08/03/2018

Kıskanılan Kadın Olmak


          Hazret-i Peygamber Efendimiz tebliğine başladığında kendisine ilk ve en büyük destek, Hazret-i Hatice Vâlidemizden gelmiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hirâ’dan telâş içinde dönüp:
“–Yâ Hatice! Bana kim inanır?” dediği zaman, o mübârek zevce, Varlık Nûru Efendisi’ne:
“Allâh’a yemin ederim ki, Allah (c.c) hiçbir vakit Sen’i utandırmaz (mahrum etmez). Çünkü Sen, akrabanı himâye edersin. İşini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire infâk eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafire ikram edersin. Hak yolunda zuhûr eden hâdiselerde (halka) yardımda bulunursun…
Ey Allâh’ın elçisi! Sen’i ben kabûl eder, tasdîk eylerim. Allah yoluna önce beni dâvet et!" demiş ve hayatı boyunca Efendimiz’in İslâm dâvâsında sâdık bir müşâviri, dert ortağı, tesellî ve huzur kaynağı olmuştur. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, engin vefâsı ve yardımları sebebiyle hanımını ömür boyu unutmamıştır.Zira Efendimiz’in beyânıyla:
“Dünya geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı; dindar, sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ, 64)
Efendimiz, bir âile sohbetinde, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’i uzun uzun anlatarak bazı hâtıraları yeniden nakletmiş ve geçmiş günleri yâd etmişti. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz hayret ifâde eden bir üslupla:
“–Yâ Rasûlâllah, senelerce evvel ölüp gitmiş olan bir yaşlı kadını, bu kadar hatırlayıp yâd etmekte ne fayda var? Allah, size, ondan daha genç ve güzelini ihsân etmiş; ağzında dişi bile kalmamış bir ihtiyar kadın yerine daha gencini vermiştir.” dedi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20)
Âişe Vâlidemiz’in bu sözlerine karşı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek dudaklarından, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’i niçin unutmadığını bildiren şu sözler döküldü:
“–Yâ Âişe! Seneler geçtiği hâlde Hatice’yi unutmayışım, onun dış güzelliğinden değildir. Herkes beni red ve inkâr ettiği zaman, Hatice bana inandı ve tasdik etti.
Etrafımdaki müşrikler bana, «yalancısın» dediği zaman; Hatice bana; «Doğru söylüyorsun, aslâ çekinme!» dedi.
İnsanlar benden bir pulu esirgediği zaman, Hatice, bütün servetini önüme sererek, «Bunların hepsi emrindedir, istediğin kadar harcayabilirsin.» dedi.
Dünyada yalnız kaldığım günlerde, Hatice benden aslâ geri kalmadı; «Bunların hepsi geçicidir, üzülme, ileride bu güçlükleri kolaylıklar takip edecektir.» dedi.
İşte ben, Hatice’yi, bu fedâkârlıkları için unutmuyorum!”
Vefâ; solmayan bir güldür. Vefânın sonbaharı yoktur. Gönüllerini vefâ menbaından nasiplendiren mü’minler, iç âlemlerini gül bahçesi hâline getirenlerdir. Öyle bir gül bahçesi ki; içinde zikir goncaları, tesbih bülbülleri, amel-i sâlih pınarları, îman, irfan ve ilâhî lûtuf çiçekleri vardır. Böyle bir gönlün mükâfâtı Cennet-i âlâ ve Cemâlullah’tır. Allah Rasûlü’nün vefâ duygusu bizler için bir fazîlet örneği olmalıdır.
İşte Peygamber Efendimiz’in gönlü, Hatice Vâlidemiz’e karşı böylesine yüksek vefâ hisleriyle doluydu. Bununla birlikte Hazret-i Âişe Vâlidemiz de, sahip olduğu yüksek zekâ ve basîret dolayısıyla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e her işinde yardımcı olmaya gayret göstermiştir. Nitekim o, ilmî dehâsı sâyesinde zamanının yedi müçtehidinden biri olarak Efendimiz’den öğrendiği ilmi, ümmete intikâl ettirmiş ve dînin anlaşılmasında yardımcı olmuştur. Husûsiyle hanımlara âit fıkıh, onunla devam etmiştir.

07/03/2018

Kritik Önemde Üç Esas



            
Şu dünyaya gönderiliş gayemiz olan kulluk imtihanını başarabilmek için, üç tane temel ve birbirini tamamlayan esas vardır:
1-Her şeyden önce İslâm’ı öğrenmek, İslâm’ın her konudaki emrini bilmek,
2-Öğrendiğimiz İslâmî esaslara göre yaşamak, Kur’an’ın hükmünü hayatımıza tatbik etmek,
3-Her yerde, her halde ve her meselede, mutlaka İslâm’a göre, yani İslâmca düşünmek.
Müslümanca düşünce
Yani, itikat ve ilmihal konularını öğrendiği ve bildiği bir kısım ibadetleri yerine getirdiği halde, ticaret, siyaset ve devlet hayatında müşrikler gibi düşünen, olayları batılı ve cahili ölçülerle değerlendiren bir kimse, hakikat nazarında mü’min sayılamaz.
Örneğin, beş vakit namazı imamın arkasında ve tadili erkanıyla kılan bir insan, içinden; “Camiden çıktıktan sonra, sattığım tarlanın parasını acaba hangi bankaya yatırsam?” diye geçiriyor ve rahatlıkla faiz yiyorsa, bu kişi islamca düşünmüyor demektir.
Üç esas
Müslümanca düşünmenin üç temel esası vardır:
1- Dünya hayatı, çok önemli bir imtihandır. Ahiret ise, dünya hayatının hesabı ve imtihandaki artı ve eksi puanların karşılığıdır. Nefeslerimiz sayılıdır, bunlar Allah yolunda harcanmalıdır. Çünkü ölüm bize, çok yakındır.
2- İslâm dini Allah yapısıdır. Bunun için mükemmeldir ve tastamamdır. Haşa, zerre kadar noksanı, fazlası ve hatası bulunmamaktadır.
3- İslâm dini bir bütündür. Ona bir şey katılamaz ve ondan bir şey çıkarılamaz. Baştan sona Hak’tır, hayırdır ve hepsi, herkes için ve her yerde lazımdır. Çünkü İslâm, dünya ve ahiret saadetinin tek ilacıdır.

05/03/2018

Üç Kutsal Üç Cinâyet



      Peygamber efendimiz (s.a.v.) : “Allah katında müslümanların en sevimsiz olanları (şu) üç gruptur: Harem’de haksızlık yapıp zulüm işleyen (mülhid) ; İslâm döneminde Câhiliye yaşantısını arayan (mübtağ) ve haksız yere kanını dökmek için masum bir kişinin ısrarla peşini kovalayan (muttalib).”( Buhârî, Diyât 9)
Hadîs-i şerîf’te Harem bölgesi, İslâm dönemi - müslüman toplumu ve bireyin hayat hakkından oluşan üç kutsala yönelik saldırıda bulunmanın şirk ve küfürden sonra en büyük günah olduğu ve bunları işleyen müslümanların, Allah katında en sevimsiz grupları oluşturdukları ve dolayısıyla gazab-ı ilâhî’ye en yakın bulundukları açıkça bildirilmektedir. Şimdi bunları sırasıyla ve özetle değerlendirelim.

Harem’de ilhad
Mülhid, bu hadiste zâlim, hak ve adâletten yan çizen anlamındadır. Aslında dinden çıkan kimseye mülhid denir. Herhangi bir günahı işleyen eğer mülhid diye nitelendiriliyorsa bu, o günahın büyüklüğünü yansıtır ve çok büyük bir tehdit anlamı taşır.
Bilindiği gibi haksızlık ve zulüm her yerde haksızlık ve zulümdür. Ama Mekke-i Mükerrem’nin Harem’inde işlenecek bir haksızlık, mekan’dan kaynaklanan artı bir zulüm demektir. Zira harem güvenli bölgedir. Özel hukûkî statüsü vardır. Orada işlenecek bir günah, hem Allah’a isyan hem de Harem’in kendine özgü hürmetine saygısızlık demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “Mescid-i haram’da kim bir zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı bir azaptan tattırırız”( el-Hac (22), 25 )buyrulmaktadır.

Câhiliye yaşantısını aramak
İslâm öncesi Câhiliye toplumunun yaşayışı, gelenekleri, âdetleri ve ahlâkı demek olan Sünnetü’l-câhiliyye’yi, İslâm döneminde yaşatmaya çalışmak, İslâm toplum yapısına vereceği zararbakımından fevkalâde büyük bir cinâyettir.

Kimi hadis şârihlerine göre Sünnetül-câhiliyye’den maksat, İslâm’ın terk edilmesini emrettiği uğursuzluk, kehânet, kan davası, yaka-paça yırtarak ölüye ağlamak (niyâha) gibi söylem ve eylemlerdir. Aslında İslâm dışı her düşünce, söylem ve eylemin müslüman toplumda bir şekilde yer almasına çalışmak, Câhiliye’yi yaşatmak istemektir. Toplumun Kitap ve Sünnet çizgisinden uzaklaşmasını temenni ve temin etmek demektir. Oysa müslümanca hayat, kendi kurallarıyla yaşanan hayattır. Buna karşı seçenek/alternatif geliştirmek elbette büyük vebâldir. Binaenaleyh çağdaşlık, modernlik, moda vs. gibi birtakım gelip geçici gerekçelerle, geçmişte yaşanmış kimi yanlışları ve sapkınlıkları güncellemeye çalışanlar da aynı durumdadırlar. Yani aynı sevimsizliği paylaşmakta olup aynı tehdidin muhataplarıdırlar.

İslam’ın reddettiği düşünce, duygu ve davranışların tümü, Kitap ve Sünnet’in inşa ettiği müslüman kimliğini zedeleyici unsurlardır. Câhiliye denilen İslâm öncesi (ve İslâm dışı) toplumların içinde bulundukları itikâdî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî yanlışlar, İslâm tarafından düzeltilmişken ve İslâm toplumu kurum ve kurallarıyla çalışır hale gelmişken dönüp İslâm dışı eski uygulamaları -veya bunların isim veya şekil değiştirmiş yeni versiyonlarını- yeniden gündeme getirmeyi düşünmek, istemek ve bunun için gayret göstermek, açıkça İslâm’a karşı çıkmak ve müslüman toplum hayatının kendisine özgü aslî çizgisinden uzaklaşmasını istemek demektir. Bu tür bir İslâm dışılığı aramak tam anlamıyla bir geri dönüş ve gerçek kazanımlardan vazgeçmektir. Bir başka ifade ile dînî anlamda tam bir irtica ve irtidat hareketidir. İslâm döneminde böylesi arzu ve tavırlar peşinde olan kimselerin, günahkârların Allah katında en sevimsiz gruplardan olması ise, fâilin, İslâm’ı tanıdıktan sonra böyle bir yola gitme basiretsizliği yüzündendir.

Hiç şüphe yoktur ki Kitap ve Sünnet ile var olan İslâm ümmeti, hayatiyetini yine Sünnet’in yorumuyla Kitap’a bağlı kalmakla sürdürebilir. Bu sebeple İslâm döneminde gerek kadîm gerek modern câhiliye yaşantısı peşinde olmak, -gerekçe ne olursa olsun- gerçekten çok büyük bir cinâyettir. Pek tabidir ki böylesi bir cinayetin fâili de “en sevimsiz”, “gazab-ı ilâhiye en yakın” kimse olacaktır.

Kan davası gütmek

Mekke’nin fethi esnâsında, Harem-i Mekke’ye dahil olan Müzdelife’de câhiliye’den kalma bir meseleden dolayı bir kişinin öldürülmesi olayı üzerine -ki İbn Hacer’e göre söz konusu olay hadisimizin vürud/söylenme sebebi sayılabilir- Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı açıklamayı da dikkate alarak, hadisin üçüncü fıkrasının anlamını şöylece belirleyebiliriz:
Haksız yere adam öldürmek, kan akıtmak için sınır tanımaksızın fırsat kollayıp intikam almaya çalışmak, insanların hayat hakkına yönelik bir tecâvüz olmanın yanında, bitmek-tükenmek bilmez kan davalarının körükleyicisi olacağı için “fiil olarak” ağır bir suçtur. Bu yüzden böylesi bir yola girenler “Allah katında en sevimsiz” gruplardan sayılmışlardır.

Netice
Hadîs-i şerîfe göre,
İslâm’ın merkezinde (harem bölgesi) işlenecek zulüm,
İslâm döneminde diriltilecek İslâm dışı-câhilî bir eylem, söylem ve inanç,
Bireyin hayat hakkına yönelik haksız yere tecâvüz,
dinimizde, şirk ve küfürden sonra en ağır suçları teşkil etmektedir. Bu üç suçtan herhangi birini işleyenler de günahkâr müslümanların “Allah katında en sevimsizleri” dir.
O halde Kitap ve Sünnet bağlısı olan müslümanların bu üç konuda fevkalâde dikkatli olmaları, müslüman kimliğinin korunabilmesi bakımından hayâtî bir önem taşımaktadır.

Medenî Ve Bedevî Olmak



     
        Medeniyet ve bedeviyet  insan için geçerli kavramlar ve yaşama şekilleridir. Pek tabiî olarak her medeniyet kendi insan tipini oluşturur. Oluşan insan tipi, ait olduğu medeniyeti yaşatır ve geliştirir. İnsan düşünce-duygu-davranış düzeyi ve uyumu noktasında yara aldı mı, doğal olarak insan ürünü olan medeniyet de yaralanmış olur.

İnsanlığın geleceğine talip her düşünce ve inanç sistemi ise kendisini o günlere taşıyacak olan yeni nesillere kendi istikbali olarak bakar, ona göre değerlendirme, eğitim-öğretim yapar ve bu alanda sürekli gelişim projeleri hazırlar ve uygular.

Sevgili Peygamberimiz, Taif yolculuğu dönüşünde, kendisine Mekke’de âdeta nefes aldırmayan zalim Mekke müşriklerine nasıl bir ceza verilmesini istiyorsa bildirmesini, şayet isterse Ebu Kubeys ve Kayakan adındaki iki dağın Mekkelilerin tepesine geçirilivereceği ve onların toptan helak edileceklerini Cebrail bildirince şöyle diyecektir: “Hayır ben, onların toptan helak edilmelerini değil, Allah’tan, bunların soyundan yalnızca Allah’a kulluk edecek muvahhid bir nesil getirmesini diliyorum.”
Hz. Peygamber bu cevabıyla İslâm medeniyetinin Allah’ın birliğine inanıp sadece Allah’a kulluk edecek (muvahhid) nesiller üzerine bina edileceğini açıklamış ve İslâm’da medeniyet projesinin özünü “tevhid” inancının oluşturduğunu, bu ilkeye uygun olarak yetiştirilecek nesillerin medeniyet kuran iradeyi temsil edeceğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Çünkü medeniyetin ruhî temeli inançtır; beşeri temeli ise o inancı ve o inançtan kaynaklanan değerleri paylaşan toplumdur. Nitekim medeniyetin çekirdeğini “bir arada yaşamak” yani toplum hayatı teşkil etmektedir. Toplumun olmadığı yerde medeniyetten söz etmek mümkün değildir.
Sünnet’in Temel İşlevi

Şah Veliyyullah ed Dihlevî’nin (1176/1762) tesbitiyle söyleyecek olursak, Peygamberlerin ortak meşgale alanları ikidir:
a. Nefsin terbiyesi
b. Toplumun yönetimi
Bütün peygamberler diğer konularla, bu iki nokta ile ilgileri ölçüsünde meşgul olmuşlardır.3

Öyle sanıyorum ki Şah Veliyyullah’ın bu tespiti, medeniyet kavramının içeriğini açıklayıcı niteliktedir. Zira nefsin terbiyesi, bireysel gelişmeyi; toplumun yönetimi de toplumsal gelişmeyi ikisi birden medeniyeti ifade etmektedir.


03/03/2018

Zalime Bedduam Hak Olsun





        Müslümanlar olarak hemen her gün gündemimize düşen olaylardan dolayı İslam dünyası ile birlikte daha çok acı çekmekteyiz. Son yıllarda bu durumun İslam Ülkelerinde dayanılmaz boyutlara ulaşmış olmasına rağmen, insanlık adına görev üstlendiği iddiasında olan uluslararası kimi kuruluşların ya kahredici bir suskunluğu yeğlediği ya da açıkça zalimlerden yana tavır aldığı açıktır. Medya ve kitle iletişim vasıtalarına yansıyan yürek yakan zulüm görüntüleri, çoğu kere söylenecek söz bırakmamaktadır. Sözün bittiği yere gelindiği kanaati yaygın bir haklılık kazanmış bulunmaktadır. Kısacası, genel anlamda Müslümanlar için zor dönemler bir türlü gündemden düşmemektedir.

Peygamber Efendimiz bir  hadis-i şerif’te işin âhirete uzanan boyutunu da şöylece açıklamış bulunmaktadır: “Zulüm işlemekten sakının. Çünkü zulüm, kıyâmet günü karanlıklara  dönüşür.”( Müslim, Birr 56.) Kıyamet gününün kendine özgü dehşeti içinde bir de dünyada iken işlenen haksızlıkların sebep olduğu karanlıklar içinde kalmak, esasen aklı başında hiçbir kimsenin isteyeceği bir durum değildir. Bunun çaresi dünya hayatında bütün çeşitleriyle zulümden uzak kalmaya çalışmaktır. Zulmün Üç Boyutu Konuya yönelik değerlendirmede bulunan İslam bilginleri genel bir tasnif olarak zulmü üçe ayırmışlardır: 
1. İnsan ile Allah arasındadır: Şirk, küfür, nifak ve isyan 
2. İnsanlar arasındadır: Haksızlık, öldürme, iftira vs. günahlar 
3. İnsan ile nefsi arasındadır: Allah’a karşı görevlerini yapmamak ve insanlara zulmetmek suretiyle kişinin kendi nefsine haksızlık etmesi.

Aslında acizler zulmeder. Zaman zaman zulüm, “zeval aklına gelmeyecek” derecede şiddetlenir ve yaygınlaşır. Fakat hiç ummadığı bir zamanda, aklının kıyısından geçmeyen bir sebeple birden yok olur gider. 
Günümüz dünyasında egemen güçlerin özellikle Müslüman toplumlara yönelik acımasızca uyguladıkları, tüm çeşitleriyle zulüm, asla cevapsız kalmayacaktır. Zira bu zulmün muhatapları mazlumların duaları-dilekleri ile Allah arasında perde yoktur. Onların âhları doğrudan Allah’a ulaşır. Allah Teâlâ ise, zalimleri cezalandırmayı erteler (imhâl eder) ama asla ihmal etmez. Bu gerçek ne güzel ifade edilmiştir:
“Hak sillesinin yoktur sedâsı.
Bir vurdu mu bulunmaz devâsı.”

Bir hadis-i kudsi’de o şöyle buyurur: “Ey kullarım, ben zulmü kendime haram kıldım. Sizin birbirinize zulmetmenizi de haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz.”(Müslim, Birr 55)
Bir âyet-i kerimede de “Biliniz ki, Allah’ın la’neti zalimler üzerinedir”(Hud (11),18) buyurur. Bu demektir ki, Allah Teâlâ, zalimleri rahmetinden uzak tutacaktır. O’nun rahmetinden uzak kalmak ise, en ağır ceza ve en büyük mahrumiyettir.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz