12/04/2018

Kırılan Tabak




      Peygamber Efendimiz eşleri arasında adaletli davranrdı. Halbuki
Ahzáb sûresinin 51 àyeti, sadece ona mahsus olmak üzere, eşlerin-
den dilediğinin yanında kalma serbestliği getirmişti. Fakat o böyle bir
şey yapacağı zaman bile, yanında kalacağı eşinden izin isteyerek onun
gönlünü alırdı. Zira eşlerinin mutlu olmalarına, kendisine gücenme
melerine önem verirdi.
Yine bir gece Kainatın Efendisi Hz. Aişe'nin odasında kalacaktı.
Safiye validemiz Peygamber Efendimize bir kap yemek gönderdi.
Hz. Aişe hizmetçinin elinde yemek tabağını görünce kıskançlık
duygusunun tesiriyle birden öfkelendi. Hizmetçinin eline vurarak ye
meği yere döktü. Tabak da tuzla buz oldu. O anda başını kaldrıp da
Peygamber Efendimizin yüzüne bakınca, orada öfke bulutlarrının ka
barmakta olduğunu görünce yaptığına bin pişman oldu.
Heyecandan titreyen bir sesle “Bugün bana fena bir söz söylemesinden 
Allah'ın Resúlü'ne sığınırım “dedi.

Kainatin Efendisi hiçbir şey söylemeden yerinden kalktı. Tabağın
kırıklarını ve yere dökülen yemekleri toplamaya başladı.
Hz. Aişe tekrar boyun büktü. Yaptığı hatayı nasıl bağışlatabilece
ğini sordu. O zaman Peygamberler Sultanı, bir köşede heyecan ve
üzüntüyle beklemekte olan hizmetçiye kırdığı tabağın aynını vererek
göndermesini söyledi.
Efendimiz’ in şu can sıkıcı olay karşısındaki zarif ve nåzik tavrına
baknız. Eşine niçin böyle yaptığını bağıra çağıra sormuyor.
Haksız yere tabak kıranın gönlünü kırmak caizdir, diye düşünmü
yor. Bu kıskançlık gösterisini beğenmediğini yüz hatlarıyla ifade et
mekle yetiniyor. Hatta kırılan tabak parçalarını toplamak suretiyle bu
kıskanç davranışı sessizce protesto ediyor.
Ya Aişe annemiz? Bir an için hakim olamadığı kaskançlık duygusu
sebebiyle yaptığı hatayı sürdürmüyor. Bir köşeye çekilip somurtmuyor.
Peygamberler Sultanı'nın mübarek yüzünde dalgalanan öfke şimşekle
ri onu hemen kendine getiriyor.

Allah'ın sevgilisini manasız bir duygu uğruna üzmenin ne
yanlış olduğunu anladığı için "Bugün bana fena bir söz söylemesin
den Allah'in Resúlü'ne sığınırım" diyerek pek zarif bir eda ile özür
diliyor. Bununla da kalmıyor. Yaptığı haksızlığı bağışlatmanın yollarını
sorup öğreniyor ve hemen gerekeni yapıyor.
Kur'an-ı Kerim'de buyurulduğu gibi, Resûlullah’ın davranışında
bizim için bitip tükenmeyen ömekler vardır. Onun aile hayatını örnek alan
kimseler, dünyada mutlu yaşadıkları gibi ahiret saadetini de
elde ederler.

O Yolun Biz Neresindeyiz?



      Milyarlarca insan bizden önce geldi, yaşadı, gitti. Kimileri gözü
nü dört açarak çevresine dikkatle bakındı, gördüğu nur kaynağına
koştu, ona dört elle sarıldı, hayatını onunla aydınlattı ve ebedi yol
culuğa çıkarken, o kaynaktan aldığı ışıkla birlikte gitti. Kimi gözler
o çevresindeki nur kaynağını göremedi. Dünyanın bomboş ve kap-
karanlık bir yer olduğunu düşündü karanlıkta yaşadı, giderken de o
karanlığı götürdü.


Dünyanın gördüğü son nur kaynağı Resül-i Ekrem Efendimiz’ di.
Kainatın Rabbi ahir zaman ümmetine o nuru gösterdi. Ona koşmala
rını, onun getirdiği kitaba sarılmalarını emretti.Sevgili Peygamberi’ni kendilerine örnek almalarını, onun izince gitmelerini tavsiye etti.

Allah'ın huzuruna çıkmayı umanlar, ahiret gününe inananlar ve
Allah'ı çok çok ananlar için Resûlullah'ın güzel bir örnek oldu
ğunu söyledi (Ahab 33/21) Gönülleri ayna gibi saf ve berrak olanlar hemen ona koştular. Ellerine sarılıp, bizi de kendi yoluna götür dediler. Resülullah'ı tanıyınca hayatın gerçek manasını öğrendiler. Nereden gelip nereye gittiklerinin farkına vardılar. Onu tanımanın bahtiyarlığını yaşadılar. Onu kendilerine tanıtan Allah'a hesapsız şükürler ettiler.



Dünya pek cok peygamber, pek çok ümmet gördü ama Resülü
Ekrem'in ashabı gibi, peygamberini derin muhabbetle seven, her
buyruğuna baş üstüne diyen, dur dediği yerde durup öl dediği yerde
ölen, hatta onun yolundaki ölüme düğün, bayrama gider gibi iman abideleri görmedi. Söz gelimi Beni İsrail "hiçbir kimseye verilmemiş nimetlere mazhar olmuşlardı."


Peygamberleri onları mukaddes topraklara girmek üzere savaşa
davet ettiği zaman, "Ey Mûsa! Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz
burada oturacağız" Mide 5/24) diyerek peygamberlerini yapayal
nız bırakmışlardı. Halbuki Resül-i Ekrem Bedir Gazvesi'ne giderken 
ashab-ı kiram'ın görüşlerini almak istediği zaman, ensar-ı kirâm dediğimiz Medineli Müslümanlar adına söz alan Sa'd İbni Muaz ayağa kalkarak şöyle demişti:

"Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik.Bize getirdiğin dinin
hak olduğunu bütün varlığımızla kabul ettik. Seni dinleyip itaat
etmek üzere sana söz verdik. Ya Resulallah! Nasıl uygun görür
sen öyle yap. Biz seninle birlikteyiz. Seni hak din ile ve Kuran-ı
Kerim ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız.


Ashab-ı kiramın Resülullah’a itaatinin ve derin muhabbetinin
örnekleri saymakla bitmez. Ebû Esma eş-Şâmi Resül-i Ekrem’in
yanına elçi olarak gelmişti. İslam'ın ana konularını, kendilerini temsi
len geldiği kabilesine iletmesi gereken bazı esasları öğrendikten sonra Resül- i Kibriya'nın mübarek elini tutarak ona biat etti. Peygamber elini tutmanın derin hazzıyla sarsılan Ebù Esma, o mübarek elin bereketini ve sıcaklığını her zaman hissetmek düşüncesiyle olmalı ki, ogünden sonra kimseyle tokalaşmayacağina dair kendine söz verdi ve ölene kadar bir daha kimsenin eline dokunmadı.( İbn Hacer, el İsabeVI, 14)

Rüyasında ezanın sözleri kendisine bildirildiği için sáhibu'l-ezàn"
diye meşhur olan Abdullah İbni Zeyd hazretlei Resulullah’dan ayrı
kalmaya dayanamayan sahâbilerden biriydi. Bir çok sahabi gibi o da 
Resül-i Muhterem Efendimiz’ in ahirette yüce makamlara erişeceğini,bu sebeple onu bir daha göremeyeceğini düşünerek tedirgin oluyordu.


Allah'a ve Resûlu'ne itaat edenlerin peygamberler, sıddıklar
ve iyi kimselerle beraber olacağını (Nisa 4/69) müjdeleyen

âyet nazil olunca pek sevindi. İşte bu âşık sahabi Peygamberi Zişan
Efendirmiz’ in vefat ettiğini duyunca öyle bir üzüntüye kapıldıki
"Allah'ım gözlerimin núrunu al da Resûlullah ‘dan sonra kimse
yi görmeyeyim!" diye dua etti.

Ashab-ı kirám Allah’ ın Resülü'ne işte böylesine âşık, onun yolu
na böylesine bağlıydı. Onun Resülullah olduğundan şüpheleri yoktu.


Şüphe etmedikleri bir şey daha vardı: Bir adam Resûlullah'a gerçek
ten inanıyorsa, onun dedigi gibi olmak, onun emrettiğini yapmak
bütün varlığı ile ona bağlanmak zorundaydı.
Onlar da işte öyle yaptlar. Tarihin bir benzerini görmediği bağlı
lık ömekleri verdiler. "Şu yiyecek, bu içecek haramdır" demişse, ona 
el sürmediler. "Şu iş sevaptır, bu hareket Allah'ın rızasına uygundur" buyurmuşsa, o sevabı kazanmak ve Allah’ın rızasını elde etmek için ellerinden geleni yaptılar. Peygamber'in istediği, beğendigi adam olmak için canlarını ve mallarını ortaya koydular.

Yeniden Dirildiler
Ashabı kirám'n seçkin bir nesil olduğunda şüphe yok.
Onlar seçkin birer insan oldukları için mi Resûlullah‘a
bağlandlar, yoksa Resûlullah'a böylesine bağlandıkları için mi
seckin birer insan oldular?

11/04/2018

Belâlar Bizden Uzak Olsun



       Bela ve musibetleri üc gurupta değerlendirmek gerekir
1) İnsan iradesinin söz konusu olmadığı belalar ve musibetler (dep-
remler, engelli olarak doğmak gibi)
2) İnsan iradesinin kısmen söz konusu olduğu belalar ve musibetler
(kismen kabahatli olduğumuz trafik kazaları gibi)
3) İnsan iradesinin söz konusu olduğu belalar ve musibetler (alkollü
araç kullanarak sebebiyet verilen kazalar, dikkatsizlik ve tedbirsiz-
lik sonucu maruz kalınan hastalıklar gibi).


Allah'ın ilmine bakan boyutuyla bunların hepsi kader olmakla birlikte,
ilki ve belli oranda ikincisi terim anlamıyla da kaderdir. Bu çeşit bela ve
musibetler sabretmek şartıyla günahlara keffaret olduğu gibi, Allah katında
daha yüksek derece almaya da vesiledir. Sonuncusu ise insanların hatasın-
dan kaynaklandığı için, ilahi ilim açısından kaderin dışında olmamakla be-
raber insanlar bundan sorumludur. Mümine düşen her çeşit bela ve musi
betlerden Allah'a siğinmak, fakat eğer bunlara maruz kalınırsa sabretmek ve kadere inanarak teselli bulmaktır. 

Şunu unutmamak gerekir ki Allah sonsuz rahmet ve inayet sahibidir. Dolayısıyla musibete maruz kalan bir kimseyi, sabretmesi şartıyla büyük mükáfatlara nail kılacaktır. Ayrıca Allah insanları
imtihan ettiği için, dilerse birtakım bela ve musibetler verebilir. İnsanlar bu
durumda kulluklarının gerektirdiği tutum içinde olmalıdırlar.
Bir diğer açıdan bakıldığında ise yaşanan sıkıntılar bizi olgunlaştırır ve
kişiliğimize derinlik katar.
Belki de Yunus'un, derdi olmayanları meclisinde
görmek istemeyişi bu yüzdendir:

Erenlerin sohbeti artırır marifeti
Bi derdleri sohbetten ,her dem süresim gelir

Hidayet'in Verdiği Huzur



          Hidayet, Allah'in kitap ve Peygamberleri vasitasıyla insanlara doğru
yolu göstermesi ve onların bu yola ulaştırması demektir. Allah kendisini bu vasfindan dolayı hâdi (hidayet veren) olarak nitelendirmiştir

Dolayisıyla "hidáyetin Allah'tan olması", Allah'ın indirdiği kitaplar ve
gonderdiği Peygamberlerle doğru yolu açıklaması ve kulun bu hususta olumlu irade göstermesi karşısında onun kalbinde imanı halk etmesi/yaratmasıdır.

Dalalet ise hidayet kavramının ziddı olup, bilerek veya bilmeyerek
doğru yoldan sapmak demektir. Dalálet kavramının içeriğinde biri sapma, diğeri saptırma olmak üzere iki anlam bulunmaktadır. Kur'an'da, Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmamak (Visá 4/136, Allah'a şirk koşmak (Nisá, 4/116), zulüm yapmak (Lokman, 31/11) gibi davranışlar sapma olarak ifade edilmiştir.

Saptırma terimine gelince, Kur'an bunu da kişinin kendi kendisini saptırması (Bakara, 2/108) ve Allah'ın kullarını saptırması olmak üzere iki şekilde vasıflandırmıştır. "Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır " (Bakara, 2/26), "Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü İslam'a açar ve her kimi de saptırmayı dilerse onun göğsünü daraltır" (Enâm, 6/125)

Allah'ın insanları saptırması, kendi tercihleri olan sapkınlık arzularının gerçekleşmesine izin vermesidir. Dolayısıyla insanların dalaletinde Allah'ın herhangi bir zorlama ve baskısı yoktur. Çünkü Allah, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Hidayet ve dalaletten her biri kulların seçimiyle takdir edilip kazanılmıştır.
Yunus der ki;

Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki Hak'kı göre
Er odur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil

08/04/2018

Acizliğin Suçlusunu Aramak



        İçinde yaşadığımız yüzyıl,
madde perestlik temelinde çoktan anlaşma sağlamış
Batı kültürünün yapmacık metod farkları yüzünden
çekişen ikiz yavruları arasındaki tuhaf
bir kavganın arenasıdır. Çağımız insanının, bu
kavgayı, sanki köklü bir bağdaşmazlığa
dayanırmış gibi, ciddiye alması ve eğri dünya görüşlü kültürün
yoğun tedirginliğin giderilmesini, menfaat bölüşümünde arslan payı
almaktan başka hiç bir dâvası olmayan taraflardan ya birinin veya
öbürünün kesin zaferinden beklemesi, kurtuluşu geciktiren acı bir yanılma noktasıdır.

Uzun yüzyıllardan beri kurtarıcı yolun bilgi-
sinden mahrum tutulmuş olan dünya yığınlarının
bu sahtekâr kavga karşısında bocalaması, eğriliğin
ana kaynağını teşhis ederek iki yüzlü sözde
kurtarıcıların aynı nefretle kaşılarına dikilme
mesi, bir dereceye kadar mazur görülebilir.Fa
kat aralarında çatışır görünseler bile, küfürden
yana olanların aslında "tek bir millet olduğunu”
hem Allah Resul'ünün (Salât ve selam üzerine
olsun) dilinden ve hem de insanlık tarihi ile
yaşıt olan acı tecrübelerinden iyice öğrenmiş ol
ması gereken müslümanların aynı teşhis hata
sına düşmeleri, anlaşılır ve bağışlanır bir ku
sur değildir.

Buna göre günümüzdeki dağınıklık ve za-
vallılığımızın asıl sorumlusu, düşman ideolojiler
değil, onları özümüze yabancı ve aykırı bileme
miş olan kendi çarpık bakış açımızdır. Dünyaya
bakışımızın temelinde yatan bu yanlış görüşü-
müz yüzünden yüzyıllardır bir türlü iki ayak üze
rine doğrulamayışımızın kabahatini, sadece din
düşmanlarımıza yükleyegelmişizdir. Sanki bizim
hiç bir eksiğimiz yokmuş ve sanki şu ya da bu
düşman girişiminin üzerimizdeki başarısı, yapı
mızda çöreklenmiş köklü bozukluklar yüzünden
değilmiş gibi her zaman kusuru sırtına yükleye-
cek yabancı bir “abalı” aramışızdır.

“Falan ırkın ajanları aramıza fesat sokma-
saydı; şimdi kaya gibi sapasağlamdık”; “filán
ideolojinin militanları, sürekli olarak özümüzü
kemirip durmasaydı, bu gün bu hale düşmezdik”
tarzındaki ucuz bahaneler, peki, bütün bunlara
fırsat ve cesaret veren, bizim öz zaafımız
değil mi?, sorusuna karşılık vermekte güçlük çekeceği
gibi üstelik bu feryadlar, yüzdeyüz haklı olduk
ları zaman bile çöküntümüzün içe-dönük sebeplerini
araştırmamızı geciktirdikleri ölçüde zararlı
etkilerini belirtmek istedikleri düşman komplo
rından daha yıkıcıdırlar.


İslâma düşman olanların varolageldiği ve Kı
yamet gününe kadar da varolagideceği, bizi yıl
dırmamalıdır. Biz islâmı, özüne uygun olarak an-
layıp yaşama cehdi etrafında kenetlenen, bağım-
sız şahsiyetli bir cemiyet örneği olabildikten
sonra hiç bir düşman teşebbüsü, aleyhimizde
beslediği emele ulaşamaz.

Üstelik islâma zıt cemiyet düzenlerinin var-
lığı, baskın ihtimallerine karşı uyanıklığimızı pe-
kiştireceği oranda ve Allah'ın yasaklarını gele
nek haline getirenlerin felâketli akibetlerine ör
nek olarak tarafımızdan titizlikle değerlendiril
dilkleri ölçüde faydamıza bile hizmet edebilirler.


Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz