Mükerrem
insan; en güzel sûret ve bedende yaratıldığı gibi, düşünme, aklını ve iradesini
kullanma; îman, itaat ve takvâ çerçevesinde yaşama, sorumluluk duygusuyla
yeryüzünde hak ve adaleti tesis etme, ahlak, vicdan ve merhamet duygularıyla
yeryüzünü inşâ etme özelliklerine sahip bir canlıdır.
İnsan bu, su
misali, kıvrım kıvrım akar ya…
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya
Su iner yokuşlardan hep basamak basamak,
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nûr akar; birinden kir.
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya
Su iner yokuşlardan hep basamak basamak,
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nûr akar; birinden kir.
Necip Fâzıl Kısakürek
İLÂHÎ EMANET
Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
إِنَّا عَرَضۡنَا ٱلۡأَمَانَةَ عَلَى ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلۡأَرۡضِ وَٱلۡجِبَالِ
فَأَبَيۡنَ أَن يَحۡمِلۡنَهَا وَأَشۡفَقۡنَ مِنۡهَا وَحَمَلَهَا ٱلۡإِنسَٰنُۖ
إِنَّهُۥ كَانَ ظَلُومٗا جَهُولٗا
“Muhakkak ki biz emâneti; göklere, yere
ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular.
Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
Bu “emânet”
ister, Allâh’ın dinine, kitabına, hitabına muhatap olmak olsun; ister
yeryüzünün îmâr ve tezyini olsun, ister “halifelik makamı” olsun netice
değişmez. İnsan, göklerin ve yerin yüklenmekten kaçtığı bir emaneti, “gözü
kara bir şekilde” yüklenmiştir. Buna cehâletiyle girmiş, bu emânetin
hakkını veremeyerek zâyî etmiş, netice itibariyle zulmetmiştir.
İmam Taberî,
bu âyetlerin tefsîrinde şöyle der:
“İnsan öyle
nankördür ki, başına gelen musîbetten ötürü Rabbinin bütün nimetlerini unutur.
Öyle cimridir ki, yemeğini tek başına yemeyi tercih eder. Öyle zâlim/gaddardır
ki, kölesini döver ve öyle şefkatsiz merhametsizdir ki, sıla-i rahim yapmaz,
kimseye iyilik etmez.”
Allah Teâlâ,
insanlara tekrar tekrar sorar:
يَٰٓأَيُّهَا ٱلۡإِنسَٰنُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ ٱلۡكَرِيمِ
يَٰٓأَيُّهَا ٱلۡإِنسَٰنُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ ٱلۡكَرِيمِ
ٱلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوَّىٰكَ فَعَدَلَكَ
فِيٓ أَيِّ صُورَةٖ مَّا شَآءَ
رَكَّبَك
“Ey insan!
İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir? O Allah ki seni yarattı, seni
düzgün ve dengeli kılıp ölçülü bir biçim verdi. Seni istediği herhangi bir
şekilde parçalardan oluşturdu.” (el-İnfitâr, 6-8)
İnsan,
yaratılışında büyük bir kudretin sonsuz sanatının eserlerini gördüğü hâlde,
nefsin ve şeytanın süslü laflarına, dünyanın cezbedici oyun ve eğlencesine
dalar ve Rabbini unutur. Ancak nihâî gerçek olan ölüm geldiğinde, gaflet sona
erer ve insan o zaman hakikatin soğuk yüzüyle karşılaşır:
يَٰٓأَيُّهَا ٱلۡإِنسَٰنُ إِنَّكَ كَادِحٌ إِلَىٰ رَبِّكَ كَدۡحٗا
فَمُلَٰقِيهِ ٦
“Ey insan!
Şüphe yok ki sen, Rabbine kavuşuncaya kadar uğraşıp duracaksın. Sonunda O’na
varacaksın (ve yaptıklarından hesap vereceksin.)” (el-İnşikâk, 6)
Bütün bu
gerçekleri bildiği hâlde, bu dünyadayken gününü gün eden insan, elbette ve
elbette çok zâlim ve pek nankördür:
وَءَاتَىٰكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلۡتُمُوهُۚ وَإِن تَعُدُّواْ نِعۡمَتَ ٱللَّهِ
لَا تُحۡصُوهَآۗ إِنَّ ٱلۡإِنسَٰنَ لَظَلُومٞ كَفَّارٞ
“O size istediğiniz her şeyden verdi.
Allâh’ın nimetini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok
nankördür.” (İbrahim, 34)
KUR’ÂN-I KERÎM’DE
TARİF EDİLEN “MÜKERREM İNSAN”
Âlemlerin
Rabbi’nin Kur’ân-ı Kerîm’de tanıtmış olduğu “mükerrem insan”; şerefli,
muhterem, azîz, saygıdeğer, hürmet ve tâzime eriştirilmiş kimse demektir.
Rabbimiz şöyle buyurur:
وَلَقَدۡ كَرَّمۡنَا بَنِيٓ ءَادَمَ وَحَمَلۡنَٰهُمۡ فِي ٱلۡبَرِّ وَٱلۡبَحۡرِ
وَرَزَقۡنَٰهُم مِّنَ ٱلطَّيِّبَٰتِ وَفَضَّلۡنَٰهُمۡ عَلَىٰ كَثِيرٖ مِّمَّنۡ
خَلَقۡنَا تَفۡضِيلٗا ٧٠
“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli
kıldık. Onları (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde
taşıdık. Kendilerini en güzel ve en temiz şeylerle rızıklandırdık ve onları
yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (el-İsrâ, 70)
Bu âyette
tanıtılan “mükerrem insan”, Allâh’ın ilâhî nefhasından nasiplenmiş, meleklerin
kendisine secde ettiği, bedeniyle mükemmel yaratıldığı gibi canıyla, malıyla,
izzet ve şerefiyle ilâhî koruma altına alınmış yüce bir varlıktır.
İNSAN
MUHTEREMDİR
Cennette her
türlü günahtan uzak, daima ibadet ve tesbihâtla meşgul olan melekler bile ona
ilâhî ruh üflendiğinde, Allâh’ın emriyle hürmet göstermiş ve saygıyla secde
etmişlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
وَإِذۡ قُلۡنَا لِلۡمَلَٰٓئِكَةِ ٱسۡجُدُواْ لِأٓدَمَ
فَسَجَدُوٓاْ إِلَّآ إِبۡلِيسَ أَبَىٰ وَٱسۡتَكۡبَرَ وَكَانَ مِنَ ٱلۡكَٰفِرِينَ
٣٤
“Hani, biz meleklere (ve cinlere):
«Âdem’e secde edin!» demiştik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi
ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (el-Bakara, 34)
Âyet-i
kerîmede açıkça bildirildiği üzere, o günkü secdenin kıblesi, insanlığın atası
olan Hazret-i Âdem’di. Allâh’ın “Secde edin!” emrini yerine getiren
melekler, övülmüş; secde emrine karşı gelip kibirlenen şeytan ise, ilâhî
huzurdan ve sonsuz rahmetten kovulmuştur. Bu hâdisede, Allâh’ın emrine karşı
gelmenin neticesi görüldüğü gibi, insanın mânevî makamının melek ve cinlerin
secde etmesini îcab ettirecek derecede ulvî olduğu da ifade buyrulmuştur.
Öyleyse
insan, “insan oluşu sebebiyle” muhteremdir; saygıya, hürmete ve
dokunulmazlığa sahiptir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-, meşhur Vedâ Hutbesi’nde insanın yücelik ve dokunulmazlığını şöyle
anlatır:
“Ey
insanlar! Bilmiş olunuz ki, yerlerin en mukaddesi, şu Mekke şehrinizdir. Bilmiş
olunuz ki, ayların en mukaddesi Zilhicce Ayı’nızdır. Bilmiş olunuz ki, şu Mekke
şehrinde şu Zilhicce ayınız nasıl mukaddes ise, (arefe gününde Mekke’de günah
işlemek nasıl ağır bir suç ise) şüphesiz kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız
(şeref ve namusunuz) aynı şekilde mukaddestir (dokunulmazdır).” (Buhârî,
İlim, 9; Müslim, Kasâme, 29)
Başka bir
hadîsi şerîfte ise; “Allah Teâlâ’nın katında (haksız yere) bir mü’minin
öldürülmesi, dünyanın yok olmasından daha büyük (bir cürüm)dür.” buyrulur.
(Nesâî, Muhârebe, 2; Tirmizî, Diyât, 7)
Hatta
yanlışlıkla olsa dahî, bir insanın canına kıyılması hâlinde, büyük diyetler ödenmesi
gerektiği bildirilir.
MÜKERREM
İNSAN KİMDİR?
Mükerrem
insan, kâinâtın ve eşyanın sırrını idrak edebilen ve karşılığında tazim,
tesbih, tefekkür ve teşekkürde kusur etmeyen kutlu insandır. Âyet-i kerîmede;
وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَمَا فِي ٱلۡأَرۡضِ جَمِيعٗا
مِّنۡهُۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَأٓيَٰتٖ لِّقَوۡمٖ يَتَفَكَّرُونَ ١٣
“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi,
kendi katından (bir lütuf ve nîmet olmak üzere) sizin hizmetinize
verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” buyrulur.
(el-Câsiye, 13)
Mükerrem insan;
en güzel sûret ve bedende[et-Tîn, 1-4] yaratıldığı gibi, düşünme, aklını ve
iradesini kullanma; îman, itaat ve takvâ çerçevesinde yaşama, sorumluluk
duygusuyla yeryüzünde hak ve adaleti tesis etme, ahlak, vicdan ve merhamet
duygularıyla yeryüzünü inşâ etme özelliklerine sahip bir canlıdır.
Mükerrem
insan, henüz rûh ile beden buluşmadan önce, Allah Teâlâ tarafından muhatap
alınarak; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “Evet, ya
Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin!” mukabelesinde bulunan yüce varlıktır.
Mükerrem
insan; yalnızca Allah Teâlâ’ya ibadet ve itaat için yaratılmış insandır. Bu
sebeple insan, Cenâb-ı Hakk’a kulluğu kadar değerlidir. Rabbimiz insanın Allah
katındaki kıymetini de şu veciz âyetle ifade etmiştir:
قُلۡ مَا يَعۡبَؤُاْ بِكُمۡ رَبِّي لَوۡلَا دُعَآؤُكُمۡۖ فَقَدۡ
كَذَّبۡتُمۡ فَسَوۡفَ يَكُونُ لِزَامَۢا ٧٧
“(Rasûlüm!) De ki: (Kulluk
ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?!” (el-Furkan,
77)
Mükerrem
insan, “Her Âdem, bir âlemdir!” düsturunca, insan hakikatini anlayan
ve bu anlayış çerçevesinde ona muâmelede bulunan kimsedir. Kendisine yönelik
her türlü eziyet, sıkıntı, tahkir etmede dahî, yâr” olabilendir.
HÜLÂSÂ,
MÜKERREM İNSANLAR
“Ahsen-i
takvîm: en güzel yaratılış” üzere yaratılmış oldukları şuuruyla, her dâim
Rablerine muhabbet, hürmet, itaat ve kulluk içinde bulunurlar.
Rablerine
teslimiyet ve tevekkülleri tamdır.
Her
işlerinde önce Cenâb-ı Hakk’ın rızasını gözetir, O’nun râzı olmadığı iş ve
davranışlardan uzak dururlar. Namazlarında derin bir huşû içerisinde ve
daimîdirler. Farz ibadetlerin yanında nâfile ibadetlerle Rablerine yaklaşma
gayreti içindedirler.
Çevreleriyle
iyi geçinir, yaratılanı Yaratan’dan dolayı sever ve affederler.
İşlerinde
hoşgörüyü esas alıp öfkelerini kontrol altında tutarlar.
“Sıla-i
rahm”e (akrabalık bağlarına) önem verir,
Allâh’ın
gazabının anne-babanın gazabını almaktan; rızâsını kazanmanın da anne-babanın
rızasını kazanmaktan geçtiğini bilirler; onlara mâruf ve meşrû işlerde “Öff!”
dahî demezler.
Bollukta da,
darlıkta da infak eder; “Allâh’ın cömertlerle birlikte olduğu” şuuruyla,
Allâh’ın kendilerine verdiği nimetleri, onun istediği yerlere cömertçe sarf
ederler.
Sosyal
ilişkilerinde kolaylık gösterir, zorluk çıkarmazlar. Kaba, haşin değil; yumuşak
huylu ve güler yüzlüdürler. Kolayca ülfet ederler ve kendileriyle de kolayca
ülfet edilir. Gurur, kibir, benlik ve bencillikten uzak dururlar.
Zan
yapmazlar. Kötü zannın azının da çoğunun da haram olduğu şuuruyla titiz
davranırlar. Kötü söylemez, mü’min kalbi incitmezler.
Mütevazîdirler.
Ne kadar iyilik ve ibadet yapsalar da Âlemlerin Rabbinin rahmeti olmadan
cennete giremeyeceklerinin şuuru içindedirler.
Hatalarında
ısrar etmez, tevbe ile hemen geri dönerler.
Hülâsâ insan
olmak zor, ama bir o kadar da şerefli bir sorumluluktur. Dünya üzerinde en
büyük mesleğin, en zor işin, en kritik imtihanın ve en büyük maharetin “gerçek
bir insan olmak”tan geçtiğinin farkında olmak niyazıyla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder