01/01/2019

Hangi Bağla Kime Bağlıyız ?



     Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularımıza taşımaktadır!

Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra,
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.

İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir defaya özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.
     
 Dünya ve içindekiler için utanmadan koşuşup duranlar utanmıyor, çekinmiyorlar da, Yüce Allah'ın dini için neden Müslümanlar geri durmaktan utansınlar. Asıl utanacak olanlar, dinlerini dünya karşılığında değiştirenlerdir.

 Artık tercih yapma zamanı hala gelmedi mi?

Saflarımızı perçinleştirmenin vakti hala gelmedi mi?

Kim olduğumuzu ve ne işe yaradığımızı ispat etmenin zamanı gelip çatmadı mı?

Yüce Allah cümlemizi dininde sebat eden kullarından eylesin.

28/12/2018

Müslümanca Yaşamak Yada Sapmak


        
       Ebu Zerr el-Gifari (r.a) Hz. Peygamber (a.s)'a "Müslüman kimdir?" diye sorduğunda; Hz. Peygamber (a.s): "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri kimsedir" diye buyurmuş.
Peki en faziletli hicret hangisidir?
Hz.Peygamber (a.s): "Muhâcir de Allah'ın yasakladığı şeyi terkedendir."(  İbn Hamza, el-Beyan ve't-Ta'rif, S, 606)

وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ دينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِى الْاخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرينَ

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, o kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek"(Âl-i İmrân, 3/85.) ayeti "Muhammed'in getirdiğin dinden başka bir din arayandan, aradığı din kabul edilmeyecektir" şeklinde açıklanır. "Muhammed'in dinine İslâm ismi verilir, denilir"ifadesiyle İslâm dininden maksadın, Hz. Muhammed (a.s)'ın tebliği ettiği din olduğu anlaşılır.

Kadî İyaz ise bu hadisi kasdederek; "Şeriat ilimlerinin tamamı bu hadise bağlıdır ve bundan şube şube olmuş yayılmış" demiştir.

Sonuç olarak müslüman; özü, sözü ve işleriyle en doğru hareket eden, haksızlık yapmayan, daima her işin iyi yanını görmeye ve almaya çalışan, dünyada her davranışının yazıcı melekler tarafından tespit edildiğine inanan kimsedir.

* Kamil müslüman, diline ve eline sahip olan kimsedir. Diline ve ellerine sahip olmayan kişi kamil manada müslüman olamaz.

* Müslüman’ın diliyle başkasının hak ve hukukuna zarar getirecek sözlerden sakınması ve başkalarının şahsi, kişisel problemlerine karışmamaya dikkat etmesi gerekir.

* Müslüman kimsenin, elleriyle tutacağı nesnelere dikkat etmesi gerekiyor. Zira ellerin tutup boğaza aktardığı yemek ve içecek gibi şeylerin helalinden olması lazım. Eğer kızgınlık esnasında eller başkalarına zarar verme, dövme vs. gibi şeylerle meşgul ettirilirse işte o zaman haksızlık olur.

* Müslüman kişinin, diliyle nasihat edip, elleriyle de başkalarına yardım etmesi gerekiyor. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır", "Veren el, alan elden daha üstündür" prensipleri temel özellikleri olmalıdır.


25/12/2018

Felaketlerden Kaçabilmek Bizim Elimizde


       

       Zamanımızda şeytanî vesveselerle zuhur eden ve çoğalan büyük felâketler vardır.
Birincisi, iffet husûsundaki lâkaytlıklar. zinâya götüren çirkin ahval… Ailelerin perişan olması, boşanmaların artması…

İkincisi; kadın-erkek karmaşıklığı, hem de uniseks denilen tarzda giyim kuşamda, tıraş ve benzeri ahvalde kadın ve erkeğin birbirine benzemeye zorlanması…
Hâlbuki Peygamberimiz; «kadına benzemeye çalışan erkeğin ve erkeğe benzemeye çalışan kadının, Allâh’ın lânetine dûçâr olacağını, yani rahmetinden uzak kalacağını» bildirmiştir. (Buhârî, Libâs, 61)

Üçüncüsü, batıdan esen rezil rüzgârlarla eşcinselliğin teşvik edilmesi. Normal gösterilmesi, yeni nesillere empoze edilmesi.
Bu şenaat ise Lût Kavmi’ni yerle bir eden bir belâdır.

Dördüncüsü; kılık kıyâfette, saç ve eşkâlde, daha birçok sahada insanlarımızın gayr-i müslimlerden ayırt edilemez şekillere girmesi.
Hâlbuki Peygamberimiz buyurur:
 “Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Beşincisi, israf ve marka hastalığı. Şöhret budalalığı hâlinde eşya ile gururlanma iptilâsı. Aynı eşyanın sırf markası yüzünden çok pahalı şekilde satın alınması ve bununla güç gösterisi yapılması. İsraf çılgınlığı.
Üstelik o markaların; ekseriyetle İslâm düşmanı birtakım uluslararası sermayeden olması cihetiyle, gafil müslümanların parasıyla, zâlimlerin desteklenmesi…

Altıncısı, yine iffeti zedeleyen ihtilât mekânları… mâlâyânîye zemin olan mekânlar, birtakım kasvetli yerler… Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle, sözün maskarası olunan yerler…

Yedincisi, fâiz… Fâizin girmediği yer kalmadı. Türlü te’villerle birçok insanın, kazancına fâiz karıştırması. Hâlbuki fâiz Allâh’ın savaş açtığı bir fâcia…

Sekizincisi; internetin ve televizyonun bazı rezil, çirkin, gayr-i İslâmî ve âhireti unutturan programları… Bunlarla dolu cep telefonlarının insanları robot hâline getirmesi…

Dokuzuncusu; bütün bu ve benzeri gaflet ve günahlara rağmen, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin âdetâ terk edilmiş olması…
Cenâb-ı Hak, A‘râf Sûresi’nde Ashâb-ı Sebt’in, yani cumartesi günü avlanma yasağına uymayan topluluğun uğradığı âkıbeti anlatır. O kavim üç gruba ayrılmıştı:

1-Yasağı çiğneyen fâsıklar,
2-Fâsıkları îkaz eden mü’minler,
3-Fâsıkları îkaz etmeyen, nehy-i ani’l-münker vazifesini terk edenler.

Kahr-ı ilâhî geldiğinde, sadece fâsıkları değil, onları uyarmayanları da helâk etmiştir. (bkz. el-A‘râf, 163-166)
Dolayısıyla;
Bunlar asla küçük, basit ve ehemmiyetsiz görülmemelidir.
Zira âyette, cehennem ehlinin, hüsrana düşmelerinin sebebi sorulduğunda;
وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ ٱلۡخَآئِضِينَ ٤٥
“(Bâtıla / dünyaya) dalanlarla beraber dalıyorduk.” (el-Müddessir, 45) diyecekleri beyan buyurulur.

Bu basit görülen gafletler, aslında öyle ağır haramlardır ki, bunlar nice kavimlerin helâk sebebi olmuştur. Bütün bunlar Allâh’ın yardımını kesen hâdiselerdir.
Hem kendimizi ıslah ve ihyâ edeceğiz, hem de toplumun ıslah ve ihyâsı için gayret edeceğiz ki, iki cihanda ilâhî yardıma nâil olabilelim.

Mâzîde her biri bir kavmin tarihten silinmesine sebebiyet veren helâk sebeplerinin hepsi, bugün toplumumuzda yaşanıyor. Bizler Allâh’ın rahmetine nâil olabilmemiz için, hem kendimizi ihyâ hem de toplumumuzu ıslah etmeye gayret etmek mecburiyetindeyiz

Helâk Edici Yedi Şey



Helak edici yedi şeyden sakının:

1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;

2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;

3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;

4- Yetim malı yemek;

5- Savaş alanından kaçmak;

6- Faiz yemek;

7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek."( Buharî, Vesaya, 23)


* Şirk: mutlak küfür değil, Allah'a ait olan vasıfları Allah'tan başkasına vermektir. Şirkin, şirket ve ortaklık anlamına gelmesinin sebebi bunun içindir.

* Bir kalpte iki mabud olmaz. Aynı zamanda iki sevgide olmaz. Ya Allah sevilecek, ya da Allah'la beraber başka şeyler sevilerek, şirk akidesi taşınacak.

* En büyük şirk, insanın Allah'tan başkasına ibadet edip, kendisiyle Allah arasına engeller koymasıdır.

* Lokman (a.s)'ın oğluna nasihatinde:

وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”( Lokman, 31/13.) Çünkü şirkte Allah'ın hakkı ve hukuku çiğnenmiş olur, Allah'a ait hakkı başkasına vermektir ki, bu da büyük günahtır.

İşte,  اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ ayeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.

13/06/2018

Kimin Yanında Kiminleyiz



    Allah’ın daveti ve mesajları karşısında insanların duruşları tarih boyunca farklı farklı olmuştur. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmız, kullarını dünya ve âhiretleri itibariyle sürekli “Dârü’s-selâm”a (huzur ve saadet yurduna) davet etmesine rağmen, nefsinin hevâsını putlaştıran insan, bu davet karşısında çoğu zaman duyarsız, donuk, ilgisiz ve hatta tepkili bir tavrın içine girmiştir.  Mü’minler olarak, durduğumuz yerin zaman zaman kâfirler ve kimi zaman da münâfıkların safları olmaması için, bu ilâhî uyarıların bir kez daha hatırlanması, îmanlı gönülleri elbette ciddi bir muhasebeye sevkedecektir.

Dünyevî rahat ve zevkini tedirgin edeceği endişesiyle nice kimseler, ilâhî âyetler karşısında duymamayı tercih ederler. Bu tavır, inkârcıların tavrıdır. Âyet-i kerimede onların bu halleri Nûh aleyhisselâm-’ın dilinden şöyle anlatılır:

“Muhakkak ki ben onlar için mağfiret buyurasın diye kendilerini her ne zaman dâvet etti isem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve libaslarına büründüler ve ısrar ettiler ve böbürleniverdiler.” (Nuh Sûresi 7)

Mekke müşriklerinin Kur’an karşısındaki duruşları da bundan farklı değildi. Onlar da şöyle diyorlardı:
“Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” (Fussilet Sûresi 26)

Kendilerine Allah’ın âyetleri bir uyarı olarak okunduğu zaman ,“şimdi bunun sırası mı?”, “Biz ne konuşuyoruz sen ne diyorsun?” diyerek, ya da beden diliyle yüzünü ekşiterek, göz kaş işâretiyle bu uyarıyı yapanı âdeta alaya alan kimseler, acaba hangi safta durmuş olmaktadırlar?

Kimileri de Allah’ın âyetlerini dinlerler ve fakat gereğini îfâ etmezler. Bu grupta olanlar da çoktur. Rabbimiz bu grubun tipik örneği olarak Yahudilerden bir gruba dikkat çeker:
“Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, «Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin» demiştik. Onlar da,  «Dinledik, isyan ettik»  demişlerdi.”(Bakara Sûresi 93)

Müfessirlerimiz bu âyetin izahında demişlerdir ki: Peygamberlerin yüzüne karşı belki “işittik isyan ettik” dememişlerdir. Fakat “işittik” dedikten sonra o mesajın gereğini yerine getirmemiş, amel, davranış ve halleriyle âdetâ “isyan ettik” demişlerdir. 

Yüce Rabbimiz müminlerin böyle olmamasını istemekte ve kendilerini şöyle uyarmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve (Kur’an’ı) dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin. İşitmedikleri hâlde, «işittik” diyenler gibi de olmayın.
Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl Sûresi, 20-22)

Allâh’ın âyetlerini işittiğini söyleyip de gereğini yerine getirmeme durumu imanla bağdaştırılamayan bir tavır olarak değerlendirilmiştir. Burada çoğu zaman nefsin arzularına karşı Allah’ın tarafını seçememe zaafiyeti söz konusudur. Böyle bir iman sınırı, tehlikeli bir uçurumun kenarında yürümek gibidir. Rabbimiz iman edenlerden daha net bir duruş beklemektedir. Şöyle ki:
“Aralarında hüküm vermek için Allah’a (Kur’an’a) ve Resûlüne davet edildiklerinde, mü’minlerin söyleyeceği söz; ancak, “işittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nur Sûresi 51)

İnsanlar arasında diğer bir grup da ilâhî âyetleri dinler, ne denilmek istendiğini anlar ve fakat menfaatine uygun gelmediği için bile bile keyfine göre yorumlar. Yani kendini âyetlere göre düzelteceği yerde, âyetleri nefsi hesabına tahrif ve tevil eder. 

Rabbimiz bu gruba da Yahudi âlimlerinden misal verir:
“Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden bir kısmı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.” (Bakara Sûresi, 75)

Nefsinin putperesti olmuş bu gibi kimseler, mümin olduklarını söyledikleri halde, böyle bir tavrın içine girebilmektedirler. Tabiri caizse, kendi aklını, daha doğrusu nefsinin hevasını rehber edinip “kitabına uydurarak” bir Müslümanlık yaşamak ister. Böyleleri zamanla kendi yalanlarına kendileri de inanmaya ve hatta bu inançlarını savunmaya başlarlar. Dünya hayatının geçici ve basit bir menfaati uğruna, ebedî hayatlarını cehenneme çeviren bu gibi kimseler de tarih boyunca inananlar arasında sürekli var olagelmiştir.

İlâhî mesajlar karşısında bir grup daha vardır ki, onlar da görüp duydukları halde kör ve sağır rolüne bürünenlerdir. Şu âyetler bu vasıftaki kimseleri anlatır:
“Onlardan sana kulak verenler de vardır. Fakat sağırlara, hele akılları da ermiyorsa, sen mi işittireceksin?” (Yunus Sûresi 42)
“Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da teslimiyet göstermiş kimselere duyurabilirsin.” (Neml Sûresi 80-81)
Elbette buradaki körlük ve sağırlık, zahiri körlük ve sağırlık değil, gönüllerin körlüğü ve sağırlığıdır. Bu hakikate de âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir:
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac Sûresi, 46)

Yüce Rabbimiz Rahmân’ın has kullarının böyle bir durumda olamayacaklarını şöyle beyan eder:
“Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.” (Furkan Sûresi 73)

İşte bütün mesele budur: İlâhî âyetler karşısında kör ve sağır olmamak. Çünkü îman etmek demek, ilâhî mesajlara kulak kesilmek ve onları hayat hâline getirmek için tam bir teslimiyetle itaate yönelmektir:
“Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan (boyun eğip itaat eden), kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tespih edenler inanmış olurlar.” (Secde Sûresi, 15)

Rabbimizin bütün bu hatırlatmalarından sonra, İslâm ümmeti olarak bugün O’nun şu yüce emrini mümin bir gönül, mümin bir göz ve yine mümin bir kulakla bir daha okuyalım:
“Ey İmân edenler!.. İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Mâide Sûresi, 2)

Mümin bir fert, mümin bir cemaat, mümin bir kabile ve mümin bir kavim olduğumuzu söyleye söyleye, bu ilâhî emir karşısında durduğumuz saf, müminlerin safı mıdır? Yoksa kâfirlerin, münafıkların ve yoldan çıkmış ehl-i kitabın safı mıdır?
Yardımlaşmalarımız iyilik ve takvâ mı üretmektedir; yoksa günah ve düşmanlık mı doğurmaktadır?

Hülâsa,  çabamız, gayretimiz ve himmetimiz, yeryüzünün imar ve ıslahına mı hizmet etmektedir; yoksa harâbına ve fesâdına mı sebep olmaktadır? Vicdanda iman ışığı hâlâ var ise herkes kendi gönlünden hakikatin sesini duyacaktır. Elbette önyargı duvarları gönül pusulasını fonksiyonsuz hâle getirmemişse.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz