05/03/2018

Medenî Ve Bedevî Olmak



     
        Medeniyet ve bedeviyet  insan için geçerli kavramlar ve yaşama şekilleridir. Pek tabiî olarak her medeniyet kendi insan tipini oluşturur. Oluşan insan tipi, ait olduğu medeniyeti yaşatır ve geliştirir. İnsan düşünce-duygu-davranış düzeyi ve uyumu noktasında yara aldı mı, doğal olarak insan ürünü olan medeniyet de yaralanmış olur.

İnsanlığın geleceğine talip her düşünce ve inanç sistemi ise kendisini o günlere taşıyacak olan yeni nesillere kendi istikbali olarak bakar, ona göre değerlendirme, eğitim-öğretim yapar ve bu alanda sürekli gelişim projeleri hazırlar ve uygular.

Sevgili Peygamberimiz, Taif yolculuğu dönüşünde, kendisine Mekke’de âdeta nefes aldırmayan zalim Mekke müşriklerine nasıl bir ceza verilmesini istiyorsa bildirmesini, şayet isterse Ebu Kubeys ve Kayakan adındaki iki dağın Mekkelilerin tepesine geçirilivereceği ve onların toptan helak edileceklerini Cebrail bildirince şöyle diyecektir: “Hayır ben, onların toptan helak edilmelerini değil, Allah’tan, bunların soyundan yalnızca Allah’a kulluk edecek muvahhid bir nesil getirmesini diliyorum.”
Hz. Peygamber bu cevabıyla İslâm medeniyetinin Allah’ın birliğine inanıp sadece Allah’a kulluk edecek (muvahhid) nesiller üzerine bina edileceğini açıklamış ve İslâm’da medeniyet projesinin özünü “tevhid” inancının oluşturduğunu, bu ilkeye uygun olarak yetiştirilecek nesillerin medeniyet kuran iradeyi temsil edeceğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Çünkü medeniyetin ruhî temeli inançtır; beşeri temeli ise o inancı ve o inançtan kaynaklanan değerleri paylaşan toplumdur. Nitekim medeniyetin çekirdeğini “bir arada yaşamak” yani toplum hayatı teşkil etmektedir. Toplumun olmadığı yerde medeniyetten söz etmek mümkün değildir.
Sünnet’in Temel İşlevi

Şah Veliyyullah ed Dihlevî’nin (1176/1762) tesbitiyle söyleyecek olursak, Peygamberlerin ortak meşgale alanları ikidir:
a. Nefsin terbiyesi
b. Toplumun yönetimi
Bütün peygamberler diğer konularla, bu iki nokta ile ilgileri ölçüsünde meşgul olmuşlardır.3

Öyle sanıyorum ki Şah Veliyyullah’ın bu tespiti, medeniyet kavramının içeriğini açıklayıcı niteliktedir. Zira nefsin terbiyesi, bireysel gelişmeyi; toplumun yönetimi de toplumsal gelişmeyi ikisi birden medeniyeti ifade etmektedir.


03/03/2018

Zalime Bedduam Hak Olsun





        Müslümanlar olarak hemen her gün gündemimize düşen olaylardan dolayı İslam dünyası ile birlikte daha çok acı çekmekteyiz. Son yıllarda bu durumun İslam Ülkelerinde dayanılmaz boyutlara ulaşmış olmasına rağmen, insanlık adına görev üstlendiği iddiasında olan uluslararası kimi kuruluşların ya kahredici bir suskunluğu yeğlediği ya da açıkça zalimlerden yana tavır aldığı açıktır. Medya ve kitle iletişim vasıtalarına yansıyan yürek yakan zulüm görüntüleri, çoğu kere söylenecek söz bırakmamaktadır. Sözün bittiği yere gelindiği kanaati yaygın bir haklılık kazanmış bulunmaktadır. Kısacası, genel anlamda Müslümanlar için zor dönemler bir türlü gündemden düşmemektedir.

Peygamber Efendimiz bir  hadis-i şerif’te işin âhirete uzanan boyutunu da şöylece açıklamış bulunmaktadır: “Zulüm işlemekten sakının. Çünkü zulüm, kıyâmet günü karanlıklara  dönüşür.”( Müslim, Birr 56.) Kıyamet gününün kendine özgü dehşeti içinde bir de dünyada iken işlenen haksızlıkların sebep olduğu karanlıklar içinde kalmak, esasen aklı başında hiçbir kimsenin isteyeceği bir durum değildir. Bunun çaresi dünya hayatında bütün çeşitleriyle zulümden uzak kalmaya çalışmaktır. Zulmün Üç Boyutu Konuya yönelik değerlendirmede bulunan İslam bilginleri genel bir tasnif olarak zulmü üçe ayırmışlardır: 
1. İnsan ile Allah arasındadır: Şirk, küfür, nifak ve isyan 
2. İnsanlar arasındadır: Haksızlık, öldürme, iftira vs. günahlar 
3. İnsan ile nefsi arasındadır: Allah’a karşı görevlerini yapmamak ve insanlara zulmetmek suretiyle kişinin kendi nefsine haksızlık etmesi.

Aslında acizler zulmeder. Zaman zaman zulüm, “zeval aklına gelmeyecek” derecede şiddetlenir ve yaygınlaşır. Fakat hiç ummadığı bir zamanda, aklının kıyısından geçmeyen bir sebeple birden yok olur gider. 
Günümüz dünyasında egemen güçlerin özellikle Müslüman toplumlara yönelik acımasızca uyguladıkları, tüm çeşitleriyle zulüm, asla cevapsız kalmayacaktır. Zira bu zulmün muhatapları mazlumların duaları-dilekleri ile Allah arasında perde yoktur. Onların âhları doğrudan Allah’a ulaşır. Allah Teâlâ ise, zalimleri cezalandırmayı erteler (imhâl eder) ama asla ihmal etmez. Bu gerçek ne güzel ifade edilmiştir:
“Hak sillesinin yoktur sedâsı.
Bir vurdu mu bulunmaz devâsı.”

Bir hadis-i kudsi’de o şöyle buyurur: “Ey kullarım, ben zulmü kendime haram kıldım. Sizin birbirinize zulmetmenizi de haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz.”(Müslim, Birr 55)
Bir âyet-i kerimede de “Biliniz ki, Allah’ın la’neti zalimler üzerinedir”(Hud (11),18) buyurur. Bu demektir ki, Allah Teâlâ, zalimleri rahmetinden uzak tutacaktır. O’nun rahmetinden uzak kalmak ise, en ağır ceza ve en büyük mahrumiyettir.

02/03/2018

Tavrımız Kimden Yana?



      İnananlardan Yana Tavır Almak
      Kur’an-ı Kerîm çerçevesinde genel bir değerlendirmeye tabi tutuldukları zaman Allah’ın elçileri ve insanlığın hidâyet rehberleri olan peygamberlerin, gerçekten dikkat çekici birtakım nitelik ve özelliklere sahip oldukları görülmektedir.
Meselâ Kur’an-ı Kerim’de anlatılanlar, anlatılmayanlar; Hz. Harun, İbrahim ve İsa aleyhimüsselâm gibi cemâlî,Hz.Nuh ve Musâ aleyhimasselâm gibi celâlî yapıda olanlar; Ulü’l-azm peygamberler, komuta yetkisi olanlar, komuta yetkisi bulunmayanlar, sonuç almış olanlar, alamamış olanlar, hatta öldürülenler,
Nuh ve Lut aleyhimesselâm gibi hanımları kendilerine inanmayanlar, kitap sahibi olanlar, olmayanlar … Bu ve benzeri farklılıklara sahip bulunan peygamberlerin hiç şüphesiz ortak oldukları özellikleri de bulunmaktadır. Allah’a kulluk ve Tâğut’tan uzak kalma temel görevleri; “Allah’a karşı saygılı olun ve bana uyun!” çağrıları; “Ben Allah’ın size gönderdiği güvenilir elçisiyim, buna karşı sizden herhangi bir şey de istemiyorum” diye kendilerini takdimleri; nefsin/bireyin terbiyesi, ümmetin/toplumun yönetimi gibi meşguliyet alanları, ilahlık iddiası ve Allah adına yalan söylemek gibi yetkisiz oldukları konular, onların ortak niteliklerinin başında gelir.
Peygamberlerin ortak sünnetlerinden ikisi var ki bunlar günümüze gündemimize yönelik muhtevasıyla üzerinde ayrıca durulmaya değer derinlikli bir anlam ve yapıya sahip bulunmaktadır:
İnananlardan yana tavır alıp onlara sahip çıkmak ve inançlı nesiller yetiştirmek..
1. İnananlara sahip çıkmak
Kur’ân-ı Kerîm’den öğrendiğimize göre hemen bütün peygamberler, görev yerleri ve sürelerinde en büyük mukâvemeti/karşı koymayı o toplumların genellikle yönetici/önde gelen kesiminden görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerîm’in “mele’ ” diye tanımladığı bu takım, peygamberlere inanmakta fazla bir problem yaşamayan sade insanları küçük görmüş ve peygamberlerden bu insanları çevrelerinden uzaklaştırmalarını, kendileriyle görüşme ön şartı olarak istemişlerdir. Peygamberler de genel bir uygulama olarak inananlardan yana tavır alıp onlara kol-kanat germişler, müminlerle beraber olmayı tercih etmişlerdir.
Hz. Nuh’un şu sözleri, hem bu tür istekleri hem de peygamberlerin bu istekler karşısında takındıkları tavrı ve inananlardan yana duruşlarının gerekçelerini yansıtmaktadır:
وَيَٰقَوۡمِ لَآ أَسۡ‍َٔلُكُمۡ عَلَيۡهِ مَالًاۖ إِنۡ أَجۡرِيَ إِلَّا عَلَى ٱللَّهِۚ وَمَآ أَنَا۠ بِطَارِدِ ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْۚ إِنَّهُم مُّلَٰقُواْ رَبِّهِمۡ وَلَٰكِنِّيٓ أَرَىٰكُمۡ قَوۡمٗا تَجۡهَلُونَ ٢٩
“Ey milletim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfâtım ancak Allah’a aittir.
Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhil bir topluluk olarak görüyorum.
وَيَٰقَوۡمِ مَن يَنصُرُنِي مِنَ ٱللَّهِ إِن طَرَدتُّهُمۡۚ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ ٣٠
Ey milletim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? 
وَلَآ أَقُولُ لَكُمۡ عِندِي خَزَآئِنُ ٱللَّهِ وَلَآ أَعۡلَمُ ٱلۡغَيۡبَ وَلَآ أَقُولُ إِنِّي مَلَكٞ وَلَآ أَقُولُ لِلَّذِينَ تَزۡدَرِيٓ أَعۡيُنُكُمۡ لَن يُؤۡتِيَهُمُ ٱللَّهُ خَيۡرًاۖ ٱللَّهُ أَعۡلَمُ بِمَا فِيٓ أَنفُسِهِمۡ إِنِّيٓ إِذٗا لَّمِنَ ٱلظَّٰلِمِينَ ٣١
Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zâlimlerden olurum!”1
Öte yandan Peygamber Efendimize de şu talimat verilmiştir:
“Sabah-akşam Rablerine O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua/ibadet edenlerle birlikte ol, bunda sebât et..Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına esir olmuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!2
“Mü’minlere karşı alçak gönüllü ol!”3
“Sana tabi olan mü’minlere merhamet kanadını indir!”4
2. Muvahhid/İnançlı Bir Nesil Yetiştirmek
Allah katında büyük cürüm sayılan Allah yolundan insanları (Allah’ın kullarını-müslümanları) alıkoyma girişimlerini (Saddün an sebilillah)5 önlemek için bütün peygamberlerin ve dolayısıyla Peygamber Efendimizin de seçtiği yol, engelleyicilerin toptan helâkini istemek değil; onların soyundan muvahhid / inançlı bir nesil yaratmasını Allah’tan dilemek ve bu uğurda sabırla çalışmak ve gerektiğinde hicreti göze almak olmuştur.
Tâif yolculuğu dönüşünde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, Mekkeli müşriklerin toptan yok edilmeleri dâhil ne isterse yerine getirileceği Cebrâil aleyhisselâm tarafından bildirildiğinde, Efendimizin,
“-Hayır! Ben, Allah’ın, o müşriklerin soyundan, hiçbir şeyi ortak koşmayıp yalnızca Allah’a kulluk edecek (muvahhid/inançlı) nesiller yaratmasını dilerim”6 diye karşılık vermesi, hem onun insanlığa duyduğu engin şefkatini ve hem de tüm çağlara gerçek çıkış yolunun ne olduğunu göstermekte, hidâyet rehberliğinin gereğini ortaya koymaktadır.

Bir kere daha vurgulamakta fayda vardır ki, Allah elçileri peygamberlerin, inananlardan yana tavır alıp onlara sahip çıkmak ve muvahhid/inançlı nesiller yetiştirmek diye ifadelendirdiğimiz bu iki ortak sünneti, inananlara her yöre ve her devirde geçerli soylu bir duruş ve problemlere köklü bir çözüm yolu göstermektedir.

Günün, gündemin asıl problemi de bize göre bu iki noktada yoğunlaşmıştır. “Tercih/seçim sorumluluğu ve gelecek kaygısı” ile hareket edilmesi halinde, peygamberlerin izinde bir tavır ortaya konulmuş olacaktır. Bu da toplumun geleceği için umut verici bir bilinç ve gündemi etkileyici sessiz ve soylu bir adım demektir.
1) Hud (11), 29-31; 2) el-Kehf (18), 28; 3) el-Hıcr (15), 88; 4) eş-Şuara (26), 215. Burada ayrıca Abese suresi’ndeki uyarıyı da hatırlamakta fayda vardır. 5) Konuyla ilgili âyetler için bk. M.F. Abdulbâki, el-Mu’cemü’l-müfehres li elfâzı’l-Kur’anı’l-Kerîm, s.403; 6) Buhârî, Bed’ul-halk 7; Müslim, Cihad 11



01/03/2018

Allah'ın Bir Dostu da Ben miyim !



Kur’an’da genel anlamda müminler  Allah’ın dostu olarak görülmüştür. Nitekim: “Allah müminlerin dostudur ve onları karanlıktan aydınlığa çıkarır” (el-Bakara, 2/257) buyurulur.

Âyetin ifâde ettiği anlama göre Allah’ın aydınlığa çıkarıp gönlüne nûr-ı ilâhî yerleştirdiği  mümin, Allah’ın dostudur. Bu yüzden bu iman ve nûr üzre olmaya çalışmak müminin boynunun borcudur. Değilse Allah onları bu duygulara sâhip olanlarla değiştirir. Nitekim Kur’an’da buyrulur: “Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücâhede ederler ve bu hususta sataşanların sataşmasına aldırmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah ihsanı boldur ve herşeyi hakkıyla bilir. Sizin dostunuz Allah’tır, O’nun Rasûlüdür ve Allah’a tam olarak teslim olan namazlarını hakkıyla kılan,  zekâtlarını veren müminlerdir.”(el-Mâide, 6/54-55)

Bu âyetlerin işâretine göre Allah’ın dostluğuna erebilmenin şartlarından biri de Allah’ı sevmek O’nun tarafından sevilmek, müminlere karşı tevâzu, kâfirlere karşı vakar sahibi olmaktır. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdâlısı olabilmektir. Bu mazhariyete erenler Allah dostluğuna lâyıktır. Bu âyetlerden Allah dostluğunun hem kesbî, hem de vehbî bir yanının olduğu anlaşılmaktadır. Kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdalısı olma çabası kesbî olabilir ama; Allah tarafından sevilmek ve izzetle taltif edilmek elbette Hak vergisidir. Allah Teâlâ, vehbî olan Hak sevgisine ermede de bize bir yol ve adres göstererek buyuruyor ki: “Ey Rasûlüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana  uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran, 3/31) Bu âyete göre Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin yolu, Allah Rasûlü’ne  uymaktan geçmektedir. O’na uymadan Hak sevgisine erişilmeyeceğinden Allah dostluğu bir bakıma Peygamber’e tâbi olma ön şartına bağlanmıştır.

Bir başka âyette yine “yüzünü ihsân duygusuyla Hakk’a döndüren kimsenin ecrinin Rabbı katında olduğu ve böylelerinin korkudan ve üzüntüden uzak bulunacakları” (el-Bakara, 2/111-112)  anlatılmaktadır.

Buhâri’nin rivayet ettiği bir hadis-i kudside Allah Rasulü, Rabbından naklen şöyle buyurmaktadır: “Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse Ben ona harb ilan ederim. Kulum kendisine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben onu sevince de onun görmesi, duyması, tutması, yürümesi benimle olur. Benden bir şey isteyince dileği kabul edilir. Bana sığındığında onu korurum.”(Buharî, Rîkak, 38)

Bu kudsî hadisin ışığında Allah dostluğuna ermenin yolu sağlam bir imandan sonra, farzların edâsından ve nâfilelere devamdan geçmektedir. Nitekim tarih boyunca Allah dostlarının düzgün bir ibâdet hayatının mevcudiyeti bunu teyid etmektedir. Allah dostluğuna ermek bir müminin nihâî hedefidir. Bir Allah dostunun özellikleri ise şöyle özetlenebilir:

1.İlâhî dâvete icâbetle imânı seçmiş,
2. Allah’tan her durumda râzı olmuş,
3. Farzları yerine getirip yasaklardan kaçınan,
4. Dünyada üstünlük ve riyâset sevdâsı gibi bir dâvâsı olmayan,
5. Dünya kaygısıyla mal toplamaya ve biriktirmeye yönelmeyen,
6. Dünyanın azlığına kanâatle sabreden, çokluğuna tasadduk ve infakla şükreden,
7. Övülmekle yerilmeyi müsâvî gören,

8. Allah’ın verdiği güzel hasletlerle ucbe kapılmayan,
9. Güzel ahlak sahibi,
10. Arkadaşlık ve dostluğunda kerem sahibi,
11. İnsanî ilişkilerinde hilm sahibi ve yük kaldıran,
12. Allah’ın teşvik ettiği güzel amellerle meşgul.
Bu sıfatlarla muttasıf; yâni Allah ile ilişkilerinde müstakim, insanlarla ilişkilerinde sağlam, dünyaya karşı zâhid kimseler gerçek Allah dostu denilmeye lâyıktır. 

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz