22/10/2014

İslam'ı Doğru Yaşamak

 İslam çağrısının fikri ve fiili esaslarını belirten Kur’an, Al­lah'ın kelamıdır. O, insanlığın yegâne rehberidir. Allah'ın ira­desini, insanların anlayabileceği bir dille ortaya koyan temel kaynaktır.
Kur’an bağlamında belirlenip Peygamber (as) aracılığı ile in­sanlara duyurulan ve örneklenen İslam, başlangıcından itibaren, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yaşayan insanlara ulaşmış, bu topluluklarca iyice anlaşılıp kabul gördükten sonra da onların hayatını düzenleyen sosyal ve ahlaki bir sistem haline gelmiştir. Bu gelişmede hiç kuşkusuz Kur’an'ın, müminleri aktif mücade­leye çağırması,İslam'ın diğer din olgularına üstünlük sağlama­sını açık bir hedef olarak ortaya koyması büyük rol oynamıştır. Kur’an'ın beyanına göre Allah, "müşrikler hoşlanmasa da dinini bütün düzmece dinlere karşı üstün kılacaktır. O doğru dini in­sanlara duyurması için Elçi'sini Kur’an hidayetiyle göndermiş­tir."  9/33. Bu ilahi beyan Allah'ın, Elçi'sini insanlığa ne ile ve niçin gönderdiğini açıkça ortaya koymaktadır. İslam'ın bütün düz­mece dinlerin üstünde olması, onun sahih uygulamalarla haya­tın belirleyicisi haline gelmesiyle mümkündür.
İnsanlar, karmaşa ve sorunlarla dolu bir çağda yaşıyor, karşı karşıya bulundukları sorunları ortadan kaldıracak somut ve ke­sin çözümler bekliyor. İnsanların hayatına egemen olan ideolojik sistemler ise beklenen çözümleri üretemiyor. 

a) Her insan, farklı bir kişiliğe sahiptir. Bu yüzden insanla­rın düşünceleri, inançları ve olaylara bakışları diğerlerine ben­zememektedir. Ancak yaratılışları gereği sosyal bir varlık olan insanlar, bir arada yaşamak durumundadır. Ayrıca insanların ırkları, renkleri, dinleri ve içinde yaşadıkları sınırlar ne olursa olsun onlar, kendi grupları dişındakilerle ferdi veya sosyal iliş­kilere girmek zorundadır. İşte bu zaruretten dolayı öncelikle insanların birbirlerine kötülük etmeden, zarar vermeden, kendi temel haklarını ve meşru menfaatlerini koruyarak birlikte ya­şamaları sağlanmalıdır. Bu da ancak evrensel bir hukuk siste­miyle gerçekleşebilir. Çünkü Kur’an, her insanın farklı bir kişi­liğe sahip olduğunu belirtip,insanın farklı kişiliğine dokunul­madan diğer insanlarla ilişkilerinin çatışmasız, ahlaklı ve ada­letli biçimde düzenlenmesini ister.  O, müminlerle din uğrunda savaşmayan, onları yurtlarından çıkarmaya kalkışımayanlara iyilik yapılmasını ve adil davranılmasını önerir. 
b) Her insanın varlığını sürdürmesi, dilediği yerde yaşama­sı, sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkiler kurması en temel hakkı­dır. Bunun için, insanların dünya nimetlerinden meşru şekilde faydalanmalarına engel olunmamalıdır. Yüce Allah insanı ya­ratıp güzelce donatmış, yeryüzünü onun için durulacak yer yapmış ve insanları güzel nimetlerle rızıklandırmıştır. O,in­sanların birbirlerinin kanını dökmelerini ve birbirlerini yurtla­rından çıkarmalarını yasaklamıştır. 
c) İnsan, Allah'a ve Elçi'sine mutlak, ulü'l emre ve uyması gereken diğerlerine de şartlı olarak itaat etmekle yükümlüdür.
Bu ilke, Kur’an'da şöyle dile getirilir:
Ey iman eden­ler! Allah'a ve Elçi'sine, bir de sizden olan iş ve yönetim sahi­bine itaat edin...”  4/59
Biz insana, anne-bahasına en güzel biçimde davranmasını şu şartla önerdik: Eğer onlar seni, hakkında bil­gin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşman için zor­larlarsa o takdirde onlara itaat etme...” 29/8
d) Bütün inançların dokunulmazlığı esastır. İnsanların inanç ve düşünce özgürlükleri, dinlerini yaşamaları, hiçbir şe­kilde engellenmemelidir. Kur’an'da açıkça belirtildiği gibi, “Dinde ikrah zorlama ve baskı yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan net bir biçimde ayrılmıştır.”  2/256
Hem Allah dileseydi, yeryüzündeki insanların tamamı iman ederdi.
e) Dinde zorlama ve baskının olmaması, bir dini, özellikle de İslam'ı seçmiş birinin sorumsuz davranması ve istediğini yapmakta özgür olduğu anlamına gelmez. Çünkü seçim yapıl­dıktan sonra uyulması gereken bağlayıcı kurallar vardır. Bunun için Kur’an, ''Allah ve Elçi'si bir işe hüküm verdiklerinde, inanmış bir erkekle inanmış bir kadının işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakkının olmadığını" 33/36 bildirmiştir.
f) Hiç kimse soyu, cinsiyeti, ırkı, serveti ve benzeri özel­liklerinden dolayı diğer insanlardan üstün olamaz, kimseye de­ğinilen sebeplerden dolayı ayrıcalık tanınmaz. Kur’an, insanın değerini belirlemede geçerli olan temel ölçünün, nesep ve ser­vet gibi şeyler değil, iman ve takva olduğunu şu anlamlı ifade­lerle dile getirir. “Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışmanız için de sizi kavimlere ve kabi­lelere ayırdık. Hiç kuşkusuz Allah katında en değerli olanınız, O 'na en çok saygı duyanmızdır...”  49/13
g) Gücünü ve servetini üstünlük nedeni görüp bunları kö­tüye kullanmak isteyenlere karşı, her sorumlu insanın engel ol­ma'hakkı ve yükümlülüğü vardır. Çünkü Yüce Allah, iman de­ğerine erenleri savunma tedbirlerini almaya, gerektiğinde bölükler halinde harekete geçmeye yahut toplu halde zalimlere karşı savaşmaya çağırmaktadır. 4/71 
h) Örgütlü veya örgütsüz olarak siyaset yapıp yönetime katılmak, her yükümlü ve ehil insanın hem hakkı hem de görevidir. Allah, "hayra çağıran, doğruyu buyuran, kötü ve çirkin işlerden alıkoyan bir topluluğun olmasını istemekte."3/104.  "İyilik ve takva üzere yardımlaşmayı emredip kötülük, düşmanlık ve sal­dırganlık üzere yardımlaşmayı" ise yasaklamaktadır.  5/2
i) Hiçbir tüzel kişilik, gerçek kişilerin temel haklarının ih­laline yahut herhangi biçimde mağduriyetine yol açmamalıdır. Bu da, yöneticilerin adaletle hükmetmeleri, adil davranmaları ve toplumu ilgilendiren konularda verilecek bir karardan önce ilgililerin görüşlerini almakla olur. Kur’an, "insanlar arasında hakla hükmedilmesini"38/26, "onlara adaletli davranılmasını"42/15, "iş ve yönetim konusunda şûraya gidilmesini" 3/159, "işlerin danışma, istişare ve şûra ile yapılmasını"42/38, bunun için ister.

İslam'ın, insanların hayatını düzenleyen ve her asra cevap veren daha pek çok ilkesi vardır. Tabiî ki bunların hepsini bu­rada belirtmeye imkân da yoktur. Ancak dile getirilen ilkeler­den hareketle şunu söylemek mümkündür:
Hayata ve olaylara, şartlanmışlıktan kurtularak bakılırsa, İslam'ın insan ve hayat gerçeğine cevap veren sağlam ve sürekli ilkeler içerdiği açıkça görülür. 





21/10/2014

Zulme Karşı Çıkmak


 “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edil­mez.”(Bakara/193)
Kur’an, insanın Allah'la ve diğer varlıklarla olan ilişkisini düzenleyen, kavranabilecek her şeyi insana açıklayan eşsiz bir mesajdır.  Kur’anmesajı, Peygamber (as) tarafından insanlara duyurulmuş yine onun uygulamalarıyla pratik bir sistem olarak hayata taşınmıştır.
Öncelikle şu gerçeği tespit edelim:
İslam ve insan düşmanlı­ğının nedeni kin, kinin varacağı son durak da zulümdür. Zulüm karanlık, zalim de kara fikirlidir. Çünkü zalim, hevave hevesi­ne göre hareket eder, sadece egosunu tatmin etmek için hakka ve hakikate öfkeyle saldırır.

Kur’an, “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.”  anlamındaki bildirisiyle, zulmü, düşman hedef olarak belirler.
“Sizinle çarpışmaya girenlerle Allah yolunda siz de çarpısın; ama haksız yere saldırmayın/çarpışmada zulme sapmayın. Çün­kü Allah, sınır tanımaz azgınları sevmez”(Bakara/190) talimatıyla da zulmü, savaş gerekçesi olarak görür. Demek ki İslam'da fiziki bir sava­şı meşru kılan temel sebep, İslam'ın korunması, iman özgürlü­ğünün savunulması ve zulmün ortadan kaldırılması gerçeğidir. Hemen belirtelim ki, haklı ve adil bir savaşa girip zalimlere karşı mücadele verenlere, Allah yar­dım eder ve onları başarıya ulaştırır. “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere, zalimlerle savaşma izni verilmiştir. Şüphe­siz Allah, onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar sadece:
"Rabb'imiz Allah'tır. " dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah imanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı/insanlardan bir kısmını diğerleriyle savmasaydı o zaman içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, ki­liseler, havralar ve mescidler çoktan yıkılıp gitmiş olurdu. Ama Allah, O'nun davasına arka çıkanlara yardım edecektir. Çünkü Allah, her şeyi hükmü altında tutan en yüce iktidar sahibidir.”(Hac/39-40)  mealindeki ayetler, Allah'ın zulme karşı savaşanlara yardım edeceği müjdesini verir. Kur’an'a göre, en büyük zulüm şirktir ve bütün zulümler insan elinin ürünüdür. Zulmün sonu ise, çöküş ve batıştır.Gerçekten de tarihin tüm devirlerinde, medeniyet ve toplumların helak nedeni hep zulüm olmuştur.  Bu yıkıcı zu­lüm, daima servet ve nimet şımarıklığı, azgınlık ve tasallut illetiyle yan yana bulunmuştur. 
Her çeşit günaha fazilet, zulme de adalet gözüyle bakıldığı bir çağda yaşıyoruz. Kaba ve karanlık güçler, insanları İslami değerlerden uzaklaştırıp onları sahte bir hayatın izleyicisi haline getirmek; insan da dahil her şeyi fesat aleti gibi kullanmak is­temektedirler. Bu durumda, İslam'ın yeniden ihyası ve mazlum insanların kurtuluşu için etkili ve onurlu bir mücadeleye girme­nin gerekli olduğu aşikârdır. Çünkü İslam, sonsuza kadar yürü­necek bir yoldur. Böyle olmasaydı, tevhidin tarihi, zulme karşı verilmiş mücadelelerle dolu olmazdı. Bu gerçek bize, hangi çağda olursa olsun, zulme karşı çıkıp haksızlığı ortadan kaldır­mak için verilen mücadelenin ne kadar anlamlı olduğu mesajını veriyor. Bu mesajı, İslam'ı bir isim olarak taşıyanlar değil, onu bir hayat yolu olarak benimseyenler alabilir. İlk nesil Müslü­manlarının kendi dönemlerinde zulme karşı verdikleri mücade­leyle, bugün dünyanın değişik bölgelerindeki mazlum milletle­rin çağdaş zulme karşı verdikleri mücadele, aynı gaye içindir. Bu gaye, İslam yolunda sonsuza kadar yürümektir.

Dünyanın dört bir yanında, çekildikleri son siperlerde zulme karşı direnip ayakta kalma mücadelesi veren mazlum insanların onurlu tavırları iman şuuruyla değerlendirilirse, bu çetin ve zor dönemde mazlum milletlerin yanında yer almanın, bir mümin için terk edilemez bir vazife olduğu görülür. Çünkü zulme karşı savaşmak, sadece zulme uğrayanların değil, onur sahibi her in­sanın vazgeçemeyeceği bir görevdir.Kur’an, zulme uğrayanların yanında yer alıp zalimlere karşı savaşmanın bir insanlık borcu olduğunu şöyle hatırlatır:
Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Ey Rabb'imiz, bizi halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katın­dan bize bir sahip gönder, bir yardımcı yolla, "diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için savaşmıyorsunuz!”(Nisa/75)  Ayet, böyle bir görevden kaçmak için, hiçbir ahlaki gerekçenin bulunmadığına dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, dünyanın çeşitli bölgelerinde in­sanlığa yönelik saldırıların sürdüğü bir gerçek. Ancak, insanlara saldıranlar, kötü emellerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Onlar, insanların bir kısmını şehit edebilirler, ama inançlarını asla yok edemezler. Bazı insanların zaaf yüklü tavırları onlara ümit ver­se de zalimler, İlahi iradeye yenik düşmekten kurtulamazlar. Nitekim, inançlarını aktif bir amel haline getiren mazlum milletlerin samîmi gayretleri, yıkılası zulüm sistemlerinin yakın gelecekte yerle bir olacakları gerçeğini gözler önüne sermekte­dir.




18/10/2014

İslam'ı Yaşanılır Kılmak


O, hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki sizi sınamaya tâbi tutsun ve davranış yönünden han­giniz daha iyidir (onu göstersin).” [1]
İnsanın, kendisini yeni bir doğuşa hazırlayacağı alan, üze­rinde yaşadığı yeryüzü ve içinde bulunduğu çevredir. Onun, hayat yolunda imtihan edileceği çalışma alanı buralardır. Yer­yüzü, üzerindeki nimetlerden faydalanmamız için yaratılmış ve Allah tarafından bize emanet edilmiştir.[2] Yeryüzünün nimet ve imkânlarına mirasçı olmak, salih amel şartına bağlanmıştır. [3] Bu emanete ihanet edilirse, karada ve denizde huzursuzluk meyda­na gelir; insan, eliyle yaptığı azapları tatma sonucuyla karşıla­şır. [4] Şu halde insan, iyi işleri en güzel biçimde yapmak için ça­lışmalıdır. [5] İyi insan, hayatla ilgisini kesen ve kendini toplum­dan tecrit eden değil, aksine İslam'ı hayatta tutma mücadelesine aktif olarak katılan kişidir.
Kur’an tarafından belirtilmiş bulunan ve imanla ifadeye ko­nulan bütün ameller, dinin pratik anlatımını ifade eder. Burada, içinde bulunduğumuz şartlarla ilgili bazı tespitlerde bulunarak, İslam'ı hayatta tutmak için yapılması gerekenleri genel olarak belirtmek istiyoruz. 

İnsanların yaşadıkları hayatta, bilgi ve amel yönünden derin boşluklar var. Oldukça sınırlı olan ve büyük bir kısmı âdeta fel­ce uğramış bulunan İslami hayat, Kur’an'ın sunduğu dine sada­katle cevap vermekten uzaktır.
İnsanlar, özgürlüklerine yönelik baskı ve tehdit altındadırlar. Dinde ve gerçek dindarlarda sürekli kusur aranıyor.
Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçüleri, yaşanan hayatın dışında tutuluyor. İslami gerçeklerin gözardı edildiği, günaha başarı diye taç giydirildiği, faziletlerin her çeşit rezilliklerle çökertilmeye çalışıl­dığı, haramın bütün  zenginliğiyle yaygın olduğu, helalin ise unutulduğu bir ortamda yaşıyoruz.
Genelde hayatın teorik yönüyle ilgileniliyor. Pratik ihtiyaç­ların karşılanmasında yetersiz kalınıyor. Ütopik teoriler de, in­sanlar tarafından pek ciddiye alınmıyor. Sözde evrensel değer­lere inanılıyor, fakat pratikte gurupçu ve ulusçu tavırlar sergile­niyor. Dünyanın oldukça küçüldüğü çağımızda işler hâlâ ma­halli ve dar çerçevede yürütülüyor.
Öncelikler yanlış sıralanıyor, istikamet kayboluyor. Hakikat asli şekliyle değil de gurup anlayışlarına göre algılanıyor. Bu durum, dışımızdakilerle açık ve sıcak ilişkiler kurmamızı zor­laştırıyor. Başkalarıyla aynı düşünmediğimiz zaman, Peygamber (as) örneğini takip edemiyoruz. İhtilâf adabına uymadığımız için, farklılıklar zenginlik kaynağı olacağı yerde zıtlıklara ve düşmanlıklara dönüşüyor, kalplerdeki birliği bozuyor.
İnsanlar, temel değerlerde "davranış, istikamet ve birlik" ru­hundan yoksun bulunuyorlar. Özellikle dindarlar, kendi alanla­rında çok sıkı çalışmalarına rağmen, zıt yönlere çektikleri için, sarf ettikleri gayretlerin toplam etkisi, istenen sonucu ve kalite­yi veremiyor. Çünkü İslam'ı yaşanılır kılmak için, temel kay­naklarda birleşmek kadar, aynı istikamette ve birlikte hareket etmek de gerekiyor. Olumsuz şartlara sığınarak "bu durumda bir şey yapılamaz" demek doğru olmaz. Bizler, mevcut şartları eldeki en iyi imkânlar olarak kabul edip bu şartlara rağmen İs­lam ve insan için en iyisini yapma gayreti içinde olmak duru­mundayız. 

Çevremizde karşılaştığımız olumsuz durumlar, İslam’i ilke ve değerlerin hayatın dışına itilmesinden kaynaklanıyor. Oysa Kur’an vahyi,İslami hayat pratiğinin programını noksansız olarak sunmuştur. Bize düşen görev, bunu iyi niyet ve basiretli bir gayretle uygulamaya koymaktır.
Çevreyle aktif ve olumlu bir ilişki kurulmalıdır. Sadece ken­dini düşünen, hizmeti kendi gurubuyla sınırlı gören kimse, İslami hedefini yitirmiş demektir. Hizmet, öncelikli olarak en yakın çevreden başlasa da bir Müslüman için bütün dünya, ibadet ve faaliyet alanıdır. [6]
Çevredeki problemlerle yakından ilgilenilmeli, "Bunları ben ortaya koymadım" diyerek insanların sorunlarından uzak ka­lınmamalıdır. Özellikle Müslüman'ın tavrı, hastalıkta hiçbir dahli olmadığı halde hastalarıyla ilgilenen doktor gibi olmalıdır. İnsanların sorunlarına çözüm getirenlerin, onlara etkili ve fay­dalı olacakları gerçeği asla unutulmamalıdır.
Yıkıcı değil, yapıcı olmak; gerçek hayatta işe yarar fikir ve planlar ortaya koymak gerekir. Bugün, faydalanılabilir fikirlerin fakirliği ve uygulanabilir planların yoksulluğu çekiliyor. Oysa İslam'ın en çok önem verdiği konu, iyi işlerde öncülük etmek­tir. Bunun için Müslümanlar, toplumda hayırlı işler görecek hizmet amaçlı kişiler olmalıdırlar.
Kolaycı ve boş sözleri terk edip ihtiyacı karşılayan geçerli çözümler üretilmelidir. Bugün, bağlayıcı, kurumsallaşmış ve yapılanmış bir şûra sistemine ihtiyaç vardır. Çünkü "ictihad şû­raları" oluşturup birlik içinde çalışmanın, daha yüksek düzeyde sonuçlar getireceği açıktır. Bu gerçekleştirilmeden, İslam'ın üstünlüğü duygusal bir inanç olmaya devam edecektir. Oysa İs­lam'ın pratik üstünlüğünü ortaya koymak için, yaşayan aydınlık bir örneğe ihtiyaç duyulmaktadır.
Bütün zorluklara ve aleyhte cereyan eden şartlara rağmen, iki binli yıllara girildiği şu günlerde içi boş olan beşeri sistemle­rin büyük ölçüde iflas etmesiyle İslam yine insanlığın tek umu­du haline gelmiştir. Bizlere düşen görev, çevremizdekilerle iliş­kilerimizi iman, ihsan ve itkanboyutlarıyla sürdürüp [7] hedeflerin en yücesi olan Allah rızasını kazanmak için çalışmaktır. "Bu söylenenler, Rabb'ine karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar içindir.” 



[1] Mülk: 67/2.
[2] Bkz. Bakara: 2/29: Mülk: 67/15
[3] Bkz. Enbiya: 21/105
[4] Bkz. Rûm: 30/41
[5] Bkz. Mülk: 67/2
[6]BkzNecm: 53/39-41
[7]BkzHûd: 11/88

İmansızlığın Güçsüzlüğü


Allah'ın buyruk ve yasaklarıyla alay etmek, onları hafife almak, imansızlığın bir belirtisidir. Alay, bir kimseyi küçük düşür­mek, şeref ve haysiyetini kırmak istemektir. Bir kısım insanlar, küçük düşürmeyi ve kö­tülemeyi kendileri için bir kuvvet sayarlar. Bunlara göre yapılan hilekârlıklar, büyük­lüğün ifadesidir.
Allah'ın emirlerini çiğneyip bu halle­riyle iftihar edenler, aslında acizliklerini ortaya koyarlar. Yüce Allah, onlara sapık adımlarıyla korkunç sorunlarına doğru yol aldırırken, gerçek durumlarının düşkünlü­ğünü ve zayıflığını bildiriyor. Çünkü kuv­vetin ve kuvvetlinin hiç bir zaman küçük düşürmeye ihtiyacı yoktur. İşte Yüce Allah, emirlerini ve onlara inanmış mü'minleri, kü­çük düşürmek isteyenleri böylece küçültü­yor.
“Allah da onlarla alay eder (alay etme­lerine karşı layık oldukları muameleyi ya­par), onları bırakır; şaşkınlıkları içinde bo­calayıp dururlar” [1]
Yüce Allah'ın ilahî kudreti, her şeyi ku­şatmıştır. O'nun kuşatmasından dışarı çık­mak veya dışında kalmak mümkün değil­dir. Allah'a ve O'nun emirlerime inanmaya­rak O'nun bu yüce kudretinden habersiz olanlara ihtar niteliğindeki şu âyet dikkat çekicidir:
“Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar; oysa Al­lah, inkarcıları tamamen kuşatmıştır” [2]
Allah, bütün inkarcıları, içlerinden, dış­larından, dünyalarından ve ahiretlerinden kuşatmıştır. Allah'ın yüce kudretini kabul etmeyen, ama hayatlarında pek çok şeyler­den korkanlar Allah'dan korkmuyorlarsa, bunun nedeni Allah'a inanmayışlarıdır. Bir gök gürültüsünden bile korkarak sakınma hissiyle tedbir alanların, daha evvel Allah'­dan korkmaları, O'nun emirlerine uyarak fe­lâketlerden sakınmaları gerekir. Allah'ın iz­niyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi vardır.



[1] Bakara: 2/15.
[2] Ba­kara: 2/19.

Allah'a İsyan mı ?


Allah'a İsyan Yaratılışı (Fıtratı) Değiştirir


Allah, insanlara, diğer canlı varlıklar­da olmayan ve onları diğer varlıklardan üs­tün kılan birçok özellikler bahşetmiştir. Akıl, irade, şuur, inanabilme gibi özellikler, bun­ların önemlilerindendir. Her insan yaratılış­tan bu özelliklere sahiptir. Ancak sahip olu­nan bu özelliklerin gelişmesi her insanda aynı değildir.
Bu özelliklerin gelişip kemâl derecesi­ne ermesi, fıtrat dini olan İslam dininin hü­kümlerini yaşamakla mümkündür. Allah'ın bildirdiği bu hükümleri, kabul etmeyenler, yani Allah'a karşı isyan yolunu seçenler, Allah tarafından kendilerine verilen bu gü­zel özellikleri, kötü yaşantıları sonucu elde ettikleri çirkin özellik ve huylanyla örterek kaybederler. Nitekim Yüce Allah bir âyette şöyle buyurmuştur:
“Allah, onların kalblerini ve kulaklarını nıühürlemiştir. Gözleri­ne de perde inmiştir. Onlar için büyük bir azab vardır.”
Bu âyet kendi iradeleriyle kü­für yolunu seçip inanma özelliklerini kay­bedenlerin durumlarını bildirmektedir.
Şu kesin olarak bilinmelidir ki, Yüce Allah, diğer varlıklarla olduğu gibi insan­larla olan muamelesinde de asla haksızlığa ve zulme razı değildir. İman etmeyenlerin, Allah'a ve hükümlerine inanmamaları ve inanamayacak bir duruma düşmeleri kendi iradeleriyle yaptıkları işlerinin bir sonucu­dur.
İyiliğe, salih amellere devam edilerek alışıldığı gibi, kötülük de devamlı işlenen haramlar sonucu, içinden çıkılmaz bir şekil­de kişiyi etkisi altına ahr.
İşte hayat bunların kazanılması demek­tir.
İnsanın doğuştan getirdiği iradesinin kendisi üzerinde doğrudan bir etkisi yok­tur. Fakat bu iradesiyle elde ettiği kötü huylar kendi iradesinden kaynaklanmakta­dır. Şu halde insanların yaratması yok ama, iradeleriyle kazanmaları vardır.
“Allah'ın kalbleri mühürlemesi”, kulun iradesiyle yaptığı işlerinden ve elde ettiği ikinci tabiatından sonra olmuştur. Böylece onların iman etmeleri imkânsız hale gel­miştir. Çünkü kader cebir değildir. İman etmeyenler, Allah'ın ilminden dolayı kâfir olmamışlar, kâfir olacaklarından dolayı Al­lah öyle bilmiş ve öyle takdir etmiştir.
Allah, insanların iyiliğine ve kötülüğü­ne sebep olacak şeyleri de yaratmıştır. Fa­kat insana bunları bildirmiş, iyiye yönele­bilmeleri ve kötülüklerden sakınabilmeleri için de irade vermiştir. İnsan, bu iradesini kullanmakta serbest bırakılmış, böylece yaptığı işler ve sonuçları onun kazancı ol­muştur.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz