28/10/2014

En Temel Sapma



 “...Adil olun, bu Allah 'a karşı sorumluluk bilinci duymaya en yakın olan (davranış)dır...” Mâide: 5/8
Defaatle belirtildiği gibi Kur’an'ın temel hedefi, yeryüzünde doğruluk ve adalet üzerine kurulu sağlam ve sosyal bir düzen oluşturmaktır.Mâide: 5/48. Bunun nedeni. İnsan emeğini ve onurunu koru­yup temel hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakmamak için böyle bir düzene ihtiyaç duyulmasıdır. Âl-i İmrân: 3/102-104
Hangi asırda olursa olsun, karşılaşılan en önemli beşeri so­runlar, "şirk", "sekülerlik" ve "sosyo-ekonomik eşitsizliktir. İşte bu yüzdenKur’an'ın, esas itibariyle üç ana tema üzerinde yoğunlaştığı görülür:
Bunlar da "tevhid", "ahiret” ve "adalet" tir. Tâhâ: 20/98. Hayatın doğru yaşanması, hak ve hürriyetlerin güvence al­tına alınması, emeğin saygın, insanın da ekonomik ve sosyal açıdan özgür olması, büyük ölçüde yüksek değerlerin hayata ha­kim kılınmasına bağlıdır.
Kur’an mesajının insanlık dünyasına ulaştığı dönemde ger­çek dini problem, çok tanrıcılıktı. Toplumun büyük bir kesimi, Allah adı ile anılan bir yaratıcı fikrini kabul etmiş olmasına rağ­men ibadetler Allah'a değil, diğer tanrılara yapılıyordu. Ankebût: 29/ 61. Mek­ke'nin lider ve tüccar sınıfı da genelde puta tapmaktan ibaret olan şirk dinini bırakmak istemiyorlardı. Bilakis onlar, kendi yönetimleri altındaki insanlara:
"Pes etmeyin, ilahlarınıza sım­sıkı sarılmaya devam edin; yapılacak tek anlamlı şey budur." diyorlardı. Sâd: 38/6. İşte bunun için Kur’an'ın temel tezi, Allah'ın birliği,yani tevhid ilkesi olmuştur. Çünkü bu ilke, İslam inancının düzenine sürekli sahip çıkmayı ifade eder. İnsan da ancak böyle bir düzenle gerçek özgürlüğe ve güvenli bir hayata kavuşabilir. 


Kur’an'a ilk muhatap olan Araplar, genelde dünya görüşle­rinde ve pratik hayatlarında sektiler insanlardı. Onlar, kutsal oIan ile bağını koparan, dünyaya tapan ve ahiret gerçeğini kabul etmeyen kimseler oldukları için. "Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir şey yok; dünyaya geldiğimiz gibi ölürüz, bizi ancak zaman yok eder."' derlerdi.  Câsiye: 45/24.
Dünyevi leşine, insanı Allah'tan uzaklaştıran, hak ve hürri­yetlerin güvencesini büyük ölçüde ortadan kaldıran, insan eme­ğini ve onurunu sömüren en büyük günah ve bütün felaketlerin kaynağını oluşturan en temel sapmadır. Modern dünyada önce Batı'da ortaya çıkıp daha sonra bütün dünyaya yayılmış olan bu sekülerlik, geçmişte nasıl acılara sebebiyet verdiyse bugün de inkarcılık, sömürücülük, saldırganlık, haksızlık ve ahlaksızlık gibi bir yığın felaketlere sebep olmaktadır. Bu yüzden Kur’ansekülerliği tercih eden kimselerin, hak ve adalet sınırlarını da ihlal edeceğine dikkat çekmiştir.Nazi'ât: 79/37-38.  Gerçekten de bugün, dünya­nın değişik bölgelerinde yaşanan baskı, zulüm, açlık, savaş ve gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi bir yığın olumsuzluğun temel nedeni, karınları tok fakat gözleri aç olan azgın insanların oluşturdukları sömürü sistemleridir. Bunların en bariz niteliği ise, dünyaya aşırı düşkünlük, yani sekülerliktir. 

Kur’an'ın, indiği günden itibaren en çok üzerinde durduğu ve düzeltmeyi amaçladığı yanlışlardan biri de "sosyo-ekonomik eşitsizlik" olmuştur. Kur’an, bu haksızlığı ortadan kaldırmak için "adalet'" ilkesini getirmiştir. Adalet, kişi ve toplum ilişkisinde dengeli olmak, haklıya hakkını, suçluya da cezasını vermek demektir. Ayrıca adalet, bir yönetim ilkesidir. Toplumda adaleti sağlamak da yönetimlerin işi ve görevidir.
Kur’an’ ın indiği dönemde Mekke zengin bir ticaret şehriydi.
Yönetim, güçlü Kureyş kabilesinin elindeydi. Bu kabile, bölge­deki diğer kabileler üzerinde hatırı sayılır bir etkinliğe de sa­hipti. Bütün bunların yanı sıra, her ticaret toplumunda buluna­bilecek ciddi problemler, Mekke'de de mevcuttu. Çünkü, hileli yollardan kazanılan zenginlik, muhtaç ve mağdurlara harcan­mıyor, sorumsuzca heba ediliyordu. Ayrıca çok sayıda insan, sınırlı haklara sahip olduklarından ve ekonomik özgürlüklerden yoksun bulunduklarından dolayı, toplumsal eşitsizlik ve huzur­suzluk büyük ölçüde yaygınlaşmıştı. İşte belirtilen nedenlerden ve benzeri sebeplerden dolayı Kur’an'ın çağrısı sadece inanç, ibadet ve ahlak konularıyla sınırlı kalmamış; ayrıca onda, insan emeğini ve onurunu koruyan, temel hak ve özgürlükleri güven­ce altına alan ve toplumun mağdur kesimlerinin durumlarım iyileştirmeyi amaçlayan düzenlemeler de yer almıştır. Mesela, sürekli parasal zorluklar içinde olan (kronik borçlu)lar ve diğer muhtaç kimseler için zekât gelirlerinin kullanılır hale getirilme­siyle ilgili düzenleme, bunlardan sadece biridir.  Çünkü günlük yaşamın en önemli boyutlarından biri de ekonomidir. Kur’an, bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da ada­letin ayakta tutulmasını ve sömürünün ortadan kaldırılmasını is­ter. Demek ki faizin, her çeşit haksız ve hileli kazancın yasakla­nıp zekât ve yardımlaşmanın emredilmesi Tevbe: 9/60 , zulüm-adalet ilişki­sine bağlı olarak ortaya çıkan gelişmelerdir. Bütün bunlar, doğ­ru ve onurlu bir hayat için, emeğin saygın insanın da ekonomik açıdan özgür olması gerektiği mesajını verir. Öyleyse insanlar ekonomik, sosyal ve siyasal bilinç bakımından gelişip özgürleşmelidirler. Bu da ilkesizliğin ve erdemsizliğin pençesine düş­memiş bir anlayışla başarılabilir.

Hep O'nun Yolunda Olmak


 Allah, insanı yaratmış ve ona hayat nimetini bahsetmiştir.  O, seçtiği elçiler aracılığı ile de yarattığı insanla konuşmuştur.Vahiy, Allah'ın sözlü bildirişidir ve onun hükümleri mutlak doğrudur.  Bu ışık, ilk peygamber Hz. Adem'den son peygam­ber Hz. Muhammed'e kadar bütün insanların yolunu aydınlat­mış, bundan sonra da aydınlatmaya devam edecektir. Zira, in­sanın hayatı doğru değerlendirip anlamlı kılması, hep Allah yo­lunda yürümesiyle ve O'nun değişmez ilkelerini ihtiva eden vahyine uymasıyla mümkün olacaktır.

Bunun için Kur’an, insanı, Allah'a inanmaya, O'na içten bir sevgiyle yönelmeye ve vahiyle bildirilen gerçeklere uymaya ça­ğırmıştır.Öyleyse insan, üstlendiği görevin bilincinde olmalı, sorumluluğunu yerine getirmeli, Kur’an-hayat bütünlüğü içinde yaratılış gayesine uygun olarak yaşamaya çalışmalıdır.
İnsanın, yaratılış gayesini gerçekleştirmesinde, onun geliş­mesine ve eğitimine katkı sağlayan faaliyetlerin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ancak bu faaliyetlerin beklenen faydayı sağlama­sı, şu temel ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilmelerine bağlı­dır:
a) Allah'a inanmak: Yapılan işler, mutlaka Allah inancına dayanmalı ve her şeyden önce O'na karşı ahlaklı olunmalıdır. Bu da Allah’a inanıp yolunda yürümek ve rızasına uygun güzel işler yapmakla mümkündür. İman değerinden yoksun olan eylemler, Allah katında geçersiz ve değersizdir. Tarih boyunca peygamberlerin inananlarla birlikte yürüttükleri mücadelelere bakılırsa, bunlarda iki değişmez evrensel hedefin olduğu görü­lür.
 Bunlardan ilki şirke karşı tevhit; ikincisi de zulme karşı adetlettir.  Demek ki tevhit, Allah'a; adalet de insanlara karşı ah­laklı olmak anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'a karşı ahlaklı davranması ise, hep O'nun yolunda olmasıyla gerçekleşir.
b) İnsana saygılı olmak: Bu ilke, insanın varlık şartlarını ta­nımayı, anlamayı ve onun sahip olduğu potansiyeli doğru de­ğerlendirmeyi sağlar. İnsanın, sürekli gelişen ve değişen bir çiz­gisi, biyolojik ve ruhsal yapısı, toplumsal ve tarihi çevresi, geç­mişe ait hatıraları, geleceğe ait umutları ve kaygıları var. Dünya her an, insanın zihninde farklı şekillenmekte; o, korkulan, sev­gileri, istekleri, inançları ve değer yargılarıyla gün geçtikçe ye­niden keşfedilmektedir. İnsana, çocukluğundan itibaren saygı­nın gereğini vurgulamak, saygı duyacağı değerleri ve varlıkları tanıtmak önemlidir. Ama bundan daha önemli olan, ona saygılı bir davranışın ne demek olduğunu öğretmektir. Eğer insana saygının pratik anlamı kavratılmazsa o kimi zaman saldırgan, kimi zaman korkak, kimi zaman da yetersiz ve umursamaz olur.
c) Düşünceye saygı duymak: Düşünmek bir arama, araştır­ma ve eğitim işidir. Düşünebilmek kadar dinlemesini bilmek ve farklılıklara tahammül edebilmek de bir erdemdir. Bunun için insan, karşısındaki insanların fikirlerine katılmasa da onlar üze­rinde düşünmelidir. Çünkü insanlar aynı kelimeleri kullanmala­rına rağmen onlardan aynı anlamları çıkarmazlar. Bunun nede­ni, insanların zihinsel anlam kodlarının farklı olmasıdır. Şu hal­de insanın özgürce düşünmesine engel olan her davranış, dü­şünceye saygısızlık anlamına gelmektedir. İnsanlar, kendi iyiliklerini, doğru bildikleri yolda arama özgürlüğüne sahiptirler. Öyleyse herkes, kendi özgür iradesinin ve tercihinin sahibi ola­bilmelidir.
d) Ahlaki olana saygı: İnsanoğlu, çağımızda teknik açıdan baş döndürücü bir başarıyı yakalamasına ve olağanüstü imkân­lara sahip olmasına rağmen, dünyanın hakkını verecek ahlaki olgunlukta insanlar yetiştirmede aynı başarıyı gösterememiştir. Bunun en açık kanıtı, çok sayıda insanın hayatında zihin huzu­ru, vicdan ile barışık olma ve ruh zenginliği gibi hallerin eksik­liğini hissediyor olmasıdır. Ayrıca pek çok insan, iyinin ne ol­duğunu bilse de her zaman iyi davranışı gerçekleştirememektedir. Çünkü insanın hayatında ağır basan ve onun yönünü tayin eden şey, söylenen sözlerden çok yapılan işlerdir. Bu yüzden, güzel sözler söylemek, öğütlerde ve tavsiyelerde bulunmak, bu insanlara yetmiyor. İşte burada imanın insanı iyiye teşvik edici rolü ortaya çıkıyor. Öyleyse çağın ahlaki yapısına iman, doğ­ruluk, sevgi ve saygı gibi yüksek değerle hakim olmalı; eğer amaç ahlaklı insan yetiştirmekse, ahlak mutlaka dinle temellendirilmelidir. Çünkü herkesin bildiği iyinin yanına sevabı, kötü­nün yanına da günahı koymadan ahlaklı olunamaz. Ahlakı dinle temellendiren insan, kendini yönsüz, desteksiz ve şaşkın bıra­kabilecek her türlü uygulamada, Allah inancını ve sevgisini, ko­ruyucu bir güç olarak yanında bulabilir. İnanç bütünlüğü içinde oluşan ahlaki fikirler, böylece davranışlara kılavuzluk eden bir güç haline gelir.
e) Bilgiyi bilinç haline getirmek: Bilinç haline gelmemiş bilgi, doğru olsa dahi etkisiz bilgidir. Etkisiz bilgi ise bilinci bulandırır, yanılgılara sebep olur ve müspet gelişmeleri engel­leyebilir. Ama güvenilir ve tutarlı bilgiler üzerine kurulu düşün­celer, insanın ahlaklı yaşamasına, iyi ve doğru olanı yapıp bun­ları hayata katmasına vesile olur. Zaten bir inancın ve idealin, insanda halis bir ruh besini haline gelip gelmediği, ancak güzel ahlakta görülür. Ancak bu inancın yaşaması için, doğru ve iyi olması yetmez, ayrıca o inancı yaşatacak ehil insanların bulun­ması da gerekir.
d) Tarihi mirasa saygı: Bu, geçmişin günümüz açısından yerini, önemini ve fonksiyonunu tespit edebilmek anlamına ge­lir. İnsan, kendini inşa ederken tarihin mesajını çözebilmeli, bunun içinde çok yoğun bir ilmi ve fikri çaba içine girmelidir. Tarihi mirasa saygı, ne körü körüne geleneğe sığınmak, ne de gelenekten kaçmaktır; aksine kültürel mirası, yetişmekte olan nesillere bir yardım ve ilham vasıtası olarak sunabilmektir.
Sonuç olarak, insanın her an Allah yolunda olmasını ve ke­male ermesini sağlamak için, onun doğru anlamaya ve uygula­maya yönelik zihinsel çabalarını zenginleştirip beslemek gere­kir. Çünkü doğru düşüncenin doğru kararlara yansıması, doğru kararların da iyi davranışlarla bütünleşip kaynaşması, büyük öl­çüde buna bağlıdır. Bunun için Kur’an, bizlerden Allah yolunda aktif ve üstün gayretler göstermemizi istemiş, bu gayretlerin O'nun tarafından sevapla ödüllendirileceklerini müjdelemiştir.  İnsanın sahip olduğu dünyacı değerler bir gün tükenir; ama ha­yırlı işlerden hasıl olan sevaplar baki kalır. 





Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz