28/01/2013

Niyet ve Ahlâki Yükümlülük



İnsan nereye kadar sorumludur?
İnsanın sorumluluğu anlama, kavrama mertebesinin ölçütlerine göre değişmektedir. İnsanın anlayışının birçok mertebeleri vardır. Öncelikle bir meseleyi hayal eder, zihninde canlandırır (tahayyül). Sonra düşünmeye başlar, şekil ve suret giydirir (tasavvur). Bir basamak sonra, üzerinde fikir yürütür, ölçer, biçer, tartar, tarafsızcasına doğruluk derecesini anlamaya çalışır (taakkul). Daha sonra o mesele üzerinde görüş sahibi olur (tasdik). Sonraki mertebede doğruluğunu kabul ettiği meseleyi uygulayarak boyun eğer, söz dinler (iz’an). Kabul ettiği ve tarafından gözüktüğü meseleye taassup derecesinde bağlılık gösterir (iltizam). En son olarak da iç dünyasında makes bulup, yaşantısına akseden o mesele hakkında sapa sağlam bir inanç sahibi olur (itikad).13 İnsanın sorumlu olmadığı mertebeler ilk üçü olan “tahayyül”, “tasavvur” ve “taakkul”u kapsamaktadır. Yani bir şeyi hayal etmek, düşünmek ve akletmek mesuliyet gerektirmemektedir. Küfrün hayal edilmesi ve düşünülmesi bile küfür kabul edilmediği halde, gayri ahlâki hal ve hareketlerin düşünülmesi gayri ahlâki değildir. Ne zaman ki tasavvur, taakkul tasdik mertebesine ulaşır ve bir görüş suretini alır, yükümlülük o zaman insan için başlamış olur.
Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede müstekar (devam edici) bir hale gelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir (doğabilir). Hem bitarafane (taraf tutmayarak, tarafsızca) muhakeme (hüküm verme) namiyle ve insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi (karşı görüşü) iltizam (gereğine inanma) ede ede ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız, taraf-ı muhalifi (karşı tarafı) iltizam eder; ona vacib (zorunlu) olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer; hasmın (düşmanın) veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi (gereksiz vekili) olacak bir halet, zihninde takarrür eder (yerleşir).14
İnsanlar, yapılan fiil ve hareketlerin kendisinden mi, yoksa o işin yapılma niyetinden mi sorumludurlar?
Aşağıdaki başlıklarda daha ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz üzere, fiil ve hareketlerin bizzat kendileri güzel veya çirkin, ahlâki ve gayri ahlâki değillerdir. Öyle ise, insanı sorumluluk altına alan onun niyetinden geçmektedir. Fakat, şunu unutmamak gerekir ki, tek başına fiilsiz niyetin tesiri, özellikle amele bakan meselelerde yeterli değildir. Allah’ı sevdiğini söylediği halde, O’nun Habibi’nin (a.s.m.) hal ve hareketlerine benzemeye çalışmayan insan için “niyet” fonksiyonunu yitirmiş olur.
Niyet öyle tesirli bir iksirdir ki, eşyanın mahiyetini değiştirir; hayrı şerre, şerri hayra çevirir. En sıradan hareketleri ibadete dönüştürdüğü gibi, gösteriş için yapılan ibadeti de günaha çevirir.15 Öyle ise, ne yapıldığı önemli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Ondan bir derece daha önemli ve ehemmiyetli olan ne için yapıldığıdır. Örneğin, iki insan da başını secdeye koyuyor. İkisinin de yaptığı hareketler dışarıdan bakılınca aynı. Fakat biri sırf Allah’ın rızasını kazanmak için, ona ibadet niyetiyle başını secdeye koyuyor. Diğeri ise, müşterileri çekmek ve güvenilebilecek bir insan olduğu imajını vermek gibi, birtakım dünyevi menfaatleri elde etmek niyetiyle o hareketi yapıyor. Birincisi, hayır işleyerek sevap kazanırken, ikinci şahsın yaptığı secdeye kapanma hareketi kendisine günah kazandıran kötü bir hareket oluyor.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Mü’min’in niyeti amelinden hayırlıdır” demiştir. Yani, Allah’ın nazarında insanların davranışları içinde en makbul olan “külli bir niyetle ve sonsuz bir inançla” yaptıklarıdır. Bu meseleyi Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Meyvesi’nde geçen bir temsil ile anlamaya çalışalım: Bir zaman padişahın biri, halkının sadakat ve hürmet derecelerini ölçmek için onların hediyelerini kabul ediyor. Padişahın huzuruna girenler arasında fakir bir adam da var. Bu adam huzura kabul edilince bakıyor ki, ülkedeki meşhur insanlar ve zenginler en güzel hediyeleri padişaha sunmuşlar. Kendi elindeki padişaha getirdiği hediyeye bakıyor ve onların getirdiği hediyelerin yanında çok değersiz kaldığının farkına vararak üzülüyor. Fakat, birden padişaha şöyle sesleniyor: “Ey Seyyidim! Bütün gözümün önündeki hediyelerin bir mislini sana takdim ediyorum. Çünkü sen, onlara layıksın. Eğer benim zenginliğim ve gücüm olsaydı, bunları tamamıyla sana hediye ederdim.” İşte, padişah da, o fakir adamın sadakatini, hürmetini, niyetindeki yüksek dereceyi en büyük hediye gibi kabul ediyor.
Biz de Allah’ın huzuruna namazımızla çıktığımız anda, o fakir adamın hali gibi bir durumu yaşıyoruz. Bakıyoruz ki, dört büyük melekten tutalım da bütün melek cinslerinin ibadetleri, galaksilerden atomlara kadar bütün varlıkların ubudiyetleri parlak bir tarzda Cenab-ı Hakk’a sunulmuş. Bizim kusurlu, yarım yamalak yaptığımız kulluğumuz ise, onların yanında neredeyse bir hiç hükmünde kalıyor. Fakat, namazımızda “Ettahiyyatü lillah” demekle, bütün onların kulluklarını Cenab-ı Hakk’a takdim ederek külli niyetimizle ve sonsuz inancımızla diyoruz ki: “Ey Allah’ım! Bütün varlıkların ibadetlerini Sana sunuyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar sana ibadet edecektim. Çünkü sen, onlara, belki daha fazlasına layıksın.” İşte bu niyet ve inanç insanı bütün varlıkların üzerine çıkaran, insana ait bir gizli şifre ve tılsım mahiyetinde.
Aynı şekilde, “El mübarekatühü” dememiz de külli bir niyeti içinde barındırıyor. Çünkü, bu kelime bütün bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin, hayvanların yumurtalarının niyetleriyle yaptıkları kullukları Cenab-ı Hakk’a sunmak manalarını içinde derc ediyor. Örneğin, bir kavun içindeki binlerce çekirdeklerin niyetleriyle diyor ki: “Ya Halıkım! Bana öyle bir güç ver ki, yeryüzünün her tarafında senin güzel isimlerinin nakışlarını ilan edeyim.” Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetleri var olmuş gibi kabul ediyor. Bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin bile potansiyel halde, harice çıkmamış niyetlerini kabul eden bir Yaratıcı, elbette insanın niyetini daha mükemmel bir şekilde kabul edecektir. Bütün bu sırlardan dolayıdır ki, insanların niyetleri davranışlarının ve hareketlerinin faziletlerini ve kıymetlerini arttırmak bakımından büyük tesir icra eder.
Ayrıca, Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta geçen “nun-u na’büdü”16 nüktesinde anlatılan hakikatler de, külli niyet noktasında insanın ne kadar büyük bir mertebeye yükselebileceğini göstermesi açısından ayrıntılı bir şekilde incelenmeye değer bir bölüm mahiyetindedir. En kısa bir zamanda, bir de bu pencereden okumaya çalışalım.
1. Osman Pazarlı, İslam’da Ahlak, İstanbul 1980, s. 12.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 294.
3. A.g.e., s. 32.
4. A.g.e., s. 291.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 89.
6. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 37.
7. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 194.
8. Sözler, s. 478.
9. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 29.
10. Mesnevi-i Nuriye, s. 176.
11. Sözler, s. 499.
12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 363.
13. Sözler, s. 646.
14. A.g.e., s. 251.
15. Mesnevi-i Nuriye, s. 45.
16. Mektubat, s. 382.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz