10/05/2014

Rol Model


     Pedagojik olarak eğitim; toplumun maddî, ma'nevî ve kültürel değerlerinin fertlere mâledilmesi, istenilen insan tipinin yetiştirilerek cemiyetin şekillendirilmesi, kişilerin topluma kazandırılması ve toplumsanması için yapılan bütün faaliyetler diye tanımlanmaktadır.1
Fertlerin toplum hayatına uyumunu hedef alan eğitimin esas metodlarından biri de; insan psikolojisinin vazgeçilmez gerçeklerinden biri olan "Başkalarına benzeme ve taklîd" duygularını dikkate alarak yönlendirmek, onları istenilen istikâmete sevk ederek belirli bir insan tipini inşâ etmektir.
Bir başkasının vasıf, davranış ve husûsiyetlerinin, benimseme mekanizması ile diğer şahısların egosuna mâledilmesine "aynîleşme, özdeşleşme veya benimseme"  denilmektedir.
Dinamik psikolojide, kişinin kendisini, ideal vasıflar taşıyan kimselere benzetmeye çalışması, onları günlük davranışlarında ve sosyal hayatında taklîd etmesine de "aynîleşme" denir. İnsan hayatının bütün kademelerinde, her yer ve her yaşta bu mekanizma faaliyet halindedir.
    Her insanın içinde bulunan ve yalnızca kendisi tarafından bilinen bir iç şahsiyeti  ile yaşadığı çevre ve toplumun istek ve değerlerine göre şekillenen maskeli ya da rol benliği (Ego) yanında, bir de onun tavır ve davranışlarının şekillenmesinde oldukça önemli rolü bulunan ideal benlik ya da erişilmek istenen model kişilik (Süper Ego) bulunmaktadır.
"Her yiğidin gönlünde yatan aslan"'ı ifâde eden ve erişilmek istenen bu hedef benlik, sıradan ve basit bir taklîd duygusu anlamına gelmez. Normal ve bilinen taklîdler saman alevi gibi çabucak sönerek kaybolup gidiverirler. Halbuki benimsemeye ve erişilmeye dayalı duygular, zamanla gelişerek ve yerleşerek "Önce taklîd sonra tahkîk" diyebileceğimiz bir çizgide kişilerin benliğini kuşatır ve böylece fertlerin şahsiyet ve karakter kalıbını örüverirler.2
Çocuklar daha ilk yaşlarından itibaren anne ve babalarını taklîde yönelerek ipek böceğinin kozasını örmesi gibi kişilik ve benliklerini ideal şahsiyet olarak gördükleri ve beğendikleri anne ve babalarının kişiliklerine göre dokumaya başlarlar.
   Erginlik ve gelişme çağındaki gençler ise, yapılarına, anne-babalarına, saplantı derecelerine, okul ve çevre telkînlerine, oldukları eserlere, seyrettikleri dizi ve filmlere, arkadaşlarına göre edebî, kültürel, dînî, ideolojik v.b kendilerine imrendirilen, beğendirilen ve gıbta ettirilen ya da "top model" olarak takdîm edilen çeşitli ideallere göre benimseme gösterebilirler. Bu durum "Kalplerimiz ve ruhlarımızda yaşayan arzuların, kahramanlarımızın şahsında realize edilerek karşımıza çıkmakta olduğu" gerçeğini göstermektedir.
Bilgisayar, televizyon, basın-yayın organları gibi kitle iletişim araçları, bu benimseme ve benimsetme istikâmetini ta'yîn açısından müsbet veya menfî rol oynayabilirler.
   Çocukların pek çoğu hayâl âlemlerini, etkisi altında kaldığı sinema ve televizyon dizilerinin mâceraları ve kahramanları üzerinde kurarlar. Hayran olduklarını taklîd etmek ve her halleriyle kendilerini onlara benzetmek isterler. Her zaman kuvvetli, itibarlı, sevilen ve sayılan şahsiyetleri bütün yönleriyle özümsemek isterler.
    "Kişi sevdikleriyle beraberdir." ve "Kişi sevdikleriyle beraber haşrolunur." Hadîs-i şerîfleri de bu bakımdan değerlendirilebilir. İnsanların sevdiklerinin davranışlarına büründüğü ve onların davranışlarını benimseyerek onlar gibi olduğu bilinen bir gerçektir. "Bir topluluğa kendisini benzetmeye çalışan onlar gibi olur ve onlardan sayılır." Hadisi de her halde bu realiteyi doğrulamaktadır. Modern psikolojide grup dinamiği veya grup psikolojisi denilen bu durum, birbirini seven ve birbirine bağlı olan toplulukların arasında bulunan sevgi bağını ve yakınlığı göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
   Benimseme ve imrenme duygusunun fıtrî ve insânî bir realite olması dikkate alınarak, çocukların ve özellikle gençlerin toplum ve hayal çevrelerine sâhip çıkmak, onlara "yaklaşıldıkça küçülen" modeller yerine, "yaklaşıldıkça büyüyen ve büyüleyen" kâmil şahsiyetleri ideal hedef olarak göstermek, onların tertemiz benzeme duygularını faydalı ve sonuç alınacak hedeflere kanalize etme gerektiği anlaşılmaktadır. Genç nesilleri onulmaz buhranlara sürükleyen, başıboş hedeflere özendirmelerin engellenmesi ve onlara takdîm edilen kahramanların ve örnek şahsiyetlerin olumlu ve yerli kahramanlar olmasına dikkat edilmelidir.

1) Rıza Kardaş, "Türk Millî Eğitiminin amaç ve ilkeleri nedir, ne olmalıdır?"
2) Mahmut Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazzâlî, 

08/05/2014

3D ve 3K



3D ve 3K
İnsan olarak hayatımıza yön ve şekil veren üç temel öğe, düşünce, duygu ve davranışlardır (3D). Yine insan olarak hayatımızı, temelden etkileyen ve dış etkilere açık tutan üç merkez ve menfez de kafa, kalp, karındır (3K). İnsan, gerek birey olarak gerek toplum olarak bu 3D ve 3K’yı, tüm söylem, eylem, etki ve etkilenmelerde belli bir kemal ve istikrar çizgisinde tutabilir, artı-eksi aşırılıklardan  uzak kalabilme beceri ve başarısını gösterebilirse, kemâli ve mutluluğu da yakalamış olacaktır. Bu sebeple dinlerin ve eğitim sistemlerinin öncelikli muhatapları hep bu 3D ve 3K olagelmiştir. Yani bu güç ve hareket odaklarını ve biçimlerini dengede, itidalde, orta noktada tutabilmenin ilkeleri tespit edilmeye ve uygulamaları örneklendirilmeye çalışılmıştır. Böylece olgun ve mu’tedil bireyler,  mutlu toplumlar, topluluklar oluşturulmaya gayret edilmiştir.

Bu açıdan baktığımız zaman Sevgili Peygamberimizin imanda kemal işareti olarak ifade buyurduğu sevgi, nefret, vermek, vermemek  fiillerinin “Allah için” kaydına bağlı olarak uygulanması, gerçekten mü’min hayatının fevkalâde yüksek bir düzeyi ifade etmekte olduğunu ortaya koyacaktır. Hatta bu anlamda, söz konusu bu dört fiili “imanın hakları” veya “gerekleri” olarak da değerlendirmek mümkündür.

Öte yandan bu dört fiilin, “Namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm, sadece âlemlerin rabbi olan Allah içindir2 âyetinde olduğu gibi, diğer amellerin tümünü kapsadığı da düşünülebilir.
Hasbîlik
Düşünce/inanç, duygu ve davranış, insanı ifade ediyor ve eğitimin de ana amacını oluşturuyorsa, bir başka açıdan insan = 3K deniliyorsa, bu anlayışa göre hadisimiz, diplomalı insanın değil, gerçekten eğitilmiş insanın tanımını ortaya koymakta ve tam anlamıyla klasik olduğu kadar aynı zamanda güncel/çağdaş bir mesaj niteliği taşımaktadır. Zira hadisimize göre eğitilmişlikte, iman olgunluğunda en önde gelen gösterge, hesâbilik değil hasbîlik yanı sevip benimsediğini, kin duyup reddettiğini, verdiğini, vermediğini, yapıp ettiğini hep “Allah için ” kaydına bağlı olarak yapmaktır. Nitekim hadiste bu fiiller mutlak olarak, yani herhangi bir nesneye bağlı olmaksızın zikredilmek suretiyle her konuya yönelik yorum kapısı açık bırakılmıştır.
O halde;
Bir kişiyi ya da bir şeyi (nesneyi), o kişiden beklediği bir çıkar/fayda veya o şeye olan zaafından dolayı değil de, bilinçli olarak, şahsı Allah’a olan iman ve kulluğu dolayısıyla; nesneyi Allah’ın emir ve müsaadesi olduğu gerekçesiyle seven kimse, imanda kemalin en köklü ve birinci duygusal göstergesine sahiptir.
Aynı şekilde herhangi bir kişi ya da nesneye, kişisel bir hınç nedeniyle değil de iman değerlerine ters düştüğü için kin besleyen ve buğuz eden kimse de imanda kemalin ikinci duygusal göstergesini elde etmiştir.

Öte yandan, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı ya da herhangi bir beklenti sebebiyle değil, “Biz sizi Allah rızası için yediriyor-içiriyoruz. Sizden herhangi bir karşılık ve teşekkür de beklemiyoruz”3 bilinciyle sadece layık oldukları için seve seve birilerine bir şeyler verenler ile, gördüğü herhangi bir zarar ve kötülük sebebiyle değil, inanç değerlerine göre verilmemesi gerektiği için birilerine bir şeyler vermeyenler de imanda kemalin davranışsal iki temel göstergesine sahip bulunuyorlar demektir.
Böylesi bir “Allah için” özüne, bir başka ifadeyle, hasbîlik seviyesine ulaşamamış duygu ve davranış sahipleri, -iddiaları, sosyal konumları ve unvanları ne olursa olsun, kıvam ve kalite bakımından henüz olgunluk noktasından uzaktırlar.
Kabul etmek gerekir ki, sevmek, nefret etmek, vermek ve vermemek, genelde nefsin istek ve arzularıyla yakından ilgili duygu ve davranışlardır. Bu sebeple de bu fiillerin his ve heveslerden bağımsız olarak sırf Allah’ın emir ve yasakları istikametinde yerine getirilmesi oldukça zordur. İşte bu zorluk nedeniyle bu temel duygu ve davranışları “Allah rızası için” yapabilmek imanda olgunluk göstergesi kabul edilmiş ve mü’minlere kemâl hedefi olarak gösterilmiştir.

İmanı test imkânı
Göstergelerden hareketle imanı ve İslâm’ı değerlendiren hadîs-i şerîf, aslında biz müslümanlara imanımızın olgunluk derecesini test etme imkân ve ölçüsünü vermektedir. Bunun için psikolojik ve sosyolojik bir yaklaşım öngörülmektedir. Zira sevgi ve buğz/kin psikolojik/duygusal iki tavır; vermek ya da vermemek ise tamamen sosyolojik/toplumsal iki davranıştır. Duygusal olarak vermek sevgiye, vermemek kine dayalı tavırlardır. Geçmişte, kimi hadis şârihlerinin, gizli-açık diye iki gruba ayırdıkları bu dört tavrın dördü de aslında ya kişinin istek ve arzusuna (his ve heveslerine) ya da kabul edilmiş iman değerlerine yani “Allah için” kaydına bağlı olarak gerçekleştirilir.
Hadisin takdir ve çağrısı, bu duygu ve davranışların “Allah için” çalıştırılmasına yöneliktir. Böyle olunca her müslüman, kendi iç ve dış dünyasını, iman durumunu, niyet ve eylemlerinin kökenlerine bakarak değerlendirebilir. Yani iman öncelikli mi duygulanıyor ve yaşıyor, nefis ve hevâ öncelikli mi tavır alıyor? Bu soruya verilecek cevaba göre iman olgunluğunun derecesi ve kalitesi ortaya çıkar.
Hadisimizin gösterdiği imanda kemâl zirvesine ulaşabilmek için gerek duygular gerekse davranışlar alanında hareket noktası olarak nefsin payını/etkisini azaltmak öne çıkmaktadır. Nefis, şeytan, dünya ve öteki insanlardan oluşan etki odaklarıyla kuşatılmış olmak, bu işin pek ciddi bir  gayreti gerektirdiğinin açık delilidir. O halde kemâli imanımızda, kaliteyi duygu ve davranışlarımızda aramak ve gerçekleştirmek ana meşgalemiz olmalıdır.

Kemâl önderleri
Gönül dünyası gibi pratik hayatı da iyice karışmış, kirlenmiş, sevgi ve nefret duyguları, dost ve düşmanını seçme yetenekleri pörsümüş ya da hedefinden sapmış kafa ve gönüller; kime neyi, niçin vereceğini veya vermemesi gerektiğini ayırt edemeyen bireyler ve toplumlar, hiç kuşkusuz, her şeyden önce hadisimizde imanda kemâl göstergesi olarak sayılan duygu ve davranışlara sahip olan örnek ve önderlere muhtaçtırlar. Böylesi bir ihtiyacı karşılayacak babayiğitler yani kemâl önderleri ise, sadece kişisel olgunluk mutluluğuna kavuşmakla kalmayacak en köklü önderlik hizmetini sunmuş olmanın hazzına da sahip olacaklar ve takdirle karşılanacaklardır. Çünkü iletişimde bilgi aktarımı kadar, duygu ve davranış aktarımı da önemlidir. Bu sebeple gerçek bahtiyarlık, duygular ve davranışlar anaforunda can simidi, kurtuluş örneği olabilmektir. Kemâl önderliğinin ve hasbiliğin asıl ödülü ise, “Allah onlardan hoşnut, onlar Allah’tan razı”4 âyetinin müjdesiyle ilâhî hoşnutluktur. Ne diyelim, “Çalışanlar böylesi bir sonuç için çalışsın”5 “Yarışacaklar artık bunun için yarışsınlar!”6

 1) Ebû Dâvud, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâme 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438, 440. Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî, hadisi Muaz b. Enes’den takdim-tehirli olarak, “Allah için evlendiren” ziyadesi ve “imanını kemâle erdirmiştir” diye rivayet etmişlerdir. Ayrıca Tirmizi hadis için “hasen” değerlendirmesinde bulunmuştur. 2) el-En’âm (6), 162; 3) el-İnsan (76), 9; 4) el-Beyyine (98), 8; 5) Es-Saffat (37), 61; 6) El-Mutaffifun (83), 26

İnkârdaki Hafiflik ve Mü'min

     
     Enes b. Mâlik radıyallahu anh’ten nakledilen bir hadîs-i şerîf’te Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
Üç esâs/tavır imanın özüyle ilgilidir (aslından kaynaklanır):
-Lâ ilahe illellah (Muhammedü’r-resûlullah) diyen kişiden elini ve dilini uzak tutmak;(büyük de olsa) bir günahtan dolayı onu kâfir saymamak, herhangi bir eylem/amelden ötürü de (hemen) İslâm’dan dışlamamak.
-(Allah yolunda) cihad; Allah’ın, beni elçi olarak gönderdiği günden, bu ümmetin sonunun Deccâl ile savaşacağı güne kadar yürürlüktedir. Ne zâlim bir yöneticinin zulmü ne de âdil bir yöneticinin adâleti onu yürürlükten kaldırmaz.
-Kadere inanmak.”

Günün Gerçeği
Hadiste ifade buyrulan her üç konuda, tarihi süreçte görüldüğü gibi günümüzde de çok ciddî sıkıntıların olduğu ve yanlışların yapıldığı inkar edilemez acı bir gerçektir. Her müslüman için son derece önemli bu üç ilke ve tavır, ne yazık ki hak ettiği dikkat ve titizlikle özümsenip davranışlara yansıtılabilir durumda değildir. Kendi inanç, anlayış ve uygulamasına toz kondurmayan, en küçük bir tenkit yöneltilmesine hoş bakmayan çoğu kişi, öteki dindaşlarına karşı çok cüretkâr ve hoşgörüsüz davranarak onları pek kolay -ya da sorumsuz- şekilde hemen tekfir etmekte, İslâm’dan dışlayıp küfürle suçlayabilmektedir. Öteki müslümanların imanının da en az kendi imanı kadar saygıya ve korunmaya layık olduğunu unutup İslam dışı ilan etmekte herhangi bir sakınca görmemektedir. Üstüne üstlük bir de bu tür davranmayı sıkı ya da koyu Müslümanlık gereği olarak değerlendirip çevrelerinden takdir ve tebrik bekleyenler bile çıkmaktadır.
Öte yandan, içimizdeki kimi cahil ve gafillerin yanında, dışımızdaki kimi kasıtlı kişi ve mihraklar da İslâm’ı ve onun azîz Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’i cihad ilke ve uygulaması dolayısıyla “kılıç dini”, “savaş peygamberi” olmakla itham etmektedirler. Böyle bir ithamın resmi örneğini, Papa 16. Benedik, sergilemiş bulunmaktadır. Kimileri cihad’ın silahlı mücadele anlamından çok, geniş mânasıyla ele alınması gerektiğini söyleyerek -güya- söz konusu suçlamalara cevap vermekte; Müslümanlar arasından kimileri de çıkıp yönetim ve yöneticileri bahâne ederek düşman saldırısına uğrama anında farz-ı ayn, diğer zamanlardafarz-ı kifâye olan cihaddan uzak kalmaya yol aramaktadır. Hatta -geçen yüzyılda Hint alt kıtasında görüldüğü gibi- işgalci güçlere karşı kılıçla cihadı emreden hadislerin uydurma olduğunu söyleyen işbirlikçi ulemaya bile rastlanmaktadır. Gayr-i Müslim ya da egemen çevrelerin tenkit konusu yaptığı  İslâm’a ait hemen her ilke ve uygulamada, meseleyi yaygınlaştırıp yumuşatan ama esasen konjonktürü kollayan eğilimler de ne yazık ki sıkça görülebilmektedir.
Kadere iman konusu ise, müslümanlar arasında başlangıçtan beri küçük bir azınlık tarafından -Kur’an’da yer almadığı gerekçesiyle- karşı çıkılan bir mesele olmuş ve hemen her dönemde ümmet arasında ayrışma sebeplerinin başında yer almıştır.

İnkâr etmedikçe
Lâ ilahe illellah Muhammedü’r-resûlullah diyen, kelime-i tevhidin kapsadığı İslâm hükümlerini benimsediğini açıklayan ve fakat farz olan görev veya görevlerini ihmal edip yerine getirmeyen ya da büyük bir günah işleyen, -söz gelimi, insan öldüren, zina eden- kimse, ihmal ettiği görevlerin farz, işlediği günahların haram olduğunu inkar etmedikçe kesinlikle kâfir sayılmaz. İslâm dinini kabul etmeyen, bâtıl sayan ve dalâlet ehlinden olanlar dışında, müslüman olduğunu söyleyen hiç kimse, temelinde inkar bulunmayan herhangi bir amelinden dolayı kâfir olarak nitelendirilemez, İslâm dışına itilemez. İmanın gereği budur. Hadisimizde bu ilke “elini dilini müslümandan uzak tutmak (el-Keffü ammen kâle lâ ilahe illellah)” diye belirlenmektedir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin görüşü de budur.

Unutulmamalıdır ki din kardeşine, herhangi bir günahını ya da amelini gerekçe edinerek “kâfir demeyi, İslam’dan dışlamayı” helâl sayan kimse, kardeşine yönelttiği küfre bizzat uğrama tehlikesiyle baş başadır. Zira İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullahsallallahu aleyhi ve selem; “Müslüman bir kişi din kardeşine, ‘ey kâfir derse’, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner” buyurmuştur. Yine Resûlullah sallallahu aleyhi ve selem bir başka hadisinde, “Kim bir adamı ‘ey kâfir’ diye çağırır veya ona ‘ey Allah’ın düşmanı’ derse, o adam da böyle değilse, bu söz, söyleyenin kendisine döner” buyurmuş, bu konuda gösterilecek disiplinsizliğin -geri tepmeli silah gibi- ne denli büyük bir tehlike kaynağı olduğunu açıkça duyurmuştur.
Lâ ilahe illellah Muhammedü’r-resûlüllah diyen bir kimseye, büyük bile olsa herhangi bir günahından ya da İslam’a aykırı bir iş ve eyleminden dolayı kâfir demek, müslümanlara karşı el ve diline sahip olma ilke ve öğretisine aykırıdır ve gerçekten büyük bir sorumluluktur. Çünkü müslüman iken kâfir olan kimseye selâm verilmez, selâmı alınmaz. O kimse müslüman bir kadınla evlenemez, evlenmişse boşanması gerekir. Ölürse cenazesi yıkanmaz, namazı kılınmaz, hatta müslüman kabristanına defnedilmez. Bu sebeple herhangi bir müslümana kesinlikle “kâfir”, “Allah düşmanı” denilmemelidir. Asıl güçlü ve olgun iman budur ve takdir edilmesi gerekli tavır da böylesi bir tavırdır.
Esasen Müslümanın temel görevi, “ben müslümanım” diyen bir insanı, inkar söz konusu olmadıkça, herhangi bir ihmal/hata ve günah sebebiyle İslam’dan dışlamak değil, onu kardeşçe ve İslâm âdâbına uygun bir tarzda uyarmak, hata ve günahlarından kurtulmasına vesile olmaya çalışmaktır.

07/05/2014

Esas Mesele İnananlardan Yana Tavır Almak

 

  Kur’an-ı Kerîm çerçevesinde genel bir değerlendirmeye tabi tutuldukları zaman Allah’ın elçileri ve insanlığın hidâyet rehberleri olan peygamberlerin, gerçekten dikkat çekici birtakım nitelik ve özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Meselâ Kur’an-ı Kerim’de anlatılanlar, anlatılmayanlar;Hz. Harun, İbrahim ve İsa aleyhimüsselâm gibi cemâlî, Hz. Nuh ve Musâ aleyhimasselâm gibicelâlî yapıda olanlar; Ulü’l-azm peygamberler, komuta yetkisi olanlar, komuta yetkisi bulunmayanlar, sonuç almış olanlar, alamamış olanlar, hatta öldürülenler, Nuh ve Lutaleyhimesselâm gibi hanımları kendilerine inanmayanlar, kitap sahibi olanlar, olmayanlar … Bu ve benzeri farklılıklara sahip bulunan peygamberlerin hiç şüphesiz ortak oldukları özellikleri de bulunmaktadır. Allah’a kulluk ve Tâğut’tan uzak kalma temel görevleri; “Allah’a karşı saygılı olun ve bana uyun!” çağrıları; “Ben Allah’ın size gönderdiği güvenilir elçisiyim, buna karşı sizden herhangi bir şey de istemiyorum” diye kendilerini takdimleri; nefsin/bireyin terbiyesi, ümmetin/toplumun yönetimi gibi meşguliyet alanları, ilahlık iddiası ve Allah adına yalan söylemek gibi yetkisiz oldukları konular, onların ortak niteliklerinin başında gelir. Peygamberlerin ortak sünnetlerinden ikisi var ki bunlar günümüze gündemimize yönelik muhtevasıyla üzerinde ayrıca durulmaya değer derinlikli bir anlam ve yapıya sahip bulunmaktadır: İnananlardan yana tavır alıp onlara sahip çıkmak ve Muvahhid/inançlı nesiller yetiştirmek..
1. İnananlara sahip çıkmak
Kur’ân-ı Kerîm’den öğrendiğimize göre hemen bütün peygamberler, görev yerleri ve sürelerinde en büyük mukâvemeti/karşı koymayı o toplumların genellikle yönetici/önde gelen kesiminden görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerîm’in “mele’ ” diye tanımladığı bu takım, peygamberlere inanmakta fazla bir problem yaşamayan sade insanları küçük görmüş ve peygamberlerden bu insanları çevrelerinden uzaklaştırmalarını, kendileriyle görüşme ön şartı olarak istemişlerdir. Peygamberler de genel bir uygulama olarak inananlardan yana tavır alıp onlara kol-kanat germişler, müminlerle beraber olmayı tercih etmişlerdir.
Hz. Nuh’un şu sözleri, hem bu tür istekleri hem de peygamberlerin bu istekler karşısında takındıkları tavrı ve inananlardan yana duruşlarının gerekçelerini yansıtmaktadır:
Ey milletim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfâtım ancak Allah’a aittir.
Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhil bir topluluk olarak görüyorum.
Ey milletim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zâlimlerden olurum!1
Öte yandan Peygamber Efendimize de şu talimat verilmiştir:
“Sabah-akşam Rablerine O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua/ibadet edenlerle birlikte ol, bunda sebât et..Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına esir olmuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!2
“Mü’minlere karşı alçak gönüllü ol!”3
“Sana tabi olan mü’minlere merhamet kanadını indir!”4
Tercih sorumluluğu
İnanan insanlara kuşku ile bakan ve onları küçük gören, tabiatıyla kendilerini de o toplumun söz sahipleri diye tanımlayan elitlerin ve egemenlerin hemen her devirde aynı tutum içinde oldukları tarihî ve sosyal bir gerçektir. Bu kaba tutumlarına “çağdaşlık, modernlik” gibi gerekçelerle kılıf uydurmaya çalışmaları ise, egemen ve inançsız sınıfların beyin ve idrak sefâletlerini örtmeye asla yetmemiş ve yetmeyecektir. Özellikle tercih noktalarında hep kendileri gibi düşünen ve yaşayanları öncelemeleri, inananları ise ötelemeye çalışmaları ve kendileri için tehlike odağı görmeleri ne yazık ki günümüzün de en büyük modernlik saplantısı olarak gözükmektedir. Dinî değerleri dışlamak için modernitenin ya da sistemsel kimi ilkelerin gerekçe olarak ileri sürülmesi, inananlara yönelik tarihî tavrın güne yansıyan boyutunu oluşturmaktadır. Geçmişte böylesi ortamlar, peygamberlerin inananlara sahip çıkmaları, onlardan yana tavır koymaları ile düzeltildiği gibi bugün de aynı şekilde, inananların tercih sorumluluklarını inananlardan yana kullanmalarından başka düzelme ve düzeltme yolu olmadığı açıktır.
2. İnançlı Bir Nesil Yetiştirmek
Allah katında büyük cürüm sayılan Allah yolundan insanları (Allah’ın kullarını-müslümanları)alıkoyma girişimlerini (Saddün an sebilillah)5 önlemek için bütün peygamberlerin ve dolayısıyla Peygamber Efendimizin de seçtiği yol, engelleyicilerin toptan helâkini istemek değil; onların soyundan muvahhid / inançlı bir nesil yaratmasını Allah’tan dilemek ve bu uğurda sabırla çalışmak ve gerektiğinde hicreti göze almak olmuştur.
Tâif yolculuğu dönüşünde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, Mekkeli müşriklerin toptan yok edilmeleri dâhil ne isterse yerine getirileceği Cebrâil aleyhisselâm tarafından bildirildiğinde, Efendimizin,
“-Hayır! Ben, Allah’ın, o müşriklerin soyundan, hiçbir şeyi ortak koşmayıp yalnızca Allah’a kulluk edecek  nesiller yaratmasını dilerim”6 diye karşılık vermesi, hem onun insanlığa duyduğu engin şefkatini ve hem de tüm çağlara gerçek çıkış yolunun ne olduğunu göstermekte, hidâyet rehberliğinin gereğini ortaya koymaktadır.
Netice
Bir kere daha vurgulamakta fayda vardır ki, Allah elçileri peygamberlerin, inananlardan yana tavır alıp onlara sahip çıkmak ve inançlı nesiller yetiştirmek diye ifadelendirdiğimiz bu iki ortak sünneti, inananlara her yöre ve her devirde geçerli soylu bir duruş ve problemlere köklü bir çözüm yolu göstermektedir.
Günün, gündemin asıl problemi de bize göre bu iki noktada yoğunlaşmıştır. “Tercih/seçim sorumluluğu ve gelecek kaygısı” ile hareket edilmesi halinde, peygamberlerin izinde bir tavır ortaya konulmuş olacaktır. Bu da toplumun geleceği için umut verici bir bilinç ve gündemi etkileyici sessiz ve soylu bir adım demektir.

 1) Hud , 29-31; 2) el-Kehf , 28; 3) el-Hıcr , 88; 4) eş-Şuara, 215. 5) Konuyla ilgili âyetler için bk. M.F. Abdulbâki, el-Mu’cemü’l-müfehres li elfâzı’l-Kur’anı’l-Kerîm, s.403; 6) Buhârî, Bed’ul-halk 7

06/05/2014

Allah Katında Sevimsiz Üç Grup

     
 İbn Abbas radıyallahu anhumâ’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîf’te Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında müslümanların en sevimsiz olanları (şu) üç gruptur: Harem’de haksızlık yapıp zulüm işleyen  ; İslâm döneminde Câhiliye yaşantısını arayan  ve haksız yere kanını dökmek için masum bir kişinin ısrarla peşini kovalayan .”(Buhari-Diyât:9)

 Harem’de ilhad
Bilindiği gibi haksızlık ve zulüm her yerde haksızlık ve zulümdür. Ama Mekke-i Mükerrem’nin Harem’inde işlenecek bir haksızlık, mekan’dan kaynaklanan artı bir zulüm demektir. Zira harem güvenli bölgedir. Özel hukûkî statüsü vardır. Orada işlenecek bir günah, hem Allah’a isyan hem de Harem’in kendine özgü hürmetine saygısızlık demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “Mescid-i haram’da kim bir zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı bir azaptan tattırırız”2 buyrulmaktadır.

Câhiliye yaşantısını aramak
İslâm öncesi Câhiliye toplumunun yaşayışı, gelenekleri, âdetleri ve ahlâkı demek olan Sünnetü’l-câhiliyye’yi, İslâm döneminde yaşatmaya çalışmak, İslâm toplum yapısına vereceği zarar bakımından fevkalâde büyük bir cinâyettir.
Kimi hadis şârihlerine göre Sünnetül-câhiliyye’den maksat, İslâm’ın terk edilmesini emrettiği uğursuzluk, kehânet, kan davası, yaka-paça yırtarak ölüye ağlamak  gibi söylem ve eylemlerdir. Aslında İslâm dışı her düşünce, söylem ve eylemin müslüman toplumda bir şekilde yer almasına çalışmak, Câhiliye’yi yaşatmak istemektir. Toplumun Kitap ve Sünnet çizgisinden uzaklaşmasını temenni ve temin etmek demektir. Oysa müslümanca hayat, kendi kurallarıyla yaşanan hayattır. Buna karşı alternatif geliştirmek elbette büyük vebâldir. Binaenaleyh çağdaşlık, modernlik, moda vs. gibi birtakım gelip geçici gerekçelerle, geçmişte yaşanmış kimi yanlışları ve sapkınlıkları güncellemeye çalışanlar da aynı durumdadırlar. Yani aynı sevimsizliği paylaşmakta olup aynı tehdidin muhataplarıdırlar.
İslam’ın reddettiği düşünce, duygu ve davranışların tümü, Kitap ve Sünnet’in inşa ettiği müslüman kimliğini zedeleyici unsurlardır.
 Câhiliye denilen İslâm öncesi (ve İslâm dışı) toplumların içinde bulundukları itikâdî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî yanlışlar, İslâm tarafından düzeltilmişken ve İslâm toplumu kurum ve kurallarıyla çalışır hale gelmişken dönüp İslâm dışı eski uygulamaları -veya bunların isim veya şekil değiştirmiş yeni versiyonlarını- yeniden gündeme getirmeyi düşünmek, istemek ve bunun için gayret göstermek, açıkça İslâm’a karşı çıkmak ve müslüman toplum hayatının kendisine özgü aslî çizgisinden uzaklaşmasını istemek demektir. Bu tür bir İslâm dışılığı aramak tam anlamıyla bir geri dönüş ve gerçek kazanımlardan vazgeçmektir. Bir başka ifade ile dînî anlamda tam bir irtica ve irtidat hareketidir. İslâm döneminde böylesi arzu ve tavırlar peşinde olan kimselerin, günahkârların Allah katında en sevimsiz gruplardan olması ise, fâilin, İslâm’ı tanıdıktan sonra böyle bir yola gitme basiretsizliği yüzündendir.
Hiç şüphe yoktur ki Kitap ve Sünnet ile var olan İslâm ümmeti, hayatiyetini yine Sünnet’in yorumuyla Kitap’a bağlı kalmakla sürdürebilir. Bu sebeple İslâm döneminde gerek kadîm gerek modern câhiliye yaşantısı peşinde olmak, -gerekçe ne olursa olsun- gerçekten çok büyük bir cinâyettir. Pek tabidir ki böylesi bir cinayetin fâili de “en sevimsiz”, “gazab-ı ilâhiye en yakın” kimse olacaktır.
Kan davası gütmek
Mekke’nin fethi esnâsında, Harem-i Mekke’ye dahil olan Müzdelife’de câhiliye’den kalma bir meseleden dolayı bir kişinin öldürülmesi olayı üzerine  Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı açıklamayı da dikkate alarak, hadisin üçüncü fıkrasının anlamını şöylece belirleyebiliriz:
Haksız yere adam öldürmek, kan akıtmak için sınır tanımaksızın fırsat kollayıp intikam almaya çalışmak, insanların hayat hakkına yönelik bir tecâvüz olmanın yanında, bitmek-tükenmek bilmez kan davalarının körükleyicisi olacağı için “fiil olarak” ağır bir suçtur. Bu yüzden böylesi bir yola girenler “Allah katında en sevimsiz” gruplardan sayılmışlardır.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz