19/03/2018

Norveç Katliamcısı Anders Ve Saidi Nursi Öngörüsü



      Bundan 7 sene önce İslam karşıtı düşüncelerle 77 hayata kıyan Norveçli Behring Breivik, “Bir Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi-2083” adlı 1516 sayfalık bir manifesto yazmış.

Breivik yaptığı araştırmalar neticesinde hazırladığı bu manifestoda diyor ki; ”Hristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki uyum sağlama iletişimi 1999’da sona erecek, 2001’de savaş başlayacak, bu savaş 3 merhale olacak.

Birinci merhale 2035. Müslümanlar galip, biz (Hristiyanlar) mağlup olacak. Çünkü Avrupa’nın %30’u Müslüman olacak.

İkinci merhale 2055. Müslümanlar yine galip, biz mağlubuz. Avrupa’nın %45’i Müslüman olacak.

Üçüncü merhale 2083. Yine Müslümanlar galip biz mağlubuz. Ve Avrupa’nın %60’ı Müslüman olacak. Ancak 2083’te ilk defa biz Hristiyanlar Müslümanları Avrupa’dan kovmaya başlayacağız.“

Bedîüzzaman Said Nursi, 1910 yılında Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te Şeyh San’an Tepesi’ne çıkıyor. Orada Rus polisi kendisine “İslam âlemi parça parça oldu” deyince ona iki önemli nokta söylüyor. Diyor ki;
“İslam âleminde 3 nur arka arkaya inkişaf edecek. Sizde ise arka arkaya 3 karanlık ufuklarınızı kaplayacak. “
Ve bu nurdan kastın iman ve Kur’an hakikatlerinin dünyaya neşri olduğunu belirtiyor. Bugün birçok İslami cemaat Kur’an hakikatlerini dünyaya neşrediyor.

 Bedîüzzaman Hazretleri’nin o dönem henüz Osmanlı dışında tam bağımsız bir devlet yokken açıkladığı ikinci nur ise şu şekilde; “40-50 sene sonra 40-50 tane bağımsız İslam devleti oluşacak.”
Ve bu konuda bazı örnekler veriyor; Endonezya, Hollanda sömürgesi altında olduğu sırada Endonezya için, “şu anda burada 50 milyon Müslüman var ve burası bağımsız bir devlet olacak” diyor. “Hindistan’da 100 milyon Müslüman var ve burada da gelecekte Müslüman bir devlet doğacak” diyor. Ve bildiğiniz gibi daha sonra orada Hindistan’dan ayrılan Müslüman bir devlet olan Pakistan doğuyor.

“Yine Arap âleminde 5-6 tane Müslüman devlet doğacak”diyor. Şu anda bir kısmı kukla da olsa 57 tane Müslüman devlet vardır. Bu ikinci nur.

Kukla da olsa neden önemli peki?
Çünkü asıl önemli olan üçüncü nurdur. Kukla da olsa bu devletler ileride İslam birliğinin oluşumunda önemli rol oynayacak. 
Bediüzzaman üçüncü nur için, “Bu 50-60 devletin oluşumu İslam âleminin büyük bayramının geleceğini teşkil edecek ve ittihâd-ı İslam gerçekleşecek. İttihâd-ı İslam’ın gerçekleşmesi ile İslam âleminde Birleşik İslam Cumhuriyetleri doğacak” diyor. Lakin bu birleşme Amerika gibi değil, Avrupa Birliği gibi. Onun için Suriye’nin bir doğum sancısı olduğuna inanıyorum. Ümitliyim…

Avrupa kısmına gelelim, burada Bedîüzzaman Hazretleri Peygamberimizin; “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirine ale’l-hakkı hattâ ye’tiyallahü bi emrihî” (Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır) [Buhari, 9: 125, 162; Müslim, 1:137] Hadisini cifir ilmi ile hesaplıyor ve hicri 1506 tarihini çıkarıyor. “İslamiyet bu tarihe kadar hep zahir ve gâlip olacak” diyor. Bu hicri tarih miladi takvimde 2083 yılına denk gelmektedir. Tabi ki gaybı Allah’tan başkası bilmez. 

17/03/2018

İnsanım Kendimi Keşfediyorum



       Kendini keşfetmek isteyen aziz insana, Mevlânâ şöyle seslenir!
“Aziz dost, ey insan! Sen, tek bir kişi değilsin; sen bir âlemsin! Derin ve çok büyük bir denizsin. O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir deryadır. Yüzlerce âlem, o okyanusta gark olup gitmiştir!”

Kendinin farkında ol, der. Kendini ucuza satma, içindeki cevheri zayi etme! Dıştaki kabuğa bakıp aldanma! Onun iç içe tabakalarının arasında sefer et de, ancak sana emanet edilen incileri keşfet.

Evet, bütün peygamberler ve ârifler, kat kat zifiri karanlıklara gömülmüş insanoğlunu, perdeleri açmaya, kendini fethetmeye ve nûra çıkmaya davet etmişlerdir. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmız, bu davetçileri ve ilâhî mesajlarını bu gayenin tahakkuku için göndermiştir. 
O şöyle buyurur:
هُوَ ٱلَّذِي يُنَزِّلُ عَلَىٰ عَبۡدِهِۦٓ ءَايَٰتِۢ بَيِّنَٰتٖ لِّيُخۡرِجَكُم مِّنَ ٱلظُّلُمَٰتِ إِلَى ٱلنُّورِۚ وَإِنَّ ٱللَّهَ بِكُمۡ لَرَءُوفٞ رَّحِيمٞ ٩                                                                                             

“O (Allah), sizi karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarmak için kulu Muhammed’e apaçık âyetler indirendir. Şüphesiz Allah, size karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.” (Hadîd Sûresi, 9)
الٓرۚ كِتَٰبٌ أَنزَلۡنَٰهُ إِلَيۡكَ لِتُخۡرِجَ ٱلنَّاسَ مِنَ ٱلظُّلُمَٰتِ إِلَى ٱلنُّورِ بِإِذۡنِ رَبِّهِمۡ إِلَىٰ صِرَٰطِ ٱلۡعَزِيزِ ٱلۡحَمِيدِ ١                                                                                          

Bu öyle bir kitaptır ki (bütün) insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o yegâne gâlip, hamde lâyık olan (Allah)ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik. (İbrahim Sûresi, 1)
Karanlıklar diye tercüme edilen “zulumât” nedir? İnsanın gözüne perde, kulağına ağırlık ve sağırlık, aklına kilit, yüreğine pas olan perdeler nelerdir? Nasıl oluşur? İnsan kendi hakikatini bu işgalden nasıl kurtarır ve kendinin fâtihi olabilir?

Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden şunu öğreniyoruz ki, en kalın perde küfr, inkâr ve şirk perdesidir. Zaten “küfr” kelime olarak “örtmek” demektir. Fıtratın örtülmesi, vicdanın kapatılması, Hak ve hakikatin perdelenmesi demektir. Bir kimseyi Hak ve hakikate karşı kapatan şeyler çoğu zaman, nankörlük, cehâlet, batıla saplanıp kalmak, körü körüne taklit, delilsiz inat ve taassup, kör taklit ve önyargı gibi hâl ve tavırlardır. Bu ve benzeri zifiri karanlıklar, insanın kendi hakikatine en büyük zulümdür. İnsan hakikati, bu gibi hallerde nice imdat çığlıkları atar da ehl-i irfan dışında bu sesi duyan da olmaz. Hatta kişinin kendisi bile!

Günah ve masiyet perdeleri de insan hakikatini örten karanlıklar oluşturur. Bunlar da işlenen günahın büyüklüğü-küçüklüğü, sayıca azlığı ya da çokluğuyla doğru orantılı olarak insanın öz benliğini kapatır ve karartırlar. 

Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“Kul bir hata işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta vurulur. Şayet el çeker, bağışlanma diler ve tevbe ederse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar hatalara yönelirse siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ Hazretlerinin“Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) şeyler, kalplerinin üzerine pas (reyn) olmuştur”. diye zikrettiği “reyn” budur” (Tirmizî, Tefsir, 83; İbn Mâce, Zühd, 29).

Göz harama bakınca perdelenir, kalbe de zehirli bir yara açar. Kulak, gıybet ve yalan gibi zehirli sözlerle sağırlaşmaya başlar, hassasiyetini kaybeder. Dil haram sözlerle kirlenir ve kararır. Böyle böyle insani öz işgale uğrar. Nefs ve şeytanın esiri haline gelir.
Bir başka perdeleme, kibirlenmek, kendini beğenmek, fanilere bel bağlamak, arzuları putlaştırmak, dünyaya çakılıp kalmak, yâri bırakıp ağyâra sevdalanmaktır.

Esasen bu ve diğer perdelerin her birinin menşei, kulun Hak’tan gafil olmasıdır. Gafletin az ya da çok oluşuna göre perdelerin kemiyet ve keyfiyeti artar ya da eksilir. Bu gaflet neticesinde kişinin zihni, kalbi, gözü, kulağı, idraki ve belki hücre hücre tüm benliği nefis ve şeytanın askerleri tarafından işgale uğrar ve fonksiyonlarını icra edemeyecek hale gelir. 

Rabbimiz şöyle buyurur:
وَلَقَدۡ ذَرَأۡنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرٗا مِّنَ ٱلۡجِنِّ وَٱلۡإِنسِۖ لَهُمۡ قُلُوبٞ لَّا يَفۡقَهُونَ بِهَا وَلَهُمۡ أَعۡيُنٞ لَّا يُبۡصِرُونَ بِهَا وَلَهُمۡ ءَاذَانٞ لَّا يَسۡمَعُونَ بِهَآۚ أُوْلَٰٓئِكَ كَٱلۡأَنۡعَٰمِ بَلۡ هُمۡ أَضَلُّۚ أُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلۡغَٰفِلُونَ ١٧٩

“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (Araf Süresi, 179)

15/03/2018

Varlıkta da Darlıkta da Aynı Olmak


إِنَّ ٱلۡإِنسَٰنَ خُلِقَ هَلُوعًا ١٩إِذَا مَسَّهُ ٱلشَّرُّ جَزُوعٗا ٢٠ وَإِذَا مَسَّهُ ٱلۡخَيۡرُ مَنُوعًا ٢١
“Şüphesiz ki insan hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman feryat eder. Bir hayır dokunduğu zaman da cimrileşir, yoksula vermez.” (Meâric, 19-21)
Gerçek anlamda Allah’a ve ahirete inanmayan kimseler güç ve servet sahibi olduklarında azarlar, nimetin asıl sahibini unutup nimete taparlar. “Hayır, gerçekten insan kendini varlıklı görünce mutlaka azar.” (Alâk, 6-7)

Her şeyin Allah’tan geldiğine, varlığın ve darlığın bir imtihan sebebi olduğuna inananlar ise şükür ve sabrı elden bırakmazlar. Fakat böyleleri pek azdır. “Ey Dâvud ailesi: Şükretmek için çalışın. Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13)

Şükür; yapılan iyiliğe karşı minnettarlık duymak, iyilik yapana söz ve fiille mukabelede bulunmak, teşekkürlerini sunmaktır. Buna Şükrân-ı nimet, aksine ise küfran-ı nimet denir.

Güç ve iktidar sahibi iken daima şükür üzere olanlara dair en çarpıcı örnek Hz. Süleyman’dır. Rüzgara, cinlere, hayvanlara, görülmemiş servete hükmeden Hz. Süleyman kuşların, karıncaların dilinden bile anlıyordu. Buna rağmen asla şımarmamış, kul olduğunu unutmamıştır.
فَتَبَسَّمَ ضَاحِكٗا مِّن قَوۡلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوۡزِعۡنِيٓ أَنۡ أَشۡكُرَ نِعۡمَتَكَ ٱلَّتِيٓ أَنۡعَمۡتَ عَلَيَّ وَعَلَىٰ وَٰلِدَيَّ وَأَنۡ أَعۡمَلَ صَٰلِحٗا تَرۡضَىٰهُ وَأَدۡخِلۡنِي بِرَحۡمَتِكَ فِي عِبَادِكَ ٱلصَّٰلِحِينَ ١٩
“Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” dedi. Süleyman onun bu sözüne gülümsedi ve “Ey Rabbim! Bana ve anama-babama verdiğin nimetlerine şükretmeye ve senin razı olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarımın arasına kat” dedi.” (Neml, 19)

Nemrud ve Firavun, sahip oldukları güç ve iktidar yüzünden şımardılar. Kârun, sahip olduğu servetin Allah’ın lütfu olduğunu unuttu. Kendi bilgi ve başarısıyla elde ettiğini ileri sürdü. Nankörlüğe dayanan bu tavırlar ne Nemrut’a, ne Firavun’a, ne de Kârun’a yaradı, hepsi de helak oldular. Nimet ve servetle şımaran toplumların akıbeti de aynı olmuştur.

Hz. Süleyman gibi, Hz. Yusuf (a.s.) da elde ettiği iktidarla şımarmadı. Her şeyin Mevlâ’nın lütfu olduğunu bilerek şükretti. İftira yüzünden girdiği hapisten çıkıp Mısır’a hakim olunca, annesi, babası ve kendisini kuyuya atan kardeşleriyle buluşunca Rabbine yönelerek şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Sen bana hükümranlık verdin, rüyada görülen olanların tabirini bana öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da âhirette de benim dostum sensin. Benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyi kimseler arasına kat.” (Yusuf, 101)

Peygamberlerin şahı Hz. Muhammed (s.a.v.) de en ideal şekilde sıkıntılara sabretti, nimetlere karşı şükretti. Sürüldüğü Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak girerken asla kibir alameti göstermedi. Mütevazı bir kul olarak girdi. “Allah için mütevazı olanı Allah yüceltir. Kibirli olanı ise alçaltır” buyurdu. Ayakları şişinceye kadar gece namazı kıldı.

Kalbimin Aynası



        Üzerine dikkat ve hassasiyetle vurgu yapılan bir uzuv olan kalb, insan münasebetlerinde de büyük ehemmiyet arz etmektedir. İnsanlar arasındaki münasebetlerde, belki de ilk mânevî alışverişin yaşandığı nokta, yine kalptir. “Kalben ısınmak”, “kalbi ısınmak” veya “kalpten kalbe yolun olduğuna inanılması” da bunun bir göstergesidir.

Kalbin belki de en ehemmiyetli yönü, bir nazargâh-ı İlahi olmasıdır. “Rabbimizin bizim şeklimize, şemâilimize bakmayacağı, ancak kalplerimize bakıp ona göre değer vereceği”Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından haber verilmiştir. (Bkz: Müslim, Birr, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 9)
Aynı zamanda kalp, âlemin mânevî haritasıdır. Öyle ki o kalpte hem yaz olur, hem kış, hem gece olur, hem gündüz… Yine bir kalpte öfke, nefret, kin ve haset hâkim olduğunda fırtınalar eser; muhabbet, şefkat, merhamet ve fedakârlık hisleri gâlip geldiğinde ise, kalp ikliminde tatlı bir meltem hâkimdir.
Kalb, îmanın mahallidir. İmandan mahrum kalpler, mânen kördür. Güneşin önüne kara bulutlar geldiğinde, güneşin görülmediği gibi, kalbin önüne gelen küfür, nifak, isyan, vesvese ve şüphe bulutları, kalbin gerçekleri görmesine engel olur.

İman nurunun yansıdığı bir yer olarak, kalbin bu hakikatleri bilmesi ve hissetmesi “kalb-i selîm” olmasına bağlıdır. Annesinden doğduğu andan itibaren renkleri görmeyen bir insana renkleri anlatmak zor olduğu gibi ya da tat alma duyusunu tamamen kaybetmiş bir kişiye yeni bir meyve-sebzeyi tarif ederken zorlandığımız gibi, selîm olmayan kalpler de, gerçekleri göremez. Îman, ibadet ve zikir gibi lezzetlerin tadını bir türlü alamaz.

Hâsılı, taşıdığımız bu kıymetli mücevherin her yönü ile değerini bilmemiz lâzım… Kendi kalbimize sahip olmanın en güzel yolu, onu gerçek sahibi olan Allâh’ın emrine âmâde kılmaktır. Kalbin gerçek sahibi, yani muhabbetinin taşınması gereken en yüce varlık ise, Rabbimizdir. Sonra O’nun sevdikleridir. Kalp, Allah’tan ve Allâh’ı sevdirecek şeylerden uzak kaldıkça çoraklaşır, katılaşır, taşlaşır. Ayrık otları bitmeye ve kavuran hoyrat rüzgârlar esmeye başlar. Bu hâl de insanın felaketi demektir.

Kendi kalbimize sahip çıkmamız gerektiği gibi, başkalarının kalbine de hürmet ve dikkat etmemiz gerekir. Meselâ bir kardeşimizin kalp ayarını bozacak hareketlerden, sû-i zanna sebep olacak tavırlardan kaçınmak gerekir. Bu, hem ona, hem de kendimize yapacağımız bir iyiliktir. Aynı şekilde Allah katında yüce bir kıymeti bulunan kalbi incitmemek kadar kalben incinmemek de geniş gönüllü bir mü’min olma kıvamı gerektirmektedir.

Zaman, kalbe, kalplerimize sahip çıkma, başka sevdaların oraya yuvalanmasına müsaade etmeme zamanıdır.  Her türlü menfi taarruzlara mâruz kalan kalbin, selîm bir kalp olması, itmi’nana eren bir kalp olması, elbette zordur ve emek ister. Bu yüzden yarın Rabbimiz:
“-Bize ne getirdin?” diye sorduğunda, verebileceğimiz en büyük ve en güzel cevap:
“-Yâ Rab! Senin için o kirli dünyadan bir kalb-i selîm getirdim!” diyebilmektir.

14/03/2018

Allah'ın Nuruyla Bakmak



           Rasulü Ekrem sallahü aleyhi ve sellem’den mealen şöyle bir hadisi şerif rivayet ediliyor.
“Müminin ferasetinden sakının!. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16, Suyûtî, elĞCâmiu’sĞSağir, 1, 24)

Hz. Osman, yanına gelen birine, “Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın.” dedi. O kimse “Nereden bildin?” diye karşılık verdi. Hz. Osman da, “Müminin ferasetinden korkun, o Allah`ın nuru ile bakar.” hadis-i şerifini bildirdi.

İslam toplum geleneğimize baktığımızda hadisimizi genellikle bu çerçevede anladığımızı ve düşüncelerimizi “Sakınınız” ifadesi üzerine yoğunlaştırdığımızı görmekteyiz.

Mesela şöyle de deniliyor:
“Bir Allah dostunun yanında olduğunuzda kalbinize dikkat etmeniz gerekir. Çünkü o Allah dostu kalbinizden geçenleri bilir ve yanlış bir şey geçmişse mahcup olursunuz.”
Bütün bunların bir gerçeklik payı bulunduğu muhakkak. Allah dilerse şu veya bu kulunu, birisinin kalbinden geçenlere vakıf hale getirebilir. Ama bu hadis sadece böyle mi anlaşılmalıdır, sorusunu sorduğumuzda aklımıza başka sorular da gelecektir.

Mesela, üzerinde yeniden düşünmemiz gereken sorular şunlardır:
-Acaba Rasulullah Efendimizin “Mü’minin feraseti” dediği şey gerçekte nedir?
-Mü’min ferasetinin böyle, kalpleri bilmekten başka bir boyutu yok mudur?
-Mü’min ferasetini sadece kalbleri bilmekle sınırlandırmak, mü’mine, mü’minler topluluğuna nasıl bir farklılık temin eder?
-“Allah’ın nuru ile bakmak” nasıl bir bakışa sahip olmaktır?
-Mü’minin feraseti dediğimiz şey, bir Müslüman toplumda sadece özel insanlara münhasır bir hususiyet midir?
-Mü’minlerin bugünkü hayatına ve İslam toplumlarının yaşadığı mazlumiyete baktığımızda “Mü’min feraseti” ve “Allah’ın nuru ile bakmak” konusunda bir problem yaşadığımızdan söz edilebilir mi? İslam toplumları olarak bizde eksiklik nerededir?
Bunlar, Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem Efen­di­miz’in mü’min feraseti ile önümüze koyduğu ufku doğru görebilmek içindir.

Rasulü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efen­di­miz­den rivayet edilen bir kudsi hadiste de “Allah’ın mü’minin gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olma” hususundan bahsedilir. (Buhari, Rikak, 38)
Şüphesiz bütün bunlar da bir “mü’min kalitesi”nin zaruretiyle alakalıdır. Yaratan, nasıl mü’minin gözü, kulağı, kalbi olur?

Hadis-i şerifteki “Mü’min feraseti” ifadesine bir başka boyut içinden baktığımızda belki aklımıza şu hadis-i şerif ve ayet-i kerimeler de gelebilir:
“Mümin bir delikten iki defa ısırılmayacaktır.” (Buhari, ‘Edeb’, 83, Müslim, ‘Zühd’, 63)
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ إِن تَتَّقُواْ ٱللَّهَ يَجۡعَل لَّكُمۡ فُرۡقَانٗا ...
“Ey iman edenler! Şayet Allah’dan ittika ederseniz, o size furkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir.” (Enfâl, 29)
 “Bu (Kur’an), mümin bir toplum için Rab­binizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır), hidayet rehberidir, rahmettir.” (A’raf, 203)

Bir delikten iki defa ısırılmamak tehlikeler, komplolar karşısında bir zihni diriliği gerektiriyor.
Furkana, yani her şeyin eğirisini doğrusundan ayıracak bir farkedebilme gücüne sahip olabilmekle takva arasında doğrudan alaka kuruluyor.
Ve Kur’an mü’minler için bir basiretler aydınlığı temin ediyor.

Bu ayetlerden yola çıkarak ferasete, kelime anlamı itibariyle baktığımızda basiretle yakın anlam içinde görebiliriz ve derin görüş, görünenin ötesine uzanış, fehmediş, herkesin bir çırpıda farkedemediğini farkediş, gibi anlamlar ihtiva ettiğini düşünebiliriz. Zaten “Allah’ın nuru ile bakış” ile birleştiği için, gözden öte bir görüşü, Allah’ın aydınlattığı bir nüfuzla bakışı ifade ettiği açıktır.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz