Allah’ın daveti ve mesajları karşısında insanların duruşları
tarih boyunca farklı farklı olmuştur. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmız, kullarını
dünya ve âhiretleri itibariyle sürekli “Dârü’s-selâm”a (huzur ve saadet
yurduna) davet etmesine rağmen, nefsinin hevâsını putlaştıran insan, bu davet
karşısında çoğu zaman duyarsız, donuk, ilgisiz ve hatta tepkili bir tavrın
içine girmiştir. Mü’minler olarak, durduğumuz yerin zaman zaman kâfirler ve kimi zaman da
münâfıkların safları olmaması için, bu ilâhî uyarıların bir kez daha
hatırlanması, îmanlı gönülleri elbette ciddi bir muhasebeye sevkedecektir.
Dünyevî rahat ve zevkini tedirgin edeceği endişesiyle nice
kimseler, ilâhî âyetler karşısında duymamayı tercih ederler. Bu tavır,
inkârcıların tavrıdır. Âyet-i kerimede onların bu halleri Nûh aleyhisselâm-’ın
dilinden şöyle anlatılır:
“Muhakkak ki ben onlar için mağfiret buyurasın diye
kendilerini her ne zaman dâvet etti isem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve
libaslarına büründüler ve ısrar ettiler ve böbürleniverdiler.” (Nuh Sûresi
7)
Mekke müşriklerinin Kur’an karşısındaki duruşları da bundan
farklı değildi. Onlar da şöyle diyorlardı:
“Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken
yaygara koparın.” (Fussilet Sûresi 26)
Kendilerine Allah’ın âyetleri bir uyarı olarak okunduğu
zaman ,“şimdi bunun sırası mı?”, “Biz ne konuşuyoruz sen ne diyorsun?” diyerek,
ya da beden diliyle yüzünü ekşiterek, göz kaş işâretiyle bu uyarıyı yapanı
âdeta alaya alan kimseler, acaba hangi safta durmuş olmaktadırlar?
Kimileri de Allah’ın âyetlerini dinlerler ve fakat gereğini
îfâ etmezler. Bu grupta olanlar da çoktur. Rabbimiz bu grubun tipik örneği
olarak Yahudilerden bir gruba dikkat çeker:
“Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, «Size
verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin» demiştik. Onlar da,
«Dinledik, isyan ettik» demişlerdi.”(Bakara Sûresi 93)
Müfessirlerimiz bu âyetin izahında demişlerdir ki:
Peygamberlerin yüzüne karşı belki “işittik isyan ettik” dememişlerdir.
Fakat “işittik” dedikten sonra o mesajın gereğini yerine getirmemiş, amel,
davranış ve halleriyle âdetâ “isyan ettik” demişlerdir.
Yüce Rabbimiz
müminlerin böyle olmamasını istemekte ve kendilerini şöyle uyarmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve
(Kur’an’ı) dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin. İşitmedikleri hâlde,
«işittik” diyenler gibi de olmayın.
Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl Sûresi, 20-22)
Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl Sûresi, 20-22)
Allâh’ın âyetlerini işittiğini söyleyip de gereğini yerine
getirmeme durumu imanla bağdaştırılamayan bir tavır olarak değerlendirilmiştir.
Burada çoğu zaman nefsin arzularına karşı Allah’ın tarafını seçememe zaafiyeti
söz konusudur. Böyle bir iman sınırı, tehlikeli bir uçurumun kenarında yürümek
gibidir. Rabbimiz iman edenlerden daha net bir duruş beklemektedir. Şöyle ki:
“Aralarında hüküm vermek için Allah’a (Kur’an’a) ve Resûlüne
davet edildiklerinde, mü’minlerin söyleyeceği söz; ancak, “işittik ve itaat
ettik” demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nur
Sûresi 51)
İnsanlar arasında diğer bir grup da ilâhî âyetleri dinler,
ne denilmek istendiğini anlar ve fakat menfaatine uygun gelmediği için bile
bile keyfine göre yorumlar. Yani kendini âyetlere göre düzelteceği yerde,
âyetleri nefsi hesabına tahrif ve tevil eder.
Rabbimiz bu gruba da Yahudi
âlimlerinden misal verir:
“Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa
içlerinden bir kısmı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu
bile bile tahrif ederlerdi.” (Bakara Sûresi, 75)
Nefsinin putperesti olmuş bu gibi kimseler, mümin
olduklarını söyledikleri halde, böyle bir tavrın içine girebilmektedirler.
Tabiri caizse, kendi aklını, daha doğrusu nefsinin hevasını rehber edinip “kitabına
uydurarak” bir Müslümanlık yaşamak ister. Böyleleri zamanla kendi
yalanlarına kendileri de inanmaya ve hatta bu inançlarını savunmaya başlarlar.
Dünya hayatının geçici ve basit bir menfaati uğruna, ebedî hayatlarını
cehenneme çeviren bu gibi kimseler de tarih boyunca inananlar arasında sürekli
var olagelmiştir.
İlâhî mesajlar karşısında bir grup daha vardır ki, onlar da
görüp duydukları halde kör ve sağır rolüne bürünenlerdir. Şu âyetler bu
vasıftaki kimseleri anlatır:
“Onlardan sana kulak verenler de vardır. Fakat sağırlara,
hele akılları da ermiyorsa, sen mi işittireceksin?” (Yunus Sûresi 42)
“Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönüp
kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından
vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da teslimiyet
göstermiş kimselere duyurabilirsin.” (Neml Sûresi 80-81)
Elbette buradaki körlük ve sağırlık, zahiri körlük ve
sağırlık değil, gönüllerin körlüğü ve sağırlığıdır. Bu hakikate de âyet-i
kerimede şöyle dikkat çekilir:
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri,
işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte
gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac Sûresi,
46)
Yüce Rabbimiz Rahmân’ın has kullarının böyle bir durumda
olamayacaklarını şöyle beyan eder:
“Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı
zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.” (Furkan Sûresi 73)
İşte bütün mesele budur: İlâhî âyetler karşısında kör ve
sağır olmamak. Çünkü îman etmek demek, ilâhî mesajlara kulak kesilmek ve onları
hayat hâline getirmek için tam bir teslimiyetle itaate yönelmektir:
“Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt
verildiği zaman secdeye kapanan (boyun eğip itaat eden), kibirlenmeksizin
Rablerine hamd ederek tespih edenler inanmış olurlar.” (Secde Sûresi, 15)
Rabbimizin bütün bu hatırlatmalarından sonra, İslâm ümmeti
olarak bugün O’nun şu yüce emrini mümin bir gönül, mümin bir göz ve yine mümin
bir kulakla bir daha okuyalım:
“Ey İmân edenler!.. İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten
sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.
Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Mâide
Sûresi, 2)
Mümin bir fert, mümin bir cemaat, mümin bir kabile ve mümin
bir kavim olduğumuzu söyleye söyleye, bu ilâhî emir karşısında durduğumuz saf,
müminlerin safı mıdır? Yoksa kâfirlerin, münafıkların ve yoldan çıkmış ehl-i
kitabın safı mıdır?
Yardımlaşmalarımız iyilik ve takvâ mı üretmektedir; yoksa
günah ve düşmanlık mı doğurmaktadır?
Hülâsa, çabamız, gayretimiz ve himmetimiz, yeryüzünün
imar ve ıslahına mı hizmet etmektedir; yoksa harâbına ve fesâdına mı sebep
olmaktadır? Vicdanda iman ışığı hâlâ var ise herkes kendi gönlünden hakikatin
sesini duyacaktır. Elbette önyargı duvarları gönül pusulasını fonksiyonsuz hâle
getirmemişse.