11/10/2021

Özlenen İnsan Profili

 


  Müslümanlar'ın yöneticisi, bugünkü ifadesiyle lideri

Hazret-i Ömer (r.a.), gece gündüz tek şey düşünür:

Acaba yönetimimde bir hataya düşer, bir yanlışlığa saparsam durumum ne olur?

Bu endişe kendisini çok fazla meşgul ettiği içindir ki

bir gün çıktığı hutbesinde bunu bir soru halinde halka

sormaktan kendini alamaz ve der ki:

- Yönetiminizde bulunduğum şu sıralarda bir gün

nefsime uyar da dogruyu bırakır, yanlışa saparsam

durum ne olur?

Mesciddekilerin beklemedikleri bu sual ilk anda suskunluğa sebep olur. Kimse ne diyeceğini pek kestiremez.

Ama içlerinden biri ayağa kalkar ve sessizliği bozan sert ikazını şöyle yapar:

-Ey mü'minlerin emiri, der. şayet bir gün nefsine uyar da eğri yola saparsan seni şu kılıçlarımızla doğruya yöneltiriz. Bunu böyle bil.

Herkes bu sert ve açık ikaza mü'minlerin emirinin ne

diyeceğini merakla beklerken, o bir sual daha sorar:

-Yani o kılıcı bana karşı mı kullanacaksınız?

- Hayır, sana karşı değil, senin yanlışına karşı.

Seni yanlıştan doğruya çevirmek için.

Bulunduğu yerde ellerini yukarıya kaldıran halifenin

yaptığı dua kulaklarda yankılanır. Bakın nasıl bir sevinç duygusu ile şükreder.

-Rabbim, bu ne saadet. Ben bir gün kendi nefsime uyar da yanlışa yönelirsem beni ikaz edecek, doğuyu gösterecek bir cemaat, bir topluluk var. Șükrolsun sana, böyle ikazcılarım mevcut olduğundan dolayı.Tarihler, Hazret-i Ömer (r.a.)'in böyle ikaz edilmesinden dolayı rahatsız olup da adamı kapıya attırdığını,

azarladığını yazmıyorlar. Ama bundan memnun olup da

dua ettiğini, böyle ikazcıların bulunmasını, hata yapmasını önleyecek bir subap olarak kabul ettiğini kaydediyorlar.

Demek ki, bugün bizim idealimiz olan demokrasiyi

asırlarca önce Müslümanlar fiilen yaşamışlar. Biz varsak

varsak onların yaşadığı günlük hayata varacak, idealimize ancak öyle kavuşmuş olacağız.Bugünkü demokrasinin kemali, ilk Müslümanlar'ın yaşadığı günlük hayatıdır, desek yanlış olmayacaktır.

a-

21/09/2021

Zayıf Karakterin Kurnazlığı


Kurnazlığın ma'rifet sayıldığı toplumlarda yozlaşma yaygınlaşır ve sonunda kokuşma başlar.

Bir yerde insanlar, meziyet sahibi olanlara değil de gözbağcılara değer verecek kadar gaflete düşerlerse ve bunun sonucu olarak, zulme, haksızlığa ve onursuzluğa karşı çıkacak güç ve cesaret bulamazlarsa, yaptıkları kötülüklerin yanlarına kalacağını sanırlar.


Ülkemizde ve dünyada,basın ve yayın araçları, yanlışı doğru gibi gösterip, halkı istediği gibi yönlendirebiliyorsa, o toplumun üzerine felaket bulutları gelip toplanır. Böyle çirkin bir aldatmacayı gerçekleştirmek isteyenler tarafından, önce o toplum eğitimsiz ve kültürsüz bırakılır,kendilerine istenilen fikir kolayca telkin edilir.


Telkine açık insanlara hem aşağılayıcı muamele yapılır, hem de, bu yapılanlar doğruymuş gibi kendilerine kabul ettirilir. Toplum zıt görüşlere şartlandırılıp gruplar halinde karşı karşıya getirildiği için, yapılan haksızlıklara alkış tutacak bir taraf daima el altında bulundurulabilir. Esasen, insanlar bu kötülükleri fark edemesinler diye zihinleri kültüre ve hür düşüncelere kapalı tutulur.Böyle toplumlara hâkim olanlar, çeşitli azgınlıkları icra ederek her türlü fesadı rahatça çıkarırlar.


Milletimiz ve ümmet üzerinde oynanan oyunlar bağlamında,eli kanlı katiller kendi görevlerini azgın ve pervasızca yapmaya devam edeceklerdir.

Ancak bilmezler ki, Allahu Tealâ heran her yerde, herkesi gözetleyip durmaktadır. Allah'ın "Rakib" ismi,en ufak bir hareketi ve davranışı bile kaçırmadan,sonsuz kudretiyle her şeyi kontrol altında tutmasını ve her eylemi murâkabe etmesini ifade eder.


Hiç kimse sanmasın ki, bu murâkabe boşunadır. Hiç kimse sanmasın ki yaptığı kötülükler yanına kalacaktır. Her yerde hazır ve nâzır olan Allah, kendini akıllı zanneden ve basit kurnazlıkları marifet sayan bu gafiller üzerinde, Kahhar ismiyle tecellî edip onları yok edecek güçtedir. Onların cezalarını hemen görmeyişleri hiç ceza görmeyecekleri mânâsına gelmez.

Kendileri gibi bazı iman fukaraları da, helak olmaya lâyık bu cemiyetlerdeki yozlaşmaya karşı, ilgisizlik ve kayıtsızlık yüzünden, kimsenin bir şey yapamayacağı görüşüne kapılıp kendilerini günahın girdabına, vebalin çukuruna atarlar.

Bunlar mutlaka kahredilecektir. Ancak,insanlığın ne yazık ki, mazlumların yanında -dünyanın neresinde olursa olsun- en hafif bir şekilde bile bu çirkinliklere karşı tavır almayıșı zillettir. Çok acıklı olan bu durum, haysiyetli bir insana, hele iman sahibi gerçek mümine hiç yakışmaz.


Apaçık bir düşman olan şeytanın oyununa gelip, her türlü haksız kazanç sağlamaya imrenmek ve bunları yapanların cezalandırılmayacağını ummak iman zayıflığının işaretidir. Haksız iktisapların yaygın hale gelişine bakarak, bunların hep böyle sürüp gideceğini sanmak nasıl gaflet ise, bu kötü işleri yapan zâlimlerin maddi varlık içinde yüzmelerine özenerek onların yanında yer almak, o kadar dalâlettir.

 

Nereye Gidiyoruz?

 


Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!

                         N.F.

O halde nereye gidiyorsunuz?* Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür.* Özellikle istikâmet üzere olmak isteyenler için.* Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.(Tekvir:26-29)

 

Hz. Nuh (a.s)da, biricik oğluna böyle seslenmişti.  Herkesin malumu olan tufanda, dev dalgaların arasında kurtulmaya çalışan oğlunu uyarmıştı. “Nereye gidiyorsun?”Ama oğul bildiğini okumuştu.

İnsanlık adına bizler barış dolu, sevgi ve saygı dolu, kardeşlik kokan bir dünya kuramadığımız için “nereye gidiyorsunuz?” sorusuna muhatap oluyoruz.
Hiç kimsenin ötekileştirilmediği, sömürülmediği, kulların kullara kul edilmediği, sermayenin belirli ellerin tekelinde olmadığı bir dünyayı oluşturamadığımız için çoğu zaman basit nedenlerle çıkardığımız tartışmalarla bir birimizi kırıyoruz.

Temel hak ve özgürlüklerin, hukukun   üstün tutulduğu, malların, canların, onurların güvence altına alındığı bir hayat için çırpınmadığımız da hep kaybedeceğiz.
Cenabı Hakk’ın istediği hakça bir dünya yolu çizemediğimiz için tabiat tarafından uyarılıyoruz.
Bugün karşı karşıya kaldığımız sel felaketleri, yangınlar,depremlerden ders alamıyoruz.Bütün bu afetlere kendimizce çareler arıyoruz. Bu yer yüzünün neresine gidersek gidelim, her yerde bir uyarıyla karşılaşıyoruz. Tarih boyunca, bu, hep böyle olmuş. Yazılı, sözlü uyarılardan anlamayan, “Nereye gidiyorsunuz?” sorusuna kulak tıkayan  Âdemoğulları olarak bizler, sonunda böylesi elem verici ikazların muhatabı olmuşuz.
Özgür irademiz ve aklımız, vahye kulak verseydi, bu uyarılarla karşı karşıya kalır mıydık? “Nereye gidiyorsunuz?” sorusuna muhatap olmayacak şekilde “dosdoğru yolu” seçebilseydik halimiz böyle mi olurdu acaba?
Allah’ın istediği gibi hakça bir dünya oluşturabilseydik bunlar olmayacak mıydı? Mutlaka “Sünnetullah” adını verdiğimiz tabiat yasaları icra olunacaktı, ama belki insanoğlunun iskân etmediği mekânlarda veya zamanlarda tecelli edecekti bu olaylar. Kim bilir belki binlerce, milyonlarca can kaybı olmadan gelip geçecekti bu doğa olayları.Belki o zaman Allah’ın rahmet ve rahman sıfatları daha bir başka tecelli edecekti.

Biz, kendi ellerimizle bozduk bu dünyayı. Atıklarımızla çöplüğe dönüştürdük,tabiatın dengesini bozduk.Yetmedi  kin, nefret ve çıkar duygularımızla sosyal hayatımızı kâinata düzen veren  yaratıcımızla, kendimizle hatta tabiat ve sosyal çevremizle bir türlü dengeli bir iletişim kuramadık. Bu nedenledir ki, her zaman “Nereye gidiyorsunuz?” uyarısına muhatap olduk, oluyoruz ve olacağız da.

27/01/2021

Yönelişimizdeki Samimiyet

 


   Kâinatta gelişigüzel yaratılmış hiçbir şey yoktur. Herşeyin yaratılmasında bir gaye ve bir hikmet vardır.

Kur'an-ı Kerim'de insanın da başıboş bırakılmış olmadığı haber verilmektedir. Yâni insanın da yapmaya mecbur olduğu kişisel ve sosyal bir takım görevleri vardır. Diğer yaratıklar da böyledir. Onlardan her biri yaratılış gayelerine göre birer görev görmekte ve hiç durmadan bu görevlerini yerine getirmektedirler. Kısaca her şey kendi gayesine doğru durmadan ve dinlenmeden yürümektedir.

 Bu gerçeği yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade buyurmaktadır."...Allah’ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız..."(İsra/44)

İdrak ve bilinçten yoksun kabul edilen diğer yaratıklar böyle olunca insanın nasıl olması gerekir? Aklı ve idraki ile diğer bütün varlıkların üstünde ve bütün kâinatın, kendisine boyun eğecek biçimde yaratılmış bulunan insanın başıboş, sorumsuz ve gayesiz düşünülmesi mümkün müdür? Hiç şüphesiz insanın da aklına ve idrakine göre çok daha önemli görevleri vardır. İnsanı değerli kılan şey de bu görevlerin yerine getirilmesi ile çok yakından ilgilidir.

 Sevgili Peygamberimiz, insanın yapmakla yükümlü bulunduğu görevleri,Allaha ait, kendine ait ve ailevî olmak üzere üç gurupta toplamıştır. Şüphe yokki, bizi yoktan vareden,her türlü tehlikeden koruyan bize rızık ve yaşama zevki veren yüce

Yaratıcımızı bilmek, tanımak ve kendisine karşı taat ve ibadetle kulluğumuzu göstermek bizim için çok önemli bir görevdir.

Esasen diğer görevler de bu inanç ve duygudan beslendikçe olgunluk kazanır. Bir dostumuzun ufak bir hediyesini büyük takdir ve teşekkürlerle karşılama hususunda kendimizde bir mecburiyet duyarken, yüce yaratıcımızın bitmez, tükenmez bunca nimet ve ikramlarına karşı kayıtsız kalmak ve hiç aldırmamak derin bir hissizlik, bir duygusuzluk ve bir nankörlük olmaz mı? Cüretkâr bir tavırla inkara sapmak ise oldukça yakışıksız ve anlamsız bir davranıştır. Hele bir kalbin Allah duygusundan mahrumo olması kadar acı bir yokluk ve yoksulluk düşünülemez.

 Her insan bu meşakkatli hayatta uğradığı türlü zorluklar, sıkıntı ve stresler karşısında sığınacak bir yer, barınacak ve dayanacak bir güç ve kuvvet arar. Böyle bir ihtiyaç ise insanlar için fitridir ve bu doğuştan var olan bir duygudur. Yani bu duygu insanla birlikte onunla beraber yaşar.

 Bilinen bir gerçektir ki Allah'a her duamızda ve Ona her yönelişimizde kalbimizi sıkıştıran etkenler silinmekte ve gönüllerde bir neşe ve rahatlama meydana

gelmektedir. Hiç şüphesiz bu neşe Cenab-ı Mevlânın bize, görevi ifadan sonra bahşettigi lāhuti bir tebessümüdür. Şimdi bundan yoksun olan kimse nereye sığınacak veya nereye başvuracak?

Kısaca söylersek kalbin Allah duygusundan yoksun bulunması

insan için bunaltıcı bir azaptır. Bu bakımdan bizler de kalbimizde

Allahı tanıma ışığını yakmalı ve bu ışığın ibadet ve davranışlarımızla parlamasına ve dışa aksetmesine gayret etmeliyiz.

 

Görevlerimiz arasında bir ayırım yapmadan onları yerine getirmemiz gerekir. Meselâ Allah'a karşı yükümlü bulunduğumuz görevleri yerine getirip diğerlerini ihmal etmek ve tamamiyle ahirete yönelik bir yol tutmak doğru değildir. Bunun aksi de böyledir. Yani büsbütün maddileşmek, yalnız bu dünyaya dönük bir hayata yönelmek, ruhsuz ve egoist bir geçim yolu takip etmesi de dinimizce uygun görülmemektedir.

Dinimiz bizden, yaratıcımıza, kendimize,ailemize,vatandaşlarımıza ve devletimize karşı

borçlu bulunduğumuz görevlerin hepsini eksiksiz olarak yerine getirmemizi istiyor, bize de bunlara uymak ve gereğini yerine getirmek kalıyor. Mutluluğumuz ve saygın bir toplum oluşumuz buna bağlıdır.


03/01/2021

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz

 


Günahın maddi veya manevi kirlilik olarak görülmediği bir çağda yaşadığımızı ne yazık ki itiraf etmek zorundayız.Sadece insan hakkı olarak önümüze konan ve esasen bir günah olan konular dışında "günah”gitgide gündem dışına itilmektedir. Zina bir başlık olmayı yitirmekte ama "tecavüz" yer yer suç olarak anılmaktadr.

İleriki dönemlerde tecavüzün de suç olmaktan çıkabileceğini söylemek herhâlde mübalağa olmayacaktır.

Günah, insan kadar eski ve insan kadar köklüdür. İlk insanlardan itibaren toprak, insanın günahlarına şahittir. Allah'n hidayetini insanlara getiren hükümran peygamberlerin olabildiği dönemlerde günahın yaygınlaşması azalır gibi olmuştur. Medine'de İslam Medeniyeti berrak bir zeminde yükselmeye başlayınca günahlar en azından kapalı alanlara çekilmiş, alenen günah işlenme seyri azalmıştır. Medine İslam Medeniyetinin yükseli şindeki duraklama ile beraber günahların yaygınlaşması da yeniden hız kazanmış, asırlara yayılan uzun zaman içinde yeryüzü cahiliye idrakine yeniden dönmüştiür.

Günümüz açısından günahlarda iki önemli husus, iman eden ve Allah Teâlâ 'nın günahsız bir hayat emrettiğini bilen her isan açısından göze batmaktadır. Bu iki hususun birincisi,günahların gelişen teknolojinin de desteği ile yaygınlaşmas. İkinci husus

da şudur: Günahların yaygınlık kazanması, kişileri aşıp köye,mahalleye mâl olması, neticesinde günahların kamulaşmasını beraberinde getirmiştir. Artık günahlar, kaçak/gizli işle nen suçlar değil, kanunlar himayesine alınmış haklar durumuna gelmiştir. En adi suçu işleyen bir insan bile devletin himayesi altında Allah'a isyan eder olmuştur. Bu vahim süreçte meseleyi sadece insanlık ve ahlak boyutu ile ele alabileceğimiz, halkı Müslüman olmayan ülkelerde durum böyle iken halkının Müslüman olduğu, ezanların okunduğu ülkelerde de, diğer ülkeleri aratmayacak bir kanunla günahı himaye etme vahameti gelişmiştir. Günahlarn en küçüğünden en büyüğüne kadar ayıplık perdeleri bile parçalanmış, günahkâra müdahale suç olmuştur.

Günahların nesillere taşınmamasına karşı birinci derecede sorumluluk taşıyan ailelerin de, elleri kolları bağlıdır. Bir yandan günahsızlığı ve asil ahlakı öğretme ortamının aileden alınması, diğer yandan da ailenin yeni nesle karşı yaptırımının bilhassa belli bir yaştan sonra men edilmesi, yasallaşan günahkarlığın zeminini oluşturmaktadır.

Esasen günah, yani insanı yaratan Allah'a karşı insanın suç işlemesi mantıksızlıktır. İyi kullanılan bir akıl günaha manidir.

Aklın günah üretmede ve günahı yerleştirmede kullanılması ise önümüzde duran çelişkinin adıdır zira, günahın çirkinlik ve mantıksızlıktan başka bir yorumu olmamalıdır.

Allah aklı selim olmayı nasip etsin!

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz