İnsan nereye kadar sorumludur?
İnsanın sorumluluğu anlama, kavrama mertebesinin
ölçütlerine göre değişmektedir. İnsanın anlayışının birçok mertebeleri vardır.
Öncelikle bir meseleyi hayal eder, zihninde canlandırır (tahayyül). Sonra
düşünmeye başlar, şekil ve suret giydirir (tasavvur). Bir basamak sonra,
üzerinde fikir yürütür, ölçer, biçer, tartar, tarafsızcasına doğruluk
derecesini anlamaya çalışır (taakkul). Daha sonra o mesele üzerinde görüş
sahibi olur (tasdik). Sonraki mertebede doğruluğunu kabul ettiği meseleyi
uygulayarak boyun eğer, söz dinler (iz’an). Kabul ettiği ve tarafından
gözüktüğü meseleye taassup derecesinde bağlılık gösterir (iltizam). En son
olarak da iç dünyasında makes bulup, yaşantısına akseden o mesele hakkında sapa
sağlam bir inanç sahibi olur (itikad).13
İnsanın sorumlu olmadığı mertebeler ilk üçü olan “tahayyül”, “tasavvur” ve
“taakkul”u kapsamaktadır. Yani bir şeyi hayal etmek, düşünmek ve akletmek
mesuliyet gerektirmemektedir. Küfrün hayal edilmesi ve düşünülmesi bile küfür
kabul edilmediği halde, gayri ahlâki hal ve hareketlerin düşünülmesi gayri
ahlâki değildir. Ne zaman ki tasavvur, taakkul tasdik mertebesine ulaşır ve bir
görüş suretini alır, yükümlülük o zaman insan için başlamış olur.
Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve
iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz
yere tekrar ede ede müstekar (devam edici) bir hale gelse, o vakit, hakiki bir
nevi şüphe ondan tevellüd edebilir (doğabilir). Hem bitarafane (taraf
tutmayarak, tarafsızca) muhakeme (hüküm verme) namiyle ve insaf namına deyip,
şıkk-ı muhalifi (karşı görüşü) iltizam (gereğine inanma) ede ede ta öyle bir
hale gelir ki, ihtiyarsız, taraf-ı muhalifi (karşı tarafı) iltizam eder; ona
vacib (zorunlu) olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer; hasmın
(düşmanın) veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi (gereksiz vekili) olacak bir
halet, zihninde takarrür eder (yerleşir).14
İnsanlar, yapılan fiil ve hareketlerin kendisinden mi,
yoksa o işin yapılma niyetinden mi sorumludurlar?
Aşağıdaki başlıklarda daha ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz
üzere, fiil ve hareketlerin bizzat kendileri güzel veya çirkin, ahlâki ve gayri
ahlâki değillerdir. Öyle ise, insanı sorumluluk altına alan onun niyetinden
geçmektedir. Fakat, şunu unutmamak gerekir ki, tek başına fiilsiz niyetin
tesiri, özellikle amele bakan meselelerde yeterli değildir. Allah’ı sevdiğini
söylediği halde, O’nun Habibi’nin (a.s.m.) hal ve hareketlerine benzemeye
çalışmayan insan için “niyet” fonksiyonunu yitirmiş olur.
Niyet öyle tesirli bir iksirdir ki, eşyanın mahiyetini
değiştirir; hayrı şerre, şerri hayra çevirir. En sıradan hareketleri ibadete
dönüştürdüğü gibi, gösteriş için yapılan ibadeti de günaha çevirir.15 Öyle ise, ne yapıldığı önemli olmakla
birlikte tek başına yeterli değildir. Ondan bir derece daha önemli ve
ehemmiyetli olan ne için yapıldığıdır. Örneğin, iki insan da başını secdeye
koyuyor. İkisinin de yaptığı hareketler dışarıdan bakılınca aynı. Fakat biri
sırf Allah’ın rızasını kazanmak için, ona ibadet niyetiyle başını secdeye
koyuyor. Diğeri ise, müşterileri çekmek ve güvenilebilecek bir insan olduğu
imajını vermek gibi, birtakım dünyevi menfaatleri elde etmek niyetiyle o
hareketi yapıyor. Birincisi, hayır işleyerek sevap kazanırken, ikinci şahsın
yaptığı secdeye kapanma hareketi kendisine günah kazandıran kötü bir hareket
oluyor.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde
“Mü’min’in niyeti amelinden hayırlıdır” demiştir. Yani, Allah’ın nazarında
insanların davranışları içinde en makbul olan “külli bir niyetle ve sonsuz bir
inançla” yaptıklarıdır. Bu meseleyi Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Meyvesi’nde
geçen bir temsil ile anlamaya çalışalım: Bir zaman padişahın biri, halkının
sadakat ve hürmet derecelerini ölçmek için onların hediyelerini kabul ediyor.
Padişahın huzuruna girenler arasında fakir bir adam da var. Bu adam huzura
kabul edilince bakıyor ki, ülkedeki meşhur insanlar ve zenginler en güzel
hediyeleri padişaha sunmuşlar. Kendi elindeki padişaha getirdiği hediyeye
bakıyor ve onların getirdiği hediyelerin yanında çok değersiz kaldığının
farkına vararak üzülüyor. Fakat, birden padişaha şöyle sesleniyor: “Ey
Seyyidim! Bütün gözümün önündeki hediyelerin bir mislini sana takdim ediyorum.
Çünkü sen, onlara layıksın. Eğer benim zenginliğim ve gücüm olsaydı, bunları
tamamıyla sana hediye ederdim.” İşte, padişah da, o fakir adamın sadakatini,
hürmetini, niyetindeki yüksek dereceyi en büyük hediye gibi kabul ediyor.
Biz de Allah’ın huzuruna namazımızla çıktığımız anda, o
fakir adamın hali gibi bir durumu yaşıyoruz. Bakıyoruz ki, dört büyük melekten
tutalım da bütün melek cinslerinin ibadetleri, galaksilerden atomlara kadar
bütün varlıkların ubudiyetleri parlak bir tarzda Cenab-ı Hakk’a sunulmuş. Bizim
kusurlu, yarım yamalak yaptığımız kulluğumuz ise, onların yanında neredeyse bir
hiç hükmünde kalıyor. Fakat, namazımızda “Ettahiyyatü lillah” demekle, bütün
onların kulluklarını Cenab-ı Hakk’a takdim ederek külli niyetimizle ve sonsuz
inancımızla diyoruz ki: “Ey Allah’ım! Bütün varlıkların ibadetlerini Sana
sunuyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar sana ibadet edecektim. Çünkü sen,
onlara, belki daha fazlasına layıksın.” İşte bu niyet ve inanç insanı bütün
varlıkların üzerine çıkaran, insana ait bir gizli şifre ve tılsım mahiyetinde.
Aynı şekilde, “El mübarekatühü” dememiz de külli bir niyeti
içinde barındırıyor. Çünkü, bu kelime bütün bitkilerin tohumlarının ve
çekirdeklerinin, hayvanların yumurtalarının niyetleriyle yaptıkları kullukları
Cenab-ı Hakk’a sunmak manalarını içinde derc ediyor. Örneğin, bir kavun
içindeki binlerce çekirdeklerin niyetleriyle diyor ki: “Ya Halıkım! Bana öyle
bir güç ver ki, yeryüzünün her tarafında senin güzel isimlerinin nakışlarını
ilan edeyim.” Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için,
onların niyetleri var olmuş gibi kabul ediyor. Bitkilerin tohumlarının ve
çekirdeklerinin bile potansiyel halde, harice çıkmamış niyetlerini kabul eden
bir Yaratıcı, elbette insanın niyetini daha mükemmel bir şekilde kabul
edecektir. Bütün bu sırlardan dolayıdır ki, insanların niyetleri
davranışlarının ve hareketlerinin faziletlerini ve kıymetlerini arttırmak
bakımından büyük tesir icra eder.
Ayrıca, Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta geçen “nun-u na’büdü”16 nüktesinde anlatılan hakikatler de,
külli niyet noktasında insanın ne kadar büyük bir mertebeye yükselebileceğini
göstermesi açısından ayrıntılı bir şekilde incelenmeye değer bir bölüm
mahiyetindedir. En kısa bir zamanda, bir de bu pencereden okumaya çalışalım.
1. Osman Pazarlı, İslam’da Ahlak, İstanbul 1980, s. 12.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1996, s. 294.
3. A.g.e., s. 32.
4. A.g.e., s. 291.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1996, s. 89.
6. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1998, s. 37.
7. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1998, s. 194.
8. Sözler, s. 478.
9. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1997, s. 29.
10. Mesnevi-i Nuriye, s. 176.
11. Sözler, s. 499.
12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1998, s. 363.
13. Sözler, s. 646.
14. A.g.e., s. 251.
15. Mesnevi-i Nuriye, s. 45.
16. Mektubat, s. 382.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder