07/05/2014

Esas Mesele İnananlardan Yana Tavır Almak

 

  Kur’an-ı Kerîm çerçevesinde genel bir değerlendirmeye tabi tutuldukları zaman Allah’ın elçileri ve insanlığın hidâyet rehberleri olan peygamberlerin, gerçekten dikkat çekici birtakım nitelik ve özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Meselâ Kur’an-ı Kerim’de anlatılanlar, anlatılmayanlar;Hz. Harun, İbrahim ve İsa aleyhimüsselâm gibi cemâlî, Hz. Nuh ve Musâ aleyhimasselâm gibicelâlî yapıda olanlar; Ulü’l-azm peygamberler, komuta yetkisi olanlar, komuta yetkisi bulunmayanlar, sonuç almış olanlar, alamamış olanlar, hatta öldürülenler, Nuh ve Lutaleyhimesselâm gibi hanımları kendilerine inanmayanlar, kitap sahibi olanlar, olmayanlar … Bu ve benzeri farklılıklara sahip bulunan peygamberlerin hiç şüphesiz ortak oldukları özellikleri de bulunmaktadır. Allah’a kulluk ve Tâğut’tan uzak kalma temel görevleri; “Allah’a karşı saygılı olun ve bana uyun!” çağrıları; “Ben Allah’ın size gönderdiği güvenilir elçisiyim, buna karşı sizden herhangi bir şey de istemiyorum” diye kendilerini takdimleri; nefsin/bireyin terbiyesi, ümmetin/toplumun yönetimi gibi meşguliyet alanları, ilahlık iddiası ve Allah adına yalan söylemek gibi yetkisiz oldukları konular, onların ortak niteliklerinin başında gelir. Peygamberlerin ortak sünnetlerinden ikisi var ki bunlar günümüze gündemimize yönelik muhtevasıyla üzerinde ayrıca durulmaya değer derinlikli bir anlam ve yapıya sahip bulunmaktadır: İnananlardan yana tavır alıp onlara sahip çıkmak ve Muvahhid/inançlı nesiller yetiştirmek..
1. İnananlara sahip çıkmak
Kur’ân-ı Kerîm’den öğrendiğimize göre hemen bütün peygamberler, görev yerleri ve sürelerinde en büyük mukâvemeti/karşı koymayı o toplumların genellikle yönetici/önde gelen kesiminden görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerîm’in “mele’ ” diye tanımladığı bu takım, peygamberlere inanmakta fazla bir problem yaşamayan sade insanları küçük görmüş ve peygamberlerden bu insanları çevrelerinden uzaklaştırmalarını, kendileriyle görüşme ön şartı olarak istemişlerdir. Peygamberler de genel bir uygulama olarak inananlardan yana tavır alıp onlara kol-kanat germişler, müminlerle beraber olmayı tercih etmişlerdir.
Hz. Nuh’un şu sözleri, hem bu tür istekleri hem de peygamberlerin bu istekler karşısında takındıkları tavrı ve inananlardan yana duruşlarının gerekçelerini yansıtmaktadır:
Ey milletim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfâtım ancak Allah’a aittir.
Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhil bir topluluk olarak görüyorum.
Ey milletim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zâlimlerden olurum!1
Öte yandan Peygamber Efendimize de şu talimat verilmiştir:
“Sabah-akşam Rablerine O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua/ibadet edenlerle birlikte ol, bunda sebât et..Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına esir olmuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!2
“Mü’minlere karşı alçak gönüllü ol!”3
“Sana tabi olan mü’minlere merhamet kanadını indir!”4
Tercih sorumluluğu
İnanan insanlara kuşku ile bakan ve onları küçük gören, tabiatıyla kendilerini de o toplumun söz sahipleri diye tanımlayan elitlerin ve egemenlerin hemen her devirde aynı tutum içinde oldukları tarihî ve sosyal bir gerçektir. Bu kaba tutumlarına “çağdaşlık, modernlik” gibi gerekçelerle kılıf uydurmaya çalışmaları ise, egemen ve inançsız sınıfların beyin ve idrak sefâletlerini örtmeye asla yetmemiş ve yetmeyecektir. Özellikle tercih noktalarında hep kendileri gibi düşünen ve yaşayanları öncelemeleri, inananları ise ötelemeye çalışmaları ve kendileri için tehlike odağı görmeleri ne yazık ki günümüzün de en büyük modernlik saplantısı olarak gözükmektedir. Dinî değerleri dışlamak için modernitenin ya da sistemsel kimi ilkelerin gerekçe olarak ileri sürülmesi, inananlara yönelik tarihî tavrın güne yansıyan boyutunu oluşturmaktadır. Geçmişte böylesi ortamlar, peygamberlerin inananlara sahip çıkmaları, onlardan yana tavır koymaları ile düzeltildiği gibi bugün de aynı şekilde, inananların tercih sorumluluklarını inananlardan yana kullanmalarından başka düzelme ve düzeltme yolu olmadığı açıktır.
2. İnançlı Bir Nesil Yetiştirmek
Allah katında büyük cürüm sayılan Allah yolundan insanları (Allah’ın kullarını-müslümanları)alıkoyma girişimlerini (Saddün an sebilillah)5 önlemek için bütün peygamberlerin ve dolayısıyla Peygamber Efendimizin de seçtiği yol, engelleyicilerin toptan helâkini istemek değil; onların soyundan muvahhid / inançlı bir nesil yaratmasını Allah’tan dilemek ve bu uğurda sabırla çalışmak ve gerektiğinde hicreti göze almak olmuştur.
Tâif yolculuğu dönüşünde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, Mekkeli müşriklerin toptan yok edilmeleri dâhil ne isterse yerine getirileceği Cebrâil aleyhisselâm tarafından bildirildiğinde, Efendimizin,
“-Hayır! Ben, Allah’ın, o müşriklerin soyundan, hiçbir şeyi ortak koşmayıp yalnızca Allah’a kulluk edecek  nesiller yaratmasını dilerim”6 diye karşılık vermesi, hem onun insanlığa duyduğu engin şefkatini ve hem de tüm çağlara gerçek çıkış yolunun ne olduğunu göstermekte, hidâyet rehberliğinin gereğini ortaya koymaktadır.
Netice
Bir kere daha vurgulamakta fayda vardır ki, Allah elçileri peygamberlerin, inananlardan yana tavır alıp onlara sahip çıkmak ve inançlı nesiller yetiştirmek diye ifadelendirdiğimiz bu iki ortak sünneti, inananlara her yöre ve her devirde geçerli soylu bir duruş ve problemlere köklü bir çözüm yolu göstermektedir.
Günün, gündemin asıl problemi de bize göre bu iki noktada yoğunlaşmıştır. “Tercih/seçim sorumluluğu ve gelecek kaygısı” ile hareket edilmesi halinde, peygamberlerin izinde bir tavır ortaya konulmuş olacaktır. Bu da toplumun geleceği için umut verici bir bilinç ve gündemi etkileyici sessiz ve soylu bir adım demektir.

 1) Hud , 29-31; 2) el-Kehf , 28; 3) el-Hıcr , 88; 4) eş-Şuara, 215. 5) Konuyla ilgili âyetler için bk. M.F. Abdulbâki, el-Mu’cemü’l-müfehres li elfâzı’l-Kur’anı’l-Kerîm, s.403; 6) Buhârî, Bed’ul-halk 7

06/05/2014

Allah Katında Sevimsiz Üç Grup

     
 İbn Abbas radıyallahu anhumâ’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîf’te Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında müslümanların en sevimsiz olanları (şu) üç gruptur: Harem’de haksızlık yapıp zulüm işleyen  ; İslâm döneminde Câhiliye yaşantısını arayan  ve haksız yere kanını dökmek için masum bir kişinin ısrarla peşini kovalayan .”(Buhari-Diyât:9)

 Harem’de ilhad
Bilindiği gibi haksızlık ve zulüm her yerde haksızlık ve zulümdür. Ama Mekke-i Mükerrem’nin Harem’inde işlenecek bir haksızlık, mekan’dan kaynaklanan artı bir zulüm demektir. Zira harem güvenli bölgedir. Özel hukûkî statüsü vardır. Orada işlenecek bir günah, hem Allah’a isyan hem de Harem’in kendine özgü hürmetine saygısızlık demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “Mescid-i haram’da kim bir zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı bir azaptan tattırırız”2 buyrulmaktadır.

Câhiliye yaşantısını aramak
İslâm öncesi Câhiliye toplumunun yaşayışı, gelenekleri, âdetleri ve ahlâkı demek olan Sünnetü’l-câhiliyye’yi, İslâm döneminde yaşatmaya çalışmak, İslâm toplum yapısına vereceği zarar bakımından fevkalâde büyük bir cinâyettir.
Kimi hadis şârihlerine göre Sünnetül-câhiliyye’den maksat, İslâm’ın terk edilmesini emrettiği uğursuzluk, kehânet, kan davası, yaka-paça yırtarak ölüye ağlamak  gibi söylem ve eylemlerdir. Aslında İslâm dışı her düşünce, söylem ve eylemin müslüman toplumda bir şekilde yer almasına çalışmak, Câhiliye’yi yaşatmak istemektir. Toplumun Kitap ve Sünnet çizgisinden uzaklaşmasını temenni ve temin etmek demektir. Oysa müslümanca hayat, kendi kurallarıyla yaşanan hayattır. Buna karşı alternatif geliştirmek elbette büyük vebâldir. Binaenaleyh çağdaşlık, modernlik, moda vs. gibi birtakım gelip geçici gerekçelerle, geçmişte yaşanmış kimi yanlışları ve sapkınlıkları güncellemeye çalışanlar da aynı durumdadırlar. Yani aynı sevimsizliği paylaşmakta olup aynı tehdidin muhataplarıdırlar.
İslam’ın reddettiği düşünce, duygu ve davranışların tümü, Kitap ve Sünnet’in inşa ettiği müslüman kimliğini zedeleyici unsurlardır.
 Câhiliye denilen İslâm öncesi (ve İslâm dışı) toplumların içinde bulundukları itikâdî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî yanlışlar, İslâm tarafından düzeltilmişken ve İslâm toplumu kurum ve kurallarıyla çalışır hale gelmişken dönüp İslâm dışı eski uygulamaları -veya bunların isim veya şekil değiştirmiş yeni versiyonlarını- yeniden gündeme getirmeyi düşünmek, istemek ve bunun için gayret göstermek, açıkça İslâm’a karşı çıkmak ve müslüman toplum hayatının kendisine özgü aslî çizgisinden uzaklaşmasını istemek demektir. Bu tür bir İslâm dışılığı aramak tam anlamıyla bir geri dönüş ve gerçek kazanımlardan vazgeçmektir. Bir başka ifade ile dînî anlamda tam bir irtica ve irtidat hareketidir. İslâm döneminde böylesi arzu ve tavırlar peşinde olan kimselerin, günahkârların Allah katında en sevimsiz gruplardan olması ise, fâilin, İslâm’ı tanıdıktan sonra böyle bir yola gitme basiretsizliği yüzündendir.
Hiç şüphe yoktur ki Kitap ve Sünnet ile var olan İslâm ümmeti, hayatiyetini yine Sünnet’in yorumuyla Kitap’a bağlı kalmakla sürdürebilir. Bu sebeple İslâm döneminde gerek kadîm gerek modern câhiliye yaşantısı peşinde olmak, -gerekçe ne olursa olsun- gerçekten çok büyük bir cinâyettir. Pek tabidir ki böylesi bir cinayetin fâili de “en sevimsiz”, “gazab-ı ilâhiye en yakın” kimse olacaktır.
Kan davası gütmek
Mekke’nin fethi esnâsında, Harem-i Mekke’ye dahil olan Müzdelife’de câhiliye’den kalma bir meseleden dolayı bir kişinin öldürülmesi olayı üzerine  Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı açıklamayı da dikkate alarak, hadisin üçüncü fıkrasının anlamını şöylece belirleyebiliriz:
Haksız yere adam öldürmek, kan akıtmak için sınır tanımaksızın fırsat kollayıp intikam almaya çalışmak, insanların hayat hakkına yönelik bir tecâvüz olmanın yanında, bitmek-tükenmek bilmez kan davalarının körükleyicisi olacağı için “fiil olarak” ağır bir suçtur. Bu yüzden böylesi bir yola girenler “Allah katında en sevimsiz” gruplardan sayılmışlardır.

Hayat !İyi de hangi hayat ?



    
   Hayatın her alanına kural koyuyor İslâm. Bu yadırganıyor kimi çevrelerde? Sanki hayatın tüm alanlarının ölçüye bağlanması, insan için bir kuşatma gibi algılanıyor.
  İslam hayat dinidir. Hayatı bütün yönleriyle kucaklaması, düzenlemesi de yapısının gereğidir. Bunun ne garipsenecek ne de yadırganacak bir tarafı bulunamaz. Bu noktada genelde bir yanılgıya dikkat çekmek istiyorum. Çoğu kimse, emirlerin değil de yasakların kısıtlama getirdiğini düşünür. Oysa bir sistem hem verdiği emirlerle hem de koyduğu yasaklarla sizi bir şeylere yönledirir, yani sizi bir şekilde sınırlar. Düzenleme dediğiniz şey, ister emir ister nehiy şeklinde olsun, sizden kendisine uyum istiyor, dolayısıyla fedakarlık bekliyor demektir.
O halde önemli olan, konulan kuralların emir veya yasak şeklinde olması değil, hangi amaçla konulduğudur. İslam'ın getirdiği ilke ve esasların, emir ve yasakların amacı ya da dinî terimle söyler isek,  insanları zora koşmak değil, kemâle erdirmektir. Kuralsız kemâl olmaz. Başıbozukluk, kayıtsızlık, ilkesizlik hiçbir düşünce sisiteminde ve sosyal yapıda kemal olarak değerlendirilmemektedir.
Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de ilginç bir manzara tespit etmekteyiz. Mâide suresinin üçüncü âyetinde -ki uzunca bir âyettir- önce müslümanlara yenilmesi haram kılınmış olan ölü eti, kan ve domuz eti gibi on küsur yasak sayılır. Sonra da "Bugün sizin için dininizi ikmale erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve İslâm'ı sizin dininiz olarak belirledim."buyurulur. Dinin kemale erdirildiğini bildiren bu âyet, Peygamber Efendimiz'in vefatından seksen gün önce Vedâ haccı sırasında nâzil olmuştur. Bu âyetin, yasaklar listesi içinde yer almasının hikmeti ya da vermek istediği mesaj şudur: Size konulan sınırlamalar sizi sıkıştırmak için değil, sizi olgunlaştırmak, sizi kemâle erdirmek içindir. Dininizin, dinî hayatınızın kemâli, bu kurallara uymanıza bağlıdır. Yoksa sizin sıkıştırılmak istendiğiniz gibi bir yanılgıya düşmeyiniz..
Ohalde olgunluk, dinî olanı kendisine ait şekil ve şartlarda yaşamakla elde edilir. Nitekim Allah Teâlâ da dinimizi koyduğu kurallarla emir ve yasaklarla kemâle erdirmiş bulunmaktadır.
Teslimiyeti tam müslümanlar olmak, kurallara uymakla mümkündür. Kural tanımazlık ise, şeytanın adımlarına ayak uydurmak demektir, aldanmaktır.
      Selam ve dualarımla…
                                                                          Teyfik ÇELİK

25/01/2014

Peygamberler Hep Ortadoğuya mı Gönderildi ?


       Peygamberlerin tamamının Ortadoğu’dan çıktığına dair bir bilgi yoktur. Kur’an ayetleri ile kesin olan şudur ki; bütün kavimlere peygamber gönderilmiştir.
“Hiçbir ümmet yoktur ki, onda bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır, 35:24)
“Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez.” (Yunus, 10/47)
ayetleri bu hakikati gösterir.
Hadislerde bir rivayete göre 124 bin, başka bir rivayete göre ise 224 bin peygamber geldiği belirtilmiştir. Kur’an-ı Kerimde adı geçen peygamberlerin sayısı ise 25tir. Peygamberlerin çoğunun ismi ve hangi milletten olduğu bilinmemektedir. İmam Rabbani Hindistan’a bir çok peygamberin geldiğini söylemiştir.
Peygamberlerin büyük bir bölümünün Ortadoğu’dan ve Arap Yarımadasından çıkmasının sebebi: 
Hazreti Adem ve Hazreti Havva Arafat’ta buluşmuşlardır. Tarih bilimi Mezopotamya, Ortadoğu, Arabistan, Anadolu bölgelerinin bilinen ilk yerleşim yerlerinin olduğu bölgeler olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla geçmişte insanlar bu bölgelerde yaşamışlardır.  Peygamberler ise toplumların bulunduğu yerlerde yaşarlar ve tebliğ vazifelerini toplum içerisinde yerine getirirler.
Uzak Doğu’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya hiç peygamber gelmediğine dair bir bilgi yoktur.
İnsanların çoğalması ile göçler yaşanmış ve bazı insanlar Asya’nın Ortadoğu’ya göre uzak olan bölgelerine yerleşmişlerdir. Bu uzak bölgelere peygamberlerin gelmediğine dair bilgi yoktur. Aksine bu uzak yerlerdeki kavimlere peygamberler gelmiştir. Çünkü “Hiçbir ümmet yoktur ki, onda bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır, 35:24) ayeti mevcuttur.
Amerika ve Avustralya kıtaları ise yakın zamanlarda keşfedilmiştir. Burada yaşayan yerlilerin, Kızılderililer, Mayalar, Aborjinler…, bu kıtalara ne zaman gittiği konusunda kesin bir tarihi bilgi yoktur. Bu insanlara geçmişte peygamber gelmediğine dair bilgi de yoktur. Bildiğimiz kesin bilgi şudur: Her bir millete, kavme peygamber gelmiştir. Ancak kavimlere gelen peygamberlerin getirdiği İslam dini bazı kavimlerde kısa sürede unutulmuş olabilir.

Müslüman Beddua Eder mi ?


 
        İslâm, Müslümanların kendileri ve diğer Müslümanlar aleyhinde beddua etmelerini yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz aleyhisselam beddua hakkında şöyle buyurmuştur:
“Birbirinize, Allah’ın laneti, Allah’ın gadabı ve cehennem temennisiyle bedduada bulunmayın.” (Ebu Dâvud, Edeb 53, (4906); Tirmizî, Birr 48, 1977)
“Lâneti çok yapanlar Kıyamet günü şefaatçi olamazlar, şehid de olamazlar.” (Müslim, Birr 85, (2598); Ebu Dâvud, Edeb 53, 4907)
“…Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” (Buhârî, Cenâiz 84, Müslim, Îmân 176, 177)
Lanet edilen o lanete layık değilse, lanet lanet edene döner. Peygamber Efendimize kulak verelim:
“Şunu bilin ki, kim bir şeye haksızlıkla lanet ederse, lanet kendisine döner.” (Ebu Dâvud, Edeb 53, (4908); Tirmizî, Birr 48, (1979)
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez (hor görmez).
“Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter.” (Buhari, Nikah 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 – 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, 1928)
Müslümanların birbirlerine ”Allah sana lânet etsin”, “Allah’ın gazâbına uğrayasın”, “Cehennemde yanasın” gibi beddua cümleleriyle lânet okumamaları tenbih ve ikaz edilmektedir. Lânet, gazap ve azâb temennisi, müminlerin öfkelerini yatıştırmak için de olsa, ağızlarına almamaları gereken felâket tellallığıdır.
“Olgun mü’min, yerici, lânetçi, kötü iş  ve kötü söz sahibi olamaz.” (Tirmizî, Birr 48)
Olgun müminler kimseyi kötülemez, lânetlemez, iş ve sözde haddini aşmaz, ahlâksızlık yapmaz. Kemâl noksanlığının göstergesi olan bu gibi düşük hareketlerin ve özellikle lânetçiliğin en büyük tehlikesi, o lânetin  sonuçta lânetçiye dönmesidir:
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten  lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” (Ebû Dâvûd, Edeb 45; Tirmizî, Birr 48)
Lânet, kendisine gökyüzünde ve yeryüzünde yer bulamaz, lânet edilen kişiye gider, eğer gerçekten o  lânete layık biri ise, onda kalır, değilse onu dileyene, yani lânet edene döner. Lânetçinin lâneti, kendisi hakkında geçerlilik kazanır. Bu da kişinin kendi ağzıyla kendi felâketini hazırlaması, felâketine bizzat kendisinin davetiye çıkarması demektir. Hiç şüphesiz aklı başında olgun hiç bir mü’min böylesi gülünç ve acı bir duruma düşmek istemez. Bunun  yolu ise, başkalarına lânet etmemektir.

Peygamberimiz Beddua Etmiş midir?

Mekke döneminde İslâmî tebliğ etmek üzere Tâif’e gittiğinde, orada kötü bir davranışla karşı karşıya kalmış; dönüşte taş yağmuruna tutulmuş, mübarek ayakları kanlar içerisinde kalmıştı. O sırada Allah tarafından kendisine ”onlar aleyhinde yapacağı bedduanın kabul edileceği, dilerse onları helâk edeceği” bildirilmiş, fakat Peygamber Efendimiz (asm) “Hayır, belki bunların sulbünden sana ibadet edecek çocuklar doğar, yâ Rabb.” demişti. Uhud’da dişini kıran, yüzünü yaralayan düşmanları için:
“Allah’ım! Kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar.” (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IV, 314)
diye dua etmiştir. Bütün çalışmalara rağmen İslâmiyeti kabul etmeyen Devs kabilesine beddua etmesi istenince:
“Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet eyle de onları bizim saflarımıza kat.” diye dua etmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 344)
Bununla beraber, Peygamber Efendimiz (a.s.m)’in zaman zaman Allah düşmanlarına beddua ettiği de olmuştur. Bi’r-i Mâûne’de yetmiş İslâm davetçisini şehît eden Kilab kabîlesine Resulullah (a.s.m) bir ay süre ile beddua ve lânet etmişti. Kâbe’de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşriklere de beddua etmiş, Bedir muharebesinde yere serildiklerini gözleriyle görmüştü. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, X; 43-45) Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılmaları için dua etmiş, bunun üzerine geceleyin ansızın doğudan kopan fırtına düşmanın altını üstüne çevirmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 342-343)
Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki Müslüman, günahkâr da olsalar, Müslümanlara beddua etmekten sakınmalıdır.
Bu dünyada zulmeden kişi cezasız kalmayacaktır. Bu dünyada zulmünün cezasını göreceği gibi ahirette de elim bir azapla cezalandırılacaktır. Burada mazluma düşen güzel bir şekilde sabretmektir.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz