Örnek nesil, örnek insan Hz. Peygamber'in gergef gergef
işlediği ve kendi modeline göre dokuduğu güzellik kumaşıdır. O'nun nazarının
değdiği ve dîdelerinin kendisini gördüğü bir nesil. Onlar O yüzü görmenin
bahtiyarlığı sayesinde İslâm ile müşerref oldular. Aslında asr-ı saâdette
müslüman olan yüzbinlerin müslüman olmalarına yüzde doksan oranında tesir eden
Hz. Peygamber'in kişiliğiydi. Ancak yüzde onluk bir oran Kur'an okuyarak İslâm
olma bahtiyarlığına ermiştir.
Örnek nesil içinde hulefâ-i râşidin, aşere-i mübeşşere ve
ashâb-ı Bedr'den sonra ashâb-ı suffe'nin ayrı bir yeri vardır.
Ashâb-ı suffe, Mescid-i Nebî'deki sofada barınan sahâbîler
demektir. Suffe, ev ve konaklarda bulunan eyvân, sed ve seki türü yüksekçe
oturma mekanları için kullanılan bir tabirdir. Zamanla Türkçe' de
"sofa" şeklinde kullanılır olmuştur.
Suffe Medine'de inşâ edilen mescide bağlı olarak yapılmış
İslâm tarihinde ilk defa orası için ad olarak kullanılmıştır. Aslında sahâbe
nesli, bir kadro hareketi, suffedeki sahâbiler de bu kadronun ilmî, mânevî ve
askerî konulardaki hazır kıtası konumundadır.
Asr-ı Saâdette mescid, mabed hüviyetinin yanısıra aynı
zamanda mektep, şûrâ toplantı salonu, idârî, askerî konuların tartışıldığı bir
merkez, bir hastane, bir spor ve dinlenme yeri gibiydi. Mesciddeki ders, sohbet
ve zikir meclislerinin müdavimi olan bekâr, evi olmayan sahâbilerin barınma
yeri mescidin suffesiydi. Suffeli sahâbiler orada barınırlar, zengin ve
varlıklı sahâbilerin sağladığı iaşe ve ibâte imkânlarıyla imrâr-ı hayat
ederlerdi.
Medine'de mescidin yanında bir sofa ihtiyâcı sosyal, ilmî,
askerî ve manevî sebeplerle ortaya çıkmıştır. Özellikle fakir muhacirler ile
ensârdan ve civar kabilelerden Medîne'ye din-i celil-i İslâm'ı öğrenmeye ve
Allah Rasulü'nü görmeye gelenler için bir barınma yeri kaçınılmaz olmuştu.
Suffe, barınma yeri özelliği itibariyle konaklanma imkânı veren bir kervansaray
veya pansiyon niteliğindedir. Bugün eğitimdeki parasız yatılı öğrenciler için
barınma imkânı; dün tekkelerdeki derviş hücreleri hep bu sofa modelinin çağlara
göre ufak tefek farklılıklar arzeden bir devamıdır.
Medineli ensar, kendi yurtlarına göç eden Mekkeli
muhacirlere evlerini, barklarını, gönüllerini açmış ve herşeylerini onlarla
paylaşmış olmalarına rağmen yine de dışarda kalan ve barınmada sıkıntı çekenler
ortaya çıkınca Hz. Peygamber onları mescidinin sofasına yerleştirmişti.
Sofada sâkin olan sahâbilerin sayısı hakkında kesin bir
bilgiye sahip değiliz. Sayılarının 10 ile 400 arasınmda değiştiğine dâir
muhtelif rivâyetlere bakılırsa suffe ashâbının sayısının sürekli değiştiği
anlaşılmaktadır.
Ashâb-ı suffe, dinin kaynağına en yakın, Rasûlullah'ın
meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı, muallimleri
daha kalıcıydı.
Allah Rasûlü, onların ihtiyaçlarını bizzat karşılar,
yalnızlıklarını paylaşır, onlarla oturur, birlikte yemek yer ve halkı onlara
ikram etmeğe teşvik ederdi. Allah Teâlâ onları Kur'an'da muhtelif âyetlerinde
anmış, Allah Rasûlü'nün onlara özel ilgi ve şefkatini taleb etmiştir. Nitekim
şu âyetlerin suffe ashâbı hakkında nazil olduğu mervîdir;
1- "(Yapacağın hayırlar) kendilerini Allah yoluna
adadığı için yeryüzünde kazanç endişesiyle dolaşmayan, hayâlarından dolayı
tanımayanların zengin zannettiği fakirler için olsun. Sen onları yüzlerinden
tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler."
(el-Bakara, 2/273)
Allah Rasûlü kendisine getirilen şeylerden sadaka olanlarını
ashâb-ı suffeye gönderirdi. Ayrıca beytülmaldan ve kendi malından büyük bir
kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği durumlarda ashâbının onları
evlerine götürüp misafir etmelerini isterdi. Bu yüzden ashâb-ı suffeye
"adyâfü'l-müminin" (müminlerin misâfirleri) ünvânı da verilmişti.
Ashâb-ı suffe, Hz. Peygamber'in rûhaniyet çeşmesine gönül
musluklarını dayamış ve oradan içerek nübüvvet mektebinde yetişip boy atmış
bahtiyarlardır. Onlar zamanlarını ilim, irfân ve mâneviyyat tahsiline adamış
saidlerdir. Dünya câzibesinin kendilerini etkilemediği, ilim ve ibâdetle meşgul
azizlerdir.
2- "Rablarının rızâsını umarak sabah-akşam O'na
yalvaranları kovma!" (el-En'âm, 6/52)
Müşrikler, Hz. Peygamber ile aynı statüde görüşmek için
etrafındaki fakir suffe ashabını uzaklaştırmasını istemişlerdi. Allah Teâlâ da
Sevgili nebisini bu ifâdelerle uyarırdı. Nitekim Hilyetü'l-evliyâ müellifinin
Habâb b. İrs'ten naklettiğine göre olay şöyle gerçekleşmiştir:
Akra b. Hâbis ile Uyeyne b. Huseyn el-Fizârî Peygamber
Efendimiz (s.a.)'in huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz Bilâl, Ammar, Suhayb ve
Habbab gibi ashâb-ı suffeden kimselerle sohbet ediyordu. Gelenler bu manzarayı
görünce onlara hakaret ettiler ve orayı terkederek: "Bize Araplar nezdinde
şeref verecek bir meclis kurmanı istiyoruz. Çünkü Araplar'ın ileri gelenleri
seni ziyaret ettiğinde bu çapulcularla beraber oturmaktan hayâ ederiz! "
dediler. Hz. Peygamber (s.a.)'e: "O halde biz gelince onları yanından
uzaklaştır. Biz gidince yine gelip yanına otursunlar" Peygamber (s.a.)
onlara; "Tamam" dedi. Bunun üzerine: "Şimdi bu konuya dair bir
belge yaz" dediler. Hz. Peygamber üzerine yazı yazmak için bir sayfa
ararken Cebrail indi ve bu âyeti getirdi: "Sabah akşam rabbının rızasını
arayarak yalvarıp yakaranları kovma!.. Yoksa zalimlerden olursun."
(el-En'âm, 6/52)
3- Bu olaydan sonra rivâyete göre Peygamber (s.a.) elindeki
sayfayı bir kenara atarak ashâb-ı suffe'yi çağırdı. Suffeliler O'na iyice
yaklaştılar. Diz dize geldiler. Uzun bir süre birlikte oturdular ve Allah şu
âyeti indirdi:
"Sabah akşam Rablerine duâ edip, onun rızasını
arzulayanlarla beraber sabret ve onlarla birlikte ol. Dünya hayatının süsünü
isteyerek, gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız,
kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!"
(el-Kehf, 18/28) Kalbi zikirden boş ve gafil olanlar Uyeyne b. Husayn ve
Akra'dır.
4- Allah Teâlâ onlar hakkında Rasûlü'ne "A'mânın kendisine
gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü." (Abese, 80/1-2) hitab
etmiştir; Bu âyet ashâb-ı suffeden Abdullah b. Ümm-i Mektû+m hakkında nazil
olmuştur. Bilindiği gibi Allah Rasûlü, müşriklerin ileri gelenlerine İslâmı
tebliğ etmeye çalışırken İbn Ümmi Mektûm gelmiş ve Rasûlullah'dan bilgi almak
istemişti. Allah Rasûlü de böyle bir sırada bu tür bir talebin yersizliğinden
memnûn olmayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bu âyetin nüzûlünden sonra Allah
Rasûlü ne zaman Abdullah b. Ümmi Mektûm'u görse kendisine: "Rabbımın
kendisi ile bana çıkıştığı zât" diye takılırdı.
Gücü kuvveti yerinde olan suffe ashabı dağlardan sırtlarında
odun taşımak dâhil ellerinden gelen her türlü işi yapmaktan geri durmazdı.
İffet ve vakarlarına düşkünlükleri sebebiyle kişiliklerini etkileyecek
davranışlardan özenle sakınırlardı. Kimseden birşey istemezlerdi.
Suffede sâdece kimsesiz sahâbiler değil zaman zaman Hz.
Peygamber'i görmeye gelen zengin sahabiler de kalırdı. Evlenip ev bark sâhibi
olanlar suffe ashâbı arasından ayrılır, kendi hânelerine geçerdi.
İlk plânda Hz. Peygamber'in onların maddi ihtiyaçları ile
ilgilendiği intibâı uyanmakta ise de aslında O, suffe ashâbının mânevî ve
rûhânî ihtiyaçları ve özellikle yetişmeleriyle çok ilgilenirdi. Nitekim İbn
Mace ve Dârimi'nin naklettiği bir hadis bu konuya ışık tutmaktadır: Rivâyete
göre Allah Rasûlü bir gün evinden çıkıp mescide girdi. Mesciddeki insanlardan
bir gurubu Kur'an okuyor, duâ ve zikirle meşgul oluyor, diğerleri ise ilim
öğreniyor ve öğretiyordu. Allah Rasûlü her iki gruptan da memnûn olarak:
"Her iki grup da hayır işliyorlar" buyurdu. Ardından da: "Bunlar
Kur'an okuyor, Allah'a duâ ve zikirle meşgul oluyor, Allah dilerse duâlarını
kabûl eder, dilerse etmez. Ama şunlar ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz
ben muallim olarak gönderildim." diye konuştu. Bu iki gurubun ikisi de
suffe ashâbındandı. Çünkü onlar gündüzleri mescidde ilim ve ibâdetle meşgul
olurlar, suffeyi âdetâ bir konaklama yeri ve ilmî müzâkere ortamı olarak
kullanırlardı. (bk. Ebû Dâvud, büyû, 36)
Suffe ashâbının öğrendiklerinin başında okuma-yazma, Kur'an
okuma, hadis belleme ve dini bilgiler gelir. Ahlâkî konularda ise onlar, Allah
Rasûlü örneğiyle aynîleşecek bir ortamdaydılar. Muallimleri başta Hz. Peygamber
olmak üzere Übey b. Kâ'b, Abdullah b. Mesûd, Muaz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit gibi
âlim sahabilerdi.
Ashâb-ı suffe, hem kendilerinin ilme ve infâna düşkünlüğü,
hem de ortamın buna müsâid olması sebebiyle bir bakıma yoğunlaştırılmış ve
hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim ashâb arasında en çok hadis
rivâyet etmekle tanınan sahâbiler (müksirûn) genellikle bu topluluğun içinden
çıkmıştır. Bunların başında gelen Ebû Hüreyre şunları söyler: "Benim çok
hadis rivâyet etmiş olmam fazla abartılmasın. Çünkü muhâcir kardeşlerimiz
çarşıda, pazarda ticâretle; ensâr tarlada, bahçede ziraatle meşgulken ben boğaz
tokluğuna Allah Rasûlü'nün mübârek nasihatlarını dinliyor, ezberliyor ve
onların şâhid olmadığı olaylara şahid olma imkanını elde ediyordum"
(Buharî).
Abdullah b. Ömer gibi, ilme düşkün sahabilerden suffede
kalmayı baba evinde kalmaya tercih edenler de çıkmıştır. Hz. Peygamber'in
Müezzinleri olan Bilâl-i Habeşi ile Abdullah b. Ümmi Mektûm da suffe
ashâbındandı.
Ashâb-ı suffe bütün kabilelerin en şerefli mensuplarından
oluşuyordu. Onlar takvanın ve riyâzat yoluyla İslâm'ın özüne vâkıf olmuş
"ermiş" kişilerdi. Meleklerin onları ziyâret ettiği söylenir.
Suffede yetişen bu kabiliyetler bilgi, beceri ve
birikimlerine göre muhtelif hizmetlerde kullanılmaktaydı. Yeni müslüman olan
kabilelere Kur'an ve dini bilgiler öğretmek için ashâb-ı suffe içinden
muallimler görevlendirilirdi. Nitekim Râci ve Bi'r-i Maûne vak'alarında haince
şehid edilen yetmiş hâfız ve âlim sahâbi genelde bunlardandı ve böyle bir görev
için gidiyorlardı.
İslâmı öğrenmek için kısa bir süre ile Medine'ye gelenler
bir yandan Hz. Peygamber'le görüşürken diğer yandan suffe ehliyle ilmî
mubâhaselerde bulunurlardı.
Ashâb-ı suffe Hilyetü'l-evliyâ müellifi Ebû Nuaym
Isfahânî'nin dediği gibi: "Allah'ın her türlü dünya kirinden kurtardığı,
fakirlere önder kıldığı, hikmet ehline dost eylediği, âileye ve dünya malına
bağlanmayan hiçbir alışverişin kendilerine Allah'ı anmaktan alıkoymadığı az
bulunur bir topluluktu." (I, 337)
Kaynaklar onların en belirgin özelliğinin fakirlik ve açlık
olduğunda ittifak halindedir. Dünyalık yönünden onların hiçbirinin iki yakası
bir araya gelmezdi. Hiçbirinin iki elbisesi olmazdı, iki çeşit yemek
yiyemezlerdi.
Ebû Hureyre ki, o da onlardandır: "Suffe ehlinden
yetmiş kişi bilirim tek elbiseleri vardı. Namaz esnasında ayaktayken
elbiselerinin boyları diz kapaklarına zor gelir, rükûa vardıklarında edep
yerleri görünmesin diye eteklerini çekiştirirlerdi." der, (bk. Buhârî
salât, 58).
Fudale b. Ubeyd der ki: Hz. Peygamber ile namaz kılarken
cemâatin içinden açlık ve yoksulluktan zor ayakta durabilen suffe ashâbı vardı.
Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre Hz. Peygamber ashâb-ı
suffeye Kur'an öğretiyor ve açlığını hissetmemek için karnına taş bağlıyordu.
Suffe halkının tek işi Kur'an'ı öğrenmek, anlamak, okumak ve anlatmaktı.
İslâm tarihindeki tasavvufî hayat ve düşüncenin bu
topluluğun hayatından neş'et ettiği kabul edilir ve sûfi kelimesinin de bir
görüşe göre suffe kökünden geldiği öne sürülür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder