28/10/2014

En Temel Sapma



 “...Adil olun, bu Allah 'a karşı sorumluluk bilinci duymaya en yakın olan (davranış)dır...” Mâide: 5/8
Defaatle belirtildiği gibi Kur’an'ın temel hedefi, yeryüzünde doğruluk ve adalet üzerine kurulu sağlam ve sosyal bir düzen oluşturmaktır.Mâide: 5/48. Bunun nedeni. İnsan emeğini ve onurunu koru­yup temel hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakmamak için böyle bir düzene ihtiyaç duyulmasıdır. Âl-i İmrân: 3/102-104
Hangi asırda olursa olsun, karşılaşılan en önemli beşeri so­runlar, "şirk", "sekülerlik" ve "sosyo-ekonomik eşitsizliktir. İşte bu yüzdenKur’an'ın, esas itibariyle üç ana tema üzerinde yoğunlaştığı görülür:
Bunlar da "tevhid", "ahiret” ve "adalet" tir. Tâhâ: 20/98. Hayatın doğru yaşanması, hak ve hürriyetlerin güvence al­tına alınması, emeğin saygın, insanın da ekonomik ve sosyal açıdan özgür olması, büyük ölçüde yüksek değerlerin hayata ha­kim kılınmasına bağlıdır.
Kur’an mesajının insanlık dünyasına ulaştığı dönemde ger­çek dini problem, çok tanrıcılıktı. Toplumun büyük bir kesimi, Allah adı ile anılan bir yaratıcı fikrini kabul etmiş olmasına rağ­men ibadetler Allah'a değil, diğer tanrılara yapılıyordu. Ankebût: 29/ 61. Mek­ke'nin lider ve tüccar sınıfı da genelde puta tapmaktan ibaret olan şirk dinini bırakmak istemiyorlardı. Bilakis onlar, kendi yönetimleri altındaki insanlara:
"Pes etmeyin, ilahlarınıza sım­sıkı sarılmaya devam edin; yapılacak tek anlamlı şey budur." diyorlardı. Sâd: 38/6. İşte bunun için Kur’an'ın temel tezi, Allah'ın birliği,yani tevhid ilkesi olmuştur. Çünkü bu ilke, İslam inancının düzenine sürekli sahip çıkmayı ifade eder. İnsan da ancak böyle bir düzenle gerçek özgürlüğe ve güvenli bir hayata kavuşabilir. 


Kur’an'a ilk muhatap olan Araplar, genelde dünya görüşle­rinde ve pratik hayatlarında sektiler insanlardı. Onlar, kutsal oIan ile bağını koparan, dünyaya tapan ve ahiret gerçeğini kabul etmeyen kimseler oldukları için. "Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir şey yok; dünyaya geldiğimiz gibi ölürüz, bizi ancak zaman yok eder."' derlerdi.  Câsiye: 45/24.
Dünyevi leşine, insanı Allah'tan uzaklaştıran, hak ve hürri­yetlerin güvencesini büyük ölçüde ortadan kaldıran, insan eme­ğini ve onurunu sömüren en büyük günah ve bütün felaketlerin kaynağını oluşturan en temel sapmadır. Modern dünyada önce Batı'da ortaya çıkıp daha sonra bütün dünyaya yayılmış olan bu sekülerlik, geçmişte nasıl acılara sebebiyet verdiyse bugün de inkarcılık, sömürücülük, saldırganlık, haksızlık ve ahlaksızlık gibi bir yığın felaketlere sebep olmaktadır. Bu yüzden Kur’ansekülerliği tercih eden kimselerin, hak ve adalet sınırlarını da ihlal edeceğine dikkat çekmiştir.Nazi'ât: 79/37-38.  Gerçekten de bugün, dünya­nın değişik bölgelerinde yaşanan baskı, zulüm, açlık, savaş ve gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi bir yığın olumsuzluğun temel nedeni, karınları tok fakat gözleri aç olan azgın insanların oluşturdukları sömürü sistemleridir. Bunların en bariz niteliği ise, dünyaya aşırı düşkünlük, yani sekülerliktir. 

Kur’an'ın, indiği günden itibaren en çok üzerinde durduğu ve düzeltmeyi amaçladığı yanlışlardan biri de "sosyo-ekonomik eşitsizlik" olmuştur. Kur’an, bu haksızlığı ortadan kaldırmak için "adalet'" ilkesini getirmiştir. Adalet, kişi ve toplum ilişkisinde dengeli olmak, haklıya hakkını, suçluya da cezasını vermek demektir. Ayrıca adalet, bir yönetim ilkesidir. Toplumda adaleti sağlamak da yönetimlerin işi ve görevidir.
Kur’an’ ın indiği dönemde Mekke zengin bir ticaret şehriydi.
Yönetim, güçlü Kureyş kabilesinin elindeydi. Bu kabile, bölge­deki diğer kabileler üzerinde hatırı sayılır bir etkinliğe de sa­hipti. Bütün bunların yanı sıra, her ticaret toplumunda buluna­bilecek ciddi problemler, Mekke'de de mevcuttu. Çünkü, hileli yollardan kazanılan zenginlik, muhtaç ve mağdurlara harcan­mıyor, sorumsuzca heba ediliyordu. Ayrıca çok sayıda insan, sınırlı haklara sahip olduklarından ve ekonomik özgürlüklerden yoksun bulunduklarından dolayı, toplumsal eşitsizlik ve huzur­suzluk büyük ölçüde yaygınlaşmıştı. İşte belirtilen nedenlerden ve benzeri sebeplerden dolayı Kur’an'ın çağrısı sadece inanç, ibadet ve ahlak konularıyla sınırlı kalmamış; ayrıca onda, insan emeğini ve onurunu koruyan, temel hak ve özgürlükleri güven­ce altına alan ve toplumun mağdur kesimlerinin durumlarım iyileştirmeyi amaçlayan düzenlemeler de yer almıştır. Mesela, sürekli parasal zorluklar içinde olan (kronik borçlu)lar ve diğer muhtaç kimseler için zekât gelirlerinin kullanılır hale getirilme­siyle ilgili düzenleme, bunlardan sadece biridir.  Çünkü günlük yaşamın en önemli boyutlarından biri de ekonomidir. Kur’an, bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da ada­letin ayakta tutulmasını ve sömürünün ortadan kaldırılmasını is­ter. Demek ki faizin, her çeşit haksız ve hileli kazancın yasakla­nıp zekât ve yardımlaşmanın emredilmesi Tevbe: 9/60 , zulüm-adalet ilişki­sine bağlı olarak ortaya çıkan gelişmelerdir. Bütün bunlar, doğ­ru ve onurlu bir hayat için, emeğin saygın insanın da ekonomik açıdan özgür olması gerektiği mesajını verir. Öyleyse insanlar ekonomik, sosyal ve siyasal bilinç bakımından gelişip özgürleşmelidirler. Bu da ilkesizliğin ve erdemsizliğin pençesine düş­memiş bir anlayışla başarılabilir.

Hep O'nun Yolunda Olmak


 Allah, insanı yaratmış ve ona hayat nimetini bahsetmiştir.  O, seçtiği elçiler aracılığı ile de yarattığı insanla konuşmuştur.Vahiy, Allah'ın sözlü bildirişidir ve onun hükümleri mutlak doğrudur.  Bu ışık, ilk peygamber Hz. Adem'den son peygam­ber Hz. Muhammed'e kadar bütün insanların yolunu aydınlat­mış, bundan sonra da aydınlatmaya devam edecektir. Zira, in­sanın hayatı doğru değerlendirip anlamlı kılması, hep Allah yo­lunda yürümesiyle ve O'nun değişmez ilkelerini ihtiva eden vahyine uymasıyla mümkün olacaktır.

Bunun için Kur’an, insanı, Allah'a inanmaya, O'na içten bir sevgiyle yönelmeye ve vahiyle bildirilen gerçeklere uymaya ça­ğırmıştır.Öyleyse insan, üstlendiği görevin bilincinde olmalı, sorumluluğunu yerine getirmeli, Kur’an-hayat bütünlüğü içinde yaratılış gayesine uygun olarak yaşamaya çalışmalıdır.
İnsanın, yaratılış gayesini gerçekleştirmesinde, onun geliş­mesine ve eğitimine katkı sağlayan faaliyetlerin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ancak bu faaliyetlerin beklenen faydayı sağlama­sı, şu temel ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilmelerine bağlı­dır:
a) Allah'a inanmak: Yapılan işler, mutlaka Allah inancına dayanmalı ve her şeyden önce O'na karşı ahlaklı olunmalıdır. Bu da Allah’a inanıp yolunda yürümek ve rızasına uygun güzel işler yapmakla mümkündür. İman değerinden yoksun olan eylemler, Allah katında geçersiz ve değersizdir. Tarih boyunca peygamberlerin inananlarla birlikte yürüttükleri mücadelelere bakılırsa, bunlarda iki değişmez evrensel hedefin olduğu görü­lür.
 Bunlardan ilki şirke karşı tevhit; ikincisi de zulme karşı adetlettir.  Demek ki tevhit, Allah'a; adalet de insanlara karşı ah­laklı olmak anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'a karşı ahlaklı davranması ise, hep O'nun yolunda olmasıyla gerçekleşir.
b) İnsana saygılı olmak: Bu ilke, insanın varlık şartlarını ta­nımayı, anlamayı ve onun sahip olduğu potansiyeli doğru de­ğerlendirmeyi sağlar. İnsanın, sürekli gelişen ve değişen bir çiz­gisi, biyolojik ve ruhsal yapısı, toplumsal ve tarihi çevresi, geç­mişe ait hatıraları, geleceğe ait umutları ve kaygıları var. Dünya her an, insanın zihninde farklı şekillenmekte; o, korkulan, sev­gileri, istekleri, inançları ve değer yargılarıyla gün geçtikçe ye­niden keşfedilmektedir. İnsana, çocukluğundan itibaren saygı­nın gereğini vurgulamak, saygı duyacağı değerleri ve varlıkları tanıtmak önemlidir. Ama bundan daha önemli olan, ona saygılı bir davranışın ne demek olduğunu öğretmektir. Eğer insana saygının pratik anlamı kavratılmazsa o kimi zaman saldırgan, kimi zaman korkak, kimi zaman da yetersiz ve umursamaz olur.
c) Düşünceye saygı duymak: Düşünmek bir arama, araştır­ma ve eğitim işidir. Düşünebilmek kadar dinlemesini bilmek ve farklılıklara tahammül edebilmek de bir erdemdir. Bunun için insan, karşısındaki insanların fikirlerine katılmasa da onlar üze­rinde düşünmelidir. Çünkü insanlar aynı kelimeleri kullanmala­rına rağmen onlardan aynı anlamları çıkarmazlar. Bunun nede­ni, insanların zihinsel anlam kodlarının farklı olmasıdır. Şu hal­de insanın özgürce düşünmesine engel olan her davranış, dü­şünceye saygısızlık anlamına gelmektedir. İnsanlar, kendi iyiliklerini, doğru bildikleri yolda arama özgürlüğüne sahiptirler. Öyleyse herkes, kendi özgür iradesinin ve tercihinin sahibi ola­bilmelidir.
d) Ahlaki olana saygı: İnsanoğlu, çağımızda teknik açıdan baş döndürücü bir başarıyı yakalamasına ve olağanüstü imkân­lara sahip olmasına rağmen, dünyanın hakkını verecek ahlaki olgunlukta insanlar yetiştirmede aynı başarıyı gösterememiştir. Bunun en açık kanıtı, çok sayıda insanın hayatında zihin huzu­ru, vicdan ile barışık olma ve ruh zenginliği gibi hallerin eksik­liğini hissediyor olmasıdır. Ayrıca pek çok insan, iyinin ne ol­duğunu bilse de her zaman iyi davranışı gerçekleştirememektedir. Çünkü insanın hayatında ağır basan ve onun yönünü tayin eden şey, söylenen sözlerden çok yapılan işlerdir. Bu yüzden, güzel sözler söylemek, öğütlerde ve tavsiyelerde bulunmak, bu insanlara yetmiyor. İşte burada imanın insanı iyiye teşvik edici rolü ortaya çıkıyor. Öyleyse çağın ahlaki yapısına iman, doğ­ruluk, sevgi ve saygı gibi yüksek değerle hakim olmalı; eğer amaç ahlaklı insan yetiştirmekse, ahlak mutlaka dinle temellendirilmelidir. Çünkü herkesin bildiği iyinin yanına sevabı, kötü­nün yanına da günahı koymadan ahlaklı olunamaz. Ahlakı dinle temellendiren insan, kendini yönsüz, desteksiz ve şaşkın bıra­kabilecek her türlü uygulamada, Allah inancını ve sevgisini, ko­ruyucu bir güç olarak yanında bulabilir. İnanç bütünlüğü içinde oluşan ahlaki fikirler, böylece davranışlara kılavuzluk eden bir güç haline gelir.
e) Bilgiyi bilinç haline getirmek: Bilinç haline gelmemiş bilgi, doğru olsa dahi etkisiz bilgidir. Etkisiz bilgi ise bilinci bulandırır, yanılgılara sebep olur ve müspet gelişmeleri engel­leyebilir. Ama güvenilir ve tutarlı bilgiler üzerine kurulu düşün­celer, insanın ahlaklı yaşamasına, iyi ve doğru olanı yapıp bun­ları hayata katmasına vesile olur. Zaten bir inancın ve idealin, insanda halis bir ruh besini haline gelip gelmediği, ancak güzel ahlakta görülür. Ancak bu inancın yaşaması için, doğru ve iyi olması yetmez, ayrıca o inancı yaşatacak ehil insanların bulun­ması da gerekir.
d) Tarihi mirasa saygı: Bu, geçmişin günümüz açısından yerini, önemini ve fonksiyonunu tespit edebilmek anlamına ge­lir. İnsan, kendini inşa ederken tarihin mesajını çözebilmeli, bunun içinde çok yoğun bir ilmi ve fikri çaba içine girmelidir. Tarihi mirasa saygı, ne körü körüne geleneğe sığınmak, ne de gelenekten kaçmaktır; aksine kültürel mirası, yetişmekte olan nesillere bir yardım ve ilham vasıtası olarak sunabilmektir.
Sonuç olarak, insanın her an Allah yolunda olmasını ve ke­male ermesini sağlamak için, onun doğru anlamaya ve uygula­maya yönelik zihinsel çabalarını zenginleştirip beslemek gere­kir. Çünkü doğru düşüncenin doğru kararlara yansıması, doğru kararların da iyi davranışlarla bütünleşip kaynaşması, büyük öl­çüde buna bağlıdır. Bunun için Kur’an, bizlerden Allah yolunda aktif ve üstün gayretler göstermemizi istemiş, bu gayretlerin O'nun tarafından sevapla ödüllendirileceklerini müjdelemiştir.  İnsanın sahip olduğu dünyacı değerler bir gün tükenir; ama ha­yırlı işlerden hasıl olan sevaplar baki kalır. 





23/10/2014

Hayat Vakittir


 Yaşamın üç aşaması vardır:

1-Yaşanmış zaman

2-Şimdiki zaman

3-Gelecek zaman

Her insan, elinde olmayarak birilerinin  kendisini itmesiyle, geleceği şimdi, şimdiki hali ise geçmiş olup, bir yere yavaş yavaş yol alıyor. Böylece yarın bugün olmuş, bugün ise dün olmuş ve derken hayat bitmiş.

Yaşadığımız hayat, birileri tarafından bize süreli bir vakit olarak emanet verilmiştir. Ama bu vakit nakit değildir. Eğer nakit olsaydı, onu alır  cüzdanımıza koyarız. İyice sıkı sıkı saklarız. Ne zaman ihtiyacımız olsa çıkarıp  harcarız. 

"Sahi siz hiç cebindeki  harçlığını çöpe atan birilerini gördünüz mü?"

Her insan, bu yazıyı okurken  yaşamın tam ortasında olacaktır. Ne yarını bugün, ne de bugünü dün olmuştur. O zaman en  kıymetli vakit şimdiki haldir. İşte şimdi ne yapacaksan yapacağın o şey geleceğin primi ve geçmişin ışığı olacaktır. Fakat bize bir yol gösterecek ışığa ihtiyacımız vardır.

İşte bu ışık, geçmişin  yaşanmış hayat tecrübesi ve sağlıklı sağlanmasıdır. Bizden önce birileri deneme yanılma yoluyla bize bir geçmiş bırakmıştır. Bunu çok iyi değerlendirmemiz  lazım. Aksi takdirde sınırlı olan vaktimizi deneme yanılmayla heba etmiş oluruz.

Sonuç olarak, bizden öncekilerin işlemlerinden istifade ederek, onların yaşamlarının sağlamasını yakalayabilirsek, işte o zaman, geleceğimiz parlak olur.

Unutmayalım!

"Geleceğin ışığı, geçmişin izi üzerindedir."

Güneş Küser mi Hiç ?


 Yüce Allah, alemlerin Rabb-ıdır. Alemin  içinde, arzın üzerinde Allah'a ve Peygamberine asi olan  münkirler, mücrimler vardır. Buna rağmen, yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı olan; rızıklandırıcı, tövbeleri kabul edici geniş  rahmetinin özelliği bütün insanları kuşatıyor. Çünkü Allah'ın bütün insanları kuşatıcı özelliği, adaletinin gereğidir.

Göğsünde merhamet yüklü bir çınar ağacını  taşıyan Ana'lar; Çocuklarına  karşı o  kadar  müşfik ve mümbitlerdir ki,  aklı özürlü ve azaları eksik olan biride olsa, Ona da aynı Analık şefkatiyle muamele ederler. Çünkü Ana tüm, evlat ise Onun parçasıdır.

Yüreğinde Ümmetin çocuklarının   acısını ve hüznünü taşıyan Muallimler, öğrencilerine karşı merhamet kanatlarını gererler. O kanadın altında bir öğrenci yaramazlık yapsa dahi, yine de merhamet kanatları o öğrenciyi dışlamayıp, onu bağrına  basar.

Yarını  düşünen bir insan, bir pire  için yorgan yakmaz. Eğer yorganını bir pire yüzünden yakmaya kalkışırsa, ertesi gün açıkta kalır. Bir pire için yorgan yakana, ne can güvenilir, ne de mal emanet edilir.

Güneşin kapsayıcı ve kuşatıcı özelliği vardır. Aynen tümün parçası gibi. Güneş bir doğarsa, ne çölün sıcaklığı, ne de kuzey kutbunun buzlarını ve  kimi/kimseleri gözetmez. O doğmasına, parlamasına bakar. Yerde sürünen Yılan olsun, gökte uçan Kuş olsun veyahut iyi ve kötü insan olsun, Güneş yinede doğar. Çünkü doğması gerekiyor. Eğer  doğmazsa, kapsayacı, kuşatıcı özelliği kalmaz. Bu da Güneş'e yakışmaz.

Çalısız yollarda dolaşan Tavşana: "Niçin dağda çalıların içinde değilsin de buralarda  geziyorsun?" diye sormuşlar. O da: "Ben dağa küstüm" diye cevap vermiş.

Bir insan da Allah'tan, anadan, muallimden, tavşan gibi dağdan ve Güneş'ten küsebilir. Ama, ne Allah, ne ana, ne muallim, ne de Güneş hiç kimseye küsmezler. Çünkü bunlar tümdürler parçalanma kabul etmezler.

22/10/2014

Yaşamımızın Tam İçinden Bir Ayet


   


  İslam ahlakının ağırlıklı biçimde işlendiği "Hucurat Sure­sinin 12'nci ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur:
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ ٱجۡتَنِبُواْ كَثِيرٗا مِّنَ ٱلظَّنِّ إِنَّ بَعۡضَ ٱلظَّنِّ إِثۡمٞۖ وَ لَا تَجَسَّسُواْ وَلَا يَغۡتَب بَّعۡضُكُم بَعۡضًاۚ أَيُحِبُّ أَحَدُكُمۡ أَن يَأۡكُلَ لَحۡمَ أَخِيهِ مَيۡتٗا فَكَرِهۡتُمُوهُۚ وَٱتَّقُواْ ٱللَّهَۚ إِنَّ ٱللَّهَ تَوَّابٞ رَّحِيمٞ                                                                                                                                                                                      
 Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. (Hucurat:12)
Görüldüğü gibi bu ayet, insanları "zanla hüküm vermekten", "başkalarının gizli taraflarını araştırmaktan" ve "gıybet"ten sakındırmakta; kötü işlerden vazgeçip tevbe edenle­rin bağışlanacakları müjdesini vermektedir. 

Zanla Hüküm Vermek

Yüce Allah, müminlere:
“Birbirleri hakkında yersiz, temel­siz, tahmine dayanan ve kuşkulara yol açabilecek olan bir zan­da bulunmayı” yasaklıyor ve böyle bir zanda bulunmanın gü­nah olduğunu bildiriyor. Ayetteki zan kelimesi, bilgisiz ve bel­gesiz olarak hüküm vermek, bir insanın kötü bir iş yaptığını sa­narak onu sebepsiz yere suçlamak demektir.
"Zannın bir kısmı da günahtır." anlamına gelen ibare, zannın hepsinin günah olmadığına işaret eder. Şu halde bu ayette ya­saklanan zan, olaylar veya insanlar hakkında ileri sürülen mes­netsiz iddialara, iftiralara itibar ederek insanlar hakkında kötü düşünce beslemek şeklindeki zandır. Bir de dinde, zanna daya­nan hükümler vardır. Yani, kafi delil olmayan hususlarda, zanni delil ile amel edilir. Ayrıca, Allah'a ve müminlere karşı gü­zel (hüsn) zanda bulunmak da gerekir. Demek ki günah olan zan, başkası hakkında kötü düşünce beslemek, başkasını kötü sanıp bilgisiz ve belgesiz olarak onun kötülüğüne hükmetmek­tir. İşte, kaçınılması gereken kötü zan da budur. Nitekim, “Kötü zanda bulundunuz, böylece helaki hak eden bir toplum oldu­nuz.”48/12. mealindeki ayette de, kaçınılması istenen zannın kötü zan olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Peygamber (as), Müslüman hakkında kötü zanda bulunmanın haram olduğunu şu sözleriyle beyan etmiştir:
"Allah Müslüman'ın kanını, ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 491. Şu halde, durumu açıkça bilinmeyen bir kimse hakkında, iyi (hüsn) zan vacip ol­masa bile, o kimse hakkında kötü zanda bulunulması da caiz değildir. 

Başkalarının Gizli Yönlerini Araştırmak

Ayetteki tecessüs kelimesi, dikkat ve gayretle gizli şeyleri araştırmak demektir. Bundan dolayı, bazı gizli şeyleri araştıran kimseye casus denir. Yüce Allah bu ayetle, insanların eksik ve ayıplarının araştırılmasını yasaklamıştır. Peygamber (as) de, bu yasaktan sakınılması gerektiğini, şu uyarıcı sözlerle dile getir­miştir:
"Ey diliyle inanıp iman değeri tam olarak kalplerine girmemiş olan kimseler, Müslümanlar hakkında gıybet etmeyin, onların eksik ve ayıplarını araştırmaya kalkışmayın. Kim Müs­lümanların ayıplarını araştırır, onlarda eksik bulmaya çalışırsa, Allah da onun ayıbını araştırır. O, kimin ayıbını araştırırsa o kimse evinin içinde de olsa onu rezil ve rüsvay eder."Kurtubi. el-Câmi li ahkamı'l Kur'an, XVI,333.  Hemen hatırlatalım ki, eksik şahsiyetler, üzerlerine düşmeyen gereksiz şeylerle meşgul olurlar. Akıllı ve olgun kişiler de, kendi kusur ve eksikliklerini gidermeye çalıştıkları için, başkalarının ayıbını araştırmaya vakit bulamazlar. 

Gıybet Etmek

Açıklamasını yaptığımız ayette, yasaklanan kötülüklerden biri de gıybettir. Gıybet, bir kimsenin arkasından, onun hoş­lanmadığı ve sevmediği bir şey söylemektir. Gıybet kavramına, Peygamber (as)'le ashabı arasında geçen şu karşılıklı konuşma daha da bir açıklık getirmektedir. Peygamber (as), ashabına:
"Gıybet nedir, bilir misiniz?" diye sorar. Onlar:
"Allah ve Elçisi daha iyi bilir" derler. Peygamber(as) gıybeti, "Müslüman kar­deşini, sevmediği bir şeyle anmandır" diye tanımlar. Bu tanım­lamadan sonra kendisine şöyle bir soru yöneltilir:
"Ya söyledi­ğim şey kardeşimde varsa." Bu soruya verilen cevap:
"Söyledi­ğin şey gerçekten onda varsa onun gıybetini yapmış olursun; ama onda yoksa o vakit ona iftira atmış olursun,  şeklinde ol­muştur.

Ayette, gıybet etmenin çirkinliği, ölü eti yemeye benzetile­rek dile getirilmeye çalışılmıştır. Aslında bu benzetmede, iki inceliğe dikkat çekilmiştir. Birincisi, ölen kişi etinin yenildiği­nin farkında olmadığı gibi, gıybeti yapılan kimse de, o anda gıybet edenin sözlerini bilmez. İkincisi de, insanın eti ve bedeni gibi, şeref ve namusuna saldınlnıası, ona dil uzatılıp iftira atıl­ması da haramdır.
Gıybet öyle tatlı bir hastalıktır ki, alışan onu asla bırakamaz. O, öyle aldatıcı ve cazip bir kapandır ki, şikâyet edeni bile az sonra kendisine esir eder. Herkes onu yerer, fakat onu kötüler­ken bile pek çok insan onun tuzağına düşer.
Gıybet, çok masum görünümlü bir günahtır. Bu yüzden o kavga gürültü etmeden bütün âlemi, kendi sahasına çekiverir. Söyleyeni ve dinleyeni aynı anda sevindirir. Evet, onun yüzsüz bir tavrı ve sahte bir masumluğu vardır. O, en gizli köşelere ve en temiz meclislere bu sayede sokulur. Şu halde, bu sahte yüzlü kötülükten sakınıp gıybet tiryakisi olmaktan uzak durmak gere­kir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, ahlakî zaaflarımızı ve çöküş at­mosferini, boş sözlerle ve zoraki iyimserliklerle değil, İslam'a uygun olan samimi davranış ve ciddi tavırlarla düzeltebiliriz. Ne var ki, günümüzde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kitlelerin büyük bir kısmı,Kur’an’ın ve Sünnetin buyruklarından çok, tiryakisi oldukları günahların gereğini yapar hale gelmiştir.

İslam'ı Doğru Yaşamak

 İslam çağrısının fikri ve fiili esaslarını belirten Kur’an, Al­lah'ın kelamıdır. O, insanlığın yegâne rehberidir. Allah'ın ira­desini, insanların anlayabileceği bir dille ortaya koyan temel kaynaktır.
Kur’an bağlamında belirlenip Peygamber (as) aracılığı ile in­sanlara duyurulan ve örneklenen İslam, başlangıcından itibaren, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yaşayan insanlara ulaşmış, bu topluluklarca iyice anlaşılıp kabul gördükten sonra da onların hayatını düzenleyen sosyal ve ahlaki bir sistem haline gelmiştir. Bu gelişmede hiç kuşkusuz Kur’an'ın, müminleri aktif mücade­leye çağırması,İslam'ın diğer din olgularına üstünlük sağlama­sını açık bir hedef olarak ortaya koyması büyük rol oynamıştır. Kur’an'ın beyanına göre Allah, "müşrikler hoşlanmasa da dinini bütün düzmece dinlere karşı üstün kılacaktır. O doğru dini in­sanlara duyurması için Elçi'sini Kur’an hidayetiyle göndermiş­tir."  9/33. Bu ilahi beyan Allah'ın, Elçi'sini insanlığa ne ile ve niçin gönderdiğini açıkça ortaya koymaktadır. İslam'ın bütün düz­mece dinlerin üstünde olması, onun sahih uygulamalarla haya­tın belirleyicisi haline gelmesiyle mümkündür.
İnsanlar, karmaşa ve sorunlarla dolu bir çağda yaşıyor, karşı karşıya bulundukları sorunları ortadan kaldıracak somut ve ke­sin çözümler bekliyor. İnsanların hayatına egemen olan ideolojik sistemler ise beklenen çözümleri üretemiyor. 

a) Her insan, farklı bir kişiliğe sahiptir. Bu yüzden insanla­rın düşünceleri, inançları ve olaylara bakışları diğerlerine ben­zememektedir. Ancak yaratılışları gereği sosyal bir varlık olan insanlar, bir arada yaşamak durumundadır. Ayrıca insanların ırkları, renkleri, dinleri ve içinde yaşadıkları sınırlar ne olursa olsun onlar, kendi grupları dişındakilerle ferdi veya sosyal iliş­kilere girmek zorundadır. İşte bu zaruretten dolayı öncelikle insanların birbirlerine kötülük etmeden, zarar vermeden, kendi temel haklarını ve meşru menfaatlerini koruyarak birlikte ya­şamaları sağlanmalıdır. Bu da ancak evrensel bir hukuk siste­miyle gerçekleşebilir. Çünkü Kur’an, her insanın farklı bir kişi­liğe sahip olduğunu belirtip,insanın farklı kişiliğine dokunul­madan diğer insanlarla ilişkilerinin çatışmasız, ahlaklı ve ada­letli biçimde düzenlenmesini ister.  O, müminlerle din uğrunda savaşmayan, onları yurtlarından çıkarmaya kalkışımayanlara iyilik yapılmasını ve adil davranılmasını önerir. 
b) Her insanın varlığını sürdürmesi, dilediği yerde yaşama­sı, sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkiler kurması en temel hakkı­dır. Bunun için, insanların dünya nimetlerinden meşru şekilde faydalanmalarına engel olunmamalıdır. Yüce Allah insanı ya­ratıp güzelce donatmış, yeryüzünü onun için durulacak yer yapmış ve insanları güzel nimetlerle rızıklandırmıştır. O,in­sanların birbirlerinin kanını dökmelerini ve birbirlerini yurtla­rından çıkarmalarını yasaklamıştır. 
c) İnsan, Allah'a ve Elçi'sine mutlak, ulü'l emre ve uyması gereken diğerlerine de şartlı olarak itaat etmekle yükümlüdür.
Bu ilke, Kur’an'da şöyle dile getirilir:
Ey iman eden­ler! Allah'a ve Elçi'sine, bir de sizden olan iş ve yönetim sahi­bine itaat edin...”  4/59
Biz insana, anne-bahasına en güzel biçimde davranmasını şu şartla önerdik: Eğer onlar seni, hakkında bil­gin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşman için zor­larlarsa o takdirde onlara itaat etme...” 29/8
d) Bütün inançların dokunulmazlığı esastır. İnsanların inanç ve düşünce özgürlükleri, dinlerini yaşamaları, hiçbir şe­kilde engellenmemelidir. Kur’an'da açıkça belirtildiği gibi, “Dinde ikrah zorlama ve baskı yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan net bir biçimde ayrılmıştır.”  2/256
Hem Allah dileseydi, yeryüzündeki insanların tamamı iman ederdi.
e) Dinde zorlama ve baskının olmaması, bir dini, özellikle de İslam'ı seçmiş birinin sorumsuz davranması ve istediğini yapmakta özgür olduğu anlamına gelmez. Çünkü seçim yapıl­dıktan sonra uyulması gereken bağlayıcı kurallar vardır. Bunun için Kur’an, ''Allah ve Elçi'si bir işe hüküm verdiklerinde, inanmış bir erkekle inanmış bir kadının işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakkının olmadığını" 33/36 bildirmiştir.
f) Hiç kimse soyu, cinsiyeti, ırkı, serveti ve benzeri özel­liklerinden dolayı diğer insanlardan üstün olamaz, kimseye de­ğinilen sebeplerden dolayı ayrıcalık tanınmaz. Kur’an, insanın değerini belirlemede geçerli olan temel ölçünün, nesep ve ser­vet gibi şeyler değil, iman ve takva olduğunu şu anlamlı ifade­lerle dile getirir. “Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışmanız için de sizi kavimlere ve kabi­lelere ayırdık. Hiç kuşkusuz Allah katında en değerli olanınız, O 'na en çok saygı duyanmızdır...”  49/13
g) Gücünü ve servetini üstünlük nedeni görüp bunları kö­tüye kullanmak isteyenlere karşı, her sorumlu insanın engel ol­ma'hakkı ve yükümlülüğü vardır. Çünkü Yüce Allah, iman de­ğerine erenleri savunma tedbirlerini almaya, gerektiğinde bölükler halinde harekete geçmeye yahut toplu halde zalimlere karşı savaşmaya çağırmaktadır. 4/71 
h) Örgütlü veya örgütsüz olarak siyaset yapıp yönetime katılmak, her yükümlü ve ehil insanın hem hakkı hem de görevidir. Allah, "hayra çağıran, doğruyu buyuran, kötü ve çirkin işlerden alıkoyan bir topluluğun olmasını istemekte."3/104.  "İyilik ve takva üzere yardımlaşmayı emredip kötülük, düşmanlık ve sal­dırganlık üzere yardımlaşmayı" ise yasaklamaktadır.  5/2
i) Hiçbir tüzel kişilik, gerçek kişilerin temel haklarının ih­laline yahut herhangi biçimde mağduriyetine yol açmamalıdır. Bu da, yöneticilerin adaletle hükmetmeleri, adil davranmaları ve toplumu ilgilendiren konularda verilecek bir karardan önce ilgililerin görüşlerini almakla olur. Kur’an, "insanlar arasında hakla hükmedilmesini"38/26, "onlara adaletli davranılmasını"42/15, "iş ve yönetim konusunda şûraya gidilmesini" 3/159, "işlerin danışma, istişare ve şûra ile yapılmasını"42/38, bunun için ister.

İslam'ın, insanların hayatını düzenleyen ve her asra cevap veren daha pek çok ilkesi vardır. Tabiî ki bunların hepsini bu­rada belirtmeye imkân da yoktur. Ancak dile getirilen ilkeler­den hareketle şunu söylemek mümkündür:
Hayata ve olaylara, şartlanmışlıktan kurtularak bakılırsa, İslam'ın insan ve hayat gerçeğine cevap veren sağlam ve sürekli ilkeler içerdiği açıkça görülür. 





21/10/2014

Zulme Karşı Çıkmak


 “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edil­mez.”(Bakara/193)
Kur’an, insanın Allah'la ve diğer varlıklarla olan ilişkisini düzenleyen, kavranabilecek her şeyi insana açıklayan eşsiz bir mesajdır.  Kur’anmesajı, Peygamber (as) tarafından insanlara duyurulmuş yine onun uygulamalarıyla pratik bir sistem olarak hayata taşınmıştır.
Öncelikle şu gerçeği tespit edelim:
İslam ve insan düşmanlı­ğının nedeni kin, kinin varacağı son durak da zulümdür. Zulüm karanlık, zalim de kara fikirlidir. Çünkü zalim, hevave hevesi­ne göre hareket eder, sadece egosunu tatmin etmek için hakka ve hakikate öfkeyle saldırır.

Kur’an, “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.”  anlamındaki bildirisiyle, zulmü, düşman hedef olarak belirler.
“Sizinle çarpışmaya girenlerle Allah yolunda siz de çarpısın; ama haksız yere saldırmayın/çarpışmada zulme sapmayın. Çün­kü Allah, sınır tanımaz azgınları sevmez”(Bakara/190) talimatıyla da zulmü, savaş gerekçesi olarak görür. Demek ki İslam'da fiziki bir sava­şı meşru kılan temel sebep, İslam'ın korunması, iman özgürlü­ğünün savunulması ve zulmün ortadan kaldırılması gerçeğidir. Hemen belirtelim ki, haklı ve adil bir savaşa girip zalimlere karşı mücadele verenlere, Allah yar­dım eder ve onları başarıya ulaştırır. “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere, zalimlerle savaşma izni verilmiştir. Şüphe­siz Allah, onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar sadece:
"Rabb'imiz Allah'tır. " dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah imanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı/insanlardan bir kısmını diğerleriyle savmasaydı o zaman içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, ki­liseler, havralar ve mescidler çoktan yıkılıp gitmiş olurdu. Ama Allah, O'nun davasına arka çıkanlara yardım edecektir. Çünkü Allah, her şeyi hükmü altında tutan en yüce iktidar sahibidir.”(Hac/39-40)  mealindeki ayetler, Allah'ın zulme karşı savaşanlara yardım edeceği müjdesini verir. Kur’an'a göre, en büyük zulüm şirktir ve bütün zulümler insan elinin ürünüdür. Zulmün sonu ise, çöküş ve batıştır.Gerçekten de tarihin tüm devirlerinde, medeniyet ve toplumların helak nedeni hep zulüm olmuştur.  Bu yıkıcı zu­lüm, daima servet ve nimet şımarıklığı, azgınlık ve tasallut illetiyle yan yana bulunmuştur. 
Her çeşit günaha fazilet, zulme de adalet gözüyle bakıldığı bir çağda yaşıyoruz. Kaba ve karanlık güçler, insanları İslami değerlerden uzaklaştırıp onları sahte bir hayatın izleyicisi haline getirmek; insan da dahil her şeyi fesat aleti gibi kullanmak is­temektedirler. Bu durumda, İslam'ın yeniden ihyası ve mazlum insanların kurtuluşu için etkili ve onurlu bir mücadeleye girme­nin gerekli olduğu aşikârdır. Çünkü İslam, sonsuza kadar yürü­necek bir yoldur. Böyle olmasaydı, tevhidin tarihi, zulme karşı verilmiş mücadelelerle dolu olmazdı. Bu gerçek bize, hangi çağda olursa olsun, zulme karşı çıkıp haksızlığı ortadan kaldır­mak için verilen mücadelenin ne kadar anlamlı olduğu mesajını veriyor. Bu mesajı, İslam'ı bir isim olarak taşıyanlar değil, onu bir hayat yolu olarak benimseyenler alabilir. İlk nesil Müslü­manlarının kendi dönemlerinde zulme karşı verdikleri mücade­leyle, bugün dünyanın değişik bölgelerindeki mazlum milletle­rin çağdaş zulme karşı verdikleri mücadele, aynı gaye içindir. Bu gaye, İslam yolunda sonsuza kadar yürümektir.

Dünyanın dört bir yanında, çekildikleri son siperlerde zulme karşı direnip ayakta kalma mücadelesi veren mazlum insanların onurlu tavırları iman şuuruyla değerlendirilirse, bu çetin ve zor dönemde mazlum milletlerin yanında yer almanın, bir mümin için terk edilemez bir vazife olduğu görülür. Çünkü zulme karşı savaşmak, sadece zulme uğrayanların değil, onur sahibi her in­sanın vazgeçemeyeceği bir görevdir.Kur’an, zulme uğrayanların yanında yer alıp zalimlere karşı savaşmanın bir insanlık borcu olduğunu şöyle hatırlatır:
Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Ey Rabb'imiz, bizi halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katın­dan bize bir sahip gönder, bir yardımcı yolla, "diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için savaşmıyorsunuz!”(Nisa/75)  Ayet, böyle bir görevden kaçmak için, hiçbir ahlaki gerekçenin bulunmadığına dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, dünyanın çeşitli bölgelerinde in­sanlığa yönelik saldırıların sürdüğü bir gerçek. Ancak, insanlara saldıranlar, kötü emellerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Onlar, insanların bir kısmını şehit edebilirler, ama inançlarını asla yok edemezler. Bazı insanların zaaf yüklü tavırları onlara ümit ver­se de zalimler, İlahi iradeye yenik düşmekten kurtulamazlar. Nitekim, inançlarını aktif bir amel haline getiren mazlum milletlerin samîmi gayretleri, yıkılası zulüm sistemlerinin yakın gelecekte yerle bir olacakları gerçeğini gözler önüne sermekte­dir.




18/10/2014

İslam'ı Yaşanılır Kılmak


O, hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki sizi sınamaya tâbi tutsun ve davranış yönünden han­giniz daha iyidir (onu göstersin).” [1]
İnsanın, kendisini yeni bir doğuşa hazırlayacağı alan, üze­rinde yaşadığı yeryüzü ve içinde bulunduğu çevredir. Onun, hayat yolunda imtihan edileceği çalışma alanı buralardır. Yer­yüzü, üzerindeki nimetlerden faydalanmamız için yaratılmış ve Allah tarafından bize emanet edilmiştir.[2] Yeryüzünün nimet ve imkânlarına mirasçı olmak, salih amel şartına bağlanmıştır. [3] Bu emanete ihanet edilirse, karada ve denizde huzursuzluk meyda­na gelir; insan, eliyle yaptığı azapları tatma sonucuyla karşıla­şır. [4] Şu halde insan, iyi işleri en güzel biçimde yapmak için ça­lışmalıdır. [5] İyi insan, hayatla ilgisini kesen ve kendini toplum­dan tecrit eden değil, aksine İslam'ı hayatta tutma mücadelesine aktif olarak katılan kişidir.
Kur’an tarafından belirtilmiş bulunan ve imanla ifadeye ko­nulan bütün ameller, dinin pratik anlatımını ifade eder. Burada, içinde bulunduğumuz şartlarla ilgili bazı tespitlerde bulunarak, İslam'ı hayatta tutmak için yapılması gerekenleri genel olarak belirtmek istiyoruz. 

İnsanların yaşadıkları hayatta, bilgi ve amel yönünden derin boşluklar var. Oldukça sınırlı olan ve büyük bir kısmı âdeta fel­ce uğramış bulunan İslami hayat, Kur’an'ın sunduğu dine sada­katle cevap vermekten uzaktır.
İnsanlar, özgürlüklerine yönelik baskı ve tehdit altındadırlar. Dinde ve gerçek dindarlarda sürekli kusur aranıyor.
Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçüleri, yaşanan hayatın dışında tutuluyor. İslami gerçeklerin gözardı edildiği, günaha başarı diye taç giydirildiği, faziletlerin her çeşit rezilliklerle çökertilmeye çalışıl­dığı, haramın bütün  zenginliğiyle yaygın olduğu, helalin ise unutulduğu bir ortamda yaşıyoruz.
Genelde hayatın teorik yönüyle ilgileniliyor. Pratik ihtiyaç­ların karşılanmasında yetersiz kalınıyor. Ütopik teoriler de, in­sanlar tarafından pek ciddiye alınmıyor. Sözde evrensel değer­lere inanılıyor, fakat pratikte gurupçu ve ulusçu tavırlar sergile­niyor. Dünyanın oldukça küçüldüğü çağımızda işler hâlâ ma­halli ve dar çerçevede yürütülüyor.
Öncelikler yanlış sıralanıyor, istikamet kayboluyor. Hakikat asli şekliyle değil de gurup anlayışlarına göre algılanıyor. Bu durum, dışımızdakilerle açık ve sıcak ilişkiler kurmamızı zor­laştırıyor. Başkalarıyla aynı düşünmediğimiz zaman, Peygamber (as) örneğini takip edemiyoruz. İhtilâf adabına uymadığımız için, farklılıklar zenginlik kaynağı olacağı yerde zıtlıklara ve düşmanlıklara dönüşüyor, kalplerdeki birliği bozuyor.
İnsanlar, temel değerlerde "davranış, istikamet ve birlik" ru­hundan yoksun bulunuyorlar. Özellikle dindarlar, kendi alanla­rında çok sıkı çalışmalarına rağmen, zıt yönlere çektikleri için, sarf ettikleri gayretlerin toplam etkisi, istenen sonucu ve kalite­yi veremiyor. Çünkü İslam'ı yaşanılır kılmak için, temel kay­naklarda birleşmek kadar, aynı istikamette ve birlikte hareket etmek de gerekiyor. Olumsuz şartlara sığınarak "bu durumda bir şey yapılamaz" demek doğru olmaz. Bizler, mevcut şartları eldeki en iyi imkânlar olarak kabul edip bu şartlara rağmen İs­lam ve insan için en iyisini yapma gayreti içinde olmak duru­mundayız. 

Çevremizde karşılaştığımız olumsuz durumlar, İslam’i ilke ve değerlerin hayatın dışına itilmesinden kaynaklanıyor. Oysa Kur’an vahyi,İslami hayat pratiğinin programını noksansız olarak sunmuştur. Bize düşen görev, bunu iyi niyet ve basiretli bir gayretle uygulamaya koymaktır.
Çevreyle aktif ve olumlu bir ilişki kurulmalıdır. Sadece ken­dini düşünen, hizmeti kendi gurubuyla sınırlı gören kimse, İslami hedefini yitirmiş demektir. Hizmet, öncelikli olarak en yakın çevreden başlasa da bir Müslüman için bütün dünya, ibadet ve faaliyet alanıdır. [6]
Çevredeki problemlerle yakından ilgilenilmeli, "Bunları ben ortaya koymadım" diyerek insanların sorunlarından uzak ka­lınmamalıdır. Özellikle Müslüman'ın tavrı, hastalıkta hiçbir dahli olmadığı halde hastalarıyla ilgilenen doktor gibi olmalıdır. İnsanların sorunlarına çözüm getirenlerin, onlara etkili ve fay­dalı olacakları gerçeği asla unutulmamalıdır.
Yıkıcı değil, yapıcı olmak; gerçek hayatta işe yarar fikir ve planlar ortaya koymak gerekir. Bugün, faydalanılabilir fikirlerin fakirliği ve uygulanabilir planların yoksulluğu çekiliyor. Oysa İslam'ın en çok önem verdiği konu, iyi işlerde öncülük etmek­tir. Bunun için Müslümanlar, toplumda hayırlı işler görecek hizmet amaçlı kişiler olmalıdırlar.
Kolaycı ve boş sözleri terk edip ihtiyacı karşılayan geçerli çözümler üretilmelidir. Bugün, bağlayıcı, kurumsallaşmış ve yapılanmış bir şûra sistemine ihtiyaç vardır. Çünkü "ictihad şû­raları" oluşturup birlik içinde çalışmanın, daha yüksek düzeyde sonuçlar getireceği açıktır. Bu gerçekleştirilmeden, İslam'ın üstünlüğü duygusal bir inanç olmaya devam edecektir. Oysa İs­lam'ın pratik üstünlüğünü ortaya koymak için, yaşayan aydınlık bir örneğe ihtiyaç duyulmaktadır.
Bütün zorluklara ve aleyhte cereyan eden şartlara rağmen, iki binli yıllara girildiği şu günlerde içi boş olan beşeri sistemle­rin büyük ölçüde iflas etmesiyle İslam yine insanlığın tek umu­du haline gelmiştir. Bizlere düşen görev, çevremizdekilerle iliş­kilerimizi iman, ihsan ve itkanboyutlarıyla sürdürüp [7] hedeflerin en yücesi olan Allah rızasını kazanmak için çalışmaktır. "Bu söylenenler, Rabb'ine karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar içindir.” 



[1] Mülk: 67/2.
[2] Bkz. Bakara: 2/29: Mülk: 67/15
[3] Bkz. Enbiya: 21/105
[4] Bkz. Rûm: 30/41
[5] Bkz. Mülk: 67/2
[6]BkzNecm: 53/39-41
[7]BkzHûd: 11/88

İmansızlığın Güçsüzlüğü


Allah'ın buyruk ve yasaklarıyla alay etmek, onları hafife almak, imansızlığın bir belirtisidir. Alay, bir kimseyi küçük düşür­mek, şeref ve haysiyetini kırmak istemektir. Bir kısım insanlar, küçük düşürmeyi ve kö­tülemeyi kendileri için bir kuvvet sayarlar. Bunlara göre yapılan hilekârlıklar, büyük­lüğün ifadesidir.
Allah'ın emirlerini çiğneyip bu halle­riyle iftihar edenler, aslında acizliklerini ortaya koyarlar. Yüce Allah, onlara sapık adımlarıyla korkunç sorunlarına doğru yol aldırırken, gerçek durumlarının düşkünlü­ğünü ve zayıflığını bildiriyor. Çünkü kuv­vetin ve kuvvetlinin hiç bir zaman küçük düşürmeye ihtiyacı yoktur. İşte Yüce Allah, emirlerini ve onlara inanmış mü'minleri, kü­çük düşürmek isteyenleri böylece küçültü­yor.
“Allah da onlarla alay eder (alay etme­lerine karşı layık oldukları muameleyi ya­par), onları bırakır; şaşkınlıkları içinde bo­calayıp dururlar” [1]
Yüce Allah'ın ilahî kudreti, her şeyi ku­şatmıştır. O'nun kuşatmasından dışarı çık­mak veya dışında kalmak mümkün değil­dir. Allah'a ve O'nun emirlerime inanmaya­rak O'nun bu yüce kudretinden habersiz olanlara ihtar niteliğindeki şu âyet dikkat çekicidir:
“Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar; oysa Al­lah, inkarcıları tamamen kuşatmıştır” [2]
Allah, bütün inkarcıları, içlerinden, dış­larından, dünyalarından ve ahiretlerinden kuşatmıştır. Allah'ın yüce kudretini kabul etmeyen, ama hayatlarında pek çok şeyler­den korkanlar Allah'dan korkmuyorlarsa, bunun nedeni Allah'a inanmayışlarıdır. Bir gök gürültüsünden bile korkarak sakınma hissiyle tedbir alanların, daha evvel Allah'­dan korkmaları, O'nun emirlerine uyarak fe­lâketlerden sakınmaları gerekir. Allah'ın iz­niyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi vardır.



[1] Bakara: 2/15.
[2] Ba­kara: 2/19.

Allah'a İsyan mı ?


Allah'a İsyan Yaratılışı (Fıtratı) Değiştirir


Allah, insanlara, diğer canlı varlıklar­da olmayan ve onları diğer varlıklardan üs­tün kılan birçok özellikler bahşetmiştir. Akıl, irade, şuur, inanabilme gibi özellikler, bun­ların önemlilerindendir. Her insan yaratılış­tan bu özelliklere sahiptir. Ancak sahip olu­nan bu özelliklerin gelişmesi her insanda aynı değildir.
Bu özelliklerin gelişip kemâl derecesi­ne ermesi, fıtrat dini olan İslam dininin hü­kümlerini yaşamakla mümkündür. Allah'ın bildirdiği bu hükümleri, kabul etmeyenler, yani Allah'a karşı isyan yolunu seçenler, Allah tarafından kendilerine verilen bu gü­zel özellikleri, kötü yaşantıları sonucu elde ettikleri çirkin özellik ve huylanyla örterek kaybederler. Nitekim Yüce Allah bir âyette şöyle buyurmuştur:
“Allah, onların kalblerini ve kulaklarını nıühürlemiştir. Gözleri­ne de perde inmiştir. Onlar için büyük bir azab vardır.”
Bu âyet kendi iradeleriyle kü­für yolunu seçip inanma özelliklerini kay­bedenlerin durumlarını bildirmektedir.
Şu kesin olarak bilinmelidir ki, Yüce Allah, diğer varlıklarla olduğu gibi insan­larla olan muamelesinde de asla haksızlığa ve zulme razı değildir. İman etmeyenlerin, Allah'a ve hükümlerine inanmamaları ve inanamayacak bir duruma düşmeleri kendi iradeleriyle yaptıkları işlerinin bir sonucu­dur.
İyiliğe, salih amellere devam edilerek alışıldığı gibi, kötülük de devamlı işlenen haramlar sonucu, içinden çıkılmaz bir şekil­de kişiyi etkisi altına ahr.
İşte hayat bunların kazanılması demek­tir.
İnsanın doğuştan getirdiği iradesinin kendisi üzerinde doğrudan bir etkisi yok­tur. Fakat bu iradesiyle elde ettiği kötü huylar kendi iradesinden kaynaklanmakta­dır. Şu halde insanların yaratması yok ama, iradeleriyle kazanmaları vardır.
“Allah'ın kalbleri mühürlemesi”, kulun iradesiyle yaptığı işlerinden ve elde ettiği ikinci tabiatından sonra olmuştur. Böylece onların iman etmeleri imkânsız hale gel­miştir. Çünkü kader cebir değildir. İman etmeyenler, Allah'ın ilminden dolayı kâfir olmamışlar, kâfir olacaklarından dolayı Al­lah öyle bilmiş ve öyle takdir etmiştir.
Allah, insanların iyiliğine ve kötülüğü­ne sebep olacak şeyleri de yaratmıştır. Fa­kat insana bunları bildirmiş, iyiye yönele­bilmeleri ve kötülüklerden sakınabilmeleri için de irade vermiştir. İnsan, bu iradesini kullanmakta serbest bırakılmış, böylece yaptığı işler ve sonuçları onun kazancı ol­muştur.

Allah-İnsan İlişkisi


ALLAH-İNSAN İLİŞKİSİ


Allah'ın yaratmış olduğu varlıklar ara­sında insanın ayrı bir yeri vardır. Çünkü insan, en güzel özelliklere sahip olarak ya­ratılmıştır. İnsanın sahip olduğu bu özellik­ler, Rabbi ile olan ilişkisinde önemli yer tu­tar. Ama Yüce Alİah tarafından ona bah­şedilen bu özellikleri, iyi geliştiremeyip on­ları da kötüye kullanan insan, üstün varlık olma özeliğini kaybeder.
Allah-insan ilişkisinde en önemli konu, insanın, Allah'ın bildirdiği gerçeklere tam olarak inanması, onları yerine getirerek gerçek kulluğunu göstermesidir. Allah, in­sanlardan kulluklarını göstermelerini ve O'na karşı yapmakla sorumlu oldukları gö­revlerinde dürüst olmalarını istemiştir. Al­lah'ın istediği şekilde O'na kul olabilmek, ancak O'nun kesin hükümlerini samimiyet­le kabul edip, bunları yaşamak ve insanlığa rahmet olarak gönderdiği peygamberlerine tam olarak uymakla mümkündür. Allah'ın insanlarla olan ilişkisini kabullenmeyenler; O, insan hayatına karışmaz diyenler, dini emir ve yasakların anlamsız ve önemsiz ol­duğunu sananlardır. Kur'an'daki şu âyet, Allah'ın insanlarla olan ilişkisini ve ilişki­nin şeklini de açık olarak ifade etmektedir:
“Ey Resulüm, kullarım sana benden sorar­larsa söyle: Ben, onlara yakınımdır. Bana dua edince, dua edenin duasını kabul ede­rim. O halde onlar da, benim çağrıma (dini­me, emirlerime) koşsunlar... Ve bana inan­sınlar ki, doğru yola ulaşmış olsunlar.” [1]
Bu âyet; Allah'ı bilmez, işitmez herhan­gi bir kuvvetmiş gibi kabul edip O'nun emir­lerine bağlılık demek olan ibadetleri önem­siz görenlere ve Allah- İnsan ilişkisinin far­kında olmayanlara tam bir cevaptır. Her varlığı olduğu gibi, insanları da O'nun son­suz kudreti ve ilmi kuşatmıştır. “Allah” di­yene, hemen icabet eder... O'nu anmak, hatırlamak isteyenler O'ndan uzak olsalar da, Allah onlara yakındır. Zira O, her varlığa, o varlığın kendisinden de daha yakındır... Biz, başkalarına yakın olabiliyorsak, onları duyup işitebiliyorsak ve cevap verebiliyor­sak, bize bizden de daha yakm olan Allah'ın her niyazımızı daha evvel işiteceğine, yap­tıklarımızı, her an bütün ayrıntılarıyla gö­rüp muhafaza ettiğine inanmamız gerekli­dir. İşte Allah ile olan ilgimiz, O'nu böyle ta­nıyıp tam bir imanla O'na teslim olmamızla devam edebilir.




[1] Ba­kara: 2/186.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz