. Orada işlenecek bir günah, hem Allah’a isyan hem de Harem’in kendine özgü hürmetine saygısızlık demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “Mescid-i haram’da kim bir zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı bir azaptan tattırırız”( el-Hac (22), 25 )buyrulmaktadır.

Câhiliye yaşantısını aramak
İslâm öncesi Câhiliye toplumunun yaşayışı, gelenekleri, âdetleri ve ahlâkı demek olan Sünnetü’l-câhiliyye’yi, İslâm döneminde yaşatmaya çalışmak, İslâm toplum yapısına vereceği zararbakımından fevkalâde büyük bir cinâyettir.

Kimi hadis şârihlerine göre Sünnetül-câhiliyye’den maksat, İslâm’ın terk edilmesini emrettiği uğursuzluk, kehânet, kan davası, yaka-paça yırtarak ölüye ağlamak (niyâha) gibi söylem ve eylemlerdir. Aslında İslâm dışı her düşünce, söylem ve eylemin müslüman toplumda bir şekilde yer almasına çalışmak, Câhiliye’yi yaşatmak istemektir. Toplumun Kitap ve Sünnet çizgisinden uzaklaşmasını temenni ve temin etmek demektir. Oysa müslümanca hayat, kendi kurallarıyla yaşanan hayattır. Buna karşı seçenek/alternatif geliştirmek elbette büyük vebâldir. Binaenaleyh çağdaşlık, modernlik, moda vs. gibi birtakım gelip geçici gerekçelerle, geçmişte yaşanmış kimi yanlışları ve sapkınlıkları güncellemeye çalışanlar da aynı durumdadırlar. Yani aynı sevimsizliği paylaşmakta olup aynı tehdidin muhataplarıdırlar.

İslam’ın reddettiği düşünce, duygu ve davranışların tümü, Kitap ve Sünnet’in inşa ettiği müslüman kimliğini zedeleyici unsurlardır. Câhiliye denilen İslâm öncesi (ve İslâm dışı) toplumların içinde bulundukları itikâdî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî yanlışlar, İslâm tarafından düzeltilmişken ve İslâm toplumu kurum ve kurallarıyla çalışır hale gelmişken dönüp İslâm dışı eski uygulamaları -veya bunların isim veya şekil değiştirmiş yeni versiyonlarını- yeniden gündeme getirmeyi düşünmek, istemek ve bunun için gayret göstermek, açıkça İslâm’a karşı çıkmak ve müslüman toplum hayatının kendisine özgü aslî çizgisinden uzaklaşmasını istemek demektir. Bu tür bir İslâm dışılığı aramak tam anlamıyla bir geri dönüş ve gerçek kazanımlardan vazgeçmektir. Bir başka ifade ile dînî anlamda tam bir irtica ve irtidat hareketidir. İslâm döneminde böylesi arzu ve tavırlar peşinde olan kimselerin, günahkârların Allah katında en sevimsiz gruplardan olması ise, fâilin, İslâm’ı tanıdıktan sonra böyle bir yola gitme basiretsizliği yüzündendir.

Hiç şüphe yoktur ki Kitap ve Sünnet ile var olan İslâm ümmeti, hayatiyetini yine Sünnet’in yorumuyla Kitap’a bağlı kalmakla sürdürebilir. Bu sebeple İslâm döneminde gerek kadîm gerek modern câhiliye yaşantısı peşinde olmak, -gerekçe ne olursa olsun- gerçekten çok büyük bir cinâyettir. Pek tabidir ki böylesi bir cinayetin fâili de “en sevimsiz”, “gazab-ı ilâhiye en yakın” kimse olacaktır.

Kan davası gütmek

Mekke’nin fethi esnâsında, Harem-i Mekke’ye dahil olan Müzdelife’de câhiliye’den kalma bir meseleden dolayı bir kişinin öldürülmesi olayı üzerine -ki İbn Hacer’e göre söz konusu olay hadisimizin vürud/söylenme sebebi sayılabilir- Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı açıklamayı da dikkate alarak, hadisin üçüncü fıkrasının anlamını şöylece belirleyebiliriz:
Haksız yere adam öldürmek, kan akıtmak için sınır tanımaksızın fırsat kollayıp intikam almaya çalışmak, insanların hayat hakkına yönelik bir tecâvüz olmanın yanında, bitmek-tükenmek bilmez kan davalarının körükleyicisi olacağı için “fiil olarak” ağır bir suçtur. Bu yüzden böylesi bir yola girenler “Allah katında en sevimsiz” gruplardan sayılmışlardır.

Netice
Hadîs-i şerîfe göre,
İslâm’ın merkezinde (harem bölgesi) işlenecek zulüm,
İslâm döneminde diriltilecek İslâm dışı-câhilî bir eylem, söylem ve inanç,
Bireyin hayat hakkına yönelik haksız yere tecâvüz,
dinimizde, şirk ve küfürden sonra en ağır suçları teşkil etmektedir. Bu üç suçtan herhangi birini işleyenler de günahkâr müslümanların “Allah katında en sevimsizleri” dir.
O halde Kitap ve Sünnet bağlısı olan müslümanların bu üç konuda fevkalâde dikkatli olmaları, müslüman kimliğinin korunabilmesi bakımından hayâtî bir önem taşımaktadır.

Medenî Ve Bedevî Olmak



     
        Medeniyet ve bedeviyet  insan için geçerli kavramlar ve yaşama şekilleridir. Pek tabiî olarak her medeniyet kendi insan tipini oluşturur. Oluşan insan tipi, ait olduğu medeniyeti yaşatır ve geliştirir. İnsan düşünce-duygu-davranış düzeyi ve uyumu noktasında yara aldı mı, doğal olarak insan ürünü olan medeniyet de yaralanmış olur.

İnsanlığın geleceğine talip her düşünce ve inanç sistemi ise kendisini o günlere taşıyacak olan yeni nesillere kendi istikbali olarak bakar, ona göre değerlendirme, eğitim-öğretim yapar ve bu alanda sürekli gelişim projeleri hazırlar ve uygular.

Sevgili Peygamberimiz, Taif yolculuğu dönüşünde, kendisine Mekke’de âdeta nefes aldırmayan zalim Mekke müşriklerine nasıl bir ceza verilmesini istiyorsa bildirmesini, şayet isterse Ebu Kubeys ve Kayakan adındaki iki dağın Mekkelilerin tepesine geçirilivereceği ve onların toptan helak edileceklerini Cebrail bildirince şöyle diyecektir: “Hayır ben, onların toptan helak edilmelerini değil, Allah’tan, bunların soyundan yalnızca Allah’a kulluk edecek muvahhid bir nesil getirmesini diliyorum.”
Hz. Peygamber bu cevabıyla İslâm medeniyetinin Allah’ın birliğine inanıp sadece Allah’a kulluk edecek (muvahhid) nesiller üzerine bina edileceğini açıklamış ve İslâm’da medeniyet projesinin özünü “tevhid” inancının oluşturduğunu, bu ilkeye uygun olarak yetiştirilecek nesillerin medeniyet kuran iradeyi temsil edeceğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Çünkü medeniyetin ruhî temeli inançtır; beşeri temeli ise o inancı ve o inançtan kaynaklanan değerleri paylaşan toplumdur. Nitekim medeniyetin çekirdeğini “bir arada yaşamak” yani toplum hayatı teşkil etmektedir. Toplumun olmadığı yerde medeniyetten söz etmek mümkün değildir.
Sünnet’in Temel İşlevi

Şah Veliyyullah ed Dihlevî’nin (1176/1762) tesbitiyle söyleyecek olursak, Peygamberlerin ortak meşgale alanları ikidir:
a. Nefsin terbiyesi
b. Toplumun yönetimi
Bütün peygamberler diğer konularla, bu iki nokta ile ilgileri ölçüsünde meşgul olmuşlardır.3

Öyle sanıyorum ki Şah Veliyyullah’ın bu tespiti, medeniyet kavramının içeriğini açıklayıcı niteliktedir. Zira nefsin terbiyesi, bireysel gelişmeyi; toplumun yönetimi de toplumsal gelişmeyi ikisi birden medeniyeti ifade etmektedir.


Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz