28/10/2014

En Temel Sapma



 “...Adil olun, bu Allah 'a karşı sorumluluk bilinci duymaya en yakın olan (davranış)dır...” Mâide: 5/8
Defaatle belirtildiği gibi Kur’an'ın temel hedefi, yeryüzünde doğruluk ve adalet üzerine kurulu sağlam ve sosyal bir düzen oluşturmaktır.Mâide: 5/48. Bunun nedeni. İnsan emeğini ve onurunu koru­yup temel hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakmamak için böyle bir düzene ihtiyaç duyulmasıdır. Âl-i İmrân: 3/102-104
Hangi asırda olursa olsun, karşılaşılan en önemli beşeri so­runlar, "şirk", "sekülerlik" ve "sosyo-ekonomik eşitsizliktir. İşte bu yüzdenKur’an'ın, esas itibariyle üç ana tema üzerinde yoğunlaştığı görülür:
Bunlar da "tevhid", "ahiret” ve "adalet" tir. Tâhâ: 20/98. Hayatın doğru yaşanması, hak ve hürriyetlerin güvence al­tına alınması, emeğin saygın, insanın da ekonomik ve sosyal açıdan özgür olması, büyük ölçüde yüksek değerlerin hayata ha­kim kılınmasına bağlıdır.
Kur’an mesajının insanlık dünyasına ulaştığı dönemde ger­çek dini problem, çok tanrıcılıktı. Toplumun büyük bir kesimi, Allah adı ile anılan bir yaratıcı fikrini kabul etmiş olmasına rağ­men ibadetler Allah'a değil, diğer tanrılara yapılıyordu. Ankebût: 29/ 61. Mek­ke'nin lider ve tüccar sınıfı da genelde puta tapmaktan ibaret olan şirk dinini bırakmak istemiyorlardı. Bilakis onlar, kendi yönetimleri altındaki insanlara:
"Pes etmeyin, ilahlarınıza sım­sıkı sarılmaya devam edin; yapılacak tek anlamlı şey budur." diyorlardı. Sâd: 38/6. İşte bunun için Kur’an'ın temel tezi, Allah'ın birliği,yani tevhid ilkesi olmuştur. Çünkü bu ilke, İslam inancının düzenine sürekli sahip çıkmayı ifade eder. İnsan da ancak böyle bir düzenle gerçek özgürlüğe ve güvenli bir hayata kavuşabilir. 


Kur’an'a ilk muhatap olan Araplar, genelde dünya görüşle­rinde ve pratik hayatlarında sektiler insanlardı. Onlar, kutsal oIan ile bağını koparan, dünyaya tapan ve ahiret gerçeğini kabul etmeyen kimseler oldukları için. "Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir şey yok; dünyaya geldiğimiz gibi ölürüz, bizi ancak zaman yok eder."' derlerdi.  Câsiye: 45/24.
Dünyevi leşine, insanı Allah'tan uzaklaştıran, hak ve hürri­yetlerin güvencesini büyük ölçüde ortadan kaldıran, insan eme­ğini ve onurunu sömüren en büyük günah ve bütün felaketlerin kaynağını oluşturan en temel sapmadır. Modern dünyada önce Batı'da ortaya çıkıp daha sonra bütün dünyaya yayılmış olan bu sekülerlik, geçmişte nasıl acılara sebebiyet verdiyse bugün de inkarcılık, sömürücülük, saldırganlık, haksızlık ve ahlaksızlık gibi bir yığın felaketlere sebep olmaktadır. Bu yüzden Kur’ansekülerliği tercih eden kimselerin, hak ve adalet sınırlarını da ihlal edeceğine dikkat çekmiştir.Nazi'ât: 79/37-38.  Gerçekten de bugün, dünya­nın değişik bölgelerinde yaşanan baskı, zulüm, açlık, savaş ve gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi bir yığın olumsuzluğun temel nedeni, karınları tok fakat gözleri aç olan azgın insanların oluşturdukları sömürü sistemleridir. Bunların en bariz niteliği ise, dünyaya aşırı düşkünlük, yani sekülerliktir. 

Kur’an'ın, indiği günden itibaren en çok üzerinde durduğu ve düzeltmeyi amaçladığı yanlışlardan biri de "sosyo-ekonomik eşitsizlik" olmuştur. Kur’an, bu haksızlığı ortadan kaldırmak için "adalet'" ilkesini getirmiştir. Adalet, kişi ve toplum ilişkisinde dengeli olmak, haklıya hakkını, suçluya da cezasını vermek demektir. Ayrıca adalet, bir yönetim ilkesidir. Toplumda adaleti sağlamak da yönetimlerin işi ve görevidir.
Kur’an’ ın indiği dönemde Mekke zengin bir ticaret şehriydi.
Yönetim, güçlü Kureyş kabilesinin elindeydi. Bu kabile, bölge­deki diğer kabileler üzerinde hatırı sayılır bir etkinliğe de sa­hipti. Bütün bunların yanı sıra, her ticaret toplumunda buluna­bilecek ciddi problemler, Mekke'de de mevcuttu. Çünkü, hileli yollardan kazanılan zenginlik, muhtaç ve mağdurlara harcan­mıyor, sorumsuzca heba ediliyordu. Ayrıca çok sayıda insan, sınırlı haklara sahip olduklarından ve ekonomik özgürlüklerden yoksun bulunduklarından dolayı, toplumsal eşitsizlik ve huzur­suzluk büyük ölçüde yaygınlaşmıştı. İşte belirtilen nedenlerden ve benzeri sebeplerden dolayı Kur’an'ın çağrısı sadece inanç, ibadet ve ahlak konularıyla sınırlı kalmamış; ayrıca onda, insan emeğini ve onurunu koruyan, temel hak ve özgürlükleri güven­ce altına alan ve toplumun mağdur kesimlerinin durumlarım iyileştirmeyi amaçlayan düzenlemeler de yer almıştır. Mesela, sürekli parasal zorluklar içinde olan (kronik borçlu)lar ve diğer muhtaç kimseler için zekât gelirlerinin kullanılır hale getirilme­siyle ilgili düzenleme, bunlardan sadece biridir.  Çünkü günlük yaşamın en önemli boyutlarından biri de ekonomidir. Kur’an, bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da ada­letin ayakta tutulmasını ve sömürünün ortadan kaldırılmasını is­ter. Demek ki faizin, her çeşit haksız ve hileli kazancın yasakla­nıp zekât ve yardımlaşmanın emredilmesi Tevbe: 9/60 , zulüm-adalet ilişki­sine bağlı olarak ortaya çıkan gelişmelerdir. Bütün bunlar, doğ­ru ve onurlu bir hayat için, emeğin saygın insanın da ekonomik açıdan özgür olması gerektiği mesajını verir. Öyleyse insanlar ekonomik, sosyal ve siyasal bilinç bakımından gelişip özgürleşmelidirler. Bu da ilkesizliğin ve erdemsizliğin pençesine düş­memiş bir anlayışla başarılabilir.

Hep O'nun Yolunda Olmak


 Allah, insanı yaratmış ve ona hayat nimetini bahsetmiştir.  O, seçtiği elçiler aracılığı ile de yarattığı insanla konuşmuştur.Vahiy, Allah'ın sözlü bildirişidir ve onun hükümleri mutlak doğrudur.  Bu ışık, ilk peygamber Hz. Adem'den son peygam­ber Hz. Muhammed'e kadar bütün insanların yolunu aydınlat­mış, bundan sonra da aydınlatmaya devam edecektir. Zira, in­sanın hayatı doğru değerlendirip anlamlı kılması, hep Allah yo­lunda yürümesiyle ve O'nun değişmez ilkelerini ihtiva eden vahyine uymasıyla mümkün olacaktır.

Bunun için Kur’an, insanı, Allah'a inanmaya, O'na içten bir sevgiyle yönelmeye ve vahiyle bildirilen gerçeklere uymaya ça­ğırmıştır.Öyleyse insan, üstlendiği görevin bilincinde olmalı, sorumluluğunu yerine getirmeli, Kur’an-hayat bütünlüğü içinde yaratılış gayesine uygun olarak yaşamaya çalışmalıdır.
İnsanın, yaratılış gayesini gerçekleştirmesinde, onun geliş­mesine ve eğitimine katkı sağlayan faaliyetlerin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ancak bu faaliyetlerin beklenen faydayı sağlama­sı, şu temel ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilmelerine bağlı­dır:
a) Allah'a inanmak: Yapılan işler, mutlaka Allah inancına dayanmalı ve her şeyden önce O'na karşı ahlaklı olunmalıdır. Bu da Allah’a inanıp yolunda yürümek ve rızasına uygun güzel işler yapmakla mümkündür. İman değerinden yoksun olan eylemler, Allah katında geçersiz ve değersizdir. Tarih boyunca peygamberlerin inananlarla birlikte yürüttükleri mücadelelere bakılırsa, bunlarda iki değişmez evrensel hedefin olduğu görü­lür.
 Bunlardan ilki şirke karşı tevhit; ikincisi de zulme karşı adetlettir.  Demek ki tevhit, Allah'a; adalet de insanlara karşı ah­laklı olmak anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'a karşı ahlaklı davranması ise, hep O'nun yolunda olmasıyla gerçekleşir.
b) İnsana saygılı olmak: Bu ilke, insanın varlık şartlarını ta­nımayı, anlamayı ve onun sahip olduğu potansiyeli doğru de­ğerlendirmeyi sağlar. İnsanın, sürekli gelişen ve değişen bir çiz­gisi, biyolojik ve ruhsal yapısı, toplumsal ve tarihi çevresi, geç­mişe ait hatıraları, geleceğe ait umutları ve kaygıları var. Dünya her an, insanın zihninde farklı şekillenmekte; o, korkulan, sev­gileri, istekleri, inançları ve değer yargılarıyla gün geçtikçe ye­niden keşfedilmektedir. İnsana, çocukluğundan itibaren saygı­nın gereğini vurgulamak, saygı duyacağı değerleri ve varlıkları tanıtmak önemlidir. Ama bundan daha önemli olan, ona saygılı bir davranışın ne demek olduğunu öğretmektir. Eğer insana saygının pratik anlamı kavratılmazsa o kimi zaman saldırgan, kimi zaman korkak, kimi zaman da yetersiz ve umursamaz olur.
c) Düşünceye saygı duymak: Düşünmek bir arama, araştır­ma ve eğitim işidir. Düşünebilmek kadar dinlemesini bilmek ve farklılıklara tahammül edebilmek de bir erdemdir. Bunun için insan, karşısındaki insanların fikirlerine katılmasa da onlar üze­rinde düşünmelidir. Çünkü insanlar aynı kelimeleri kullanmala­rına rağmen onlardan aynı anlamları çıkarmazlar. Bunun nede­ni, insanların zihinsel anlam kodlarının farklı olmasıdır. Şu hal­de insanın özgürce düşünmesine engel olan her davranış, dü­şünceye saygısızlık anlamına gelmektedir. İnsanlar, kendi iyiliklerini, doğru bildikleri yolda arama özgürlüğüne sahiptirler. Öyleyse herkes, kendi özgür iradesinin ve tercihinin sahibi ola­bilmelidir.
d) Ahlaki olana saygı: İnsanoğlu, çağımızda teknik açıdan baş döndürücü bir başarıyı yakalamasına ve olağanüstü imkân­lara sahip olmasına rağmen, dünyanın hakkını verecek ahlaki olgunlukta insanlar yetiştirmede aynı başarıyı gösterememiştir. Bunun en açık kanıtı, çok sayıda insanın hayatında zihin huzu­ru, vicdan ile barışık olma ve ruh zenginliği gibi hallerin eksik­liğini hissediyor olmasıdır. Ayrıca pek çok insan, iyinin ne ol­duğunu bilse de her zaman iyi davranışı gerçekleştirememektedir. Çünkü insanın hayatında ağır basan ve onun yönünü tayin eden şey, söylenen sözlerden çok yapılan işlerdir. Bu yüzden, güzel sözler söylemek, öğütlerde ve tavsiyelerde bulunmak, bu insanlara yetmiyor. İşte burada imanın insanı iyiye teşvik edici rolü ortaya çıkıyor. Öyleyse çağın ahlaki yapısına iman, doğ­ruluk, sevgi ve saygı gibi yüksek değerle hakim olmalı; eğer amaç ahlaklı insan yetiştirmekse, ahlak mutlaka dinle temellendirilmelidir. Çünkü herkesin bildiği iyinin yanına sevabı, kötü­nün yanına da günahı koymadan ahlaklı olunamaz. Ahlakı dinle temellendiren insan, kendini yönsüz, desteksiz ve şaşkın bıra­kabilecek her türlü uygulamada, Allah inancını ve sevgisini, ko­ruyucu bir güç olarak yanında bulabilir. İnanç bütünlüğü içinde oluşan ahlaki fikirler, böylece davranışlara kılavuzluk eden bir güç haline gelir.
e) Bilgiyi bilinç haline getirmek: Bilinç haline gelmemiş bilgi, doğru olsa dahi etkisiz bilgidir. Etkisiz bilgi ise bilinci bulandırır, yanılgılara sebep olur ve müspet gelişmeleri engel­leyebilir. Ama güvenilir ve tutarlı bilgiler üzerine kurulu düşün­celer, insanın ahlaklı yaşamasına, iyi ve doğru olanı yapıp bun­ları hayata katmasına vesile olur. Zaten bir inancın ve idealin, insanda halis bir ruh besini haline gelip gelmediği, ancak güzel ahlakta görülür. Ancak bu inancın yaşaması için, doğru ve iyi olması yetmez, ayrıca o inancı yaşatacak ehil insanların bulun­ması da gerekir.
d) Tarihi mirasa saygı: Bu, geçmişin günümüz açısından yerini, önemini ve fonksiyonunu tespit edebilmek anlamına ge­lir. İnsan, kendini inşa ederken tarihin mesajını çözebilmeli, bunun içinde çok yoğun bir ilmi ve fikri çaba içine girmelidir. Tarihi mirasa saygı, ne körü körüne geleneğe sığınmak, ne de gelenekten kaçmaktır; aksine kültürel mirası, yetişmekte olan nesillere bir yardım ve ilham vasıtası olarak sunabilmektir.
Sonuç olarak, insanın her an Allah yolunda olmasını ve ke­male ermesini sağlamak için, onun doğru anlamaya ve uygula­maya yönelik zihinsel çabalarını zenginleştirip beslemek gere­kir. Çünkü doğru düşüncenin doğru kararlara yansıması, doğru kararların da iyi davranışlarla bütünleşip kaynaşması, büyük öl­çüde buna bağlıdır. Bunun için Kur’an, bizlerden Allah yolunda aktif ve üstün gayretler göstermemizi istemiş, bu gayretlerin O'nun tarafından sevapla ödüllendirileceklerini müjdelemiştir.  İnsanın sahip olduğu dünyacı değerler bir gün tükenir; ama ha­yırlı işlerden hasıl olan sevaplar baki kalır. 





23/10/2014

Hayat Vakittir


 Yaşamın üç aşaması vardır:

1-Yaşanmış zaman

2-Şimdiki zaman

3-Gelecek zaman

Her insan, elinde olmayarak birilerinin  kendisini itmesiyle, geleceği şimdi, şimdiki hali ise geçmiş olup, bir yere yavaş yavaş yol alıyor. Böylece yarın bugün olmuş, bugün ise dün olmuş ve derken hayat bitmiş.

Yaşadığımız hayat, birileri tarafından bize süreli bir vakit olarak emanet verilmiştir. Ama bu vakit nakit değildir. Eğer nakit olsaydı, onu alır  cüzdanımıza koyarız. İyice sıkı sıkı saklarız. Ne zaman ihtiyacımız olsa çıkarıp  harcarız. 

"Sahi siz hiç cebindeki  harçlığını çöpe atan birilerini gördünüz mü?"

Her insan, bu yazıyı okurken  yaşamın tam ortasında olacaktır. Ne yarını bugün, ne de bugünü dün olmuştur. O zaman en  kıymetli vakit şimdiki haldir. İşte şimdi ne yapacaksan yapacağın o şey geleceğin primi ve geçmişin ışığı olacaktır. Fakat bize bir yol gösterecek ışığa ihtiyacımız vardır.

İşte bu ışık, geçmişin  yaşanmış hayat tecrübesi ve sağlıklı sağlanmasıdır. Bizden önce birileri deneme yanılma yoluyla bize bir geçmiş bırakmıştır. Bunu çok iyi değerlendirmemiz  lazım. Aksi takdirde sınırlı olan vaktimizi deneme yanılmayla heba etmiş oluruz.

Sonuç olarak, bizden öncekilerin işlemlerinden istifade ederek, onların yaşamlarının sağlamasını yakalayabilirsek, işte o zaman, geleceğimiz parlak olur.

Unutmayalım!

"Geleceğin ışığı, geçmişin izi üzerindedir."

Güneş Küser mi Hiç ?


 Yüce Allah, alemlerin Rabb-ıdır. Alemin  içinde, arzın üzerinde Allah'a ve Peygamberine asi olan  münkirler, mücrimler vardır. Buna rağmen, yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı olan; rızıklandırıcı, tövbeleri kabul edici geniş  rahmetinin özelliği bütün insanları kuşatıyor. Çünkü Allah'ın bütün insanları kuşatıcı özelliği, adaletinin gereğidir.

Göğsünde merhamet yüklü bir çınar ağacını  taşıyan Ana'lar; Çocuklarına  karşı o  kadar  müşfik ve mümbitlerdir ki,  aklı özürlü ve azaları eksik olan biride olsa, Ona da aynı Analık şefkatiyle muamele ederler. Çünkü Ana tüm, evlat ise Onun parçasıdır.

Yüreğinde Ümmetin çocuklarının   acısını ve hüznünü taşıyan Muallimler, öğrencilerine karşı merhamet kanatlarını gererler. O kanadın altında bir öğrenci yaramazlık yapsa dahi, yine de merhamet kanatları o öğrenciyi dışlamayıp, onu bağrına  basar.

Yarını  düşünen bir insan, bir pire  için yorgan yakmaz. Eğer yorganını bir pire yüzünden yakmaya kalkışırsa, ertesi gün açıkta kalır. Bir pire için yorgan yakana, ne can güvenilir, ne de mal emanet edilir.

Güneşin kapsayıcı ve kuşatıcı özelliği vardır. Aynen tümün parçası gibi. Güneş bir doğarsa, ne çölün sıcaklığı, ne de kuzey kutbunun buzlarını ve  kimi/kimseleri gözetmez. O doğmasına, parlamasına bakar. Yerde sürünen Yılan olsun, gökte uçan Kuş olsun veyahut iyi ve kötü insan olsun, Güneş yinede doğar. Çünkü doğması gerekiyor. Eğer  doğmazsa, kapsayacı, kuşatıcı özelliği kalmaz. Bu da Güneş'e yakışmaz.

Çalısız yollarda dolaşan Tavşana: "Niçin dağda çalıların içinde değilsin de buralarda  geziyorsun?" diye sormuşlar. O da: "Ben dağa küstüm" diye cevap vermiş.

Bir insan da Allah'tan, anadan, muallimden, tavşan gibi dağdan ve Güneş'ten küsebilir. Ama, ne Allah, ne ana, ne muallim, ne de Güneş hiç kimseye küsmezler. Çünkü bunlar tümdürler parçalanma kabul etmezler.

22/10/2014

Yaşamımızın Tam İçinden Bir Ayet


   


  İslam ahlakının ağırlıklı biçimde işlendiği "Hucurat Sure­sinin 12'nci ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur:
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ ٱجۡتَنِبُواْ كَثِيرٗا مِّنَ ٱلظَّنِّ إِنَّ بَعۡضَ ٱلظَّنِّ إِثۡمٞۖ وَ لَا تَجَسَّسُواْ وَلَا يَغۡتَب بَّعۡضُكُم بَعۡضًاۚ أَيُحِبُّ أَحَدُكُمۡ أَن يَأۡكُلَ لَحۡمَ أَخِيهِ مَيۡتٗا فَكَرِهۡتُمُوهُۚ وَٱتَّقُواْ ٱللَّهَۚ إِنَّ ٱللَّهَ تَوَّابٞ رَّحِيمٞ                                                                                                                                                                                      
 Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. (Hucurat:12)
Görüldüğü gibi bu ayet, insanları "zanla hüküm vermekten", "başkalarının gizli taraflarını araştırmaktan" ve "gıybet"ten sakındırmakta; kötü işlerden vazgeçip tevbe edenle­rin bağışlanacakları müjdesini vermektedir. 

Zanla Hüküm Vermek

Yüce Allah, müminlere:
“Birbirleri hakkında yersiz, temel­siz, tahmine dayanan ve kuşkulara yol açabilecek olan bir zan­da bulunmayı” yasaklıyor ve böyle bir zanda bulunmanın gü­nah olduğunu bildiriyor. Ayetteki zan kelimesi, bilgisiz ve bel­gesiz olarak hüküm vermek, bir insanın kötü bir iş yaptığını sa­narak onu sebepsiz yere suçlamak demektir.
"Zannın bir kısmı da günahtır." anlamına gelen ibare, zannın hepsinin günah olmadığına işaret eder. Şu halde bu ayette ya­saklanan zan, olaylar veya insanlar hakkında ileri sürülen mes­netsiz iddialara, iftiralara itibar ederek insanlar hakkında kötü düşünce beslemek şeklindeki zandır. Bir de dinde, zanna daya­nan hükümler vardır. Yani, kafi delil olmayan hususlarda, zanni delil ile amel edilir. Ayrıca, Allah'a ve müminlere karşı gü­zel (hüsn) zanda bulunmak da gerekir. Demek ki günah olan zan, başkası hakkında kötü düşünce beslemek, başkasını kötü sanıp bilgisiz ve belgesiz olarak onun kötülüğüne hükmetmek­tir. İşte, kaçınılması gereken kötü zan da budur. Nitekim, “Kötü zanda bulundunuz, böylece helaki hak eden bir toplum oldu­nuz.”48/12. mealindeki ayette de, kaçınılması istenen zannın kötü zan olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Peygamber (as), Müslüman hakkında kötü zanda bulunmanın haram olduğunu şu sözleriyle beyan etmiştir:
"Allah Müslüman'ın kanını, ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 491. Şu halde, durumu açıkça bilinmeyen bir kimse hakkında, iyi (hüsn) zan vacip ol­masa bile, o kimse hakkında kötü zanda bulunulması da caiz değildir. 

Başkalarının Gizli Yönlerini Araştırmak

Ayetteki tecessüs kelimesi, dikkat ve gayretle gizli şeyleri araştırmak demektir. Bundan dolayı, bazı gizli şeyleri araştıran kimseye casus denir. Yüce Allah bu ayetle, insanların eksik ve ayıplarının araştırılmasını yasaklamıştır. Peygamber (as) de, bu yasaktan sakınılması gerektiğini, şu uyarıcı sözlerle dile getir­miştir:
"Ey diliyle inanıp iman değeri tam olarak kalplerine girmemiş olan kimseler, Müslümanlar hakkında gıybet etmeyin, onların eksik ve ayıplarını araştırmaya kalkışmayın. Kim Müs­lümanların ayıplarını araştırır, onlarda eksik bulmaya çalışırsa, Allah da onun ayıbını araştırır. O, kimin ayıbını araştırırsa o kimse evinin içinde de olsa onu rezil ve rüsvay eder."Kurtubi. el-Câmi li ahkamı'l Kur'an, XVI,333.  Hemen hatırlatalım ki, eksik şahsiyetler, üzerlerine düşmeyen gereksiz şeylerle meşgul olurlar. Akıllı ve olgun kişiler de, kendi kusur ve eksikliklerini gidermeye çalıştıkları için, başkalarının ayıbını araştırmaya vakit bulamazlar. 

Gıybet Etmek

Açıklamasını yaptığımız ayette, yasaklanan kötülüklerden biri de gıybettir. Gıybet, bir kimsenin arkasından, onun hoş­lanmadığı ve sevmediği bir şey söylemektir. Gıybet kavramına, Peygamber (as)'le ashabı arasında geçen şu karşılıklı konuşma daha da bir açıklık getirmektedir. Peygamber (as), ashabına:
"Gıybet nedir, bilir misiniz?" diye sorar. Onlar:
"Allah ve Elçisi daha iyi bilir" derler. Peygamber(as) gıybeti, "Müslüman kar­deşini, sevmediği bir şeyle anmandır" diye tanımlar. Bu tanım­lamadan sonra kendisine şöyle bir soru yöneltilir:
"Ya söyledi­ğim şey kardeşimde varsa." Bu soruya verilen cevap:
"Söyledi­ğin şey gerçekten onda varsa onun gıybetini yapmış olursun; ama onda yoksa o vakit ona iftira atmış olursun,  şeklinde ol­muştur.

Ayette, gıybet etmenin çirkinliği, ölü eti yemeye benzetile­rek dile getirilmeye çalışılmıştır. Aslında bu benzetmede, iki inceliğe dikkat çekilmiştir. Birincisi, ölen kişi etinin yenildiği­nin farkında olmadığı gibi, gıybeti yapılan kimse de, o anda gıybet edenin sözlerini bilmez. İkincisi de, insanın eti ve bedeni gibi, şeref ve namusuna saldınlnıası, ona dil uzatılıp iftira atıl­ması da haramdır.
Gıybet öyle tatlı bir hastalıktır ki, alışan onu asla bırakamaz. O, öyle aldatıcı ve cazip bir kapandır ki, şikâyet edeni bile az sonra kendisine esir eder. Herkes onu yerer, fakat onu kötüler­ken bile pek çok insan onun tuzağına düşer.
Gıybet, çok masum görünümlü bir günahtır. Bu yüzden o kavga gürültü etmeden bütün âlemi, kendi sahasına çekiverir. Söyleyeni ve dinleyeni aynı anda sevindirir. Evet, onun yüzsüz bir tavrı ve sahte bir masumluğu vardır. O, en gizli köşelere ve en temiz meclislere bu sayede sokulur. Şu halde, bu sahte yüzlü kötülükten sakınıp gıybet tiryakisi olmaktan uzak durmak gere­kir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, ahlakî zaaflarımızı ve çöküş at­mosferini, boş sözlerle ve zoraki iyimserliklerle değil, İslam'a uygun olan samimi davranış ve ciddi tavırlarla düzeltebiliriz. Ne var ki, günümüzde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kitlelerin büyük bir kısmı,Kur’an’ın ve Sünnetin buyruklarından çok, tiryakisi oldukları günahların gereğini yapar hale gelmiştir.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz