25/12/2018

Helâk Edici Yedi Şey



Helak edici yedi şeyden sakının:

1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;

2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;

3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;

4- Yetim malı yemek;

5- Savaş alanından kaçmak;

6- Faiz yemek;

7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek."( Buharî, Vesaya, 23)


* Şirk: mutlak küfür değil, Allah'a ait olan vasıfları Allah'tan başkasına vermektir. Şirkin, şirket ve ortaklık anlamına gelmesinin sebebi bunun içindir.

* Bir kalpte iki mabud olmaz. Aynı zamanda iki sevgide olmaz. Ya Allah sevilecek, ya da Allah'la beraber başka şeyler sevilerek, şirk akidesi taşınacak.

* En büyük şirk, insanın Allah'tan başkasına ibadet edip, kendisiyle Allah arasına engeller koymasıdır.

* Lokman (a.s)'ın oğluna nasihatinde:

وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”( Lokman, 31/13.) Çünkü şirkte Allah'ın hakkı ve hukuku çiğnenmiş olur, Allah'a ait hakkı başkasına vermektir ki, bu da büyük günahtır.

İşte,  اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ ayeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.

13/06/2018

Kimin Yanında Kiminleyiz



    Allah’ın daveti ve mesajları karşısında insanların duruşları tarih boyunca farklı farklı olmuştur. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmız, kullarını dünya ve âhiretleri itibariyle sürekli “Dârü’s-selâm”a (huzur ve saadet yurduna) davet etmesine rağmen, nefsinin hevâsını putlaştıran insan, bu davet karşısında çoğu zaman duyarsız, donuk, ilgisiz ve hatta tepkili bir tavrın içine girmiştir.  Mü’minler olarak, durduğumuz yerin zaman zaman kâfirler ve kimi zaman da münâfıkların safları olmaması için, bu ilâhî uyarıların bir kez daha hatırlanması, îmanlı gönülleri elbette ciddi bir muhasebeye sevkedecektir.

Dünyevî rahat ve zevkini tedirgin edeceği endişesiyle nice kimseler, ilâhî âyetler karşısında duymamayı tercih ederler. Bu tavır, inkârcıların tavrıdır. Âyet-i kerimede onların bu halleri Nûh aleyhisselâm-’ın dilinden şöyle anlatılır:

“Muhakkak ki ben onlar için mağfiret buyurasın diye kendilerini her ne zaman dâvet etti isem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve libaslarına büründüler ve ısrar ettiler ve böbürleniverdiler.” (Nuh Sûresi 7)

Mekke müşriklerinin Kur’an karşısındaki duruşları da bundan farklı değildi. Onlar da şöyle diyorlardı:
“Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” (Fussilet Sûresi 26)

Kendilerine Allah’ın âyetleri bir uyarı olarak okunduğu zaman ,“şimdi bunun sırası mı?”, “Biz ne konuşuyoruz sen ne diyorsun?” diyerek, ya da beden diliyle yüzünü ekşiterek, göz kaş işâretiyle bu uyarıyı yapanı âdeta alaya alan kimseler, acaba hangi safta durmuş olmaktadırlar?

Kimileri de Allah’ın âyetlerini dinlerler ve fakat gereğini îfâ etmezler. Bu grupta olanlar da çoktur. Rabbimiz bu grubun tipik örneği olarak Yahudilerden bir gruba dikkat çeker:
“Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, «Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin» demiştik. Onlar da,  «Dinledik, isyan ettik»  demişlerdi.”(Bakara Sûresi 93)

Müfessirlerimiz bu âyetin izahında demişlerdir ki: Peygamberlerin yüzüne karşı belki “işittik isyan ettik” dememişlerdir. Fakat “işittik” dedikten sonra o mesajın gereğini yerine getirmemiş, amel, davranış ve halleriyle âdetâ “isyan ettik” demişlerdir. 

Yüce Rabbimiz müminlerin böyle olmamasını istemekte ve kendilerini şöyle uyarmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve (Kur’an’ı) dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin. İşitmedikleri hâlde, «işittik” diyenler gibi de olmayın.
Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl Sûresi, 20-22)

Allâh’ın âyetlerini işittiğini söyleyip de gereğini yerine getirmeme durumu imanla bağdaştırılamayan bir tavır olarak değerlendirilmiştir. Burada çoğu zaman nefsin arzularına karşı Allah’ın tarafını seçememe zaafiyeti söz konusudur. Böyle bir iman sınırı, tehlikeli bir uçurumun kenarında yürümek gibidir. Rabbimiz iman edenlerden daha net bir duruş beklemektedir. Şöyle ki:
“Aralarında hüküm vermek için Allah’a (Kur’an’a) ve Resûlüne davet edildiklerinde, mü’minlerin söyleyeceği söz; ancak, “işittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nur Sûresi 51)

İnsanlar arasında diğer bir grup da ilâhî âyetleri dinler, ne denilmek istendiğini anlar ve fakat menfaatine uygun gelmediği için bile bile keyfine göre yorumlar. Yani kendini âyetlere göre düzelteceği yerde, âyetleri nefsi hesabına tahrif ve tevil eder. 

Rabbimiz bu gruba da Yahudi âlimlerinden misal verir:
“Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden bir kısmı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.” (Bakara Sûresi, 75)

Nefsinin putperesti olmuş bu gibi kimseler, mümin olduklarını söyledikleri halde, böyle bir tavrın içine girebilmektedirler. Tabiri caizse, kendi aklını, daha doğrusu nefsinin hevasını rehber edinip “kitabına uydurarak” bir Müslümanlık yaşamak ister. Böyleleri zamanla kendi yalanlarına kendileri de inanmaya ve hatta bu inançlarını savunmaya başlarlar. Dünya hayatının geçici ve basit bir menfaati uğruna, ebedî hayatlarını cehenneme çeviren bu gibi kimseler de tarih boyunca inananlar arasında sürekli var olagelmiştir.

İlâhî mesajlar karşısında bir grup daha vardır ki, onlar da görüp duydukları halde kör ve sağır rolüne bürünenlerdir. Şu âyetler bu vasıftaki kimseleri anlatır:
“Onlardan sana kulak verenler de vardır. Fakat sağırlara, hele akılları da ermiyorsa, sen mi işittireceksin?” (Yunus Sûresi 42)
“Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da teslimiyet göstermiş kimselere duyurabilirsin.” (Neml Sûresi 80-81)
Elbette buradaki körlük ve sağırlık, zahiri körlük ve sağırlık değil, gönüllerin körlüğü ve sağırlığıdır. Bu hakikate de âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir:
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac Sûresi, 46)

Yüce Rabbimiz Rahmân’ın has kullarının böyle bir durumda olamayacaklarını şöyle beyan eder:
“Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.” (Furkan Sûresi 73)

İşte bütün mesele budur: İlâhî âyetler karşısında kör ve sağır olmamak. Çünkü îman etmek demek, ilâhî mesajlara kulak kesilmek ve onları hayat hâline getirmek için tam bir teslimiyetle itaate yönelmektir:
“Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan (boyun eğip itaat eden), kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tespih edenler inanmış olurlar.” (Secde Sûresi, 15)

Rabbimizin bütün bu hatırlatmalarından sonra, İslâm ümmeti olarak bugün O’nun şu yüce emrini mümin bir gönül, mümin bir göz ve yine mümin bir kulakla bir daha okuyalım:
“Ey İmân edenler!.. İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Mâide Sûresi, 2)

Mümin bir fert, mümin bir cemaat, mümin bir kabile ve mümin bir kavim olduğumuzu söyleye söyleye, bu ilâhî emir karşısında durduğumuz saf, müminlerin safı mıdır? Yoksa kâfirlerin, münafıkların ve yoldan çıkmış ehl-i kitabın safı mıdır?
Yardımlaşmalarımız iyilik ve takvâ mı üretmektedir; yoksa günah ve düşmanlık mı doğurmaktadır?

Hülâsa,  çabamız, gayretimiz ve himmetimiz, yeryüzünün imar ve ıslahına mı hizmet etmektedir; yoksa harâbına ve fesâdına mı sebep olmaktadır? Vicdanda iman ışığı hâlâ var ise herkes kendi gönlünden hakikatin sesini duyacaktır. Elbette önyargı duvarları gönül pusulasını fonksiyonsuz hâle getirmemişse.

07/06/2018

Ne Kazandık Sorusu



    Çağımızda, insanların gönül dünyaları sıkıntı içindedir. Her türlü günahın işlendiği, akla hayale gelmeyen zulümlerin yapıldığı, mazlumların ezildiği, haram ve helal anlayışının yerine kâr putunun hakim olduğu bir zaman diliminde Ramazan Ayına kavuşmak, büyük bir nimet ve bahtiyarlıktır. Çok merhametli ve bağışlaması bol Allah Teâlâ kullarına acımaktadır. Bu yüzden tevbe kapısını açık bırakmış, onları çeşitli kutsal geceler, günler ve aylar lütfetmiştir. 
Ramazan ayı da onlardan biridir. Ramazan ayı, stres, bunalım ve daha nice sıkıntılara karşı bir esenlik ve şifa kapısıdır.
Ramazan ayında oruç tutan mü’min, Allah’a karşı görevini yerine getirmiş olmanın iç huzurunu ve mutluluğunu yaşar. Bu rahatlık ve sevinç onun bütün bedenine, iç ve dış organlarına yansır. 

İktisadî krizlerin altında ezilen insanoğlu, kapitalizmin öncelediği tüketim putunun tuzağına düşmüş ve makine hayatının çarkları arasında sıkışıp kalmıştır. Bu yüzden insanların önemli bir kısmı ruh sağlığını yitirmiştir. Bütün bu gerçekler arasında hayat süren insanların mutsuzluğu doğal hale gelmiştir. İşte böyle bir ortamda Ramazan ayı, imdada yetişmiş, bunalan ve çaresizlikten sıkılan insanlara rahmet kapısın açarak, hanesine buyur etmiştir.

Ramazan ayına kavuşan mü’min, kendine gelmekte, varlık sebebini düşünmekte, Allah Teâlâ ile olan irtibatını güçlendirmekte, ailesine, akrabalarına, topluma ve bütün insanlığa olan sorumluluğunu hatırlamaktadır. Mü’min, Kur’ân’ın indirilmeye başlandığı Ramazan ayında, derin ve engin bir tefekkürün içerisine girer. “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılış hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.”(Âl-i İmrân, 3/190-191) âyetinde beyan buyurulduğu gibi, düşünmeyi yoğunlaştırır, yalvarışını, niyazını ve zikrini artırır. Mü’min özellikle Ramazan ayında “(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik”(Sâd, 38/29) ilahî mesajındaki prensipleri tefekkür eder ve Kur’ân’ın indiriliş gayesini anlamak için yoğun gayret sarf eder. 

Mü’min, bu ayda kendini gözetlemeli, gönül dünyasının derinliklerine uzanmalıdır. Allah’a olan samimiyetini, din yolundaki gayretini, insanlara karşı olan tevazuunu, ihlasını ve yardım severliğini enine boyuna düşünmelidir. Mü’min, devamlı Alalh Teâlâ’nın murâkabesi altında olduğunu düşünmeli, Ramazan ayında bu tefekkürünü daha da yoğunlaştırmalıdır.
Allah Teâlâ, “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen (rakîb) yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”(Kaf, 50/16-17) “Şunu iyi bilin ki, üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır, onlar yapmakta olduklarınızı bilirler.”( İnfitâr, 10-12) âyetlerinde bütün insanların murâkabe edildiğini, hal ve hareketlerinin kontrol edildiğini, hayat nimetinin onlara boşuna lütfedilmediğini açıklamaktadır.
Mü’min , “Sorguya çekilmeden önce kendinizi sorguya çekiniz”( Tirmizî, Kiyâmet, 25) hadisinde belirtilen sorgulama ile hayatını sürdürmelidir. “Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz”( A’râf, 7/6) âyetinde açıkça ifade edildiği gibi, ümmetlere, peygamberlerin yolundan gidip gitmedikleri, peygamberlere de tebliğ vazifelerini yapıp yapmadıkları sorulacaktır.
Mü’min, âyetlerde belirtilen gerçeklere yakînen inanarak muhasebesini yapar. Kendisini öz eleştiriye tabi tutar. İbadetlerini, hakka bağlılığını, insanlara karşı sorumluluklarını sorgular. “Artık insan, kendi kendinin şahididir. İsterse özürlerini sayıp döksün”( Kıyâmet, 75/14-15) âyetinde belirtildiği gibi insan, kendisinin ne ölçüde samimi olup olmadığını bilir.

Ramazan ayını tefekkür, murâkabe ve muhâsebe ayı olarak değerlendiren ve buna göre hareket eden mü’minler hem kazançlı çıkacak hem de ramazanın hakkına vereceklerdir. Unutulmamalıdır ki, buluğ çağından itibaren bize lütfedilen her Ramazan ayı, ömrümüzün en kıymetli anlarıdır. Yetmiş yıllık bir ömrü olan bir kimsenin, 15 yaşında ergenliğe ulaştığı düşünülürse, bu kimseye tayin edilen Ramazan ayının sayısı elli beştir. Her sene bu sayı azalarak devam etmektedir. Hiçbirimiz, ne kadar ömrümüzün ve geriye kaç adet Ramazan ayının kaldığın bilemiyoruz, ama devamlı eksildiğinden şüphemiz yoktur. O halde, her Ramazanı bir başlangıç kabul ederek muhasebe, murâkabe ve tefekkürümüzü yapmalıyız. Allah Teâlâ, bizi kendisini sorgulayanlardan eylesin… 

23/05/2018

Yedi Şeyde Acele Etmek



  Rahmet peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ'ya yakınlaşmak ve ahirete hazırlık yapmak için hayırlarda yarışmaya ve salih amellere koşmaya teşvik etmiştir. Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yedi şeyden önce (salih) amellerde acele edin. Unutturan bir fakirlik, azdıran bir zenginlik, ifsat eden bir hastalık, tüketen bir ihtiyarlık, yokeden bir ölüm, Deccâl -ki o en kötü beklenendir- ya da Kıyamet'i mi bekliyorsunuz? Kıyamet daha kötü ve daha acıdır." 
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in, "Yedi şeyden önce amellerde acele edin" kavlinin anlamı, "Fitneler ortaya çıkmadan önce erken davranarak salih amellerle meşgul olun ve onlara özen gösterin" demektir. 
"Unutturan bir fakirlik mi bekliyorsunuz?" kavlinin anlamı; mükelleflerin, dinleriyle ilgili konulardaki ihmalini kınamadır ve şu demektir: "Allah'a ne zaman ibadet edeceksiniz ve salih amel işleyeceksiniz? Çünkü siz şimdi, meşgul edici etkenlerin azlığına ve bedenin kuvvetli olmasına rağmen Allah'a ibadet etmezseniz, meşgul edici etkenlerin çokluğunda ve bedenin zayıflığında O'na nasıl ibadet edeceksiniz? Sizden biri, kendi derdiyle meşgul olmayı gerektirecek, herşeyi unutturan bir fakirlik mi bekliyor? Şüphesiz fakirlikte o, şaşkına döner ve kendisine rızık endişesi hakim olur. Bunun sonucu da, ibadeti ancak huzursuz ve kafası karışık bir şekilde yapabilir."

"Azdıran bir zenginlik", azgınlığa düşüren bir zenginlik anlamındadır. Azgınlık ise, herşeyde haddi aşmadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Sakın! Çünkü insan gerçekten azar; kendisini müstağni gördü diye.) (96/el-Alak/6-7)

Mal; hakkını yerine getirmezse, Allah'ın ondaki hakkını bilmez ve her hak sahibine hakkını vermezse, sahibi için bir fitnedir. Zenginlik, çoğu zaman sahibini cehenneme götüren bir köprü olur. Bu; kazancının haramdan olması, malını şehvetlere ve haram zevklere harcaması, malının onu ibadetten ve taattan alıkoyması, ahiretten yüz çevirerek bütün vaktini para kazanmaya vermesi ya da malıyla ilgili üzerindeki hakları yerine getirmekte cimri davranması nedeniyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Malları da, evlatları da imrendirmesin seni. Allah, onları dünyada bunlar sebebiyle ancak bir azaba çarptırmayı ve canlarının kafir oldukları halde güçlükle çıkmasını ister.) (9/et-Tevbe/85) Ve şöyle buyurur: (Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler, onu haklarında hayırlı sanmasınlar. Bilakis o, onlar için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey, Kıyamet günü boyunlarına (ateşten) bir halka olarak geçirilecektir.) (3/Âl-i Imrân/180) Hadis-i şerifte ise şu zikredilir: "Allah'ın kendisine mal verip de zekatını vermeyen kimsenin malı, Kıyamet günü kel bir yılan şekline sokulur ve boynuna dolanır. Sonra onu avurtlarından yakalayarak, "Ben senin malınım, ben senin hazinenim" der."

"İfsat eden bir hastalık" ise; ya şiddetinden dolayı bedeni ifsat eden, ya hastalık sonucu oluşan tembellik dolayısıyla dinini ifsat eden, ya da aklı ifsat edendir. Bunun sonucu ibadetten lezzet alamaz ve sevaba erişecek şekilde tâat yapamaz.
"Tüketen bir ihtiyarlık"; bunaklığa, sayıklamaya ve akıl karışıklığına yol açar. Ya ihtiyarlık ya da ihtiyarlığın getirdiği hastalık nedeniyle aklını kaybeder ve bunar. Bu durum, Allah korusun, başına gelen için ibadetten alıkoyucu bir engeldir.

"Yok eden ölüm", aniden gelen ve çabucak gerçekleşen ölümdür. Kişi, günahlarından tevbe etmeye fırsat bulamaz. Rabbinin huzuruna suçlu bir kul olarak gider. Allah onun için acı verici bir azap ve büyük bir utanç hazırlamıştır. Vacip ya da müstehap bir vasiyet yazmaya fırsat bulamaz. Hayır kazanması için eceli geciktirilmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Onların her birine ölüm geldiğinde; "Rabbim! Beni döndürün!" der. "Belki geride bıraktıklarımla salih amel işlerim." Asla! Bu, onun söylemiş olduğu bir sözden ibarettir. Onların önünde de, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.) (23/el-Mü'minûn/99)

"Deccal ki, o en kötü beklenendir", "Deccal'in çıkışı beklenir" anlamındadır. Deccal'in çıkışı, insanlar yaratıldığından beri ve Kıyamet'e kadarki en büyük fitnedir. Deccal'in fitnesinden daha büyük fitne yoktur. Deccal, sağ gözü kör bir ademoğludur. Kendisinin, Alemlerin Rabbi olduğunu öne sürer. Bir imtihan ve musibet olarak Allah, onun eliyle olağan dışı bir takım olaylar gerçekleştirir. Deccal; gökyüzüne "Yağmur yağdır" der ve gökyüzü yağmur yağdırır. Yeryüzüne "Bitki çıkar" der ve yeryüzü bitki çıkarır. Toprağa "Hazinelerini çıkar" der ve toprak hazinelerini çıkarır. Allah'ın izniyle, anadan doğma kör insanı ve alaca hastalığına yakalananı iyi eder. Yine Allah'ın izniyle ölüyü diriltir. Yiyecekler onun yanında toplanır. Mü^minlerin ise, Allah'ı tesbih etmekten ve O'na hamdetmekten başka yiyecek ve içecekleri yoktur. Bu onlar için, yiyecek ve içecek yerine geçer. Bütün münafıklar Deccal'e tabi olur. Kendisine tabi olanların çoğu Yahudiler, zina çocukları, dünyaya ve dünya süsüne düşkünlükleri nedeniyle kadınlar ve değersiz insanlardır. Sonra İsa aleyhisselam, Lud Kapısı'nda onu öldürür.

"Kıyamet daha kötü ve daha acıdır" kavline gelince; "İnsanın dünyada karşılaştığı bütün felaketlerden daha acıdır" anlamındadır. Salih amellerle hazırlık yapmamışsa, Kıyamet koptuğunda bu onun için çok kötü ve ağır olur. O günün korkusundan kuşlar kursaklarındakini atar ve vahşi hayvanlar bir araya toplanır. (Onu göreceğin gün, bütün emzikliler emzirdiklerini unuturlar. Her hamile (karnındaki) yükünü bırakır. Sen insanları sarhoş görürsün. Halbuki onlar sarhoş değildir. Fakat Allah'ın azabı pek şiddetlidir.) (22/el-Hacc/2) Ölüm, küçük kıyamettir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: "Kişi ölünce kıyameti kopar."

21/05/2018

Birlikte Olmanın Bereketi



   Allah azze ve celle’nin yarattıkları üzerindeki kuralı,  aralarında ülfet ve birliktelik olmadan doğru-dürüst yaşayamayacakları şeklinde gerçekleşmiştir. İslam, yaratılışa uygun olan dindir. İnsanlar arasında yakınlık ve samimiyet kurulması için onları birbirleriyle tanışmaya yönlendirmiştir. 
(Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz O’ndan en çok korkanınızdır.) (49/el-Hucurât/13) 
İnsanlarla tanışma ve onların arasına karışma eğilimi, cemaatle yaşamaya ve düzenliliğe yönlendiren İslami direktiflerde de varolan köklü bir eğilimdir.

Birliktelikte; nefisler istikrara kavuşur, bilgiler doğru olur, kültürel faaliyetler yaygınlaşır ve faziletli bir şekilde medenileşme hareketi zirveye ulaşır. Allah’a basiret ile ibadet edilir. Din yolu açıkça ortaya çıkar. İyilik artar ve hile azalır. İslam’ın birlikteliği tercih etmesi O’nun birçok âdâbında ve hükmünde kendini gösterir. 

İnsandan istenilen en şerefli şeylerden biri olan ibadet bir manastıra çekilmek ve bir hücreye kapanmak değildir. Cemaatle namaz niçin konulmuştur? Cuma namazları kimlere farz kılınmıştır? Bayram namazları, istiska (yağmur isteme) ve cenaze namazlarındaki hikmet nedir? Sevinç ve mutluluk anlarında, korku ve şiddet vakitlerinde, bayramlarda ve başsağlığı dilemelerde, hasta ziyaretlerinde ve cenaze törenlerinde bir araya gelmenin hikmeti nedir? Şayet ümmet mensuplarının ilişkileri sağlam olmazsa, kardeşlik ve cemaat hukuku korunmazsa bütün bunlar asla gereği gibi yerine gelmez!

Birlikteliği korumak için İslam’da birtakım hükümler ve edep kuralları belirlenmiştir. Selam vermek ve selamı yaymak bunlardan biridir. Selamı almak vacip kılınmıştır. Tokalaşma, gülümseme ve güleryüzlülük de bu kurallardandır. Sevginin açıkça gösterilmesi emredilmiştir. Mü’minler, karşılıklı hediyeleşmeye; akrabalara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara iyilik yapmaya teşvik edilmiştir. İçki, kumar, sahtekarlık, küskünlük ve haddi aşan tartışma gibi çekişmeye yol açacak sebepler, kin ve düşmanlık yaratacak unsurlar ve ilişkileri koparmaya götüren etkenler haram kılınmıştır.

Bazı değerli insanlar zamanın bozukluğunu, sapıklık yollarının çokluğunu ve kötülüğe davet edenlerin çalışmalarını mazeret olarak öne sürebilir. Onlar bilmezler mi ki; geri çekilmek, sapıklığın saldırılarını daha da artırır ve toplumun içinde bulunduğu karanlık daha da genişler. Niçin sapıklara, heva ve heves sahiplerine karşı koymaya yönelmezler. Toplulukla el ele veren ve kardeşlerinin gücüne güç katan, hayırdan payına düşeni yerine getirmiştir.
İnsanlardan uzak durmak kişiyi başkalarının namusuna dil uzatmaktan, dedikodu ve laf taşımaktan, insanları hoşlanmadığı lakaplarla çağırmaktan ve kişinin yapısının kötülüklerle bozulmasından kurtarsa da salih insanların arasına karışmak bütün bu kusurlardan kişiyi zaten alıkoyar. Nasihatin bir yerde faydası olmazsa diğer bir yerde faydası olur. Yönlendirme bir an yararlı olmazsa başka bir an yararlı olu. Görev tebliğ etmektir. Hidayet ise Allah’ın elindedir; fakat Allah bir kısmınızı diğer bir kısmınız ile imtihan eder.

Birliktelik ve cemaat ile kastedilen, bütün vakti toplantılarda geçirmek değildir. Gerçekte her insanın kendi özel işini görmek için ya da nafile ibadet için nefsiyle başbaşa kalacağı vakitlere ihtiyacı vardır. 
Ömer radıyallahu anh, bu gibi durumları gözönünde bulundurarak şöyle der: “Uzletten (insanlardan uzak durarak yalnız kalmaktan) nasibinizi alın!” Doğrusu, müslümanın vaktini güzel bir birliktelik ve yararlı bir yalnızlık arasında pay etmesidir. Böylece iki durumdan da kendisine yarayacak şeyler çıkarır. Birliktelikte müslüman; doğruluk, dürüstlük ve vefa sahibi insanlardan, aralarında yaşayacağı arkadaşlar seçer. O arkadaşlar rahatlık anında bir süs ve sıkıntı anında bir hazırlıktır. 
Hikmetli bir sözde şöyle söylenir: “Kendisine kardeşler aramayan insanların en acizlerindendir. Ondan daha acizi ise, o kardeşleri elde edip daha sonra sevgilerini kaybedendir. Kendisi için güzeli seçebilen kişi ancak başkası için güzeli seçebilir.” Ali radıyallahu anh şöyle der: “Arkadaşlığın şartı hatayı bağışlama, sosyal yaşamda hoşgörü ve darlıkta tesellidir.”

Arkadaşların, ilişkilerinde yapması gereken doğal davranmak ve yapmacıklıktan uzak durmaktır. Davranışlarda kolaylığı yaymak, zor durumlardan ve çirkin iki yüzlülükten uzak durmak bağları kuvvetlendirir ve sevgiyi çeker.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz