03/06/2014

Müslüman Yüreği


Üç Özellik
Müslüman yüreğinin üç özelliğinden ilki ihlas, yani yaptığı işi Allah için yapmak, dünyaya veya ahirete yönelik başkaca bir amaç taşımamaktır. Böyle çalışan bir kalbi asla kıskanmamak, ona ihanet etmemek... Bu özellik belki kalbin varlığının gayesidir. Allah'tan başkası için amel yapmak şirk; Allah'tan başkasından dolayı ameli terketmek riya, gösteriş olarak değerlendirilir. Bu sebeple olacak ki Akif merhum haklı olarak sorar:" Nedir manası bir kalbin ki, afakında sen yoksun?"(1)
Müslüman yüreğinin ufuklarını Allah Teâlâ'nın hoşnudluğu düşüncesi ve ümidi süsler. Böyle olunca o yürek küreselleşir. Adeta bütün bir evreni kaplar. Her türlü geçici ve peşinci duyguların üstünde kendisine mümtaz bir yer edinir. Dolayısıyla müslüman yüreği ihlas'ı kıskanmaz, ihlasla donanmış olursa kin tutmaz, ihanet etmez.

İkinci özellik; müslümanların yöneticileri hakkında hayırhah davranmaktır. Müslüman yüreği, idarecilerin iyiliğini ister ve onların iyiliği için çalışır... Çünkü yöneticilere iyi davranmak, onların iyiliğini istemek, müslümanların iyiliğini istemek demektir. Müslümanların idareden yana sıkıntıya düşmemeleri, fitne ve anarşiden uzak kalmalarını temine yönelik her gayret, takdire değer bir çabadır.
Yöneticilerin hayrını istemek, onların hatalarını, kötülüklerini ve haksızlıklarını hoş görüp benimsemek anlamına gelmez. Onların iyiliği, iyi olmaları için dua etmek, elden geldiğince yardımcı olmak demektir. Hatta onlara doğruyu, hakkı söyleyip onları ikaz etmek de "hayırhah"lık gereğidir.
Bilinen bir gerçektir ki, çoğunlukla kin, nefret ve ihanet duyguları özellikle yönetim ve yöneticilere yönelik olarak kendini gösterir. Oysa bu konuya "hayırhahlık" düzeyinde yaklaşmak, müslüman gönülleri böylesi bir hatadan da korumuş olur. Yani hayırhahlık, kin ve ihanete manidir.

Üçüncü özellik, müslümanların cemaatını yani müslüman toplumu inanç ve amel olarak tercih ve iltizam etmek, onlardan ayrılmamak, müslümanlarla beraberliği herşeyin üzerinde tutmaktır. Böyle bir özellik insan kalbinde ne kin bırakır ne de ihanet duygusu... Yalnızlık (vahşet) arzularını ortadan kaldırır. Nitekim milli şâirimiz Akif de bu noktayı ısrarla vurgulamaktadır:
"Şu vahdet târumâr olsun" deyip saldırma İslâm'a;
Uzaklaşsan da imandan, cemaattan uzaklaşma!
İşit, bir hükm-i kat'î var ki istînafa yok meydan;
"Cemaattan uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah'tan !"(2)
Ma'şerî vicdan
Bu üç özelliğin birden ortaya koyduğu gerçeği herhalde şöyle ifade etmek mümkündür:Müslüman yüreği, ma'şerî bir vicdandır. O müslümanların tümüyle beraberdir. Nerede bir müslüman varsa, kendisini onun yanında hisseder. Zamanlar ve mekanlar üstü fevkalade duyguludur, duyarlıdır. " Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; gönüllenmizde müminlere karşı hiçbir kin bırakma! "(3) âyeti, müslüman yüreğinin bu sınırlar ötesi boyutunu ortaya koyar.

Müslüman yüreği, her gönül sahibinin derdine ortak olmayı, çare bulmayı, yardımına koşmayı görev ve şeref bilir. Özellikle üzüntüleri paylaşmasını iyi bilir. Çünkü o kara gün dostudur.

Dipnotlar: 1. M. Akif, Safahat, s. 452 2. Safahat, s. 418, "Alınlar terlemeli" 3.Haşr sûresi(59), 10

Gerçek Dindarlık


GERÇEK DİNDARLIK
Gerçek dindarlık, dînî olanı dinde emredildiği ve sünnette gösterildiği şekilde yaşamaktır. Emir ve yasakların kabulü ve yaşanması Allah'a itaattir. Uygulama biçimindeki itaat ise, Hz Peygamber'e yöneliktir. Böyle olunca sahih bir dinî yaşayış ortaya koyabilmek için temelde sağlam bir iman ve halis bir niyet ne kadar gerekli ise, uygulamada da Sünnet’e uygunluk en az o kadar lüzumludur. Nitekim " ..ona uyun ki doğru yolu bulasınız."(1) ayetindeki Peygamber'e uyma çağrısı, Hz Peygamber'in sadece getirdiklerine inanmakla sınırlandırılamaz. Nitekim aynı ayette, "Allah'a ve Resûlüne iman edin" emri verildikten sonra "ona can ü gönülden uyun.. " daveti yapılmaktadır. Bilinen bir gerçektir ki iman ve amel olarak Peygambere uymadıkça hidayete ulaşılamaz. Çünkü "Sen sırat-ı mustakim'e çağırıyorsun" ayetinde(2) ifade buyuruluğu üzere Peygamber Efendimiz daveti ve uygulamaları île hidayet elçisi ve rehberidir.
Kadı İyaz'ın işaret ettiği gibi " ...Allah'a ancak güzel sözler ulaşır. Onları da ancak amel-i salih ulaştırır "(3) ayetindeki amel-i salih, "sünnet'e uygun olan amel" diye yorumlanmıştır.(4) Buradan hareketle, "sahih amel, sünnete uygun olan amel ve davranıştır" ya da"Müslümanca yaşamanın sıhhat şartı sünnettir" demek mümkündür. Nitekim sünnet, Allah'ın dinini anlamada ve onu hayattaki bütün iş ve sahalara uygulamada fikrî ve amelî olarak Nebî sallellahu aleyhi vesellem'in getirmiş olduğu usul ve ortaya koyduğu örnektir.
SÜNNETİ ÖNEMSEMEMEK MÜMKÜN MÜ?
Sünnetteki uygulamayı önemsememek ya da şu veya bu gerekçe ile değiştirmeye kalkmak, tek kelime ile itaatsizliktir. Onun da anlamı, - ibn Mes'ud'un açıkça belirttiği gibi felaketle sonuçlanacak bir yola girmek demektir. Bunun böyle olduğu, kitaplarımıza intikal etmiş örneklerde de görülmektedir. Mesela Buharî'nin kaydettiğine göre, Mekke döneminde Ka'be çevresinde bulunuyorken Necm sûresindeki secde ayetini okumuş olması sebebiyle Hz Peygamber ve mü'minlerin secde ettiklerini gören ve "bana bu yeter" diyerek yerden aldığı bir avuç çakıl taşını veya toprağı oturduğu yerde alnına koyan yaşlı bir kişi, neticede kafir olduğu halde öldürülmüştür.(5)
Yine Hz. Peygamber’in, "Sağ elinle ye!" uyarısına, kibirlenerek "yiyemiyorum" diye cevap veren Busr İbni Ra'i'l-ayr'a, Efendimiz’in, "yiyemezsin tabiî" demesi sonucunda Busr'un sağ elini bir daha ağzına götüremediği bilinmektedir .(6)
Güneş doğduktan sonra, -bir rivayete göre ise batmak üzere iken nafile namaz kılmaya kalkışan bir başka Müslüman ikaz edilince; "Ne yani, Allah'ın bana, namaz kıldığım için azab edeceğini mi söylemek istiyorsun? diye mantıklı görünen bir cevap vermiştir. Ancak ikazı yapan tabiûn neslinin ileri gelen alimlerinden Said İbni'l-Museyyeb, bu defa ona hiç beklemediği çok çarpıcı bir cevapla mukabele etmiş ve dolayısıyla Müslümanlarca asla ihmal edilmemesi gereken bir gerçeği hatırlatmıştır: "Allah sana namaz kıldığın için değil, sünnete uymadığın için azab eder!"(7)
Aynı şekilde Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhuma da kendisine yöneltilen sefer namazı île ilgili soruyu cevaplandırırken " seferde namaz iki rekattır. Kim sünnete muhalefet ederse, küfre girer”(8) demiş ve sünnetteki uygulamanın Müslümanların hayatı için arzettiği önemi açık seçik dile getirmiştir.
Bu ve benzeri daha bir çok olay, yazımızın başına aldığımız Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh'ın: "Peygamberinizin sünnetini terkederseniz, sapıttınız gitti demektir" sözünün ne kadar doğru ve gerçek olduğunu göstermektedir.
Öte yandan Kadı İyaz merhumun belirttiğine göre " Peygamber mü'minlere öz canlarından önde gelir.." ayeti(9) bazı müfessirlerce "Peygamber'in sünnetine uymak, kendi görüşüyle amel etmekten önceliklidir" diye yorumlanmıştır.(10)
KALİTELİ MÜSLÜMAN OLMANIN YOLU
Buraya kadar yaptığımız nakillerden anlaşılmaktadır ki, gerek fikrî gerekse amelî sahada sünnet'i önde tutmak ve dini Sünnet'e göre yaşamak, kaliteli müslüman olmanın biricik yoludur. Aksi halde iddia ne olursa olsun, bid'atleri din olarak yaşamak ve ciddî bir biçimde bid'atlerin saptırıcılığına kurban gitmek tehlikesi bulunmaktadır. Zührî'nin dediği gibi"sünnete sarılmak kurtuluştur." Nitekim Peygamber Efendimiz de "Kim benim sünnetimi benimseyip yaşarsa bendendir" buyurur. (11)
Yazımızı, Urve b. Zübeyr'in sözüyle bitirelim,
"Sünnetlere, aman sünnetlere dikkat ediniz. Zira sünnetler, dinin kıvamıdır!"(12)

Dipnotlar:  1) A’raf sûresi(7),158 2) Şura sûresi (42), 52 3) Fatır sûresi(35),10, 4) Bk Şifa-ı Şerif Tercüme ve Şerhi, s 306 5) Buharî, Sucûdu'l-Kur'an 1 6) Müslim, Eşribe 107, Ahmed İbni Hanbel,Müsned, IV,46, 7) Abdürrezzak, Musannef, III, 52, Dârimî, Mukaddime, 39 ), 8) Abdürrezzak,Musannef, II, 520 , 9) Ahzab sûresi(33), 6], 10) Bk Şifa ı Şerif Tercüme ve Şerhi, s 55 , 11) Abdürrezzak, Musannef, VI, 169 , 12) İbni Abdilberr, Camiu beyani'l-ilm, II, 138, ibn Hacer,Fethu'l-bari, XIII, 301

10/05/2014

Dini Algılama Biçimi



     Günümüz müslümanı, dinin yalnızca emir ve yasaklarını, ibadet ve taat tarafını değil muamelat kısmını da nasılları, niçinleri ve nedenleriyle bilen, önce kendi içindeki ukdeleri çözmüş, gönlüne düşen tereddütlerden kurtulmuş, her türlü şüphe ve şaibelerden arınmış "yakîn" bir bilgiye sahip olmalı. Dîni sadece iç dünyamıza yönelik fikir sistemi zannetmekten kurtularak, hukuk, iktisat, ahlak ve içtimâî düzeniyle kamil bir nizam olduğu şuuruna varmalıdır. Çünkü din, ne kuru bir nazariyeler yumağı, ne de ruhsuz ve şuursuz bir takım hareketlerden ibarettir. Belki de bütün hayatı kuşatan ve onu bütün yönleriyle ele alan ebedî bir ruh, bir selamet ve saadet kaynağıdır. Böylesine derin bir bilgi, kendi dünyamızla Kur'an-ı Kerîm'in dünyası arasındaki ikiliği kaldıracak, bizi kendisiyle kavgalı olmaktan kurtaracak, berrak bir zihne ve selîm bir kalbe götürecektir. Unutulmamalıdır ki dînî bilgisizliğin insanı sapıklığa sürüklemesi ve inkara sevketmesi kolaydır. Çünkü onun inkara sapmasını önleyecek, telkin edilen yanlışlara karşı direnecek yerleşik bir kanaati, sağlam bir değer yargısı mevcut değildir. Fikir ve düşüncelerde meydana gelen değişiklikler, bilen kişilerde ihtilâc ve buhranlara sebep olurken, aynı şeyler cahil ve bilgisiz kişide zevke ve heyecana dönüşebilmektedir. Her şeyin önünü ve arkasını görme ve bir değerlendirme yeteneği olan ilim, dünya ile ahiret, insanla kainat, madde ile mana arasındaki ahengi kurmayı te'mîn ettiği gibi, aynı zamanda kişinin yaptığını, baktığını söylediğinı ve duyduğunu da bilerek icra etmesini sağlar. Bayılan ve uyuyan bir insan, nasıl zamanının, yaşadığının ve yaptığının farkında değilse cahil ve bilgisiz de öyledir. Böyle bir bilgi, hayatımızı kendimize kazandırmak suretiyle bizi olaylar arasında boğulmaktan kurtaracak ve bizi eşyanın, olayların ve bütünü ile dünyanın üzerine çıkaracak, topyekün bir şahsiyete kavuşturacaktır.


    Çevremizdeki insanların İslam hakkındaki yanlış kanaatleri, onun esas yapısındaki özellikten ve güzellikten değil, ya veriliş ve sunuluş tarzındaki hatalardan ya da onu temsil edenlerin veya temsil ettiğini iddia edenlerin tutum ve davranışlarındaki aykırılıklardan ileri gelmektedir. Çünkü bir fikrin kaderi ve kabul edilebilir olması, onun özüne ait hususlara değil, doğrudan doğruya kendisini temsil edenlerin tutum ve davranışlarına bağlıdır. Günümüzün müslümanı, alıp verdiği her nefeste, attığı her adım, yaptığı her iş ve söylediği her sözde bu sorumluluğun ağırlığını hissetmeli, davranışını en güzele göre ayarlamalı, hayatını bu temsil ehliyet ve mes'ûliyetine göre düzenlemelidir. Hayattan irtibatları kesilmiş, sessiz, soluksuz, hasta ve uyuşuk ruhlu insanlar yerine, sağlam karakterli, bilgili, iradeli, genç ve dinç, özü sözüne uygun insanlar İslam'ı ve müslümanları temsil yetkisini devralmalıdır. "İnandıkları gibi yaşamadıkları için yaşadıkları gibi inanmaya başlayan", Kitab'a uymak yerine kitabına uydurmayı hayatına hakim kılmış,"çaldığı minareye kılıf hazırlamakla meşgul" aşağılık duygusunun derin çukurunda kıvranan ve kendi değerlerinden utanan bir insanla hiçbir yere varılamaz. Her dava, kuru ve mücerred fikirleriyle değil onu temsil edenlerin şahsiyetleri ve savunma güçleriyle doğru orantılı olarak toplumlarda ve beyinlerde yerini alır. Müslümanlar: "Elinden ve dilinden hiçkimseye zarar gelmeyeceğine" düşmanlarını bile inandırdığı gün, insanlar İslam'ın ve müslümanların cazibesinden kurtulamayacak, yığınlar müslümanlarla kucaklaşmaya ve buluşmaya koşacaktır



Rol Model


     Pedagojik olarak eğitim; toplumun maddî, ma'nevî ve kültürel değerlerinin fertlere mâledilmesi, istenilen insan tipinin yetiştirilerek cemiyetin şekillendirilmesi, kişilerin topluma kazandırılması ve toplumsanması için yapılan bütün faaliyetler diye tanımlanmaktadır.1
Fertlerin toplum hayatına uyumunu hedef alan eğitimin esas metodlarından biri de; insan psikolojisinin vazgeçilmez gerçeklerinden biri olan "Başkalarına benzeme ve taklîd" duygularını dikkate alarak yönlendirmek, onları istenilen istikâmete sevk ederek belirli bir insan tipini inşâ etmektir.
Bir başkasının vasıf, davranış ve husûsiyetlerinin, benimseme mekanizması ile diğer şahısların egosuna mâledilmesine "aynîleşme, özdeşleşme veya benimseme"  denilmektedir.
Dinamik psikolojide, kişinin kendisini, ideal vasıflar taşıyan kimselere benzetmeye çalışması, onları günlük davranışlarında ve sosyal hayatında taklîd etmesine de "aynîleşme" denir. İnsan hayatının bütün kademelerinde, her yer ve her yaşta bu mekanizma faaliyet halindedir.
    Her insanın içinde bulunan ve yalnızca kendisi tarafından bilinen bir iç şahsiyeti  ile yaşadığı çevre ve toplumun istek ve değerlerine göre şekillenen maskeli ya da rol benliği (Ego) yanında, bir de onun tavır ve davranışlarının şekillenmesinde oldukça önemli rolü bulunan ideal benlik ya da erişilmek istenen model kişilik (Süper Ego) bulunmaktadır.
"Her yiğidin gönlünde yatan aslan"'ı ifâde eden ve erişilmek istenen bu hedef benlik, sıradan ve basit bir taklîd duygusu anlamına gelmez. Normal ve bilinen taklîdler saman alevi gibi çabucak sönerek kaybolup gidiverirler. Halbuki benimsemeye ve erişilmeye dayalı duygular, zamanla gelişerek ve yerleşerek "Önce taklîd sonra tahkîk" diyebileceğimiz bir çizgide kişilerin benliğini kuşatır ve böylece fertlerin şahsiyet ve karakter kalıbını örüverirler.2
Çocuklar daha ilk yaşlarından itibaren anne ve babalarını taklîde yönelerek ipek böceğinin kozasını örmesi gibi kişilik ve benliklerini ideal şahsiyet olarak gördükleri ve beğendikleri anne ve babalarının kişiliklerine göre dokumaya başlarlar.
   Erginlik ve gelişme çağındaki gençler ise, yapılarına, anne-babalarına, saplantı derecelerine, okul ve çevre telkînlerine, oldukları eserlere, seyrettikleri dizi ve filmlere, arkadaşlarına göre edebî, kültürel, dînî, ideolojik v.b kendilerine imrendirilen, beğendirilen ve gıbta ettirilen ya da "top model" olarak takdîm edilen çeşitli ideallere göre benimseme gösterebilirler. Bu durum "Kalplerimiz ve ruhlarımızda yaşayan arzuların, kahramanlarımızın şahsında realize edilerek karşımıza çıkmakta olduğu" gerçeğini göstermektedir.
Bilgisayar, televizyon, basın-yayın organları gibi kitle iletişim araçları, bu benimseme ve benimsetme istikâmetini ta'yîn açısından müsbet veya menfî rol oynayabilirler.
   Çocukların pek çoğu hayâl âlemlerini, etkisi altında kaldığı sinema ve televizyon dizilerinin mâceraları ve kahramanları üzerinde kurarlar. Hayran olduklarını taklîd etmek ve her halleriyle kendilerini onlara benzetmek isterler. Her zaman kuvvetli, itibarlı, sevilen ve sayılan şahsiyetleri bütün yönleriyle özümsemek isterler.
    "Kişi sevdikleriyle beraberdir." ve "Kişi sevdikleriyle beraber haşrolunur." Hadîs-i şerîfleri de bu bakımdan değerlendirilebilir. İnsanların sevdiklerinin davranışlarına büründüğü ve onların davranışlarını benimseyerek onlar gibi olduğu bilinen bir gerçektir. "Bir topluluğa kendisini benzetmeye çalışan onlar gibi olur ve onlardan sayılır." Hadisi de her halde bu realiteyi doğrulamaktadır. Modern psikolojide grup dinamiği veya grup psikolojisi denilen bu durum, birbirini seven ve birbirine bağlı olan toplulukların arasında bulunan sevgi bağını ve yakınlığı göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
   Benimseme ve imrenme duygusunun fıtrî ve insânî bir realite olması dikkate alınarak, çocukların ve özellikle gençlerin toplum ve hayal çevrelerine sâhip çıkmak, onlara "yaklaşıldıkça küçülen" modeller yerine, "yaklaşıldıkça büyüyen ve büyüleyen" kâmil şahsiyetleri ideal hedef olarak göstermek, onların tertemiz benzeme duygularını faydalı ve sonuç alınacak hedeflere kanalize etme gerektiği anlaşılmaktadır. Genç nesilleri onulmaz buhranlara sürükleyen, başıboş hedeflere özendirmelerin engellenmesi ve onlara takdîm edilen kahramanların ve örnek şahsiyetlerin olumlu ve yerli kahramanlar olmasına dikkat edilmelidir.

1) Rıza Kardaş, "Türk Millî Eğitiminin amaç ve ilkeleri nedir, ne olmalıdır?"
2) Mahmut Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazzâlî, 

08/05/2014

3D ve 3K



3D ve 3K
İnsan olarak hayatımıza yön ve şekil veren üç temel öğe, düşünce, duygu ve davranışlardır (3D). Yine insan olarak hayatımızı, temelden etkileyen ve dış etkilere açık tutan üç merkez ve menfez de kafa, kalp, karındır (3K). İnsan, gerek birey olarak gerek toplum olarak bu 3D ve 3K’yı, tüm söylem, eylem, etki ve etkilenmelerde belli bir kemal ve istikrar çizgisinde tutabilir, artı-eksi aşırılıklardan  uzak kalabilme beceri ve başarısını gösterebilirse, kemâli ve mutluluğu da yakalamış olacaktır. Bu sebeple dinlerin ve eğitim sistemlerinin öncelikli muhatapları hep bu 3D ve 3K olagelmiştir. Yani bu güç ve hareket odaklarını ve biçimlerini dengede, itidalde, orta noktada tutabilmenin ilkeleri tespit edilmeye ve uygulamaları örneklendirilmeye çalışılmıştır. Böylece olgun ve mu’tedil bireyler,  mutlu toplumlar, topluluklar oluşturulmaya gayret edilmiştir.

Bu açıdan baktığımız zaman Sevgili Peygamberimizin imanda kemal işareti olarak ifade buyurduğu sevgi, nefret, vermek, vermemek  fiillerinin “Allah için” kaydına bağlı olarak uygulanması, gerçekten mü’min hayatının fevkalâde yüksek bir düzeyi ifade etmekte olduğunu ortaya koyacaktır. Hatta bu anlamda, söz konusu bu dört fiili “imanın hakları” veya “gerekleri” olarak da değerlendirmek mümkündür.

Öte yandan bu dört fiilin, “Namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm, sadece âlemlerin rabbi olan Allah içindir2 âyetinde olduğu gibi, diğer amellerin tümünü kapsadığı da düşünülebilir.
Hasbîlik
Düşünce/inanç, duygu ve davranış, insanı ifade ediyor ve eğitimin de ana amacını oluşturuyorsa, bir başka açıdan insan = 3K deniliyorsa, bu anlayışa göre hadisimiz, diplomalı insanın değil, gerçekten eğitilmiş insanın tanımını ortaya koymakta ve tam anlamıyla klasik olduğu kadar aynı zamanda güncel/çağdaş bir mesaj niteliği taşımaktadır. Zira hadisimize göre eğitilmişlikte, iman olgunluğunda en önde gelen gösterge, hesâbilik değil hasbîlik yanı sevip benimsediğini, kin duyup reddettiğini, verdiğini, vermediğini, yapıp ettiğini hep “Allah için ” kaydına bağlı olarak yapmaktır. Nitekim hadiste bu fiiller mutlak olarak, yani herhangi bir nesneye bağlı olmaksızın zikredilmek suretiyle her konuya yönelik yorum kapısı açık bırakılmıştır.
O halde;
Bir kişiyi ya da bir şeyi (nesneyi), o kişiden beklediği bir çıkar/fayda veya o şeye olan zaafından dolayı değil de, bilinçli olarak, şahsı Allah’a olan iman ve kulluğu dolayısıyla; nesneyi Allah’ın emir ve müsaadesi olduğu gerekçesiyle seven kimse, imanda kemalin en köklü ve birinci duygusal göstergesine sahiptir.
Aynı şekilde herhangi bir kişi ya da nesneye, kişisel bir hınç nedeniyle değil de iman değerlerine ters düştüğü için kin besleyen ve buğuz eden kimse de imanda kemalin ikinci duygusal göstergesini elde etmiştir.

Öte yandan, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı ya da herhangi bir beklenti sebebiyle değil, “Biz sizi Allah rızası için yediriyor-içiriyoruz. Sizden herhangi bir karşılık ve teşekkür de beklemiyoruz”3 bilinciyle sadece layık oldukları için seve seve birilerine bir şeyler verenler ile, gördüğü herhangi bir zarar ve kötülük sebebiyle değil, inanç değerlerine göre verilmemesi gerektiği için birilerine bir şeyler vermeyenler de imanda kemalin davranışsal iki temel göstergesine sahip bulunuyorlar demektir.
Böylesi bir “Allah için” özüne, bir başka ifadeyle, hasbîlik seviyesine ulaşamamış duygu ve davranış sahipleri, -iddiaları, sosyal konumları ve unvanları ne olursa olsun, kıvam ve kalite bakımından henüz olgunluk noktasından uzaktırlar.
Kabul etmek gerekir ki, sevmek, nefret etmek, vermek ve vermemek, genelde nefsin istek ve arzularıyla yakından ilgili duygu ve davranışlardır. Bu sebeple de bu fiillerin his ve heveslerden bağımsız olarak sırf Allah’ın emir ve yasakları istikametinde yerine getirilmesi oldukça zordur. İşte bu zorluk nedeniyle bu temel duygu ve davranışları “Allah rızası için” yapabilmek imanda olgunluk göstergesi kabul edilmiş ve mü’minlere kemâl hedefi olarak gösterilmiştir.

İmanı test imkânı
Göstergelerden hareketle imanı ve İslâm’ı değerlendiren hadîs-i şerîf, aslında biz müslümanlara imanımızın olgunluk derecesini test etme imkân ve ölçüsünü vermektedir. Bunun için psikolojik ve sosyolojik bir yaklaşım öngörülmektedir. Zira sevgi ve buğz/kin psikolojik/duygusal iki tavır; vermek ya da vermemek ise tamamen sosyolojik/toplumsal iki davranıştır. Duygusal olarak vermek sevgiye, vermemek kine dayalı tavırlardır. Geçmişte, kimi hadis şârihlerinin, gizli-açık diye iki gruba ayırdıkları bu dört tavrın dördü de aslında ya kişinin istek ve arzusuna (his ve heveslerine) ya da kabul edilmiş iman değerlerine yani “Allah için” kaydına bağlı olarak gerçekleştirilir.
Hadisin takdir ve çağrısı, bu duygu ve davranışların “Allah için” çalıştırılmasına yöneliktir. Böyle olunca her müslüman, kendi iç ve dış dünyasını, iman durumunu, niyet ve eylemlerinin kökenlerine bakarak değerlendirebilir. Yani iman öncelikli mi duygulanıyor ve yaşıyor, nefis ve hevâ öncelikli mi tavır alıyor? Bu soruya verilecek cevaba göre iman olgunluğunun derecesi ve kalitesi ortaya çıkar.
Hadisimizin gösterdiği imanda kemâl zirvesine ulaşabilmek için gerek duygular gerekse davranışlar alanında hareket noktası olarak nefsin payını/etkisini azaltmak öne çıkmaktadır. Nefis, şeytan, dünya ve öteki insanlardan oluşan etki odaklarıyla kuşatılmış olmak, bu işin pek ciddi bir  gayreti gerektirdiğinin açık delilidir. O halde kemâli imanımızda, kaliteyi duygu ve davranışlarımızda aramak ve gerçekleştirmek ana meşgalemiz olmalıdır.

Kemâl önderleri
Gönül dünyası gibi pratik hayatı da iyice karışmış, kirlenmiş, sevgi ve nefret duyguları, dost ve düşmanını seçme yetenekleri pörsümüş ya da hedefinden sapmış kafa ve gönüller; kime neyi, niçin vereceğini veya vermemesi gerektiğini ayırt edemeyen bireyler ve toplumlar, hiç kuşkusuz, her şeyden önce hadisimizde imanda kemâl göstergesi olarak sayılan duygu ve davranışlara sahip olan örnek ve önderlere muhtaçtırlar. Böylesi bir ihtiyacı karşılayacak babayiğitler yani kemâl önderleri ise, sadece kişisel olgunluk mutluluğuna kavuşmakla kalmayacak en köklü önderlik hizmetini sunmuş olmanın hazzına da sahip olacaklar ve takdirle karşılanacaklardır. Çünkü iletişimde bilgi aktarımı kadar, duygu ve davranış aktarımı da önemlidir. Bu sebeple gerçek bahtiyarlık, duygular ve davranışlar anaforunda can simidi, kurtuluş örneği olabilmektir. Kemâl önderliğinin ve hasbiliğin asıl ödülü ise, “Allah onlardan hoşnut, onlar Allah’tan razı”4 âyetinin müjdesiyle ilâhî hoşnutluktur. Ne diyelim, “Çalışanlar böylesi bir sonuç için çalışsın”5 “Yarışacaklar artık bunun için yarışsınlar!”6

 1) Ebû Dâvud, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâme 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438, 440. Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî, hadisi Muaz b. Enes’den takdim-tehirli olarak, “Allah için evlendiren” ziyadesi ve “imanını kemâle erdirmiştir” diye rivayet etmişlerdir. Ayrıca Tirmizi hadis için “hasen” değerlendirmesinde bulunmuştur. 2) el-En’âm (6), 162; 3) el-İnsan (76), 9; 4) el-Beyyine (98), 8; 5) Es-Saffat (37), 61; 6) El-Mutaffifun (83), 26

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz