Enes b. Mâlik radıyallahu anh’ten nakledilen bir hadîs-i şerîf’te Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Üç esâs/tavır imanın özüyle ilgilidir (aslından kaynaklanır):
-Lâ ilahe illellah (Muhammedü’r-resûlullah) diyen kişiden elini ve dilini uzak tutmak;(büyük de olsa) bir günahtan dolayı onu kâfir saymamak, herhangi bir eylem/amelden ötürü de (hemen) İslâm’dan dışlamamak.
-(Allah yolunda) cihad; Allah’ın, beni elçi olarak gönderdiği günden, bu ümmetin sonunun Deccâl ile savaşacağı güne kadar yürürlüktedir. Ne zâlim bir yöneticinin zulmü ne de âdil bir yöneticinin adâleti onu yürürlükten kaldırmaz.
-Kadere inanmak.”
Günün Gerçeği
Hadiste ifade buyrulan her üç konuda, tarihi süreçte görüldüğü gibi günümüzde de çok ciddî sıkıntıların olduğu ve yanlışların yapıldığı inkar edilemez acı bir gerçektir. Her müslüman için son derece önemli bu üç ilke ve tavır, ne yazık ki hak ettiği dikkat ve titizlikle özümsenip davranışlara yansıtılabilir durumda değildir. Kendi inanç, anlayış ve uygulamasına toz kondurmayan, en küçük bir tenkit yöneltilmesine hoş bakmayan çoğu kişi, öteki dindaşlarına karşı çok cüretkâr ve hoşgörüsüz davranarak onları pek kolay -ya da sorumsuz- şekilde hemen tekfir etmekte, İslâm’dan dışlayıp küfürle suçlayabilmektedir. Öteki müslümanların imanının da en az kendi imanı kadar saygıya ve korunmaya layık olduğunu unutup İslam dışı ilan etmekte herhangi bir sakınca görmemektedir. Üstüne üstlük bir de bu tür davranmayı sıkı ya da koyu Müslümanlık gereği olarak değerlendirip çevrelerinden takdir ve tebrik bekleyenler bile çıkmaktadır.
Öte yandan, içimizdeki kimi cahil ve gafillerin yanında, dışımızdaki kimi kasıtlı kişi ve mihraklar da İslâm’ı ve onun azîz Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’i cihad ilke ve uygulaması dolayısıyla “kılıç dini”, “savaş peygamberi” olmakla itham etmektedirler. Böyle bir ithamın resmi örneğini, Papa 16. Benedik, sergilemiş bulunmaktadır. Kimileri cihad’ın silahlı mücadele anlamından çok, geniş mânasıyla ele alınması gerektiğini söyleyerek -güya- söz konusu suçlamalara cevap vermekte; Müslümanlar arasından kimileri de çıkıp yönetim ve yöneticileri bahâne ederek düşman saldırısına uğrama anında farz-ı ayn, diğer zamanlardafarz-ı kifâye olan cihaddan uzak kalmaya yol aramaktadır. Hatta -geçen yüzyılda Hint alt kıtasında görüldüğü gibi- işgalci güçlere karşı kılıçla cihadı emreden hadislerin uydurma olduğunu söyleyen işbirlikçi ulemaya bile rastlanmaktadır. Gayr-i Müslim ya da egemen çevrelerin tenkit konusu yaptığı İslâm’a ait hemen her ilke ve uygulamada, meseleyi yaygınlaştırıp yumuşatan ama esasen konjonktürü kollayan eğilimler de ne yazık ki sıkça görülebilmektedir.
Kadere iman konusu ise, müslümanlar arasında başlangıçtan beri küçük bir azınlık tarafından -Kur’an’da yer almadığı gerekçesiyle- karşı çıkılan bir mesele olmuş ve hemen her dönemde ümmet arasında ayrışma sebeplerinin başında yer almıştır.
İnkâr etmedikçe
Lâ ilahe illellah Muhammedü’r-resûlullah diyen, kelime-i tevhidin kapsadığı İslâm hükümlerini benimsediğini açıklayan ve fakat farz olan görev veya görevlerini ihmal edip yerine getirmeyen ya da büyük bir günah işleyen, -söz gelimi, insan öldüren, zina eden- kimse, ihmal ettiği görevlerin farz, işlediği günahların haram olduğunu inkar etmedikçe kesinlikle kâfir sayılmaz. İslâm dinini kabul etmeyen, bâtıl sayan ve dalâlet ehlinden olanlar dışında, müslüman olduğunu söyleyen hiç kimse, temelinde inkar bulunmayan herhangi bir amelinden dolayı kâfir olarak nitelendirilemez, İslâm dışına itilemez. İmanın gereği budur. Hadisimizde bu ilke “elini dilini müslümandan uzak tutmak (el-Keffü ammen kâle lâ ilahe illellah)” diye belirlenmektedir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin görüşü de budur.
Unutulmamalıdır ki din kardeşine, herhangi bir günahını ya da amelini gerekçe edinerek “kâfir demeyi, İslam’dan dışlamayı” helâl sayan kimse, kardeşine yönelttiği küfre bizzat uğrama tehlikesiyle baş başadır. Zira İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullahsallallahu aleyhi ve selem; “Müslüman bir kişi din kardeşine, ‘ey kâfir derse’, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner” buyurmuştur. Yine Resûlullah sallallahu aleyhi ve selem bir başka hadisinde, “Kim bir adamı ‘ey kâfir’ diye çağırır veya ona ‘ey Allah’ın düşmanı’ derse, o adam da böyle değilse, bu söz, söyleyenin kendisine döner” buyurmuş, bu konuda gösterilecek disiplinsizliğin -geri tepmeli silah gibi- ne denli büyük bir tehlike kaynağı olduğunu açıkça duyurmuştur.
Lâ ilahe illellah Muhammedü’r-resûlüllah diyen bir kimseye, büyük bile olsa herhangi bir günahından ya da İslam’a aykırı bir iş ve eyleminden dolayı kâfir demek, müslümanlara karşı el ve diline sahip olma ilke ve öğretisine aykırıdır ve gerçekten büyük bir sorumluluktur. Çünkü müslüman iken kâfir olan kimseye selâm verilmez, selâmı alınmaz. O kimse müslüman bir kadınla evlenemez, evlenmişse boşanması gerekir. Ölürse cenazesi yıkanmaz, namazı kılınmaz, hatta müslüman kabristanına defnedilmez. Bu sebeple herhangi bir müslümana kesinlikle “kâfir”, “Allah düşmanı” denilmemelidir. Asıl güçlü ve olgun iman budur ve takdir edilmesi gerekli tavır da böylesi bir tavırdır.
Esasen Müslümanın temel görevi, “ben müslümanım” diyen bir insanı, inkar söz konusu olmadıkça, herhangi bir ihmal/hata ve günah sebebiyle İslam’dan dışlamak değil, onu kardeşçe ve İslâm âdâbına uygun bir tarzda uyarmak, hata ve günahlarından kurtulmasına vesile olmaya çalışmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder