25/01/2014
Peygamberler Hep Ortadoğuya mı Gönderildi ?
Peygamberlerin tamamının Ortadoğu’dan çıktığına dair bir bilgi yoktur. Kur’an ayetleri ile kesin olan şudur ki; bütün kavimlere peygamber gönderilmiştir.
“Hiçbir ümmet yoktur ki, onda bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır, 35:24)
“Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez.” (Yunus, 10/47)
ayetleri bu hakikati gösterir.
Hadislerde bir rivayete göre 124 bin, başka bir rivayete göre ise 224 bin peygamber geldiği belirtilmiştir. Kur’an-ı Kerimde adı geçen peygamberlerin sayısı ise 25tir. Peygamberlerin çoğunun ismi ve hangi milletten olduğu bilinmemektedir. İmam Rabbani Hindistan’a bir çok peygamberin geldiğini söylemiştir.
Peygamberlerin büyük bir bölümünün Ortadoğu’dan ve Arap Yarımadasından çıkmasının sebebi:
Hazreti Adem ve Hazreti Havva Arafat’ta buluşmuşlardır. Tarih bilimi Mezopotamya, Ortadoğu, Arabistan, Anadolu bölgelerinin bilinen ilk yerleşim yerlerinin olduğu bölgeler olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla geçmişte insanlar bu bölgelerde yaşamışlardır. Peygamberler ise toplumların bulunduğu yerlerde yaşarlar ve tebliğ vazifelerini toplum içerisinde yerine getirirler.
Uzak Doğu’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya hiç peygamber gelmediğine dair bir bilgi yoktur.
İnsanların çoğalması ile göçler yaşanmış ve bazı insanlar Asya’nın Ortadoğu’ya göre uzak olan bölgelerine yerleşmişlerdir. Bu uzak bölgelere peygamberlerin gelmediğine dair bilgi yoktur. Aksine bu uzak yerlerdeki kavimlere peygamberler gelmiştir. Çünkü “Hiçbir ümmet yoktur ki, onda bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır, 35:24) ayeti mevcuttur.
Amerika ve Avustralya kıtaları ise yakın zamanlarda keşfedilmiştir. Burada yaşayan yerlilerin, Kızılderililer, Mayalar, Aborjinler…, bu kıtalara ne zaman gittiği konusunda kesin bir tarihi bilgi yoktur. Bu insanlara geçmişte peygamber gelmediğine dair bilgi de yoktur. Bildiğimiz kesin bilgi şudur: Her bir millete, kavme peygamber gelmiştir. Ancak kavimlere gelen peygamberlerin getirdiği İslam dini bazı kavimlerde kısa sürede unutulmuş olabilir.
Müslüman Beddua Eder mi ?
İslâm, Müslümanların kendileri ve diğer Müslümanlar aleyhinde beddua etmelerini yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz aleyhisselam beddua hakkında şöyle buyurmuştur:
“Birbirinize, Allah’ın laneti, Allah’ın gadabı ve cehennem temennisiyle bedduada bulunmayın.” (Ebu Dâvud, Edeb 53, (4906); Tirmizî, Birr 48, 1977)Lanet edilen o lanete layık değilse, lanet lanet edene döner. Peygamber Efendimize kulak verelim:
“Lâneti çok yapanlar Kıyamet günü şefaatçi olamazlar, şehid de olamazlar.” (Müslim, Birr 85, (2598); Ebu Dâvud, Edeb 53, 4907)
“…Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” (Buhârî, Cenâiz 84, Müslim, Îmân 176, 177)
“Şunu bilin ki, kim bir şeye haksızlıkla lanet ederse, lanet kendisine döner.” (Ebu Dâvud, Edeb 53, (4908); Tirmizî, Birr 48, (1979)Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez (hor görmez).
“Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter.” (Buhari, Nikah 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 – 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, 1928)
Müslümanların birbirlerine ”Allah sana lânet etsin”, “Allah’ın gazâbına uğrayasın”, “Cehennemde yanasın” gibi beddua cümleleriyle lânet okumamaları tenbih ve ikaz edilmektedir. Lânet, gazap ve azâb temennisi, müminlerin öfkelerini yatıştırmak için de olsa, ağızlarına almamaları gereken felâket tellallığıdır.
“Olgun mü’min, yerici, lânetçi, kötü iş ve kötü söz sahibi olamaz.” (Tirmizî, Birr 48)Olgun müminler kimseyi kötülemez, lânetlemez, iş ve sözde haddini aşmaz, ahlâksızlık yapmaz. Kemâl noksanlığının göstergesi olan bu gibi düşük hareketlerin ve özellikle lânetçiliğin en büyük tehlikesi, o lânetin sonuçta lânetçiye dönmesidir:
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” (Ebû Dâvûd, Edeb 45; Tirmizî, Birr 48)Lânet, kendisine gökyüzünde ve yeryüzünde yer bulamaz, lânet edilen kişiye gider, eğer gerçekten o lânete layık biri ise, onda kalır, değilse onu dileyene, yani lânet edene döner. Lânetçinin lâneti, kendisi hakkında geçerlilik kazanır. Bu da kişinin kendi ağzıyla kendi felâketini hazırlaması, felâketine bizzat kendisinin davetiye çıkarması demektir. Hiç şüphesiz aklı başında olgun hiç bir mü’min böylesi gülünç ve acı bir duruma düşmek istemez. Bunun yolu ise, başkalarına lânet etmemektir.
Peygamberimiz Beddua Etmiş midir?
Mekke döneminde İslâmî tebliğ etmek üzere Tâif’e gittiğinde, orada kötü bir davranışla karşı karşıya kalmış; dönüşte taş yağmuruna tutulmuş, mübarek ayakları kanlar içerisinde kalmıştı. O sırada Allah tarafından kendisine ”onlar aleyhinde yapacağı bedduanın kabul edileceği, dilerse onları helâk edeceği” bildirilmiş, fakat Peygamber Efendimiz (asm) “Hayır, belki bunların sulbünden sana ibadet edecek çocuklar doğar, yâ Rabb.” demişti. Uhud’da dişini kıran, yüzünü yaralayan düşmanları için:“Allah’ım! Kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar.” (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IV, 314)
diye dua etmiştir. Bütün çalışmalara rağmen İslâmiyeti kabul etmeyen Devs kabilesine beddua etmesi istenince:
“Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet eyle de onları bizim saflarımıza kat.” diye dua etmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 344)Bununla beraber, Peygamber Efendimiz (a.s.m)’in zaman zaman Allah düşmanlarına beddua ettiği de olmuştur. Bi’r-i Mâûne’de yetmiş İslâm davetçisini şehît eden Kilab kabîlesine Resulullah (a.s.m) bir ay süre ile beddua ve lânet etmişti. Kâbe’de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşriklere de beddua etmiş, Bedir muharebesinde yere serildiklerini gözleriyle görmüştü. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, X; 43-45) Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılmaları için dua etmiş, bunun üzerine geceleyin ansızın doğudan kopan fırtına düşmanın altını üstüne çevirmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 342-343)
Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki Müslüman, günahkâr da olsalar, Müslümanlara beddua etmekten sakınmalıdır.
Bu dünyada zulmeden kişi cezasız kalmayacaktır. Bu dünyada zulmünün cezasını göreceği gibi ahirette de elim bir azapla cezalandırılacaktır. Burada mazluma düşen güzel bir şekilde sabretmektir.
Allah Yazılı Kolye veya Yüzük Takmak
Öncelikle şunu belirtmeliyiz. Bu tür nesnelerden ziyade üzerinde yazılan İslami kutsal kavramlar içerdiği için yazılanlara saygı ve hürmet gösterilmelidir.
Vicdani sorumluluk bu tür davranışlarda esastır. Ancak dinimiz zorluk değil bilakis kolaylık dinidir. Bu nedenle insan her türlü farklı yaşam içerisinde olabilmektedir. İnsan fıtratında bazı mefhumlar önem arz ettiğinden beyanla; İbadet edilemeyecek bir yere girildiğinde dualı kolye veya yüzüğü ne yapabiliriz sorusuna en güzel cevabı vicdanlar verebilir. Ancak böyle durumlarda çıkarmak daha evladır.
Fıkıh kitapları diyor ki, bir insanın yüzüğünde Allah, peygamber lafızları varsa yüzüğü tuvalete girerken çıkarmalı. Eğer, çıkarırsam kaybolur falan diyorsa, o zaman ters çevirip, avucunun içine alır şekilde tuvalete girebilir.
"Peygamber efendimiz parmağında takılı bulunan ve üzerinde Allah ve Muhammed yazılı olan yüzüğüyle uygun olmayan yere girmeden önce içeri doğru çevirir ve sağ eline takardı bu rivayet üzerine Kaşında Allah’ın ismi veya Peygamber’in adının yazılı olduğu bir yüzükle helaya giren kişi, yüzüğünü gizlemelidir. Eğer yüzük sol elinde ise taharetleneceğinde sağ eline alarak kaşı avucuna gelecek şekilde olmalı veya parmağından çıkarmalıdır.” (İbn Abidin, V, 317).
Buna göre yüzüğünde veya kolyesinde “Allah” vb. yazılı kimse bunun üstünü kapatarak elbisesinin içerisine veya cebine koyarak yahutta yüzükse ters çevirerek tuvalete girebilir. Bunda mahsur yoktur.
Hanımlar ise muayyen günlerinde edeben üzerlerinde bulundurmazlarsa doğru bir davranış yapmış olurlar.
Dinimiz böyle nesneleri kullanmaya müsaade etmektedir. Hatta bu tür yazımlar bir kağıda veya kumaşa dahi yazılsa naylona sarılarak insan üzerinde taşınmasında mahsur görülmemiştir. Önemli olan bu tür nesnelerin yazılarına saygı ve hürmet göstererek ne taşıdığının bilincinde olabilmektir. Ve taşınan bu tür yazıların mana ve ehemmiyetine binaen günah denizine girmemektir.
Nazar Boncuğu Takmak
Nazar’dan korunmak için Nazar Boncuğu takılabilir mi? Namaz Boncuğu takmak doğru mudur?
Nazar değmesine karşı halk arasında nazarlık denen şeyler insanların, binaların ve arabaların üzerlerine asılmaktadır. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uygulamalarında böyle bir durum görülmediği gibi, İslam’ın ruhuna aykırı olan totem misillü böyle eşyaların kullanılması son derece yanlıştır.
Zaten Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam bizzat bu tür aletlerin kullanılmasını yasaklamış, böyle bir nazarlık taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu atmasını emretmiştir. [bknz. Nesâî, Zînet, 17]
Halk arasında çocukların elbiselerine mavi boncuk, nazarlık ve iğde çekirdeklerinin takılması, ev, araba ve binalara at nalı ve çeşitli yanlış muskalar asılması hep bu yanlış inançtan kaynaklanan değişik uygulamalardır. Tıbben değerlendirildiğinde bunların en ufak bir faydası olmadığı gibi, hurafelerin yaygınlaştırılması hususunda da bu tür adetlerin büyük sakıncaları vardır.
Hangi hastalık olursa olsun gerçek şifayı verici olan Allah tebareke ve teala’dır. İnsanı, nazar değmesi gibi rahatsızlıklardan koruyacak olan, basit birer maddeden ibaret olan nazarlıklar değil, ibadeti her daim kendisine yaptığımız Rabbimizdir. Dolayısıyla O’na sığınmalı, O’na yalvarmalı, O’na yakarmalı ve ne istiyorsak O’ndan istemeliyiz…
“Allah’ım! Bütün şeytan tabiatlıların şerrinden, zehirli haşerattan, dokunan her kötü gözden şifâ veren kelimelerine sığınırım.”..ve Allah, en iyi bilendir.
Peygamberimiz'in Mucizeleri
Peygamberimiz'in mucizelerine geçmeden önce,mucize ve diğer peygamberlerin mucizeleri hakkında bilgilenmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Mucize; Allah’tan başka hiçbir kimsenin yapamayacağı ve âciz kalacağı fevkalâde hâdisedir.Ehl-i Sünnet âlimleri, mucizeyi, kerâmet gibi diğer harikalardan ayıran unsur ve şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir. Bunlardan en uygun ve açık olanı şöyledir; Mucize; Peygamberlik iddiasında bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için, Hak Teâlâ’nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini ‘mislini) yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir (et-Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460).
Bu tariften anlaşılacağı üzere mucize, Allah’ın bir fiilidir. Onu Peygamberi elinde yaratan ve gösteren, bizzat Allah (c.c) tır.
Kur’an ayetleri incelendiğinde Allah-u Teâlâ’nın, her peygamberine mucizeler verdiği gözükmektedir. Bazı ayet-i kerimeleri zikrederek bu bahsi izah edelim:
Hz. İsa’ya verilen mucizeler şöyle zikredilir:
“Allah Onu (Hz. İsa’yı) İsrailoğullarına bir peygamber olarak gönderir (ve o der ki): “Şüphesiz ki ben size Rabbinizden bir âyet getirdim: Size, kuş biçiminde çamurdan bir şey yaparım da içine üflerim, Allah’ın izniyle o, kuş olur. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyor ve neleri biriktiriyorsanız size haber veririm”Hz. İbrahim’e verilen bir mucize olan, ateşe atıldığında ateşin onu yakmaması şöyle zikredilir:
| Kur’an-ı Kerim; Ali İmran Sûresi, 49-50. Ayetler Meali
“(Hz. İbrahim) dedi: ” Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz? Size de Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun, siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Onlar: “Bir şey yapacaksanız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin” dediler. Biz: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol” dedik.Hz. Salih’e verilen deve mucizesi şöyle zikredilir:
| Kur’an-ı Kerim; Enbiya Sûresi, 66-69. Ayetler Meali
Salih dedi ki: “Ey kavmim! İşte şu, Allah’ın dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu Allah’ın yeryüzünde otlasın. Ve ona kötü bir maksatla el sürmeyin, sonra sizi yakın bir azap yakalar.”Hz. Süleyman’a verilen hayvanlarla konuşabilmesi mucizesi şöyle zikredilir:
| Kur’an-ı Kerim; Hud Sûresi, 63. Ayet Meali
Süleyman Davud’a varis olup dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.”Hz. Musa’ya verilen asasının yılan olması ve Yed-i Beyza mucizeleri şöyle zikredilir:
| Kur’an-ı Kerim; Neml Sûresi, 16. Ayet Meali
Firavun: “Eğer bir mucize getirdiysen ve eğer doğru söyleyenlerden isen onu göster” dedi. Bunun üzerine Musa asâsını yere bırakıverdi, o da birdenbire kocaman bir ejderha kesiliverdi. Ve Musa elini koynundan çıkarıverdi, eli bembeyaz olmuş, bakanların gözünü kamaştırıyordu.Peygamberimiz'in Mucizelerini Şöyle Sıralayabiliriz.
| Kur’an-ı Kerim; Araf Sûresi, 106-108. Ayetler Meali
1.) “Onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu, Müminleri katından güzel bir imtihanla denemek içindi. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfal 17)
Bu ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Bedir günü müşriklerin yüzlerine toprak atması hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:
Enfal suresinde Bedir savaşı çok detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Zikrettiğimiz ayet-i kerime de Bedir savaşının anlatıldığı bölümde geçmektedir. Bedir günü Müslümanlar sayıca çok az ve silahça çok zayıftılar. Kâfirler onların üç katı kadardı ve tamamen silahlı ve zırhlı idiler. Savaşın bir bölümünde Müslümanlar mağlup olmak üzereydiler ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hengâmda ellerini açarak şöyle dua etmiştir:
“Ey Rabbim, eğer şu topluluğu helak edecek olursan, bir daha asla yeryüzünde sana ibadet edilmeyecektir…”
Bu dua üzerine Cebrail (a.s.), Efendimize:
“Bir avuç toprak al ve bunu onların yüzlerine at.” dedi.
Hz. Peygamber de bir avuç toprak alarak bunu onların yüzlerine attı ve “yüzleri kurusun!” buyurdu. Müşriklerden hiç kimse kalmadı ki, gözlerine, burun deliklerine ve ağzına bu bir avuç topraktan isabet etmiş olmasın. Müşrikler gözlerine kaçan bu toprakla uğraşırken Sahabeler onlara saldırıp bir kısmını öldürdü ve bir kısmını da esir etti. Savaştan sonra da Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimeyi indirerek, Müminlere vermiş olduğu nimeti hatırlattı.
Enfal suresinde Bedir savaşı çok detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Zikrettiğimiz ayet-i kerime de Bedir savaşının anlatıldığı bölümde geçmektedir. Bedir günü Müslümanlar sayıca çok az ve silahça çok zayıftılar. Kâfirler onların üç katı kadardı ve tamamen silahlı ve zırhlı idiler. Savaşın bir bölümünde Müslümanlar mağlup olmak üzereydiler ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hengâmda ellerini açarak şöyle dua etmiştir:
“Ey Rabbim, eğer şu topluluğu helak edecek olursan, bir daha asla yeryüzünde sana ibadet edilmeyecektir…”
Bu dua üzerine Cebrail (a.s.), Efendimize:
“Bir avuç toprak al ve bunu onların yüzlerine at.” dedi.
Hz. Peygamber de bir avuç toprak alarak bunu onların yüzlerine attı ve “yüzleri kurusun!” buyurdu. Müşriklerden hiç kimse kalmadı ki, gözlerine, burun deliklerine ve ağzına bu bir avuç topraktan isabet etmiş olmasın. Müşrikler gözlerine kaçan bu toprakla uğraşırken Sahabeler onlara saldırıp bir kısmını öldürdü ve bir kısmını da esir etti. Savaştan sonra da Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimeyi indirerek, Müminlere vermiş olduğu nimeti hatırlattı.
2.) “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsra 1)
Bu ayet-i kerime bütün müfessirlerin ittifakıyla, Efendimizin
(s.a.v.) Miraç hadisesinin başlangıcı olan İsra hadisesinden yani
Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksaya olan seyahatinden haber vermektedir.
Seyahatin detaylarını mezkûr ayet-i kerimenin izahını yapan tefsirlere
ve hadis kitaplarının Miraç bölümlerine havale ediyor ve sadece İmam
Tirmizi’den bir nakil ile yetiniyoruz:
İmam Tirmizi (r.a.) der ki: Bize İshak İbni İbrahim, Şeddad İbni Evs’den şöyle dediğini nakletti:
“Ey Allah’ın Resulü, senin gece yürüyüşün nasıl oldu?” Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Ben ashabımla birlikte Mekke’de yatsı namazını gecikerek kılmıştım. Bu sırada Cebrail bana beyaz bir hayvan getirdi. Merkepten büyükçe, katırdan küçükçe idi. Ve “Bin” dedi. Ona binmek bana zor geldi. Bunun üzerine Cebrail, kulağından onu tutup beni üzerine bindirdi. Hayvan yürüdü, bizi uçuruyordu. Öyle ki ayağını gözünün ulaştığı yere basıyordu. Nihayet bizi hurmalıklı bir araziye götürdü, beni orada indirdi ve “Namaz kıl.” dedi. Ben namaz kıldım. Sonra bindik. “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” dedi. Ben “En iyisini Allah bilir.” dedim. “Yesrib’de, güzellikler yurdunda namaz kıldın.” dedi. Hayvan bizi uçururcasına götürüyordu. Gözünün eriştiği yere tırnağını basıyordu. Sonra bir yere ulaştık. Cebrail “İn” dedi, indim. Sonra “Namaz kıl.” dedi. Namaz kıldım. Sonra bindik. Dedi ki: “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” Ben “En iyisini Allah bilir.” dedim. Dedi ki: “Medyen’de, Musa’nın ağacının yanında namaz kıldın.” Sonra hayvan bizi uçururcasına götürdü. Ayağını gözünün erdiği yere basıyordu. Nihayet bir yere vardık. Karşımızda köşkler belirdi. “İn” dedi, indim. “Namaz kıl.” dedi, kıldım. Sonra bindik. “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” dedi. Ben “Allah en iyisini bilendir.” dedim. “Beytü-l Lahm’de, Meryem Oğlu İsa Mesih’in olduğu yerde namaz kıldın.” dedi. Sonra hayvan bizi götürdü. Bir şehre Yemen tarafındaki kapısından girdik. Mescidin ön tarafına geldi ve oraya hayvanı bağladı. Biz mescide, Güneş’le Ay’ın eğim gösterdiği kapısından girdik. Ben o mescitte, Allah’ın dilediği kadar namaz kıldım… Sonra hayvan bizi götürdü. Nihayet şehrin bulunduğu vadiye girdik… Bu sırada falanca ve falanca yerde Kureyş kervanına rastladık. Develerinden birini yitirmişlerdi. Onu falanca toplamıştı. Ben onlara selam verdim. Bazıları dediler ki: Bu, Muhammed’in sesidir. Sonra Mekke’de sabah olmadan önce ashabımın yannına geldim. Ebubekir (r.a.) bana gelerek dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, bu gece neredeydin? Ben senin bulunacağın yerlerde seni aradım.” Hz. Peygamber (s.a.v.) dedi ki: “Biliyor musun, ben bu gece Beytü-l Makdis’e götürüldüm?” Hz. Ebubekir dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, orası bir aylık yoldur. Onu bana anlat.” Resulullah (s.a.v.) dedi ki: Bana bir yol açıldı, ben oraya bakıyor gibiydim. O bana ne sorarsa, onu kendisine bildiriyordum. Hz. Ebubekir dedi ki: Ben, senin Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ederim. Müşrikler ise dediler ki: İbni Ebu Kebşe’ye bakın. Bu gece Beytü-l Makdis’e gittiğini iddia ediyor. Şeddad İbn Evs der ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Benim söylediğim sözün delili olarak size bildireyim ki, falanca ve falanca yerde sizin kervanınıza rastladım. Onlar develerini yitirmişlerdi. Falanca onu bulmuştu ve onlar bulundukları yer şu kadar şu kadar mesafededir, falanca gün de buraya geleceklerdir. Kervanın önünde siyah bir deve var, üzerinde siyah bir örtü bulunmaktadır. İki de siyah çuval vardır. O gün olunca halk onların gelişini beklemeye koyuldu. Nihayet günün yarısına yaklaşıldığında kervan döndü. Önlerinde Resulullah (s.a.v.)’in anlattığı deve bulunuyordu.
İmam Beyhakî de iki yoldan İmam Tirmizi kanalıyla bu hadisi rivayet etmiştir. Hadisin bitiminde de: “Bunun isnadı sahihtir. Bu olay parça parça olarak başka hadislerde rivayet edilmiştir.” der. İsra hadisesi naklettiğimiz hadis-i şerif gibi daha birçok hadis-i şeriflerde nakledilmiş ve âlimler İsra hadisesinin vukuunda ittifak etmişlerdir.
İbni Cerir der ki:
İmam Tirmizi (r.a.) der ki: Bize İshak İbni İbrahim, Şeddad İbni Evs’den şöyle dediğini nakletti:
“Ey Allah’ın Resulü, senin gece yürüyüşün nasıl oldu?” Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Ben ashabımla birlikte Mekke’de yatsı namazını gecikerek kılmıştım. Bu sırada Cebrail bana beyaz bir hayvan getirdi. Merkepten büyükçe, katırdan küçükçe idi. Ve “Bin” dedi. Ona binmek bana zor geldi. Bunun üzerine Cebrail, kulağından onu tutup beni üzerine bindirdi. Hayvan yürüdü, bizi uçuruyordu. Öyle ki ayağını gözünün ulaştığı yere basıyordu. Nihayet bizi hurmalıklı bir araziye götürdü, beni orada indirdi ve “Namaz kıl.” dedi. Ben namaz kıldım. Sonra bindik. “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” dedi. Ben “En iyisini Allah bilir.” dedim. “Yesrib’de, güzellikler yurdunda namaz kıldın.” dedi. Hayvan bizi uçururcasına götürüyordu. Gözünün eriştiği yere tırnağını basıyordu. Sonra bir yere ulaştık. Cebrail “İn” dedi, indim. Sonra “Namaz kıl.” dedi. Namaz kıldım. Sonra bindik. Dedi ki: “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” Ben “En iyisini Allah bilir.” dedim. Dedi ki: “Medyen’de, Musa’nın ağacının yanında namaz kıldın.” Sonra hayvan bizi uçururcasına götürdü. Ayağını gözünün erdiği yere basıyordu. Nihayet bir yere vardık. Karşımızda köşkler belirdi. “İn” dedi, indim. “Namaz kıl.” dedi, kıldım. Sonra bindik. “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” dedi. Ben “Allah en iyisini bilendir.” dedim. “Beytü-l Lahm’de, Meryem Oğlu İsa Mesih’in olduğu yerde namaz kıldın.” dedi. Sonra hayvan bizi götürdü. Bir şehre Yemen tarafındaki kapısından girdik. Mescidin ön tarafına geldi ve oraya hayvanı bağladı. Biz mescide, Güneş’le Ay’ın eğim gösterdiği kapısından girdik. Ben o mescitte, Allah’ın dilediği kadar namaz kıldım… Sonra hayvan bizi götürdü. Nihayet şehrin bulunduğu vadiye girdik… Bu sırada falanca ve falanca yerde Kureyş kervanına rastladık. Develerinden birini yitirmişlerdi. Onu falanca toplamıştı. Ben onlara selam verdim. Bazıları dediler ki: Bu, Muhammed’in sesidir. Sonra Mekke’de sabah olmadan önce ashabımın yannına geldim. Ebubekir (r.a.) bana gelerek dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, bu gece neredeydin? Ben senin bulunacağın yerlerde seni aradım.” Hz. Peygamber (s.a.v.) dedi ki: “Biliyor musun, ben bu gece Beytü-l Makdis’e götürüldüm?” Hz. Ebubekir dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, orası bir aylık yoldur. Onu bana anlat.” Resulullah (s.a.v.) dedi ki: Bana bir yol açıldı, ben oraya bakıyor gibiydim. O bana ne sorarsa, onu kendisine bildiriyordum. Hz. Ebubekir dedi ki: Ben, senin Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ederim. Müşrikler ise dediler ki: İbni Ebu Kebşe’ye bakın. Bu gece Beytü-l Makdis’e gittiğini iddia ediyor. Şeddad İbn Evs der ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Benim söylediğim sözün delili olarak size bildireyim ki, falanca ve falanca yerde sizin kervanınıza rastladım. Onlar develerini yitirmişlerdi. Falanca onu bulmuştu ve onlar bulundukları yer şu kadar şu kadar mesafededir, falanca gün de buraya geleceklerdir. Kervanın önünde siyah bir deve var, üzerinde siyah bir örtü bulunmaktadır. İki de siyah çuval vardır. O gün olunca halk onların gelişini beklemeye koyuldu. Nihayet günün yarısına yaklaşıldığında kervan döndü. Önlerinde Resulullah (s.a.v.)’in anlattığı deve bulunuyordu.
İmam Beyhakî de iki yoldan İmam Tirmizi kanalıyla bu hadisi rivayet etmiştir. Hadisin bitiminde de: “Bunun isnadı sahihtir. Bu olay parça parça olarak başka hadislerde rivayet edilmiştir.” der. İsra hadisesi naklettiğimiz hadis-i şerif gibi daha birçok hadis-i şeriflerde nakledilmiş ve âlimler İsra hadisesinin vukuunda ittifak etmişlerdir.
3.) “Kıyamet yaklaştı ve Ay yarıldı.” (Kamer 1)
Bu ayet-i kerime Ay’ın yarıldığından haber vermektedir. Sahih ve mütevatir hadislerde sabit olduğu üzere bu yarılma Resulullah’ın (s.a.v) zamanında bir mucize olarak meydana gelmiştir. Ay’ın yarılmasının Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında vuku bulduğu konusu âlimler arasında ittifak edilmiş bir konudur. Bu, Hz. Peygamberin (s.a.v.) parlak mucizelerinden biridir. Şimdi, bu konuda varid olan hadis-i şeriflerden bir kısmını inceleyelim:İbni Cerir der ki:
Bu geçmişte olmuştur. Hicretten önce idi. Ay yarıldı ve onlar iki parça halinde gördüler.Abdullah İbni Ömer şöyle demiştir:
“Bu, Allah’ın Resulü (s.a.v) zamanında oldu. Ay iki parçaya yarıldı. Bir parça dağın önünde, bir parça da arkasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v): “Allah’ım şahit ol.” dedi.Abdullah İbni Mesud hazretleri şöyle demiştir:
Resulullah’ın (s.a.v) zamanında Ay yarıldı. Kureyşliler: “Bu, İbni Ebu Kebşe’nin büyüsüdür. Dışarıdan, seferden gelenlerin getireceği haberi bekleyin. Şüphesiz Muhammed bütün insanları büyüleyebilecek değildir.” dediler. Seferden gelenler bu durumu aynen haber verdiler.İmam Beyhaki der ki:
Ay Mekke’de yarıldı ve iki parça oldu. Mekkeli Kureyş kâfirleri: Bu, İbn Ebu Kebşe’nin sizi büyülemiş olduğu bir büyüdür. Seferden gelecekleri bekleyin; şayet sizin gördüğünüzü onlar da görmüşse doğru söylemiştir. Eğer sizin gördüğünüz gibi görmemişlerse hiç şüphesiz bu onun bizi büyüleyeceği bir büyüdür, dediler. Dışarıdan seferden gelenlere soruldu da muhtelif yönlerden gelenler “Onu gördük.” dediler.
4.) Savaşlarda meleklerle yardım edilmesi..
Peygamber Efendimize (s.a.v.) savaş esnasında melekler gönderilmiş ve meleklerle yardım edilmiştir.
Ali İmran suresi 124 ve 125. ayetler ve Enfal suresi 9. ayet-i kerime Bedir günü gönderilen meleklerden haber verir. İlk önce 1.000 melek, sonra 2.000 melek ve daha sonra yine 2.000 melekle toplam 5.000 meleğin Bedir günü gönderildiği bildirilir. Tevbe suresi 26. ayet-i kerimede Huneyn günü gönderilen meleklerden haber verilir. Yine Tevbe suresi 40. ayet-i kerimede, Efendimizin (s.a.v) Hz. Ebubekir (r.a.) ile mağarada iken “görünmeyen bir ordu ile desteklendiği” bildirilir. Bu görünmeyen ordunun melekler olduğu tefsirlerde beyan edilmiştir.
Yine Ahzab suresi 9. ayet-i kerimede “Onların üzerine görmediğiniz ordular gönderdik.” buyrularak Hendek savaşında gönderilen meleklere işaret edilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz ayet-i kerimeler ile sabittir ki, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ordusunda melekler vardır ve O’nun peygamberliğine bir mucize olması için bu melekler sahabeler tarafından görülmüştür.
Kurtubi ve Hazin tefsirlerinde zikredildiğine göre, Ebu Üseyd Malik İbni Rabia (r.a.) (Bu zat Bedir ehlinden en son vefat edendir.) şöyle buyurur:
Ali İmran suresi 124 ve 125. ayetler ve Enfal suresi 9. ayet-i kerime Bedir günü gönderilen meleklerden haber verir. İlk önce 1.000 melek, sonra 2.000 melek ve daha sonra yine 2.000 melekle toplam 5.000 meleğin Bedir günü gönderildiği bildirilir. Tevbe suresi 26. ayet-i kerimede Huneyn günü gönderilen meleklerden haber verilir. Yine Tevbe suresi 40. ayet-i kerimede, Efendimizin (s.a.v) Hz. Ebubekir (r.a.) ile mağarada iken “görünmeyen bir ordu ile desteklendiği” bildirilir. Bu görünmeyen ordunun melekler olduğu tefsirlerde beyan edilmiştir.
Yine Ahzab suresi 9. ayet-i kerimede “Onların üzerine görmediğiniz ordular gönderdik.” buyrularak Hendek savaşında gönderilen meleklere işaret edilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz ayet-i kerimeler ile sabittir ki, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ordusunda melekler vardır ve O’nun peygamberliğine bir mucize olması için bu melekler sahabeler tarafından görülmüştür.
Kurtubi ve Hazin tefsirlerinde zikredildiğine göre, Ebu Üseyd Malik İbni Rabia (r.a.) (Bu zat Bedir ehlinden en son vefat edendir.) şöyle buyurur:
Şu an sizinle birlikte Bedir’de bulunsaydım ve gözlerim de görseydi, elbette hiç şüphe ve tereddüt etmeden meleklerin çıka geldiği vadiyi size gösterirdim.Yine Sehl İbni Huneyf (r.a.) der ki:
Vallahi ben Bedir günü bizden birinin, kılıcıyla bir müşrikin kafasına vurmak üzereyken kılıcı ona ulaşmadan o müşrikin kellesinin cesedinden ayrılıp yere düştüğünü gördüm.Yukarıda naklettiğimiz haberler gibi daha birçok haberler vardır ki, sahabeler o gün inen melekleri ve meleklerin icraatlarını görüyorlardı.
5.) “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 67)
Bu ayet-i celile inmeden evvel Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye
hicret etmişti. Yahudiler, Efendimize: “Ya Muhammed, biz çok
kalabalığız ve silah sahibiyiz. Eğer bu davandan ve dininden
vazgeçmezsen seni öldürürüz.” demişlerdi. Bunun üzerine Peygamber
Efendimizi (s.a.v.) Ensardan ve Muhacirlerden kişiler bekliyor ve
koruyordu. Yahudilerin suikast yapması korkusundan O’nun yanında
geceliyor ve O’nun ile beraber her gittiği yere gidiyorlardı. Bu ayet-i
kerime inince Allah’ın Resulü (s.a.v.) kendisini bekleyenlere şöyle
dedi:
“Ey insanlar, gideceğiniz yerlere gidin, artık beni beklemeyin, şüphesiz ki Allah beni insanlardan koruyacaktır.”
Allah’ın bu vaadinden sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gecenin evvelinde ve geç saatlerinde Medine’nin vadilerinde ve tenha yerlerinde düşmanlarının çokluğuna rağmen tek başına gezerdi. Ve ona suikast planı yapanlar bir türlü planlarını gerçekleştiremezlerdi.
Bu husustaki bir kısım hadis-i şerifleri de nakledelim:
Hz. Aişe şöyle der:
“Ey insanlar, gideceğiniz yerlere gidin, artık beni beklemeyin, şüphesiz ki Allah beni insanlardan koruyacaktır.”
Allah’ın bu vaadinden sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gecenin evvelinde ve geç saatlerinde Medine’nin vadilerinde ve tenha yerlerinde düşmanlarının çokluğuna rağmen tek başına gezerdi. Ve ona suikast planı yapanlar bir türlü planlarını gerçekleştiremezlerdi.
Bu husustaki bir kısım hadis-i şerifleri de nakledelim:
Hz. Aişe şöyle der:
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ayet ininceye kadar bekçiler tarafından bekleniyordu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) başını kubbeden çıkararak dedi ki: Ey insanlar gidiniz, artık Allah Azze ve Celle beni koruyor.Ebu Said el-Hudri (r.a.) şöyle der:
Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas, Allah’ın Resulünü (s.a.v.) bekleyenlerden birisiydi. Bu ayet nazil olunca Resulullah (s.a.v.) bekçi edinmeyi bıraktı.
6.) Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber (eşine) bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber: “Bilen, her şeyden haberi olan Allah bana bildirdi.” dedi. (Tahrim 3)
Taberi tefsirinde zikredildiğine göre, Abdullah İbni Abbas, İmam
Katade, Zeyd İbni Eslem, Abdurrahman İbni Zeyd, İmam Şabi ve İmam
Dahhak’a göre ayette zikredilen “Peygamberin zevcelerinden birinden”
maksat, Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa’dır. Ona gizlice söylediği söz de
cariyesini kendisine haram kılması ve buna dair yemin ederek “Bunu
kimseye söyleme.” demesiydi. Hz. Hafsa ise bu sırrı açığa vurmuş ve bu
sırrı Hz. Aişe’ye açmıştır. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ, Hz. Muhammed’e
(s.a.v.) Hafsa’nın bu sırrı başkasına söylediğini bildirmiş; Resulullah
da bunu Hz. Hafsa’ya söylemiştir. Hz. Hafsa, Resulullah’ın (s.a.v.)
kendisine bunu söylemesi üzerine: “Bunu sana kim bildirdi? Bunu ben
sadece Hz. Aişe’ye söyledim ki yanımızda başka kimse yoktu. O da sana
söylemeyeceğine göre bunu sana kim haber verdi?” demiştir. Resulullah da
(s.a.v.): “Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.”
buyurmuştur.
7.) Kâfirler: “Hiç şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır.” dediler. (Yunus 2)
Buraya
kadar sunduğumuz bütün delilleri ve yaptığımız bütün tahlilleri bir
kenara koysak ve sadece kâfirlerin Peygamber Efendimize (sallallahu
aleyhi ve sellem) “sihirbaz” demeleri üzerinde insafla düşünsek, bu
sözü, gördükleri mucizeler karşısında söylediklerini kabul ederiz.
Onların Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) sihirbaz
demelerinin başka hiçbir sebebi olamaz. Zira onlar Efendimizin
(sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an okuması sebebiyle ona “şair”
diyorlardı. Gaybdan haber vermesi ve verdiği haberlerin doğru çıkması
cihetiyle de kâhin diyorlardı.
Allah-u Teâlâ, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şair ve kâhin olmadığını; “O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!” (Hakka 41-42) ayetleriyle reddetmiştir.
Allah-u Teâlâ, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şair ve kâhin olmadığını; “O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!” (Hakka 41-42) ayetleriyle reddetmiştir.
Şans Oyunları Haram mı?
İslâm dîninin iki temel kaynağı olan kitap ve sünnette insanın emeğine son derece önem verilmiş, her türlü haksız kazanç aslâ hoş karşılanmamış, başkalarına ait olan şeyleri meşru olmayan yollarla elde etmeye çalışanlar da hem dünyevî hem de uhrevî cezâlara mâruz kalmakla uyarılmışlardır.
Hadîs-i Şerîf’te şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek aslâ yememiştir.”Hırsızlık, gasp gibi suçlar dünyâda karşılığını bulurken, fâiz yiyenlerin kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacağı bildirilmiştir. Zekât, sadaka, yetimlere, dullara ve kimsesizlere yardım etme ise teşvik edilmiş; özellikle zekâtın bir görev ve sorumluluk, fakirin de hakkı olduğu vurgulanmıştır. Alın teri ve emeğe saygı gösteren İslâmiyet, şansa ve kumara dayanan, içerisinde çalışma ve çabalama olmayan, bir tarafa haksız kazanç sağlarken diğer tarafı üzen ve ezen her türlü mal kazanım yollarını ise yasaklamıştır.
(Buhari, Bûyû, 15)
Konuyla ilgili âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” (Mâide Sûresi – 90. Âyet)Diğer bir âyet meâli de şöyledir:
“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir.” (Nisâ Sûresi – 29. Âyet)Yenenin yenilenden her hangi bir şey alması şart koşulan her türlü oyun kumar olarak târif edilmiştir. Meselâ; tarafların “ben kazanırsam sen bana yemek yedireceksin, sen kazanırsan ben sana yemek yedireceğim” şeklinde yaptıkları her türlü iddia, oyun ve yarışma kumar târifi altına girmektedir. Çünkü hangi tarafın kazanacağı ve kaybedeceği belli olmayan haksız bir kazanç söz konusudur. Buna karşın olaya üçüncü bir şahıs dâhil olsa ve ‘kazanana ben yemek yedireceğim’ dese bu oyun ve müsâbaka câiz olmaktadır. Zîrâ ortada kaybeden ve zarara uğrayan bir taraf olmadığı gibi haksız bir kazanç da söz konusu değildir. Kazanan taraf ödülünü kaybedenden değil üçüncü bir şahıstan ve emeğinin karşılığı olarak almaktadır. Ortaya bir ödülün konduğu her türlü oyun, yarışma ve çekilişlerde iki hususla karşı karşıya kalınmaktadır:
1-Emek, 2-Kazanç
Elde edilen kazanç bir emek karşılığı ise alınan ödül câiz olmakta, şâyet ortada bir emek yok ve iki taraftan birinin kaybetme veya kazanma ihtimâli olan bir durum söz konusu ise bu kumar kapsamında değerlendirildiğinden bu tür yarışma ve çekilişlere de cevaz verilmemektedir.
Yukarıda anlatıldığı üzere milli piyango, iddaa gibi oyunların câiz olmadığı net olarak anlaşılmaktadır. Bâzı büyük marketlerin yaptığı çekilişler, bir kısım ödüllü yarışmalar ise, şâyet bunlara katılmak için herhangi bir ücret veya kontör vesaire ödeniyorsa bu da yasak kapsamına dâhil olmaktadır. Eğer herhangi bir ücret alınmıyorsa bu yarışmalardan kazanılan ödüller câiz olmaktadır.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun konuya dâir verdiği fetvâ da şöyledir:
“İki veya daha fazla kişinin aralarında doğrudan veya dolaylı olarak anlaşma sûreti ile, bir tarafın kazanacağı, diğer tarafın kaybedeceği şansa dayalı her türlü oyun, kumar kapsamında olup haramdır. Kendi aralarında yarışacak kimselerden kazananın, üçüncü kişi tarafından vaat edilen ödülü alması ile kaybedenin bir zarâra girmemesi esasına dayalı meşrû içerikli yarışmalara katılmak ve buradan kazanılacak ödülleri almak ise câizdir.Bütün bunlarla beraber bir mü’min ‘harama vesîle olan şey de haramdır’ kâidesi gereği yaptığı şeylerin harama götürecek bir iş olmamasına dikkat etmelidir. Ayrıca ödül verenin katılımcılardan bir çıkar sağlayıp sağlamadığı bilinmiyorsa bu tür şüpheli şeylerden uzak durulmalıdır.
(Kasani, Bedaiü’s-sanai’, VI, 206; Fetava-yı Hindiye, V, 324).
Ancak, bu nitelikleri taşıyan bir yarışmaya katılabilmek için normal ulaşım ücreti dışında kontör göndermek vb. ilâve ücret ödemek ya da bir ödeme taahhüdünde bulunmak, çekilişe katılmak için piyango bileti satın almak niteliğinde olduğundan yarışma bir tür kumara dönüşür.”
“Taraflardan birinin kazanıp diğerinin kaybettiği bütün şans oyunları kumardır. Sâdece kazananın kârlı çıktığı, kaybedenin ise zarâra uğramadığı uygulamalar ise kumar niteliğinde değildir. Buna göre; marketlerde ve mağazalarda işyeri sâhiplerinin alışveriş yapan müşterilerine verdikleri çekiliş kuponuna hediye çıkması durumunda, müşterilerin çıkan hediyeleri almalarında bir sakınca yoktur.
(Kasani, Bedaiü’s-sanai’, VI, 206).
Çünkü müşterilerden birinin kazanması halinde diğerleri bir şey kaybetmemektedir. Ancak, çekilişe katılmak için ayrıca bir ücret ödenmesi halinde yatırılan para üzerinden şans yolu ile kazanç elde etme durumu söz konusu olacağından yapılan çekiliş işlemi kumar olur.”
Bu tür organizasyonlar yapanların bir menfaat sağlayıp sağlamadıkları bilinmiyorsa ortada bir şüphe meydana gelmektedir ki, Müslümana düşen şüpheli şeylerden uzak durmaktır.
Nitekim Hadîs-i Şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Helâl olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında halkın birçoğunun helâl mi haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli işlerden sakınanlar dinlerini ve ırzlarını korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise zamanla harama dalıp giderler. Aynen sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onların o arâziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her hükümdârın girilmesi yasaklanmış bir arâzisi vardır. Unutmayın Allâh’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücûdunda bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası “kalb”dir.”
(Buhari, İman, 39; Müslim Müsakat, 109)
Dualarda Sayı ve Şifre
Duaların kabulü için samimiyet önemli olup, belirli sayılarda okunması/yapılması şart değildir (Kaynak: Mü’min, 40/65; Tirmizi, Deavat, 66).
Salat-ı tefriciyenin veya herhangi bir duanın 4444 defa ya da belli zamanlarda okunması şart değildir ve okunduğunda muhakkak kabul olunacağını ifade eden herhangi bir ayet ve hadis bulunmamaktadır…
Dua’da dikkate alınacak hususları, özetle şu hadislerle anlatabiliriz:
1) Dua Etmeden Önce, Allah’a Senâ Etmek ve Hazret-i Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e Salât Etmek
Duanın amacı fayda sağlanması ve zararın def edilmesidir. Aile, mal ve canın aleyhinde yapılan duanın gerisinde hiçbir maslahat yoktur. Aksine bu, dua eden kimse için sırf zarardır. Kişi ailesinin, evladının, malının ve canının bozulmasından veya onlara zararın ulaşmasından ne umar? Bundan dolayı Resûlullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurdu
İnsanların çoğu bundan ne yazık ki gafildir. Onları sadece büyük işlerde ve şiddetli belalarda Allah’a sığınıp, O’ndan istediklerini görürsün. Bunun dışındaki şeylerde ise Allah’tan bir şey istemezler. Bu hatadır, Müslümana yakışan büyük veya küçük bütün isteklerini Allah’a arz etmesidir.
6) Kişinin, bir isteğinin yerine gelmesini Allah’tan isteyeceği vakit, iki rekat namaz kılması en güzel olanıdır. (Kaynak: İbn Mace, Dua, 13)
7) Duadan önce tevbe-istiğfar etmesi tavsiye edilir (Kaynak: Müslim, Zekat, 19).
‘Sizden biri dua edeceği vakit Rabbine hamd ve sena ile başlasın! Sonra Nebi’ye salât etsin! Sonra dilediği şeyi istesin’ buyurdu.”2) Duada Israrlı Olmak ve Aceleciliği Bırakmak
Kaynak: Tirmizi 3708
‘Sizden biri acele edip de dua ettim bana icabet olunmadı demediği müddetçe o kimseye icabet olunur’ buyurdu.”3) Ailenin, Malın ve Canın Aleyhinde Dua Etmekten Sakınmak
Kaynak: Tirmizi 3609, İbni Mace 3853
Duanın amacı fayda sağlanması ve zararın def edilmesidir. Aile, mal ve canın aleyhinde yapılan duanın gerisinde hiçbir maslahat yoktur. Aksine bu, dua eden kimse için sırf zarardır. Kişi ailesinin, evladının, malının ve canının bozulmasından veya onlara zararın ulaşmasından ne umar? Bundan dolayı Resûlullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurdu
“Nefisleriniz aleyhine dua etmeyin! Çocuklarınız aleyhine dua etmeyin! Mallarınız aleyhine dua etmeyin!..”4) Dua Ederken Elleri Kaldırmak
Kaynak: Ebu Davud 1532
Ebu Musa el-Eş’ari (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:5) Büyük veya Küçük Bütün İsteklerimizi Allah-u Teâlâ’dan İstememiz Gerekir
“Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dua etti ve ellerini kaldırdı. Hatta koltuk altlarının beyazını gördüm.”
Kaynak: Buhari 6323
Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
“Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ çok hayâlıdır ve çok cömerttir. Kulu O’na ellerini kaldırdığı vakit onu bomboş olarak geri çevirmekten hayâ eder.”
Kaynak: Ebu Davud 1488, İbni Mace 3865
İnsanların çoğu bundan ne yazık ki gafildir. Onları sadece büyük işlerde ve şiddetli belalarda Allah’a sığınıp, O’ndan istediklerini görürsün. Bunun dışındaki şeylerde ise Allah’tan bir şey istemezler. Bu hatadır, Müslümana yakışan büyük veya küçük bütün isteklerini Allah’a arz etmesidir.
6) Kişinin, bir isteğinin yerine gelmesini Allah’tan isteyeceği vakit, iki rekat namaz kılması en güzel olanıdır. (Kaynak: İbn Mace, Dua, 13)
7) Duadan önce tevbe-istiğfar etmesi tavsiye edilir (Kaynak: Müslim, Zekat, 19).
Ölülere Kur'an Okumak
Resûlulah sallallahu aleyhi ve sellem’den, kabirlerde Kur’an okumamızı tavsiye eden sahih ve zayıf hadisler vardır. Okunmaz diyenlerin elinde ise, yoruma muhtaç olmadan, açık bir şekilde “Kur’an okumayın!” diye bir âyet, sahih veya zayıf bir hadis, bir sahabe sözü de yok...
Allah Teâlâ şöyle buyurur (meâlen):
“Onlardan sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde Müminlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin. derler.”
Kıldığımız her namazın sonunda şu duayı okumamız tavsiye edilmiştir:Bu dualar, Kur’an ayetleridir.
“Rabbimiz; hesabın görüldüğü günde beni, anamı, babamı ve tüm Müminleri bağışla!”
Ebû Üseyd Mâlik İbni Rebîa es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi:Kur’an okuyarak dua edersek, Allah Celle Celâluhû dilerse merhamet eder, dilemezse etmez. Ölülerimize duâ edip, Kur’an okuduğumuzda, hâsıl olan sevabı, ölüye hediye edip bağışlayabiliriz. Bunu kabul eden mezhep imamlarının görüşlerine aşağıda yer verilecektir.
Bir gün biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda otururken, Selemeoğulları kabilesinden bir adam çıkageldi ve:
— Yâ Resûlallah! Anamla babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı? diye sordu. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
— “Evet! Onlara dua eder, günahlarının bağışlanmasını dilersin, vasi-yetlerini yerine getirirsin, akrabasını koruyup gözetirsin, dostlarına da ik-ramda bulunursun.”
Kur’ân’ın sevabı, ancak onu anlayarak okuyan ve yaşamaya çalışan kişiye aittir. Ancak, ölen kimse hayatta iken, başka bir kimseye Kur’an oku-mayı öğretmişse veya öğrenmesine vesile olmuşsa, öğrettiği o kimse, Kur’-an’ı her okuduğunda, o kimseye de sevap yazılır. Bu da zaten o güzel amele vesile olmanın sevabıdır.
Cenaze namazında Fâtiha Sûresi’nin okunacağına dair Talha (radıyal-lahu anh)’dan şöyle bir hadis nakledilmektedir:Cenaze namazı, Allah’ı övmek, Hazreti Peygamber’e salavât getirmek ve ölü için de duâ etmek olarak telâkki edilmektedir.
Talhâ (radıyallahu anh)’dan: “Abdullah b. Abbas’ın (radıyallahu anhumâ) arkasında bir cenaze namazı kıldım ve o, Fâtiha Sûresi’ni okudu. Sonra da onun sünnet olduğunu öğrenin diye, böyle okudum” dedi.
Zaten rükûsuz ve secdesiz olması, onun diğer namazlardan farklı olduğunu gösterir. Cenaze namazı, ölmüş olan kişiye kılınır. Bu namazın ön şartı cenazenin vukuudur. Sırf ölü için kılınan bir namazda Kur’ân okunması anlamlıdır. İster duâ anlamında olsun, isterse Kur’ân’dan bereketlenme anlamında olsun, bu uygulama, ölüye Kur’ân okunabileceğine dair bir hüccettir. Biz Hanefîler, cenaze namazını dua olarak gördüğümüz, kıraat mahalli görmediğimiz için onda fatihayı kıraat olarak okumasak da sena veya dua olarak okuyabiliriz. Nitekim, Hanefî alimlerinin ileri gelenlerinden Şurunbilâlî, bir risalesinde, Merakı’l-Felâh’ında ve İmdadü’l-Fettâh’ında bunu açıkça ifade eder:
“Fatiha okumak da sena kasdıyla caizdir; bizde böyle denilmiştir. Buhârî’de İbnu Abbâs radıyallahu anhumâ’nın cenaze namazı kıldığı ve fatiha okuduğu ve bunun sünnet olduğunu bilmeniz için böyle yaptım dediği rivâyet edilmiştir. Tirmizî de (bunu rivayet etti ve) sahih olduğunu söyledi.”
Tahtavî de Aynî’den şöyle dediğini nakletti:Bu fatihanın, cemâatin önündeki namazı kılınmakta olan ölüye okunduğunu, bunun câiz olacağını, ama kabirdekine Kur’ân okumanın câiz olmayacağını iddiâ edenler de var. Onlara yine İmâm Buhârî’nin (1336,1337) ve Müslim’in (954,955) numaralı hadîslerinde geçen, kabirde gömülü olan kimseye Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in gömülmenin er-tesi günü cenâze namazı kıldırdığını hatırlatmak isteriz. Öyleyse ; Henüz toprağa gömülmemiş meyyit ile gömülmüş meyyit arasında bir fark mı vardır da, sadece gömülmek üzere olan meyyite okunacağı söylenip, mezardakine okunmayacağı iddia edilmektedir? Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in cenazede Fâtiha Sûresi’ni okuması hususunda “çürümeden, hemen yaptı, vakit geçtikten sonra yapmadı” gibi bir şey söylemek doğru olmaz.
“Tahâvî buna şu cevabı verdi: Sahabe’nin Fatiha okuması belki de kı-raat şekliyle değil de dua şekliyle idi. İmâm Mâlik, ‘Cenaze namazında Fa-tiha okumak memleketimizde işlenen bir şey değildir’ dedi.”
Nitekim aşağıdaki hadiste bu aşikârca olarak belirtilmiştir.
Bununla da yetinmeyen, yakın zamanda gömülü olduğunda kılınır diyenlere de Ahmed İbnu Hanbel (4/149,153,154), Buharî (1344,4042), Müslim (2296), Ebû Dâvûd (3223,3224), Nesâî (1954) ve başkalarının rivâyet ettiği Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in Uhud şehidlerine şehid olmalarından yedi sene sonra cenâze namazı kıldırdığına dâir olan haber üzerinde düşünmesini tavsiye ederiz.
İmam Tahavî’nin Şerhu Meâni’l-Âsar eserinde rivayet ettiğine göre (I, 503-504 beş hadis), Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, Uhud şehitlerine yedi sene sonra cenaze namazı kılmıştır. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yedi yıl sonra, şehitler için okuduğu Fatiha Kur’an değil midir?
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Kur’an’ın dirilere indiğini bilmi-yor muydu, yoksa siz mi o ayeti tam anlayamadınız da, yanlış yorum yapıyosunuz?!
Kısacası, ölüye Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz Kur’ân okunmasını emir veya tavsiye etmiş, Sahâbe radıyellâhu anhum ve İmamlar da okumuşlardır.
Ölüye Kur’ân okunmaz, diyenler; Kur’ân sadece diriler için indirilmiştir, diyorlardı. Oysa yukarıdaki hadiste sahâbenin cenaze namazı kılıp, Kur’ân okuduğunu görmekteyiz. Hadis sahihtir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, yapmış ki, Talha radıyallahu anh’dan yapılan rivâyetin metninde “sünnettir” deniliyor. Şayet, bu namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Resûlullah sal-lallahu aleyhi ve sellem, bunu ne kendi yapar, ne de başkalarına emrederdi.
Halbûki O, kendisi de birinin cenaze namazını kıldırırken:
“Allah’ım! Falan oğlu falan, senin güvencende, senin koruman al-tındadır. Onu kabir fitnesinden ve Cehennem azabından koru! Sen vefa ve övgü sahibisin. Allah’ım! Onu bağışla, ona acı! Muhakkak ki sen çok bağışlayan, çok acıyansın” diye dua etmiştir.
Kaldı ki, cenaze namazının kendisi de ölü için bir duadır. Allah için namaza, meyyit/meyyite için duaya… diye niyet edilir. Eğer ölünün ruhuna yararı yoksa bunun bir anlamı kalmaz. Resûlullah Efendimiz: “Onu kabir fitnesinden koru!” diye dua ediyor. Kabirdeki insana fay¬dası olmasa, Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu şekilde dua eder mi? Kendisi de, zaman zaman Baki’ Kabristanı’nı ziyaret eder, kabirdekilere selam vererek dua ederdi. Eğer selamı onlara ulaşmasa, duası fayda etmeseydi, bunu yapması abesle iştigâl olurdu. O ise, bundan mü-nezzehtir.
İbni Abbas radıyallahu anhumâ şöyle dedi:Demek ki, bir hurma dalı bile, Allah’ın izniyle, ölüye faydalı olabili-yor. Peki, o hurmayı yaratan âlemlerin Rabbi Allah-u Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim nasıl ölüye faydalı olmasın?! Böyle bir şey söylenebilir mi?!
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, iki kabre uğradı ve:
“Şüphesiz bunlar azap olunuyorlar. Bununla beraber büyük bir günah-tan dolayı azap olunmuyorlar. Onlardan biri koğuculuk yapar, diğeri ise idrarından sakınmazdı” buyurdu. Sonra Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, yaş bir hurma fidanı istedi. Müteakiben çubuğu ikiye bölerek, bir parçasını birinin, diğer parçasını diğerinin üzerine dikti ve
“Bunlar kurumadığı sürece, azapları hafifletilir” buyurdu.”
Peygamberimiz'in Kabrini Ziyaret
Kabr-i Saâdet’i Ziyâret Sünnettir
Resûlullah Efendimiz’in kabrini ziyâret etmek bir İslâm geleneğidir ve bu ziyaretin sünnet olduğu konusunda İslâm âlimleri arasında görüş birliği vardır. Fahr-i Âlem Efendimiz’in kabrini ziyâret etmeyi, Selef âlimleri faziletli bir davranış sayıp buna teşvik etmişlerdir.
Ashâb ve tâbiîn âlimlerinin kabir ziyâretini meşrû görmelerinin dayanağı yine hadîs-i şeriflerdir.
Nitekim Allah’ın Sevgili Elçisi ümmetini kabir ziyâretine teşvik ederek şöyle buyurmuştur:
“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabir ziyâreti âhireti hatırlatır.” (1)
“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Annesinin kabrini ziyâret etmesi için Muhammede izin verildi. Size de kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabir ziyâreti âhireti hatırlatır. “(2)Kabir ziyâretinin diğer bir sebebi de âhirete göçmüş yakınlarımıza ve kardeşlerimize duâ etmektir. Nitekim ( Kâinâtın Efendisi de öyle yapmış, sık sık Cennetul Baki-e giderek orada yatan müminlere duâ etmiştir. Aliyyul Kârinin belirttiğine göre (3) Şâfiîlerden İmâm Nevevî,i Hanefılerden İbnul-Hümâm, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kabrini ziyâret etmenin sünnet olduğu konusunda İslâm âlimlerinin ittifakı bulunduğunu söylemişlerdir.
Kabrimi Ziyâret Edene Şefaat Ederim
Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ’nın rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:Kabrini sadece Allah rızâsı için ziyâret edene Resûl-i Ekrem Efendimizin şefâat edeceğini vadetmesi, çok kapsamlı bir müjdedir. Burada sözü edilen şefâat, şu nimetlerden birine sahip olmak anlamına gelebilir: Âhirette daha çok nimete kavuşmak, kıyâmet günü duyulacak korku ve dehşeti daha az hissetmek, hesaba çekilmeden Cennet’e gireceklerin arasında olmak, Cennet’teki derecesi yükseltilmek, Allah Teâlâ’yı daha yakından görebilmek.
‘Ümmetimden kabrimi ziyâret edenlere mutlaka şefâat ederim.” (4)
Enes ibni Mâlik radıyallahu anhın rivayet ettiğine göre Resûlullah salallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:“Medine’ye gelerek” ifâdesi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in,Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle gaybı bildiğini gösteren mûcizelerden biridir. Demek ki Allah Teâlâ ona Medine’de vefât edeceğini bildirmiştir. Zira “Hiç kimse nerede öleceğini bilemez.”(6) âyeti gereğince öleceği yeri bilemezdi.
Ümmetimden, Medine’ye gelerek Allafı nzâsı için kabrimi ziyâret eden kimse, âhirette benim himâyemde olur ve ben kıyâmet gününde ona şefâat ederim.”(5)
Hadîs-i şerîf, Peygamber aleyhisselâmı ziyâret etmenin,Allah rızâsı ve Resûl-i Ekrem’e saygı ve muhabbet sebebiyle yapılacağını, bunun dışında bir maksat taşımaması gerektiğini ifâde etmektedir.
Burada Hz. Ömer’in şu değerli sözünü hatırlamalıdır:
“Ey insanlar! Yaptığınız işi sadece Allah rızâsı için yapınız. Yaptığı işte sadece Allah rızâsını gözeten kimseye, hem yaptığı işin hem de Allah rızâsını gözetmesinin mükâfatı verilir.”(7) “Şefâat ederim” sözünün neleri kapsadığı bir önceki hadîs-i şerifin dipnotunda zikredilmişti.
Bir başka hadîs-i şerifinde Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyuruyor;Fahr-i Âlem Efendimiz’i vefâtından sonra ziyâret etmenin, hayatındayken ziyâret etmiş gibi olması, onun kabr-i şerifinde canlı olması, kendini ziyâret edeni tanıması ve onun verdiği selâmı alması sebebiyledir.
“Beni vefatımdan ziyaret eden”kimse, hayatımda ziyaret”etmiş gibidir.”(8)
“Hac ibâdetini yapıp da beni ziyâret etmeyen kimse,bana eziyet etmiş olur”(9) hadis-i şerifi de bu anlamdadır. Ve bu hadîs-i şerif, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i ziyâret etmeye imkânı olan kimsenin onu mutlaka ziyâret etmesi j gerektiğini göstermektedir.
İmâm Mâlik’in “Ziyâret” Konusundaki Hassâsiyeti
İmâm Mâlik, “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin kabrini ziyâret ettik” demeyi mekrûh görmüştür. İmâm Mâlik’in bu sözünün ne anlama geldiği konusunda ihtilâf edilmiş, bazıları, onun Kabr-i Saadet hakkında “ziyâret” kelimesini uygun görmediği için böyle düşündüğünü söylemiş ve buna gerekçe olarak da “Kabirleri çok ziyâret eden kadınlara Allah lânet etsin!” hadisini(10) göstermişlerdir.(11) Fakat aşağıdaki şu hadîs-i şerif bu görüşün doğru olmadığını göstermektedir:
“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Ama artık ziyâret edebilirsiniz.”(12)
İslâmiyet’in ilk yıllarında bazı Câhiliye âdetleri yaşamaya devam ediyor, insanlar ölülerinin ardından bağıra çağıra ağlıyor, üstlerini başlarını yırtıyorlardı. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz kabir ziyâretini yasaklamıştı. Bu tür ağıtlar kadınlar arasında daha yaygın olduğu için Allah’ın Sevgili Elçisi onların kabir ziyâretini özellikle yasaklamıştı. Zamanla bu âdetlerin çirkinliği anlaşılıp ölülerin ardından nasıl davranılması gerektiği konusunda İslâmiyet’in getirdiği emirler benimsenince bu yasak da kalkmış oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ümmetimden kabrimi ziyaret edenlere mutlaka şefaat ederim” hadîs-i şerifinde “ziyaret” ifâdesini kullandığına göre, bu kelimeyi kullanmak mekrûh olmamalıdır.
Ancak halk arasında yaygın olan şöyle bir söz vardır: “Ziyaret eden, ziyaret edilenden daha değerlidir” derler. İşte bu sözden dolayı;
“Peygamber aleyhisselâmın kabrini ziyaret ettik” denmesi uygun görülmemiştir.
Bu yorum da pek öyle önemsenecek bir görüş değildir. Çünkü ziyaret eden herkes “değerli” olarak nitelenemez ve “Ziyaret eden, ziyaret edilenden daha değerlidir” sözü herkesi kapsamaz.
Geleneklerimizde bu sözün aksi anlamı geçerlidir. Çünkü bizim insanımız, kendisinden daha değerli gördüğü kimseleri ziyâret eder.
Kaynaklar;
1-Ebû Dâvûd, Cenâiz 77, nr. 3235.
2-Tirmizî, Cenâiz 60, nr. 1054.
3-Bk. Şerhu’ş-Şifâ, II, 149.
4-Dârekutnî, es-Sünen (Yemânî), II, 278; Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), III, 490, nr. 4159.
5. Beyhakî, es-Sünenü’s-sagîr (Kal’acî), II, 211, nr. 1771; Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), III, 490, nr. 4158.
6. Lokman 31/34.
7. Aliyyu 1-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtîh, II, 564-565; Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz (Atâ), V, 98.
(8). Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat (İvezullah), I, 94, nr. 287; Heysemî, Mecma‘u’l-bahreyn (Abdülkuddûs), III, 286, nr. 1829.
9. Müttakr el-Hindî, Kenzü’l-ummâl (Sekkâ), V, 135.
10. Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (Esed), X, 314, nr. 5908. Aynca bk. Ahmed ibni Hanbel, Müsned, 11/331; Tirmizî, Cenâiz 61, nr. 1056, İbni Mâce, Cenâiz 49, nr. 1576.
11. İmâm Mâlik’in bu sözünü açıklayanlar şunu demek istiyor: İmâm’a göre, mademki Resûlullah aleyhisselâm kabirleri aşırı derecede ziyâret eden kadınlar hakkında “zevvârât” kelimesini kullanmıştır, öyleyse Kabr-i Saadet hakkında “ziyâret” kelimesini kullanmak uygun değildir.
12. Müslim, Cenâiz 106, nr. 977, Edâhî 37. nr. 1977.
İmam-ı Buhari Kimdir?
Eserleri
1) Câmi-us-Sahih:
En büyük ve en meshur eseridir. Sahih-i Buhari ismiyle de tanınır. Đslam âlimleri söz birliğiyle;
“Kur’an-ı kerimden sonra en sahih kitap Sahih-i Buhari’dir” buyurmuslardır. Đmam-ı Buhari bu
kitabı Mescid-i Haram’da yazdı. Her hadis-i serifi kitabına yazmadan önce istihare yapmıstır.
Gusledip, Kâbe’de makâmın gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usûllere göre
sahih olduğu kesin olarak belli olan hadis-i serifleri yazmıstır. Bu kitabı müsveddeden temize
çekme isini de Medine-i münevverede Peygamber efendimizin kabri serifi ile minberi arasında
bulunan Ravda-i Mutahherada yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi söyle anlatmıstır:
“Câmi-us-Sahih kitabına her hadis-i serifi koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp,
istihare yaptım. Ondan sonra hadis-i serifi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadisi
yazmadım. Bu kitabı on altı yılda tamamladım.”
Kütüb-ü Sitte adı verilen altı sahih hadis kitabının en basta geleni olan Sahih-i Buhari’nin, Ali
el-Yünûni tarafından el yazmasıyla çoğaltılan metni muteber olmustur. Bu nüshanın aslı
Kâhire’de Akboğa Medresesi Kütüphanesindedir. Sahih-i Buhari’nin birçok serhleri ve baskıları
yapılmıstır. 1894’te Sultan Đkinci Abdülhamid Han tarafından Mısır’da yaptırılan iki cilt baskısı
pek nefis, ciltlenmis, altın tuğra ve nukûs ile süslenmistir. Bu baskı Bulak’ta Emiriyye
Matbaasında yapıldı. Zeynüddin Ahmed Zebidi, mukarrer rivayetleri birlestirerek Buhari-i Serif
Tecrid-i Sarih ismiyle kısaltılmıstır.
2) Tarih-ul-Kebir
3) Tarih-ul-Evsat
4) Tarih-us-Sagir (Bu üç eser hadis ravilerinin hayatlarını ve hadis ilmindeki yerlerini ihtiva
etmektedir)
5) Kitab-u Duafâ-is-Sağire (Zayıf ravilerin hallerinden bahseder)
6) Et-Tarih fi Marifeti Ruvât-ül-Hadis
7) Et-Tevârih-ul-Ensab
8) Kitab-ül-Kûnâ
9) El-Edeb-ül-Müfred (Ahlakla ilgili hadis-i serifleri toplayan eserdir)
10) Ref’ul-Yedeyn fissalâti
11) Kitab-ül-Kırâati Half-el-Đmam
12) Halk-ul-Ef’âl-il-Đbâdi ver-Reddü alel-Cehmiyye
13) El-Akide yâhut Et-Tevhid (Kelam ilmiyle ilgilidir)
14) El-Câmi-ul-Kebir
15) Et-Tefsir-ül-Kebir
16) Kitab-ül-Mebsût
17) Esmâ-üs-Sahabe
24/01/2014
Kur'an'ın Muhteşem Hedefi
Öncelikle Kur’ an’ın ne olmadığını ifade etmek istiyorum. Kur’ an, tarihî hikâyeleri konu eden bir tarih kitabı değildir. Kur’ an, uzayı anlatan bir astronomi kitabı da değildir. Kur’ an, canlıları anlatan bir biyoloji kitabı da değildir. Kur’ an, bedenî hastalıkların nasıl şifa bulacağını anlatan bir tıp kitabı da değildir. Hâsılı, Kur’ an ne sosyal bilimler ne de fen bilimlerindeki hiçbir kategoriye dâhil edilemez. Çünkü Kur’ an’ın gayesi, varlıkların ve olayların, beşerî bilim dallarının yaptığı gibi, “nasıl” oluştuğunu anlamak ve izah etmek değildir; her şeyin “niçin” olduğunu anlatmaktır. Kur’ an, bazen “nasıl” sorusuna cevap vermekle beraber, daima “niçin” sorusuna cevap verir. Bizi her şeyin gayesini ve hikmetini anlamaya davet eder.
Kur’ an, bütün Âlemlerin Rabbi olarak Allah’ın kelamıdır. Bütün varlıkların ilahı olan Allah’tan gelen bir fermandır. Her şeyin Halik’ından gelen bir hitaptır. Her şeyin Rabbinden gelen bir konuşmadır. İnsanlığa doğru yolu göstermek için verilen ezeli bir hutbedir. Kâinat Sultanı’ndan insana yapılan bir iltifattır. İsm-i Azam (Allah’ın büyük isimleri) ve Arş-ı Azam’ dan (Allah’ın sınırsız hükümranlığının tecelli ettiği yer) gelen mukaddes bir kitaptır.
Kur’ an’ın en birinci meselesi kâinatı yaratan Rabbimizi bize tanıtmaktır. Allah’ın muhteşem bir saray gibi inşa ettiği bu âlemde bizi niçin misafir ettiğini izah etmektir. Bu misafirhaneden ayrılıp gittikten sonra bizi, ebedî zindanların veya daimi saadet saraylarının beklediğini haber vermektir. Rabbimizden gönderilen elçilere tabi olup onların gösterdiği doğru yolda yürüdüğümüzde ebedî saadeti bulacağımızı müjde vermektir.
Bu anlamda, Kur’ an, bize kâinat ayetlerini okuyup her bir şeyde Rabbimizi gösteren muhteşem bir “tevhit kitabı”dır. Hem dünyada hem de ahirette saadete götüren dosdoğru yola çağıran bir “davet kitabı”dır. Bizi yaratıp binlerce nimetlerle memnun eden sonsuz rahmet sahibi Rabbimize, hamd ve şükretmeyi öğreten bir “zikir kitabı”dır. Hadsiz maddî ve manevî ihtiyaçlarımızı karşılamak için âlemlerin Rabbinden nasıl talepte bulunacağımızı öğreten bir “dua kitabı”dır. İçimizdeki kötü duyguları kontrol etmeyi ve potansiyellerimizi yeşertmeyi öğreten bir “terbiye kitabı”dır.
Tercihimiz İslam
Kelime’i Şehadeti getirip, “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluh”demek bir tercihtir.
İnsan bir tercih yaparken, o tercihin sebep ve sonuçlarını düşünerek yapar. Bu Kelime-i Şehadet’i getiren kişi nefsini cehennem azabından muhafaza etmek ve ahirette mutluluğa erenlerden olmak için Cenâb- ı Hakk’ın Habibi (s.a.v.) vasıtası ile getirdiklerinin hepsini olduğu gibi kabul ettiğini ve imkanı nispetinde bunlara uyacağını taahhüt eder.
Cenâb-ı Hakk, “Size çekemeyeceğinizi vermeyiz” buyurmaktadır.
Biz Müslümanlar da dua ederken “Ya Rabbi bize çekemeyeceğimiz yükü yükleme” diye dua ediyoruz. Hakk Teâla hazretleri de insanoğlunun zaaflarını bildiği için onları kolay geçitten geçiriyor.
Bu Kelime-i Tayyibe-i Münire’yi söyleyen kişi onu ihlas, inanç, tercih ve tasdik ile söyleyip bu yol üzere devam ettiği müddetçe Allah (c.c.)’ın izniyle “Akıbet müttakinindir” müjdesine nâil olur ve sonucu da hayır olur.
Cennete İlk Girecek Olan Zümre: Hammadûn Zümresi
Bu müjdeye nâil olan kişi ahirette ne ile karşılaşacak?
Bilindiği gibi mahşer sabahı herkes bulunduğu yerdeki kabirlerden kalkacak. -Allah (c.c.) iman ile ölüp iman ile kalkmayı nasip etsin. -Dünyada bulunduğu yerden mahşer alanına kurulan köprüden, insanlar ve cinler geçecekler ve orada Allahu azzimüşan’ın huzurunda hesap verecekler.
Hak Teâla Hazretleri Mearic suresinde bu hesabın müddeti için “Elli bin senedir” buyurmaktadır.
Oranın bir günü buranın bin senesine eşit olduğuna göre beklenecek süre astronomik sayılara ulaşmaktadır. Birbirlerinin arası bin senelik mesafe olan ve ilkinde Kelime-i Tevhid olmak üzere herbirinde ayrı konularda hesap sorulacak olan elli adet durak bulunmaktadır. Mahşer alanında bu kadar uzun müddet bekletilince orada bulunan mücrimer daha hesap müddeti bitmeden evvel “Ya Rabbi artık bizi cehenneme at da şu bekleme azabından kurtulalım.” diyecekler.
Allah Rasulü (s.a.v.) “Beklemek, ateş azabından daha şiddetlidir.” Buyurmuşlardır.
Dünya hayatında, birisi birini beklese ve adam beş dakika gecikse, bekleyene saatlerce beklemiş gibi geliyor. Halbuki bakıyor saate daha bir dakika geçmiş. İnsan ancak yaşadığı kadarını biliyor; dünya hayatını yaşadı onu biliyor, kabirde bulunmuş oldu kabirdeki hali biliyor, kabirden sonra ne olacağını bilmiyor. Yedi kat cehennemde ne seviyede büyük bir azab olduğunu bilmiyor. O yüzden böyle söylüyor mahşerdeki bu zümre.
Allah (c.c.) cümlemizi muhafaza buyursun; cehennem yedi kattan oluşuyor; ilk katı günahkar müslümanlar için. Bunlar günahları müddetince cezalarını çektikten sonra çıkacaklar. İkinci kat hristiyanların, üçüncü katyahudilerindir. Günümüzde bazı kimseler hristiyan ve yahudilerin de cennete gireceğini iddia etmektedirler,onlarara duyurulur, açıp tefsir kitaplarına bakabilirler. Dördüncü katında şeytan ve ahfadı (evladları), beşinci katında mürtedler (dininden dönenler), altıncı katında sihirbaz ve heykeltıraşlar, son olarakyedinci katta ise, münafıklar azab göreceklerdir ki Allah (c.c.) muhafaza buyursun muhakkikin ulema bir münafığın azabı için diğer altı kattaki cehennem ehlinin azabından daha fazladır buyuruyor. Allah (c.c.) herkesi nifağın her türlüsünden muhafaza buyursun.
Nebi (s.a.v.) Mirac’a çıktığında, cennet ve cehennemi görmeyi murad etti. Hak Teâla Hazretleri, görevliler vasıtası ile her ikisi için de müsaade buyurdu. Allah Rasulü (s.a.v.) cenneti görüp nimetlerinide bize nakletti, Allah (c.c.) hepimize affıyla muamele edip, cenneti ile karşılık verdiği kullarından eylesin. Sıra cehennemi görmeye gelince cehennem hazinelerinin bekçisi Mâlik: “Ya Rasulullah (s.a.v.) ben şurdan bir delik açayım, burdan nazar edersiniz içeriye” dedi ve cehennemin duvarlarından parmağını sokup bir delik açtı. O delikten çıkan dumanı durdurmak için orayı eliylede meshetti ve “Ya Rasulullah (c.c.), şuradan bir damla ateş yeryüzüne düşmüş olsa bir daha dünyada ekin bitmez” buyurdu.
İşte tercihini yapıp o Kelime-i Tayyibe’yi söyleyip, Allah (c.c.)’a vasıl olan ve belirli bir mânevi terbiyeden sonra Cenâb’ı Hakk’ın dostluğunu kazanan kişiler için esas olan cehennem azabından muhafaza olunmak ya da cennete gitmek değil, Hakk’ın rızasını kazanmak oluyor; ama tabi oralara gelinceye kadar da insanların çalışıp belirli mesafeleri katetmesi icab ediyor.
O uzun bekleme sırasında cennete ilk girecek kimlerdir?
Ruhül Beyan Tefsiri’nin beyanına nazaran cennete ilk girecekler Cenâb-ı Hakk’a mübalağa ile çokça hamdeden Hammadun zümresidir. Bu kişler hayatı boyunca Allah (c.c.)’ı unutmadan yaşayıp ve Nebi (s.a.v.)’ın getirdiği, daha önceki ümmetlerden ise, kendi peygamberlerinin getirdiği ahkamlara tabi olanlardır. Yalnız şuna dikkat etmek gerekir ki; Rasulullah (s.a.v.)’in teşrifi ile, hepsinin risaleti ve getirdikleri din hükümleri bitmiştir.
Şu anda profosör etiketli bazı adamlar; eğer bir kişi Hz. İsa (a.s.) ’a inanır, Hz. Musa(a.s.)’a inanır; onların getirdiği din hükümlerince yaşarsa cennete dahil olur diyor.Böyle bir şey olamaz.
Resulullah (s.a.v.) geldikten sonra bunların hepsinin hükmü kalkmıştır.Ortada ne Hristiyanlık vardır ne de Musevilik vardır. “Allah (c.c.) indinde tek din İslâmdır” buyuruyor Allah (c.c.).
Adem(a.s.)’dan itibaren; Musa (a.s.)’ın da , İsa(a.s.)’ın da ve diğer tüm peygamberlerin de getirdiği din İslâm idi. Yahudilik, hristiyanlık diye bir şey getirmemiştir hiçbir peygamber. Hepsinin getirdiği din İslâm’dı ve hepsi de Müslümandı. Sonradan bu peygamberlere tâbî olan insanlar, onların getirdiği hak kitapları değiştirdiler ve İslâm’dan uzaklaştılar. Tabi bugün yapılan oyun, güzel ve sistematik oynandığı için bu mevzular insanlara çeşitli gâyelerle çarpıtılarak aktarılıyor. Allah (c.c.) şerlerinden muhafaza buyursun.
İslâm’ı yok etmeye uğraşan gruplar ilk önce İslâm’ın kökten kazınmasına uğraştılar, onda muvaffak olamadılar ve olamayacaklarını anladılar. Bu yüzden şimdi İslâmı içinden tahrif etmeye uğraşılıyor. Mesela yine profosör etiketli biri çıktı ve “Bu din ulemanın dinidir” dedi. Ne demek ulemanın dini? Onun yetiştirdiği, ilahiyatta da dekanlık yapmış başka bir profosör “Efendim hadis-i şeriflerin en muteberi kiminki? İmâm-ı Buhari’ninki, İmâm-ı Buhari kaç tarihinde yaşamış? Hicri195’te doğmuş. Hadis-i şerif neşretmeye ne zaman başlamış? Hicri 230’da. Peki 230 sene zarfında, sen bu hadisi kimden aldın Ahmed’den, Ahmed ne olmuş, ölmüş. Peki o kimden almış Mehmed’den, Mehmed ne olmuş, o da ölmüş. O kimden almış Ebu Hureyre’den o ne olmuş, o da ölmüş. Bu hadisleri nakledenlerin hepsi ölmüş. Böyle ilim mi olur?” diyor. Sadece İslâm’ın değil, bütün ilimlerin temelinin yok sayıldığının ilanıdır bu söz. Yani eğer râviler ölmüşse söylediklerinin hiçbir mânâsı yok demek ki. O zaman şimdi kullanılan o bilimsel kitapların hepsi çöpe atılsın. Neticede o kanunları, teorileri bulanların, nakledenlerin birçoğu hayatta değil. Mesela Newton diyelim, adam hayatta mı? Kaç yüz sene oldu öleli neticede. O zaman bulduklarının hepsini kaldırıp atalım.
Küfür Tek Millettir
Bu ifsadı yapanların tek hedefi var. Onu da düzgün, hakiki alimlerin kitaplarından okumak veya ağızlarından dinlemek lazım. Efendimiz (s.a.v.) “Küfür tek millettir.” buyuruyor.
Öte yandan da Hakk Teâla hazretleri Haşr Suresinde “Onların sâileri dağınıktır, kalpleri birbirinden ayrıdır, birbirlerine düşmandırlar” buyuruyor. Peki bu ikisi arasında haşa tezatlık mı var? Küfür tek milletse, niye onların sâileri dağınıktır, kalpleri birbirinden ayrıdır, birbirlerine düşmandırlar. Küfrün tek millet olduğu hadisini şerheden muakkikin ulemanın beyanına nazaran, onların bu beraberiyetleri İslâm’a karşı olmalarındadır, İslâm’a karşı tek millettirler, kendi içlerinde tek millet değildirler. Allah (c.c.) şerlerinden emin eylesin. Cenâb’ı Hakk bu dinin asıl sahibidir ve dinini nasıl bugüne kadar Kitab-ı Kerim’inde vaadettiği gibi koruması ile koruduysa bundan sonra da inşaAllah koruyacaktır.
Burada mühim olan, bizim kendimizi kurtarmamızdır. Hiç kimse ben ateş gibi, mum gibi yanar etrafıma ışık verir, başkalarını kurtarırım diyemez. Allah (c.c.)’ın hitabına göre insan önce kendi nefsini, sonra ehlini, sonra aşiretini, ondan sonra akrabalarını ateşten kurtarmaya çalışmakla mükelleftir, bunların bir sırası var. Bu can bizim midir? İsteyerek mi geldik bu dünyaya, anamızı babamızı kendimiz mi tercih ettik? Giderken isteyerek mi gidiyoruz? Kim getirdi ise, kim götürüyorsa can onundur.
Niye mesela intihar edenin imansız gitmesi mevzubahistir ve bu yüzden cenaze namazı kılınmaz? Kendine ait olmayan, Allah (c.c.)’a ait olan bir şeye son vermiştir netice itibari ile ve imanını da böylece zayi etmiştir, Allah (c.c.) muhafaza etsin. Onun için biz kendi kendimize tercihte de bulunamayız. Âyette bildirilen sıralamaya uymamız lazım, yani ilk önce kendi nefsimizi ateşten korumamız lazım.
Nefis Muhakkak Şiddetle Kötülüğü Emreder
Bu ateşten korunabilmek için, şeytan ve ahvadının oyununa gelmemek lazımdır. Çünkü şeytanın askerleri hazır beklemektedir. Allah (c.c.) “Nefis muhakkak şiddetle kötülüğü emreder.” buyurumaktadır. Bu işin başında da şeytan vardır.
Nebi (s.a.v.) birgün “Hepimizin görevli bir şeytanı vardır.”buyurmuşlardır.O (s.a.v.)’in dışında, hepimizin başında şeytanı vardır. Bunları hak ve hakikat olarak kabul edip, en azından yatağa yatıldığı zaman hergünün bir muhasebesi yapılırsa neticeye ulaşma şansı olur. Burada bunlar okunup, bu okunanlarla hoşça vakit geçirilir, bitince yine herkes bildiği gibi yaparsa bundan bir istifade olmaz.
Orada bulunanlar “Ya Rasulullah (s.a.v.)sizin de var mı?” diye sorunca,
“Evet benim de vardı, ama Allah (c.c.) onu bana ikramen müslüman etti, bana ancak hayırlı şeyler söyler”buyurmuşlardır.
Günlük muhasebenin yapılması lazım. Sabahtan akşama kadar, uyanmamızdan tekrar uyumamıza kadar geçen her saat muhasebe edilmelidir.
Bugün Allah (c.c.) için acaba ne yaptık?Hesapsız Cennete Dahil Olacak Zümre
Ümmet-i Muhammed’e faydalı bir iş yaptık mı?
İnsanlara yararlı olabilecek bir şey yaptık mı?
Kimseyi kırıp üzdük mü?
(Evliysek) çoluk çocuğumuza karşı, (bekarsak) şahsımıza karşı, anamıza babamıza karşı hakları ifâ ettik mi, yerine getirdik mi?
Bunların hepsini yapıp, Allah (c.c.)’ı unutmadan yaşayan insan için Allah Resulü (s.a.v.)
“Allah (c.c.)’ı bu dünya hayatında çokça zikreden, Cenâb-ı Hakk’ı unutmadan yaşayan kişiler mahşer sabahı hesapsız cennete dahil olacak.” buyuruyor.O cennete girecek kişilere cennette melekler soracaklar:
-Siz hesap gördünüz mü? -Yok hesap görmedik.Allah Resulü (s.a.v.) bize bunları rağbet edelim, bu hususta gereğini ifâ etmeye çalışalım diye anlatmıştır.
-Peki defter gördünüz mü? -Yok, biz onu da bilmeyiz.
-Sırat köprüsünden geçtiniz mi? -Onu da görmedik.
-Peki cennetin hangi kapısından girdiniz? -Vallahi biz kapı da görmedik.
Devamında Nebi (s.a.v.);
“İnsanlar dünyadaki mezarlardan kalkıp mahşer alanına gelince Cennet, mahşer halkı arasından devenin boynunu uzatıp yemini aldığı gibi uzanıp Allah (c.c.)’ı çokça zikredenlerin hepsini içine çekecek.”müjdesini veriyor.
Onun için de onlar, ne hesap görmüş,ne kitap görmüş, ne sırat görmüş, ne de cennet kapısı görmüş olacaklar. Biz doğrudan mahşer alanına geldik, ordan da cennetin içine girdik diyecekler. Allah (c.c.) cümlemizi o zümreden eylesin (Amin).
İstanbul'un İlk Müslümanı
Peygamber efendimiz, Bizans imparatorunun yanı sıra İstanbul’da bir kişiye daha mektup gönderdi. Mektubu alan kişi o anda imana geldi.
Hz. Peygamber (sav) Bizans imparatoru Herakliyus’un yanı sıra Konstantıniyye (İstanbul)’den bir kişiye daha mektup gönderdi. İslami kaynaklara göre, Hz. Peygamber Herakliyus ile birlikte Bizans’ın Konstantıniyye’deki baş papazı Autocrator’a (Arapça Dugâtur veya Bugâtur olarak okunur) bir mektup gönderdi.
Dugâtur’un İstanbul’da büyük bir kilisesi vardı. Kiliseye imparator ve Bizans’ın üst düzey yetkilileri gelir, Dugâtur’dan dua alırlardı. Sahabe-i Kiram’dan Dıhyetü’l Kelbi Bizans İmparatoru’na mektup getirdikten sonra baş papaza uğrar ve Hz. Peygamberin ona verdiği mektubu teslim eder. Dugâtur, Dıhyetü’l Kelbi’nin getirdiği mesajı okuduktan sonra ona “Bana Kur’an’dan bir sûre yazın” dedi. Kelbi ona bir sûreyi yazdı.
Dugâtur’da “Bu, bildiğimiz Allah’ın kitabı” dedi ve Müslüman oldu ama bunu bir süre gizledi. Daha sonra Müslüman oluşunu duyuran Dugâtur’a büyük tepki gösterilir. Hıristiyanlığa dönmese için baskılar yapılır ancak o bunu kabul etmez. Bizanslılar, İstanbulluları etkilemeye başlayan Başpapaz Dugâtur’u cezalandırmak için öldürür ve yakarlar. Ailesinden bazıları ve onun sayesinde Müslümanlar olanlardan bir kısmı uzun yıllar Müslümanlıklarını gizlerler. Birçok İslam kaynağında Dıhyetü’l Kelbi’nin başpapaz Dugâtur’a teslim ettiği mektup’ta şunların yazılı olduğunu kaydeder.
İşte o mektup:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Ey duğatur (autocrator?..) Piskopos! Allah’ın selamı iman eden üzerine olsun! Bu (sözün) devamı olarak bil ki Meryem’in oğlu İsa saf ve temiz Meryem’e nasib edip verdiği (indirdiği) Allah’ın Ruhu ve kelimesidir. Bana gelince ben, Allah’a İman eder, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat’a vahyolunana ve bize indirilene inanırım. Aralarında hiç bir fark gözetmeksizin Musa, İsa ve diğer peygamberlere ulaşan vahye iman ederim. Biz o Allah’a teslim olmuşuz. Selâm hidayete tâbi olanlara.”
Konuyla ilgili rivayetlerin geçtiği kaynakların bir kısmı: Ebu Nu’aym, Muntekâ, v. 31/b-32/a; Said bin Mansûr, Sünen, ikinci kısım, no: 2479, Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, 5/306, 308′de Taberanî’den, Bezzâr ise Keşfu’l-Estâfdan (2/44, yazma) nakleder. İbn Hacer, İsâbe, üçüncü kısımda, dâd harfinde.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
-
Kur'an'da, Allah'a karşı suç işlemekten ve haddi aşmaktan sakınan, Allah'ın azabından ve O’na mahçup olmaktan korka...
-
İslam düşmanları bir araya gelmişlerse buna karşı mü'min insan ne yapabilir? sualine cevaben, Allah(cc); "Sen Allah'a tevekkü...
-
"Allah'ım, Senden hidayet ve doğruluk isterim." (Müslim) "Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım, kalplerimizi taa...