29/01/2013

Yuh Baba



    Asırlar önce ak sakallı, nûrânî sîmâlı bir adam varmış. Zühd ve takvâ sahibi olan bu zat, kendi hâlinde sâkin bir hayat yaşarmış. Halkın sevip saydığı bu muhterem zâtın ilginç bir âdeti varmış. Kendisine ölüm haberi verildiğinde, hemen çoğunlukla, “Yuh olsun” dermiş. Halk bunun sebebini bir türlü anlayamaz, bu muhterem kişinin bazı kimselerin ölümünden sonra, “Yuh olsun” demesinin sırrını bir türlü çözemezmiş. Ama hiç kimse, bununla ne demek istediğini sormaya cesaret edemezmiş. Mutlaka bir hikmeti olduğunu düşünürler, böyle faziletli bir ihtiyarın mânâsız bir davranış yapmayacağına inanırlarmış.

Elbette her nefis ölümü tadacak, bizim Yuhçu Baba da, vakit saat gelmiş, Hakkın rahmetine kavuşmuş. Haber kısa zamanda yayılmış. Herkes, cenazesinin kalkacağı câmiye koşmuş. Cenâze namazı kılınmış, Yuhcu Baba omuzlara alınmış. Tam mezara doğru götürülürken, halkın arasından birisinin aklına merhumun meşhur âdeti gelmiş. İçinden, “O herkese ‘Yuh olsun’ derdi. Ben de onu söyleyeyim” diye geçirmiş. Hemen arkasında da, “Sana da yuh olsun” deyivermiş. Demesine demiş ama, o zamana kadar olmayan bir şey olmuş. Omuzlardaki tabut sallanmaya başlamış. Taşıyanlar omuzlarından kayacağını sanarak daha bir sıkı sarılmışlar. Derken tabutun kapağı yavaşça açılmış, Yuhçu Baba, nûrânî yüzüyle sözü söyleyen adama bakmış. Adamın heyecandan yüreği ağzına gelmek üzereymiş. Yuhçu Baba, “Eğer ben de onlar gibi hayatı boşuna çiğnemiş, dünyada âhireti kazanamamışsam, bana da yuh olsun” deyivermiş. Arkasından tabutuna uzanmış, kapak örtülmüş. Kalabalıktan hiç kimse ağzını açamamış. Sükûnetle cenâzeyi kabre götürmüşler, defnetmişler.

Evet, hayatımız akıp gidiyor. Yaşadıklarımız, bizim için “Yuh” mu dedirecek, yoksa “Aferin” mi kazandıracak, bilemiyoruz. Kimbilir, Allah için yapabileceğimiz çok güzel ibâdetleri, çok meyveli hizmetleri tehir ediyoruz. Belki de, imkânsızlıktan, şartların ağırlığından söz edip, uygun bir ortam arıyoruz. “Ah bir şu problemi halletsem, ah şu evi değiştirsem, ah bir kendime çalışma odası ayırsam” veya “Şu şu problemleri bir halletsem öyle güzel hizmetler edeceğim ki..” diyerek, devamlı erteliyorsak işimiz zor. Oysa “imkânlarımızın en geniş olduğu zaman, bulunduğumuz zamandır.” ”Şartların en hafif olduğu an yine yaşadığımız şu andır.” Çünkü, geleceği bilmiyoruz. Geleceğe sahip de değiliz. Yarın nasıl ve hangi problemlerle karşılaşacağımız belirsiz. Nice güzel plânları yaptığımız bir günün sabahında, Yuhçu Baba’nın gittiği diyara yolculuk edebiliriz. Görse bize ne der acaba? Yuh mu, âferin mi?

Cennet Kokusu Çocuklarımız



   
Âile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslâm'da evlenmenin, âilenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Âilenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.

Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah'ın bu nârin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve âileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, âilenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevâbına nâil olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alır, sevâbına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.      

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilir. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6) "Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitne/sınavdır." (64/Teğâbün, 15). Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasülü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz." (Buhari, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.   

Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, "bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor.

İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber'le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda  en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsî (hatta müşrik) yapar." (Buhârî Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25)  buyuruyor.  "Müslüman yapar" demiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm'ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile  terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde âilede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.            

Âile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. "Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız." (Bakara suresi, 187) Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. "İyilikte ve takvâda (Allah'ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezâsı çetindir." (5/Mâide, 2)

Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de "ibâdet" olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah'ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gâyenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.

Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, âile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saâdet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü'min kadın ve erkeklerin bir arada âilece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.

Âilenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.

Ashab-ı Suffe



    Örnek nesil, örnek insan Hz. Peygamber'in gergef gergef işlediği ve kendi modeline göre dokuduğu güzellik kumaşıdır. O'nun nazarının değdiği ve dîdelerinin kendisini gördüğü bir nesil. Onlar O yüzü görmenin bahtiyarlığı sayesinde İslâm ile müşerref oldular. Aslında asr-ı saâdette müslüman olan yüzbinlerin müslüman olmalarına yüzde doksan oranında tesir eden Hz. Peygamber'in kişiliğiydi. Ancak yüzde onluk bir oran Kur'an okuyarak İslâm olma bahtiyarlığına ermiştir.

Örnek nesil içinde hulefâ-i râşidin, aşere-i mübeşşere ve ashâb-ı Bedr'den sonra ashâb-ı suffe'nin ayrı bir yeri vardır.

Ashâb-ı suffe, Mescid-i Nebî'deki sofada barınan sahâbîler demektir. Suffe, ev ve konaklarda bulunan eyvân, sed ve seki türü yüksekçe oturma mekanları için kullanılan bir tabirdir. Zamanla Türkçe' de "sofa" şeklinde kullanılır olmuştur.

Suffe Medine'de inşâ edilen mescide bağlı olarak yapılmış İslâm tarihinde ilk defa orası için ad olarak kullanılmıştır. Aslında sahâbe nesli, bir kadro hareketi, suffedeki sahâbiler de bu kadronun ilmî, mânevî ve askerî konulardaki hazır kıtası konumundadır.

Asr-ı Saâdette mescid, mabed hüviyetinin yanısıra aynı zamanda mektep, şûrâ toplantı salonu, idârî, askerî konuların tartışıldığı bir merkez, bir hastane, bir spor ve dinlenme yeri gibiydi. Mesciddeki ders, sohbet ve zikir meclislerinin müdavimi olan bekâr, evi olmayan sahâbilerin barınma yeri mescidin suffesiydi. Suffeli sahâbiler orada barınırlar, zengin ve varlıklı sahâbilerin sağladığı iaşe ve ibâte imkânlarıyla imrâr-ı hayat ederlerdi.

Medine'de mescidin yanında bir sofa ihtiyâcı sosyal, ilmî, askerî ve manevî sebeplerle ortaya çıkmıştır. Özellikle fakir muhacirler ile ensârdan ve civar kabilelerden Medîne'ye din-i celil-i İslâm'ı öğrenmeye ve Allah Rasulü'nü görmeye gelenler için bir barınma yeri kaçınılmaz olmuştu. Suffe, barınma yeri özelliği itibariyle konaklanma imkânı veren bir kervansaray veya pansiyon niteliğindedir. Bugün eğitimdeki parasız yatılı öğrenciler için barınma imkânı; dün tekkelerdeki derviş hücreleri hep bu sofa modelinin çağlara göre ufak tefek farklılıklar arzeden bir devamıdır.

Medineli ensar, kendi yurtlarına göç eden Mekkeli muhacirlere evlerini, barklarını, gönüllerini açmış ve herşeylerini onlarla paylaşmış olmalarına rağmen yine de dışarda kalan ve barınmada sıkıntı çekenler ortaya çıkınca Hz. Peygamber onları mescidinin sofasına yerleştirmişti.

Sofada sâkin olan sahâbilerin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Sayılarının 10 ile 400 arasınmda değiştiğine dâir muhtelif rivâyetlere bakılırsa suffe ashâbının sayısının sürekli değiştiği anlaşılmaktadır.

Ashâb-ı suffe, dinin kaynağına en yakın, Rasûlullah'ın meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı, muallimleri daha kalıcıydı.

Allah Rasûlü, onların ihtiyaçlarını bizzat karşılar, yalnızlıklarını paylaşır, onlarla oturur, birlikte yemek yer ve halkı onlara ikram etmeğe teşvik ederdi. Allah Teâlâ onları Kur'an'da muhtelif âyetlerinde anmış, Allah Rasûlü'nün onlara özel ilgi ve şefkatini taleb etmiştir. Nitekim şu âyetlerin suffe ashâbı hakkında nazil olduğu mervîdir;

1- "(Yapacağın hayırlar) kendilerini Allah yoluna adadığı için yeryüzünde kazanç endişesiyle dolaşmayan, hayâlarından dolayı tanımayanların zengin zannettiği fakirler için olsun. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler." (el-Bakara, 2/273)

Allah Rasûlü kendisine getirilen şeylerden sadaka olanlarını ashâb-ı suffeye gönderirdi. Ayrıca beytülmaldan ve kendi malından büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği durumlarda ashâbının onları evlerine götürüp misafir etmelerini isterdi. Bu yüzden ashâb-ı suffeye "adyâfü'l-müminin" (müminlerin misâfirleri) ünvânı da verilmişti.

Ashâb-ı suffe, Hz. Peygamber'in rûhaniyet çeşmesine gönül musluklarını dayamış ve oradan içerek nübüvvet mektebinde yetişip boy atmış bahtiyarlardır. Onlar zamanlarını ilim, irfân ve mâneviyyat tahsiline adamış saidlerdir. Dünya câzibesinin kendilerini etkilemediği, ilim ve ibâdetle meşgul azizlerdir.

2- "Rablarının rızâsını umarak sabah-akşam O'na yalvaranları kovma!" (el-En'âm, 6/52)

Müşrikler, Hz. Peygamber ile aynı statüde görüşmek için etrafındaki fakir suffe ashabını uzaklaştırmasını istemişlerdi. Allah Teâlâ da Sevgili nebisini bu ifâdelerle uyarırdı. Nitekim Hilyetü'l-evliyâ müellifinin Habâb b. İrs'ten naklettiğine göre olay şöyle gerçekleşmiştir:

Akra b. Hâbis ile Uyeyne b. Huseyn el-Fizârî Peygamber Efendimiz (s.a.)'in huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz Bilâl, Ammar, Suhayb ve Habbab gibi ashâb-ı suffeden kimselerle sohbet ediyordu. Gelenler bu manzarayı görünce onlara hakaret ettiler ve orayı terkederek: "Bize Araplar nezdinde şeref verecek bir meclis kurmanı istiyoruz. Çünkü Araplar'ın ileri gelenleri seni ziyaret ettiğinde bu çapulcularla beraber oturmaktan hayâ ederiz! " dediler. Hz. Peygamber (s.a.)'e: "O halde biz gelince onları yanından uzaklaştır. Biz gidince yine gelip yanına otursunlar" Peygamber (s.a.) onlara; "Tamam" dedi. Bunun üzerine: "Şimdi bu konuya dair bir belge yaz" dediler. Hz. Peygamber üzerine yazı yazmak için bir sayfa ararken Cebrail indi ve bu âyeti getirdi: "Sabah akşam rabbının rızasını arayarak yalvarıp yakaranları kovma!.. Yoksa zalimlerden olursun." (el-En'âm, 6/52)

3- Bu olaydan sonra rivâyete göre Peygamber (s.a.) elindeki sayfayı bir kenara atarak ashâb-ı suffe'yi çağırdı. Suffeliler O'na iyice yaklaştılar. Diz dize geldiler. Uzun bir süre birlikte oturdular ve Allah şu âyeti indirdi:

 
"Sabah akşam Rablerine duâ edip, onun rızasını arzulayanlarla beraber sabret ve onlarla birlikte ol. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!" (el-Kehf, 18/28) Kalbi zikirden boş ve gafil olanlar Uyeyne b. Husayn ve Akra'dır.

4- Allah Teâlâ onlar hakkında Rasûlü'ne "A'mânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü." (Abese, 80/1-2) hitab etmiştir; Bu âyet ashâb-ı suffeden Abdullah b. Ümm-i Mektû+m hakkında nazil olmuştur. Bilindiği gibi Allah Rasûlü, müşriklerin ileri gelenlerine İslâmı tebliğ etmeye çalışırken İbn Ümmi Mektûm gelmiş ve Rasûlullah'dan bilgi almak istemişti. Allah Rasûlü de böyle bir sırada bu tür bir talebin yersizliğinden memnûn olmayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bu âyetin nüzûlünden sonra Allah Rasûlü ne zaman Abdullah b. Ümmi Mektûm'u görse kendisine: "Rabbımın kendisi ile bana çıkıştığı zât" diye takılırdı.

Gücü kuvveti yerinde olan suffe ashabı dağlardan sırtlarında odun taşımak dâhil ellerinden gelen her türlü işi yapmaktan geri durmazdı. İffet ve vakarlarına düşkünlükleri sebebiyle kişiliklerini etkileyecek davranışlardan özenle sakınırlardı. Kimseden birşey istemezlerdi.

Suffede sâdece kimsesiz sahâbiler değil zaman zaman Hz. Peygamber'i görmeye gelen zengin sahabiler de kalırdı. Evlenip ev bark sâhibi olanlar suffe ashâbı arasından ayrılır, kendi hânelerine geçerdi.

İlk plânda Hz. Peygamber'in onların maddi ihtiyaçları ile ilgilendiği intibâı uyanmakta ise de aslında O, suffe ashâbının mânevî ve rûhânî ihtiyaçları ve özellikle yetişmeleriyle çok ilgilenirdi. Nitekim İbn Mace ve Dârimi'nin naklettiği bir hadis bu konuya ışık tutmaktadır: Rivâyete göre Allah Rasûlü bir gün evinden çıkıp mescide girdi. Mesciddeki insanlardan bir gurubu Kur'an okuyor, duâ ve zikirle meşgul oluyor, diğerleri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Allah Rasûlü her iki gruptan da memnûn olarak: "Her iki grup da hayır işliyorlar" buyurdu. Ardından da: "Bunlar Kur'an okuyor, Allah'a duâ ve zikirle meşgul oluyor, Allah dilerse duâlarını kabûl eder, dilerse etmez. Ama şunlar ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben muallim olarak gönderildim." diye konuştu. Bu iki gurubun ikisi de suffe ashâbındandı. Çünkü onlar gündüzleri mescidde ilim ve ibâdetle meşgul olurlar, suffeyi âdetâ bir konaklama yeri ve ilmî müzâkere ortamı olarak kullanırlardı. (bk. Ebû Dâvud, büyû, 36)

Suffe ashâbının öğrendiklerinin başında okuma-yazma, Kur'an okuma, hadis belleme ve dini bilgiler gelir. Ahlâkî konularda ise onlar, Allah Rasûlü örneğiyle aynîleşecek bir ortamdaydılar. Muallimleri başta Hz. Peygamber olmak üzere Übey b. Kâ'b, Abdullah b. Mesûd, Muaz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit gibi âlim sahabilerdi.

Ashâb-ı suffe, hem kendilerinin ilme ve infâna düşkünlüğü, hem de ortamın buna müsâid olması sebebiyle bir bakıma yoğunlaştırılmış ve hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim ashâb arasında en çok hadis rivâyet etmekle tanınan sahâbiler (müksirûn) genellikle bu topluluğun içinden çıkmıştır. Bunların başında gelen Ebû Hüreyre şunları söyler: "Benim çok hadis rivâyet etmiş olmam fazla abartılmasın. Çünkü muhâcir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticâretle; ensâr tarlada, bahçede ziraatle meşgulken ben boğaz tokluğuna Allah Rasûlü'nün mübârek nasihatlarını dinliyor, ezberliyor ve onların şâhid olmadığı olaylara şahid olma imkanını elde ediyordum" (Buharî).

Abdullah b. Ömer gibi, ilme düşkün sahabilerden suffede kalmayı baba evinde kalmaya tercih edenler de çıkmıştır. Hz. Peygamber'in Müezzinleri olan Bilâl-i Habeşi ile Abdullah b. Ümmi Mektûm da suffe ashâbındandı.

Ashâb-ı suffe bütün kabilelerin en şerefli mensuplarından oluşuyordu. Onlar takvanın ve riyâzat yoluyla İslâm'ın özüne vâkıf olmuş "ermiş" kişilerdi. Meleklerin onları ziyâret ettiği söylenir.

Suffede yetişen bu kabiliyetler bilgi, beceri ve birikimlerine göre muhtelif hizmetlerde kullanılmaktaydı. Yeni müslüman olan kabilelere Kur'an ve dini bilgiler öğretmek için ashâb-ı suffe içinden muallimler görevlendirilirdi. Nitekim Râci ve Bi'r-i Maûne vak'alarında haince şehid edilen yetmiş hâfız ve âlim sahâbi genelde bunlardandı ve böyle bir görev için gidiyorlardı.

İslâmı öğrenmek için kısa bir süre ile Medine'ye gelenler bir yandan Hz. Peygamber'le görüşürken diğer yandan suffe ehliyle ilmî mubâhaselerde bulunurlardı.

Ashâb-ı suffe Hilyetü'l-evliyâ müellifi Ebû Nuaym Isfahânî'nin dediği gibi: "Allah'ın her türlü dünya kirinden kurtardığı, fakirlere önder kıldığı, hikmet ehline dost eylediği, âileye ve dünya malına bağlanmayan hiçbir alışverişin kendilerine Allah'ı anmaktan alıkoymadığı az bulunur bir topluluktu." (I, 337)

Kaynaklar onların en belirgin özelliğinin fakirlik ve açlık olduğunda ittifak halindedir. Dünyalık yönünden onların hiçbirinin iki yakası bir araya gelmezdi. Hiçbirinin iki elbisesi olmazdı, iki çeşit yemek yiyemezlerdi.

Ebû Hureyre ki, o da onlardandır: "Suffe ehlinden yetmiş kişi bilirim tek elbiseleri vardı. Namaz esnasında ayaktayken elbiselerinin boyları diz kapaklarına zor gelir, rükûa vardıklarında edep yerleri görünmesin diye eteklerini çekiştirirlerdi." der, (bk. Buhârî salât, 58).

Fudale b. Ubeyd der ki: Hz. Peygamber ile namaz kılarken cemâatin içinden açlık ve yoksulluktan zor ayakta durabilen suffe ashâbı vardı.

Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre Hz. Peygamber ashâb-ı suffeye Kur'an öğretiyor ve açlığını hissetmemek için karnına taş bağlıyordu. Suffe halkının tek işi Kur'an'ı öğrenmek, anlamak, okumak ve anlatmaktı.

İslâm tarihindeki tasavvufî hayat ve düşüncenin bu topluluğun hayatından neş'et ettiği kabul edilir ve sûfi kelimesinin de bir görüşe göre suffe kökünden geldiği öne sürülür.

Anneden Gelinlik Kızına Mektup





     Genelde, evdeki kız çocuğu annesini örnek alır. Bunun için anne, her hali ile kızına örnek olmalıdır. İşte bütün genç kızlarımıza, asırlar önce yaşamış, hali vakti yerinde, soylu bir aileye mensup Ümame Hanımın, gelinlik çağındaki kızına yazdığı örnek mektubu sunmak istiyoruz. Bilhassa zamanımızda her genç kızın çok ihtiyacı olan bir nasihat bu:
 “Sevgili Kızım!
Bir kızın, annesi ve babası zengin, asil diye evlenmeye ihtiyacı olmasaydı, senin ve benim hiçbir zaman evlenmeye ihtiyacımız olmazdı. Fakat, durum böyle değildir.
Yavrum!
Şimdi sana kırk yıllık evliliğimin tecrübelerine dayanarak bazı tavsiyelerde bulunacağım. Bu tavsiyelerimi iyice öğrenip gerektiği şekilde hareket edersen, hayatın boyunca rahat edersin. Kocanla aranız hiçbir zaman bozulmaz. Bu dünyada mutlu bir ömür geçirdiğin gibi ahirette de ebedi saadete ulaşırsın.
1- Kanaatkar ol! Yani, kocan tarafından getirilen yiyecek ve giyecek herşeyi memnuniyetle, severek kabul et. Çünkü, kanaat, kalbi huzura kavuşturur.
2- Söylenenleri daima iyi dinle ve her zaman kocanın meşru sözlerine, isteklerine itaat üzere bulun. Kocana itiraz etme, karşı gelme. Onunla kaynaşmaya gayret göster. Bu şekilde hareketlerin aynı zamanda, Cenab-ı Hakkın rızasına da uygun olur.
3- Kocanın göreceği her yere, itina ve ihtimam göster. Gözüne çirkin bir şeyin ilişmesinden sakın. Dış görünüş içe, kalbe de tesir eder. Evin her zaman temiz, bakımlı ve güzel kokulu olsun.
4- Eşinin yemek saati ile uyku saatine dikkat etmelisin. Yemeğini adeti nasılsa ona göre hazırlamalısın. Vaktinde uyuması için işlerini zamanında bitir. Çünkü açlık insanı huysuz eder. Uykusuzluk ise, öfkelenmeye sebep olur.
5- Evinin mallarını ve eşyasını iyi koru. Mal ve eşyayı koruman senin iyi iş bildiğini gösterir. Yaptığın işleri, iyilikleri başına kakma! Başa kakarsan, iyilik fayda yerine zarar getirir.
6- Eşinin yakınlarına iyi davranışta bulun. Güzel davranışta bulun ki, o da senin yakınlarına iyi davransın. Gülü seven dikenine de katlanmalıdır. Zaten dünyada ni'metler ve sıkıntılar beraber bulunur. Kocanın evde, çocuklarına, yakınlarına karşı otoritesini sarsacak, onu küçük düşürecek söz ve hareketlerde sakın bulunma!
7- Kocanın sırlarını hiç kimseye söyleme. Eğer sırlarını etrafa yayacak olursan, sana darılır. Vefasızlık etmeyeceğinden bile emin olmaz. Sevgide azalma olur.
8- Eşine hürmette, isteklerini yerine getirmede kusur etmemelisin. Sözlerinin aksini söyleyerek, ona karşı gelmemelisin. Eğer karşı gelir, isyan edersen, kızıp öfkelenmesine, hatta düşmanca hareket etmesine sebep olursun. Eşinin, üzüntülü ve kederli zamanlarında sen de öyle görün! Onun üzüntüsünü onunla paylaş. O neşeli ise sen de neşeli görünmeye çalış.
9- Kocana ne kadar hürmet ve tazimde bulunursan, kendini ona o kadar çok sevdirirsin. Rızasına ne derece uygun hareket edersen, o nispette sevgisini kazanırsın.
10- Kocandan, almakta zorlanacağı, gücünün yetmeyeceği şeyleri isteme! Bu hem senin, hem de onun helakına sebep olur. Nitekim sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki:
"Bir zaman gelir ki, adamın helakı, hanımının, ana- babasının ve çocuğunun elinden olur. Onu fakirlikle ayıplarlar, gücünün yetmediği tekliflerde, isteklerde bulunurlar. Böylece o kimse, bu istekleri temin için dininin gideceği yollara sapar ve helak olur."
11- Kadının güzel huylusu, saliha olanı, eşine Cennet nimetidir. Kötüsü, şerlisi de Cehennem azabından sayılır. Sen kocana Cennet ni'meti ol! Azab çektirme!
Bunları yapabilmen ancak, onun isteklerini kendi isteklerine, onun rızasını kendi arzularına tercih etmenle mümkün olabilir. Hep kendi istek ve arzularını ön plana çıkartırsan, bu nasihatları tutabilmen mümkün olmaz.”
Devletlerde, milletlerde, iş yerlerinde, ailelerde huzurun sağlanabilmesi için, son sözü bir kişinin söylemesi lazımdır. Her kafadan bir ses çıkarsı huzur olmaz.
Allahü teala, alide son sözü söylemeği erkeğe vermiştir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı kerimde, erkekleri kadınlar üzerine hakim kıldığını bildirmiştir. Nisa Suresinin 34.ayetinde, “Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler.”buyurulmuştur. Bunun için kadın, düşüncesini söylemeli fakat  son sözü kocasına bırakmalıdır. Erkek yanlış bile yapsa, dine uygun yapıldığı için, Allahü tela o işin neticesini hayra çevirir. Evde senin dediğin, benim dediğim olacak kavgası olursa o evde huzur olmaz.
Nasıl ki, bir erkek işyerinde, potronunu memnun etmek için çalışıyorsa; bu iş yerinde kalabilmesi için, potronun memnun olmasının şart olduğunu, iş huzurunun buna bağlı olduğunu biliyorsa; kadın da, kendi rahatı huzuru için bütün gücü ile kocasını memnun etmek için çalışması lazımdır. Kocasının, memnun olması rahat olması, kadının da rahat, huzurlu olması demektir.
Bu, kadın tarafından kabullenip tatbik edilmedikçe ailede huzur olmaz.

28/01/2013

Niyet ve Ahlâki Yükümlülük



İnsan nereye kadar sorumludur?
İnsanın sorumluluğu anlama, kavrama mertebesinin ölçütlerine göre değişmektedir. İnsanın anlayışının birçok mertebeleri vardır. Öncelikle bir meseleyi hayal eder, zihninde canlandırır (tahayyül). Sonra düşünmeye başlar, şekil ve suret giydirir (tasavvur). Bir basamak sonra, üzerinde fikir yürütür, ölçer, biçer, tartar, tarafsızcasına doğruluk derecesini anlamaya çalışır (taakkul). Daha sonra o mesele üzerinde görüş sahibi olur (tasdik). Sonraki mertebede doğruluğunu kabul ettiği meseleyi uygulayarak boyun eğer, söz dinler (iz’an). Kabul ettiği ve tarafından gözüktüğü meseleye taassup derecesinde bağlılık gösterir (iltizam). En son olarak da iç dünyasında makes bulup, yaşantısına akseden o mesele hakkında sapa sağlam bir inanç sahibi olur (itikad).13 İnsanın sorumlu olmadığı mertebeler ilk üçü olan “tahayyül”, “tasavvur” ve “taakkul”u kapsamaktadır. Yani bir şeyi hayal etmek, düşünmek ve akletmek mesuliyet gerektirmemektedir. Küfrün hayal edilmesi ve düşünülmesi bile küfür kabul edilmediği halde, gayri ahlâki hal ve hareketlerin düşünülmesi gayri ahlâki değildir. Ne zaman ki tasavvur, taakkul tasdik mertebesine ulaşır ve bir görüş suretini alır, yükümlülük o zaman insan için başlamış olur.
Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede müstekar (devam edici) bir hale gelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir (doğabilir). Hem bitarafane (taraf tutmayarak, tarafsızca) muhakeme (hüküm verme) namiyle ve insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi (karşı görüşü) iltizam (gereğine inanma) ede ede ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız, taraf-ı muhalifi (karşı tarafı) iltizam eder; ona vacib (zorunlu) olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer; hasmın (düşmanın) veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi (gereksiz vekili) olacak bir halet, zihninde takarrür eder (yerleşir).14
İnsanlar, yapılan fiil ve hareketlerin kendisinden mi, yoksa o işin yapılma niyetinden mi sorumludurlar?
Aşağıdaki başlıklarda daha ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz üzere, fiil ve hareketlerin bizzat kendileri güzel veya çirkin, ahlâki ve gayri ahlâki değillerdir. Öyle ise, insanı sorumluluk altına alan onun niyetinden geçmektedir. Fakat, şunu unutmamak gerekir ki, tek başına fiilsiz niyetin tesiri, özellikle amele bakan meselelerde yeterli değildir. Allah’ı sevdiğini söylediği halde, O’nun Habibi’nin (a.s.m.) hal ve hareketlerine benzemeye çalışmayan insan için “niyet” fonksiyonunu yitirmiş olur.
Niyet öyle tesirli bir iksirdir ki, eşyanın mahiyetini değiştirir; hayrı şerre, şerri hayra çevirir. En sıradan hareketleri ibadete dönüştürdüğü gibi, gösteriş için yapılan ibadeti de günaha çevirir.15 Öyle ise, ne yapıldığı önemli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Ondan bir derece daha önemli ve ehemmiyetli olan ne için yapıldığıdır. Örneğin, iki insan da başını secdeye koyuyor. İkisinin de yaptığı hareketler dışarıdan bakılınca aynı. Fakat biri sırf Allah’ın rızasını kazanmak için, ona ibadet niyetiyle başını secdeye koyuyor. Diğeri ise, müşterileri çekmek ve güvenilebilecek bir insan olduğu imajını vermek gibi, birtakım dünyevi menfaatleri elde etmek niyetiyle o hareketi yapıyor. Birincisi, hayır işleyerek sevap kazanırken, ikinci şahsın yaptığı secdeye kapanma hareketi kendisine günah kazandıran kötü bir hareket oluyor.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Mü’min’in niyeti amelinden hayırlıdır” demiştir. Yani, Allah’ın nazarında insanların davranışları içinde en makbul olan “külli bir niyetle ve sonsuz bir inançla” yaptıklarıdır. Bu meseleyi Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Meyvesi’nde geçen bir temsil ile anlamaya çalışalım: Bir zaman padişahın biri, halkının sadakat ve hürmet derecelerini ölçmek için onların hediyelerini kabul ediyor. Padişahın huzuruna girenler arasında fakir bir adam da var. Bu adam huzura kabul edilince bakıyor ki, ülkedeki meşhur insanlar ve zenginler en güzel hediyeleri padişaha sunmuşlar. Kendi elindeki padişaha getirdiği hediyeye bakıyor ve onların getirdiği hediyelerin yanında çok değersiz kaldığının farkına vararak üzülüyor. Fakat, birden padişaha şöyle sesleniyor: “Ey Seyyidim! Bütün gözümün önündeki hediyelerin bir mislini sana takdim ediyorum. Çünkü sen, onlara layıksın. Eğer benim zenginliğim ve gücüm olsaydı, bunları tamamıyla sana hediye ederdim.” İşte, padişah da, o fakir adamın sadakatini, hürmetini, niyetindeki yüksek dereceyi en büyük hediye gibi kabul ediyor.
Biz de Allah’ın huzuruna namazımızla çıktığımız anda, o fakir adamın hali gibi bir durumu yaşıyoruz. Bakıyoruz ki, dört büyük melekten tutalım da bütün melek cinslerinin ibadetleri, galaksilerden atomlara kadar bütün varlıkların ubudiyetleri parlak bir tarzda Cenab-ı Hakk’a sunulmuş. Bizim kusurlu, yarım yamalak yaptığımız kulluğumuz ise, onların yanında neredeyse bir hiç hükmünde kalıyor. Fakat, namazımızda “Ettahiyyatü lillah” demekle, bütün onların kulluklarını Cenab-ı Hakk’a takdim ederek külli niyetimizle ve sonsuz inancımızla diyoruz ki: “Ey Allah’ım! Bütün varlıkların ibadetlerini Sana sunuyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar sana ibadet edecektim. Çünkü sen, onlara, belki daha fazlasına layıksın.” İşte bu niyet ve inanç insanı bütün varlıkların üzerine çıkaran, insana ait bir gizli şifre ve tılsım mahiyetinde.
Aynı şekilde, “El mübarekatühü” dememiz de külli bir niyeti içinde barındırıyor. Çünkü, bu kelime bütün bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin, hayvanların yumurtalarının niyetleriyle yaptıkları kullukları Cenab-ı Hakk’a sunmak manalarını içinde derc ediyor. Örneğin, bir kavun içindeki binlerce çekirdeklerin niyetleriyle diyor ki: “Ya Halıkım! Bana öyle bir güç ver ki, yeryüzünün her tarafında senin güzel isimlerinin nakışlarını ilan edeyim.” Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetleri var olmuş gibi kabul ediyor. Bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin bile potansiyel halde, harice çıkmamış niyetlerini kabul eden bir Yaratıcı, elbette insanın niyetini daha mükemmel bir şekilde kabul edecektir. Bütün bu sırlardan dolayıdır ki, insanların niyetleri davranışlarının ve hareketlerinin faziletlerini ve kıymetlerini arttırmak bakımından büyük tesir icra eder.
Ayrıca, Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta geçen “nun-u na’büdü”16 nüktesinde anlatılan hakikatler de, külli niyet noktasında insanın ne kadar büyük bir mertebeye yükselebileceğini göstermesi açısından ayrıntılı bir şekilde incelenmeye değer bir bölüm mahiyetindedir. En kısa bir zamanda, bir de bu pencereden okumaya çalışalım.
1. Osman Pazarlı, İslam’da Ahlak, İstanbul 1980, s. 12.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 294.
3. A.g.e., s. 32.
4. A.g.e., s. 291.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 89.
6. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 37.
7. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 194.
8. Sözler, s. 478.
9. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 29.
10. Mesnevi-i Nuriye, s. 176.
11. Sözler, s. 499.
12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 363.
13. Sözler, s. 646.
14. A.g.e., s. 251.
15. Mesnevi-i Nuriye, s. 45.
16. Mektubat, s. 382.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz