Allah Teâlâ kullarını sevmeğe
ve sevilmeye istidâdlı olarak yaratmıştır. Ancak bu sevgiyi ve dostluğu bir
takım şartlara bağlamıştır. Kur’an’daki Allah dostluğunu ifade eden âyetlerde
bu şartlar bütün açıklığı ile ifâde edilmiştir. Nitekim Yûnus sûresinde şöyle
buyrulmaktadır: “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzüntüye
de uğramazlar. Veliler Allah’a imân edip O’nun emirlerine aykırı hareket etmekten
sakınan insanlardır. Onlara dünya hayatında da âhirette de müjdeler vardır.”
(10/62-64)
İnsanoğlu bu dünyada ve
âhirette korktuklarından emin, umduklarına nâil olmak ister. Korku ve ümid
dengesi içinde güvene ulaşmak ister. Bir başka ifâdeyle insan bu dünyada
elemlerden kaçıp hazlara ulaşmak arzu eder. Yani emel peşinde koşar. Emel
peşinde koşarken de çoğu zaman elemle karşılaşır. İnsanın elemlerden kurtulması
veya elemleri hazz ve zevke dönüştürmesi kalbî derinlik ve duyarlılığına
bağlıdır. Bu âyet başındaki tenbih edâtı sayılan “elâ” lâfzı ile bir alarm gibi
dikkat çekmek için uyarıda bulunduktan sonra diyor ki: Siz yerli yersiz
korkulardan ve anlamsız üzüntülerden kurtulmuş bir Allah dostu mu olmak
istiyorsunuz? Öyleyse bilin ki Allah dostu olmanın yolu O’na imandan, O’nun
emirlerine aykırı hareket etme duyarlılığı demek olan takvâdan geçer.
Takvâ bir kalb olayıdır. Tâat ve kulluk sâyesinde
kalbi günahlardan arındırmak ve bu sâyede ilâhî cezâdan kurtulmaktır. Bir başka
ifâdeyle takvâ kişiyi Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden sakınmaktır. Kur’ân’da
“takvâ sahipleri, Allah’ın dostudur.” (el-Enfal, 8/34) âyeti, takvâ ve dostluk
ilişkisini teyid etmektedir. Ayrıca bir başka âyetteki “Allah’tan takvâ üzre
olun ki Allah size öğretsin.” (el-Bakara, 2/282) ifâdesi takvâ ile mânevî ilim,
basiret ve firâset arasındaki ilgiye dikkat çekmektedir. Allah Rasülü’nün:
“Müminin firâsetinden sakının; çünkü o, Allah’ın nûruyla bakar.” (Buharî,
Tevhid, 63) hadisi bu anlamdadır. Nitekim şâir der ki:
Erenlerin nazarı toprağı
gevher eyler
Erenler kademinde toprak
olasım gelir.
Kur’an’da genel anlamda
müminler Allah’ın dostu olarak
görülmüştür. Nitekim: “Allah müminlerin dostudur ve onları karanlıktan
aydınlığa çıkarır” (el-Bakara, 2/257) buyurulur.
Âyetin ifâde ettiği anlama
göre Allah’ın aydınlığa çıkarıp gönlüne nûr-ı ilâhî yerleştirdiği mümin, Allah’ın dostudur. Bu yüzden bu iman
ve nûr üzre olmaya çalışmak müminin boynunun borcudur. Değilse Allah onları bu
duygulara sâhip olanlarla değiştirir. Nitekim Kur’an’da buyrulur: “Ey iman
edenler, sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah onların yerine öyle bir
topluluk getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar
müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah
yolunda mücâhede ederler ve bu hususta sataşanların sataşmasına aldırmazlar.
İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah ihsanı boldur ve
herşeyi hakkıyla bilir. Sizin dostunuz Allah’tır, O’nun Rasûlüdür ve Allah’a
tam olarak teslim olan namazlarını hakkıyla kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.”(el-Mâide,
6/54-55)
Bu âyetlerin işâretine göre
Allah’ın dostluğuna erebilmenin şartlarından biri de Allah’ı sevmek O’nun
tarafından sevilmek, müminlere karşı tevâzu, kâfirlere karşı vakar sahibi
olmaktır. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdâlısı
olabilmektir. Bu mazhariyete erenler Allah dostluğuna lâyıktır. Bu âyetlerden
Allah dostluğunun hem kesbî, hem de vehbî bir yanının olduğu anlaşılmaktadır.
Kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdalısı olma çabası kesbî olabilir
ama; Allah tarafından sevilmek ve izzetle taltif edilmek elbette Hak
vergisidir. Allah Teâlâ, vehbî olan Hak sevgisine ermede de bize bir yol ve
adres göstererek buyuruyor ki: “Ey Rasûlüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı
seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah
da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran, 3/31) Bu âyete göre
Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin yolu, Allah Rasûlü’ne uymaktan geçmektedir. O’na uymadan Hak
sevgisine erişilmeyeceğinden Allah dostluğu bir bakıma Peygamber’e tâbi olma ön
şartına bağlanmıştır.
Bir başka âyette yine “yüzünü
ihsân duygusuyla Hakk’a döndüren kimsenin ecrinin Rabbı katında olduğu ve
böylelerinin korkudan ve üzüntüden uzak bulunacakları” (el-Bakara, 2/111-112) anlatılmaktadır.
Buhâri’nin rivayet ettiği bir
hadis-i kudside Allah Rasulü, Rabbından naklen şöyle buyurmaktadır: “Kim benim
bir dostuma düşmanlık ederse Ben ona harb ilan ederim. Kulum kendisine farz
kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana
yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben onu sevince de onun
görmesi, duyması, tutması, yürümesi benimle olur. Benden bir şey isteyince
dileği kabul edilir. Bana sığındığında onu korurum.”(Buharî, Rîkak, 38)
Bu kudsî hadisin ışığında
Allah dostluğuna ermenin yolu sağlam bir imandan sonra, farzların edâsından ve
nâfilelere devamdan geçmektedir. Nitekim tarih boyunca Allah dostlarının düzgün
bir ibâdet hayatının mevcudiyeti bunu teyid etmektedir. Allah dostluğuna ermek
bir müminin nihâî hedefidir. Bir Allah dostunun özellikleri ise şöyle
özetlenebilir:
1.İlâhî dâvete icâbetle imânı
seçmiş,
2. Allah’tan her durumda râzı
olmuş,
3. Farzları yerine getirip
yasaklardan kaçınan,
4. Dünyada üstünlük ve
riyâset sevdâsı gibi bir dâvâsı olmayan,
5. Dünya kaygısıyla mal
toplamaya ve biriktirmeye yönelmeyen,
6. Dünyanın azlığına kanâatle
sabreden, çokluğuna tasadduk ve infakla şükreden,
7. Övülmekle yerilmeyi müsâvî
gören,
8. Allah’ın verdiği güzel
hasletlerle ucbe kapılmayan,
9. Güzel ahlak sahibi,
10. Arkadaşlık ve dostluğunda
kerem sahibi,
11. İnsanî ilişkilerinde hilm
sahibi ve yük kaldıran,
12. Allah’ın teşvik ettiği
güzel amellerle meşgul.
Bu sıfatlarla muttasıf; yâni
Allah ile ilişkilerinde müstakim, insanlarla ilişkilerinde sağlam, dünyaya
karşı zâhid kimseler gerçek Allah dostu denilmeye lâyıktır. Bu sıfatlardan bir
kısmına sâhip olanlarda da “velâyet” sırrı vardır ama tam değildir.
Allah dostluğuna ermiş
insanların istikamet kaygısı, sünnete riayet titizliği herşeyin önündedir.
Nitekim Zünnûn Mısrî’nin bir sözü bu konuda çok yaygın bir anlayışı ve genel
bir kabulü ifade etmektdir: “Allah dostu ârifin alameti üçtür: Ma’rifetinin
nûru, veraının nûrunu söndürmez. Zahiri ahkâma ters düşen bâtın ilmine inanmaz.
Allah’ın nimet ve kerametine nâil olması onu haramların sınırını zorlamaya
sevketmez.”
Marifetin nûrunun veraın
nûrunu söndürmemesi demek, ulaşılan keşfî bilgilerin ermişlik duygusunu
harekete geçirip dînî hassâsiyeti engellememesi demektir.
Sözü Mevlânâ’nın diliyle
tamamlayalım: Ben Allah’ın selâmını
alırım ümidi ile velilerimin yanına gider, onları gönül gözüyle
dinlerim. Onların candan daha tatlı sözlerinden Hak selâmını duyarım. Çünkü o
veli, kendi varlığını tevhid ateşine atmış, yok etmiş olduğu için onun selâmı
Hak selâmı gibidir. O velî, kendi varlığından ölmüş Rabbıyla dirilmiştir. Bu
yüzdendir ki, Hakk’ın sırları onun iki dudağı arasındadır.
Ne mutlu bu sırra erebilen
güzel insanlara!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder