"İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu
aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise
canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden
korunmuştur...
"İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz
Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Allah
saygısı ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur...
"İnsanlar! Kadınların haklarının gözetilmesi ve bu
hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim..."
Bu sözler, zamanımızdan sekiz asır önce dile getirilmiş ve
uygarlık tarihinde oldukça önemli bir yer işgal eden, insan haklarının
başlangıcı olarak kabul edilen ve büyük barış anlamına gelen İngilizlerin Magna
Carta'sında yer alan maddelerden değil.
Bu sözler, 18. Yüzyılın ikinci yarısında ilan edilen ve bir
çok yönü ile insan hakları bağlamında büyük bir ilerlemeyi simgeleyen,
insanların hür olduklarını, eşit olduklarını ve doğuştan bir takım haklara
sahip olduklarını beyan eden Amerikalıların Virjinya İnsan Hakları
Bildirisi'nde de yer almıyor.
Bu cümleler, on binlerce insanın ölümüyle, idamıyla
sonuçlanan, bununla birlikte "Aydınlanma Dönemi" diye tarihe
damgasını vuran 1789'daki Fransız Büyük İhtilali'nin ardından yayınlanan
Fransızların İnsan Hakları Beyannamesi'ne de ait değil.
Bu sözler, bundan tam 14 asır önce dünyaya İslâm güneşinin
doğduğu yıllarda, İslâm peygamberi Hz. Muhammed'in, yüz bini aşkın sahabeye
irad ettiği, insan hak ve hürriyetleri bağlamında aslında bir ilki oluşturan
veda hutbesinden.
İNSAN NEYİ İSTER?
Geçmiş asırlarda bir çok ülkede görülen insan hak ve
hürriyetlerine ait gelişmeler, hatta Magna Carta Belgesi, Fransa'da ilan edilen
İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannamesi; 1400 yıl öncesinde İslâm'ın doğuşuyla
insanlığın onuruna yakışır haklara kavuşması göz önüne alındığında, insan hak
ve hürriyetlerinin bugünkü anlamda başlangıcını gözler önüne serer. Zira hemen
hemen bütün ülkelerde, medeniyetlerde elde edilmeye çalışılan ve de oldukça zor
şartlar altında kazanılan, aslında
insanın yaratılıştan gelen isteklerine, ihtiyaçlarına uygun hak ve
hürriyetlerin, başlangıçtan beri İslâm medeniyetinde var olduğu görülür.
İslâm, insanı Allah'ın mükerrem ve şerefli bir mahluku,
bugünkü manada insana tanınan hak ve hürriyetleri ise Allah'ın ihsanı ve
insanın tabii hakkı olarak kabul ettiğinden, insan haklarını da 1400 sene
öncesinden kabul ve ilan etmiştir.
Aslında İslâm nazarında insan hakları insanın yaratılışıyla,
belki yaratılmadan önce başlar. Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği şekliyle Cenabı
Hak insanı yaratmayı murad ettiğinde bunu meleklerine "Ben yer yüzünde bir
halife yaratacağım" diye haber verir. Onlar: "Bizler hamdinle seni
tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan
dökecek insanı mı halife kılıyorsun, dediler. Allah da onlara sizin
bilmeyeceğinizi her halde ben bilirim dedi." (Bakara suresi, 30.)
KurÕan-ı Kerim'de yer alan insanın yaratılışı ile ilgili bu
ve benzeri ayetlerden anladığımız kadarıyla ilk insan daha yeryüzünde yokken,
yaratılmamışken, Cenab-ı Hak ona bir takım haklar, hürriyetler vermiş, iman
edip etmeme yönünde onu serbest bırakarak, ona din ve vicdan hürriyeti, düşünce
hürriyeti, dilediğini yapma, dilediğini de yapmama yönünde kararı insana
bırakarak davranma hürriyeti vermiştir.
İslâm peygamberi H. Muhammed'in hayatı da insan haklarına
örnek teşkil edecek misallerle doludur. Bu manada ilk akla gelen, Medine'ye
hicretten sonra kararlaştırılan ve Medine Vesikası olarak bilinen anlaşmadır.
Hz. Peygamber farklı dinlerden insanların yaşadığı Medine'ye
hicret ettiğinde, Müslüman, Yahudi ve müşriklerden oluşan bu topluluğu hukuki
statüye bağlamak amacıyla müzakerelerde bulunmuştu. Görüşmeler sonucu 50
küsur maddeden oluşan bir anlaşma
imzalarlar. Bu anlaşma dünya tarihinde bilinen ilk yazılı anlaşma olarak kabul
edilmektedir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslâm'da İnsan Hakları, s. 27)
Hz. Peygamber veda hutbesinde de Müslümanlar, Müminler diye
bir ayırım yapmadan insanların birbirlerine eşit olduklarını ifade etmiştir.
Irkın, soyun, rengin insanların birbirlerinden farklı olmalarını
gerektirmediği, insanların soy itibariyle bir anne babadan geldikleri, nihayet
insanın topraktan yaratıldığı, dolayısıyla bütün insanların kökünün toprak
olduğu ve kendi eliyle yaptıkları dışında birbirinden üstün olma imkanının
mevcut olmadığı ilkesi ilan edilmiştir. (a.g.e., s. 27.)
YÜZYILLAR SÜREN BİR
ARAYIŞ
İnsan hakları kavramı geride bıraktığımız yüzyıla damgasını
vuran çağdaşlığın, medeniyetin bir simgesi, göstergesi ve vazgeçilmez bir şartı
olarak karşımıza çıkıyor. Yirminci yüzyıl insan hakları kavramının belki de en
çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönem olarak görülebilir. Zira insan hakları
ve temel özgürlüklerin evrensel olarak ve ayırım gözetilmeksizin herkes için
geliştirilmesi, çağın amaçları arasında yer almıştır. Bugün insan hakları
kavramı dile getirilirken; 17.-18. yüzyıldan itibaren, insanlığın batının
öncülüğünde büyük bir değişim geçirdiği, birtakım batılı mütefekkirlerin,
filozofların öncülüğünde ve büyük mücadeleler sonucu, dişle, tırnakla söke söke
elde edildiği yönünde kesin bir kanaat bulunuyor. Bu kanaate göre de insan
haklarının bayraktarı batıdır ve batının insanlığı medenileştiren, insanı insan
yapan bu kurum ve kavramı önce kendi toplumlarında hazmettiği ve yaydığı, daha
sonra da bütün dünyaya yaymak istediği görüşü hakimdir. Burada dikkati çeken
husus, yüzyıllarca insan haklarını ihlal eden, ayaklar altına alan devletlerin,
kültürlerin, 20. yüzyılda insan haklarının savunucusu konumunda kendilerini
görmeleridir. Bununla birlikte görünen odur ki M.Ö. 384-322 yıllarında yaşayan
ve ansiklopedilerde tarih, anatomi,
mantık, psikoloji gibi ilimlerin kurucusu olarak zikredilen Aristo'nun "İnsanlar iki grup halinde
doğarlar. Birincisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler
yani hizmetçiler ve köleler." sözü yüz yıllar boyu özellikle batı
uygarlıklarının hareket noktası, ilham kaynağı olmuştur. Bu anlamda genel bir
değerlendirme yapılacak olursa insanların olayları değerlendirirken kendilerine
özgü şartlardan hareket ettikleri, bölgenin, ırkın ya da milletin menfaatleri
açısından görüş bildirdikleri dikkati çeker. Ayrıca öne sürülen görüşler de
belli zaman dilimleri ile sınırlıdır.
İslâm ise yalnızca içinde yaşadığımız yeryüzünü değil,
kainatın tüm bölümlerini kuşatan bir düşünceden hareketi geçerli ve gerekli
görür. Sadece içinde bulunulan çağa değil, bütün çağlara hitap eder. İnsanların
Hz. Adem'in oğulları olmaları hasebiyle aralarında ayırım gözetmez.
Başlangıcı itibariyle
kıyas götürmese de İslâm'ın insana tanıdığı haklar ve insana yaklaşım şekliyle
bugün savunulan ve uygulamaya çalışılan insan hakları ile ilgili metinlerde
maddeleştirilen haklar arasında zıtlık teşkil edecek hususları bulmak mümkün
değildir. Bilakis mahiyeti itibariyle İslâm'da konu daha geniş şekilde yer
alır. Fertlerin sadece haklara değil insanlığa karşı, kendisi dışındakilerle
dayanışma, hoşgörü ve kardeşlik gibi bir takım vazifeler ile sorumlu olduğu,
komşularına karşı dahi bir takım yükümlülükleri bulunduğu, ilk planda insan
hakları ve dayanışma ile ilgili göze çarpan İslâmi prensiplerdir. Ve burada
fertler arasında sadece bir yardımlaşma değil, maddi manevi bir dayanışma ve iş
birliği olarak özetlenebilecek karşılıklı bir bağımlılık söz konusudur.
HAKLARA SAYGILI BİR
TOPLUM
Doğaldır ki toplumları fertler veya gruplar oluşturur.
Fertler veya grupların ve bunların arasındaki ilişkilerin niteliği toplumun
özelliklerini de gösterir. O halde demokratik ve fertleri arasında haklara
saygılı bir toplumun oluşabilmesi için de onu oluşturan fertlerin veya
grupların bir takım özelliklere sahip olması gerekiyor. Yani Çağdaş Fransız Sosyologlardan Alein
Touraiene'nin dediği gibi, 'toplumu oluşturan fertlerin rastgele fertler
olamayacağı, bilakis bunların özne durumunda olmaları' durumu söz konusudur.
(bkz. Bahaettin Yediyıldız, İslâm ve Demokrasi, sempozyum konuşması, s. 324,
TDV yayınları.) Touraiene'ye göre özne düşüncesi mutlaka var olması gereken üç
unsuru birbiriyle bağdaştırıyor. Bunları baskıya karşı direnme, mutluluğun
başlıca şartı olarak özgürlüğün görülmesi, dolayısıyla ferdin kendine değer
vermesi, nihayet ben dışında ötekilerin de birer özne olarak tanınması ve
yaşama şansını en yüksek boyutlarda sağlayan siyasi kurallara ve hukuk
kurallarına dayanılması şeklinde özetlemek mümkündür. (bkz. , a.g.e s. 325.)
Gerçekten de insan hakları ve demokrasinin varlığı,
ötekilerin yani diğer fertlerin tanınmasına, kabul edilmesine bağlıdır.
Müreffeh, demokrat toplumun temelini oluşturan bu özellikleri İslâm'da tam
manasıyla bulmak mümkün olmakla birlikte aslında İslamiyet'in, Müslüman ferdin
yada topluluğun belli hususiyetlere sahip birer şahsiyet olmaları gerektiği
hususundaki görüşleri bugün, dün olduğu
gibi bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Toplumun çekirdeğini oluşturan
fertlerin, yaratıcının ruhundan üflediği yüce bir varlık, kendine özgü, güçlü,
şanlı, şerefli, kimlik sahibi bir şahsiyet olması, insan nazarında İslâm'ın ön
plana çıkardığı bir şablon olarak görmek mümkündür.
İnsan hakları ve temel özgürlüklerin tanınması, insanın var
oluşundan yüzyıllar sonra ilgi konusu olabilmiş, bunların güvence altına
alınması, aykırı gidişlerden korunması ve daha ileri düzeyde gerçekleştirilmesi
amacı uluslar arası kuruluşların oluşumunu sağlamıştır. Bir başka deyişle
insanın insan sıfatıyla, yaratılışından sahip olduğu bu hak ve özgürlükler,
çağlar süren gelişmelerle kazanılmış ve tanınmıştır.
XIII. yüzyılda kabul edilmiş bir insan hakları beyannamesi
olarak bilinen Magna Carta vesikasına, insan hakları nazarıyla bakıldığında,
kralla hür ve asil insanlar arasındaki karşılıklı bir hak-hukuk, hürriyet
anlaşmasından ibaret olduğu farkedilir. Mahiyeti itibariyle bütün insanlığı
içine alan bir insan hakları anlaşması olmadığı halde Magna Carta hemen hemen
bütün literatürlerde yer alır. Her ne kadar insan hakları bağlamında pek bir
şey ifade etmese de batıda insan haklarında başlangıcı teşkil eden Magna Carta,
(bkz. Meydan Larousse Ans. Magna Carta Maddesi, s.586.) o zamana kadar
İngiltere'de yaşayan vatandaşların, kralları tarafından çiğnenmiş en tabii hak
ve hukukların çiğnenmemesi gerektiğine dair bir taahhüttür. Bununla birlikte
hemen hemen bütün ülkelerin, ya da demokrasiyi sistem olarak seçmiş ülkelerin
anayasalarının ihtiva ettiği insan haklarına yaklaşımı Magna Carta'da bulmak
mümkün değildir. Zaman olarak 13. asra ait olan bu anlaşmayı, daha geniş
çerçeveli insan hakları vesikası olan Amerika İnsan Hakları Bildirgesi takip
eder ki bu da 18. asrın ikinci yarısına ait bir vesikadır. Daha sonra 1948'deki
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1950'de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi,
AGİK, Helsinki gibi günümüze oldukça yakın anlaşma ve vesikalar gelir.
Bugün bu anlamda insan haklarına en yakın metin 1776'da
ABD'de Virjina eyaletinde ilan edilen Haklar Bildirgesi'nde söz konusu
olmuştur. Yani 18. asrın ikinci yarısından itibaren Amerika'da hangi ülkenin
vatandaşı olursa olsun dini, rengi, ırkı ne olursa olsun hür oldukları, eşit
oldukları ve doğuştan bir takım haklara sahip oldukları ifade olarak metne
geçmiş ve bu metin bir ölçüde dünyanın iftihar kaynağı olmuştur. Ancak şu da
bir gerçektir ki 1776'dan itibaren ancak yüz sene sonra Amerika'da kölelik
meselesi halledilebilmiştir.
DÜŞÜNCEDE İNKILAP
HAKLARDA YENİLİK
Virjinya'da ilan edilen haklar bildirgesinin ardından 13 yıl
geçtikten sonra Fransa'da büyük ihtilal meydana gelmiş ve bu ihtilalle ayrı bir
döneme girilmiştir. Bu dönemde filozoflar, ilim adamları, insanların
düşüncelerinde inkılap meydana getirebilecek bir takım fikirler ortaya
atmışlardır. Rönesans ve reformasyon ile kiliselerin otoritelerinin zayıflaması,
Avrupa'da müspet ilim ve keşifler alanında buluşlara ve yeniliklere yol
açmıştır. 1789'daki Fransız ihtilalinde burjuvazinin aristokrasi sınıfına ve
krala karşı yapmış olduğu devrim ile buhar makinesinin icadıyla oluşan sanayi
devrimi, batılı ülkelerin ekonomisini açık pazarlar ve ucuz ham madde
kaynakları bulup bu açık pazar ve hammadde kaynağı bulunduran ülkeleri sömürme
anlayışına sevk etmiştir. (bkz. Fazıl Agiş, İslâm'da İnsan Hakları, s. 68,
Öğretmen Matbası, Ankara, 1976)
Bunun sonucu olarak da sömürülen ülkeler yoksul ve geri
kalmış, çağdaşlaşma sürecinde batının ileri seviyede oluşu ister istemez geride
kalanları, batıyı taklit ederek gelişme çabalarına götürmüştür.
Aydınlanma döneminin başlangıcı olarak kabul edilen Fransız
ihtilalinde yıllardan beri bir köle anlayışıyla hayatlarını devam ettirme
mecburiyetinde kalan kitlelerin sonunda
sabrı taşmış ve isyan etmişlerdir. Kiliseyi de dört duvar arasına alırlar ve
yetkilerini sınırlandırırlar. Nihayet burjuvazi denen orta sınıfın saltanatı
başlar. Dolayısıyla batının özellikle övündüğü insan hakları kapsamında yer
alan din, vicdan ve düşünce hürriyetinin batıda başlangıç tarihi 18. yüzyılın
ikinci yarısı olarak görülebilir. (bkz., Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslâm'da
İnsan Hakları, s. 22) 1789'daki bu ihtilalle Fransa'da kral devrilmiş, yönetim
sistemi değişmiş ve aynı yıl Fransa'da İnsan Hakları Beyannamesi ilan
edilmiştir. Bir çok topluma örneklik teşkil etmekle birlikte uygulamada ancak
zihinlerde ve yazılı metinlerde kalan bu bildiriyi 1948'de Birleşmiş Milletler
tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi takip etmiştir. Yani
20. yüzyılın ortalarında, iki büyük dünya savaşından, baştan başa değişen bir
dünya coğrafyasından ve yüz binlerce insanın ölümünden sonra.
İslâm'ın asırlar öncesinden söylediği, insanın doğuştan
hürlüğü, en mükemmel şekilde yaratıldığı ve birbirleri arasındaki eşitlik,
batıda ancak 18. asırdan sonra telaffuz edilmeye başlanmış ve kanunlarda ancak
bundan sonra yerini almıştır. Üstelik bu yer alışta, daha önce bütün hak ve
hürriyetlerden mahrum olan ve kralların kölesi statüsünde kabul edilen
insanların, kralın lutfu ve ihsanı ile sonradan bazı hak ve hürriyetlere sahip
olması durumu mevzubahistir. (bkz. İslamda İnsan Hakları Beyannamesi, Doç. Dr.
Ahmet Akgündüz, s. 10)
BARIŞ DİNİ İSLAM
Bizim ülkemizde bir zamanlar ayıp gibi, edep gibi bir takım
kavramlar vardı. Bir takım söz ve hareketlere karşı günah diye çekinilen davranış anlayışı vardı. İçtimai ahlak, kamu
ahlakı vardı. Ve bazı değerlendirmeler bu kavramlara göre yapılırdı. Şimdi ise
adeta bu ayıp ve günahlar kategorisinden hiçbir şey kalmadı. Toplum ahlakı
sorgulanmaya başlandı, kim koyar bu kuralları dendi.
Bugün dünyanın muhtelif yerlerinde birçok ülke savaş
halinde. Bu savaşlarda binlerce kişi ölüyor. Birçok ülke açlık tehlikesi ile
karşı karşıya ve binlerce insan açlıktan hayatlarını kaybediyor. Uyuşturucu,
kumar, fuhuş insanlığın geleceğini adeta tehdit eder bir durumda ve binlerce
insan bu batakta yok olup gidiyor. Toplumlar sevgiden uzak, hoşgörüsüz, gergin,
kimsenin kimseye tahammül edemediği bir hale geliyor.
Görünen o ki insanlık yıllar öncesinden değil, çağlar
öncesinden gelen, hatta onun yaratılışı ile başlayan bir çağrıya kulak vermek
mecburiyetinde. İnsanlık tüm yaratılmışları kucaklayan, ona barış içinde yaşama
sırrını öğreten, haklara saygılı İslâm'ın evrensel çağrısına muhtaç.
Dünya topyekün bir barışa muhtaç.
İnsanların hiçbir ayırım gözetilmeksizin eşit olarak kabul
edildiği bir anlayışın, İslâm'ın
çağrısına muhtaç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder