Kârun, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu,
zühd ve takvâ sahibi bir kul idi. Üstelik Tevrât’ı en iyi tefsir eden kimseydi.
Cenâb-ı Hak ona bir imtihan olarak büyük hazineler verdi. Kârun, bu ilâhî
ihsanlar için şükredeceği yerde, gurur, kibir ve enâniyete kapılarak servetini
âdeta put hâline getirdi.
Öyle ki Mûsâ -aleyhisselam-, Kârun’a
zekâtının hesabını bildirince o:
“–Bunları ben kendi ilmimle kazandım!” diye büyüklenerek
îtiraz etti. Neticede, dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine
gömülerek, zelil bir hâlde helâk edildi.
Ebrehe de, o zamanın tankları sayılan fillerle Kâbeʼyi
yıkmak için yola çıkmıştı. Cenâb-ı Hak Ebâbil kuşlarını gönderdi. Bu küçük
kuşlar vâsıtasıyla, o koca fil ordusunu helâk etti. Lâkin Ebreheʼyi bir ibret
olsun diye orada öldürmedi. Onu, gurur ve kibirle çıktığı yurduna zelil hâlde
geri döndürdü ve orada helâk etti.
Bunun içindir ki Hak dostu ârif kullar, nefislerine karşı
dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmuş, en ufak bir gurur, kibir ve enâniyet durumunda
derhâl kendi nefislerine haddini bildirmişlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder