19/02/2018

Zaman Tanzimindeki Örnekliğimiz



                              ZAMAN TANZiMİNDE NEBEVÎ ÖRNEK
Zamanı değerlendirmede biz müslümanlar fevkalade şanslı sayılırız. Çünkü, dinimiz birçok farzları, vacibleri ve sünnetleriyle bize zaman programı sunmaktadır. Hazreti Peygamber -aleyhissalatü vesselam-'in hayatı, bu İslâmî zaman değerlendirme programı'nın müşahhas örneğidir. Rasûlullah'ın hayatını bilenler şu hususları şaşmaz şekilde günlük hayatında görürler:
İbadetler belli saatlerdedir
Diğer mühim işler ibadetlere göre tanzime tabi tutulmuştur.
Söz gelimi:
Sabah namazından sonra yatmak yok, ashabıyla sohbet var.
Ashabıyla sohbeti ailevî sohbet takibediyor.
Kısa bir öğle uykusu var.
İkindi namazından sonra hanımlarını teker teker kısa bir ziyaret ve onlarla sohbet var. Akşam namazından sonra bütün aile halkı, o gün hangi hanımının yanında kalacaksa orada bir araya gelip sohbet etme var.
Günün belli saatlerinde ziyaretleri kabul etmektedir, muayyen saatlerde ziyaretlerde bulunmaktadır.
Günün bazı saatlerinde hanımları dahil hiç kimseyi huzuruna kabul etmemektedir ve bu saatler bilinmektedir. (1)
En mühimi, bu programlı işlerin değişmez muayyen müddetleri var.
Rasûlullah'ın -aleyhissalatü vesselam- günlük proğramında "eğlence" maddesi mevcut değildir. "Eğlenmek için yaratılmadık" buyurmuştur. (2)
Hülasa etmek gerekirse, İslâm, kişinin her anından hesap vereceği prensibini getirerek, zaman değerlendirmesini kişinin baş problemi yapmıştır. Getirdiği bütün teşriatıyla kısa bir ömürde ebedî cenneti kazandıracak bereketli ticaretin nasıl yapılabileceğini göstermiş, Rasûlullah'ın -aleyhissalatü vesselam- örnek hayatında da mü'min ömrünün gün be-gün, saat be-saat, an be-an en iyi şekilde nasıl değerlendirilebileceğinin müşahhas örneğini sunmuştur.
Unutmayalım ki, sadece farzları yapmak ve farzlara müteallik sünnetlere riayetle dinde kemale eremeyiz. Günlük hayatımızın tanziminde, zamanımızı en verimli şekilde değerlendirmede de sünnete koşmalı, ondan düsturlar, prensipler çıkarmalıyız.
"Allah'ın Rasûlünde sizler için en güzel örnek vardır." (Ahzab,21)

İhtiyaç Fazlamız mı Var!




İhtiyaç Fazlası Kimin?

          Resûl-i Ekrem ashâbını sık sık sadaka vermeye dâvet eder, onlar da bu emri ânında yerine getirirlerdi. Bir defasında vaaz ediyordu; sesini gerideki kadınların duymayacağını düşünerek onların yanına gitti ve kendilerini sadaka vermeye davet etti. Hanım sahâbîler bu emre hemen uydular. Kulaklarındaki küpeleri, parmaklarındaki yüzükleri, boyunlarındaki gerdanlıkları çıkarıp Bilâl-i Habeşî'ye teslim ettiler (Buhârî, İlim 32, Müslim, Salâtü'l-îdeyn 1-3).

Bir yerde yoksulluk çeken insanlar varsa, hali vakti iyi olanlar oturup düşünmelidir. Benim dediği şeylerin ne ölçüde kendisinin ne miktarda onların olduğunu iyi hesap etmelidir.

Bakın, bir yolculuk sırasında ne oldu. Resûl-i Ekrem ile arkadaşları mola vermişlerdi. Bu sırada devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler umarak sağa sola bakınmaya başladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, olmayanlara versinler. Fazla azığı olanlar olmayanlara versinler" buyurdu. Daha bir çok şeyi sayıp döktü. Bunları duyan sahâbîler, kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladılar (Müslim, Lukata 18).

Çoğumuzun tabiatında cimrilik vardır [Muhammed sûresi (47), 37]. Birine yardım edince malımızın tükeneceğini sanırız. Malın verdikçe artacağı gerçeğinden haberimiz yokmuş gibi davranırız. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gerçeği yakınlarına sık sık hatırlatırdı. Bir gün baldızı Esmâ binti Ebû Bekir'e: "Cimrilik edip esirgeme, öyle yaparsan Allah da senden esirger, sen bol bol vermeye bak!" dedi (Buhârî, Zekât 22). Allah Teâlâ'nın "Ey insanoğlu! Sen ver, ben de sana vereyim" buyurduğunu haber verdi (Buhârî, Nefekat 1; Müslim, Zekât 36). Her gün iki meleğin "Allahım! Malını esirgemeden verene yenisini ver, cimrilik edip vermeyenin malını eksilt!" diye dua ettiklerini hatırlattı (Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 57).

Elbette bir gün Allah'ın huzuruna çıkacağız. O bize de "Ey Âdemoğlu! Beni doyur dedim, doyurmadın!" diye sitem edecek. Biz, "Yâ Rabbi! Böyle bir şey nasıl olabilir! Sen âlemlerin Rabbisin" dememize aldırmayacak: "Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer verseydin, verdiğin şeyleri benim yanımda bulacağını bilmiyor muydun?" (Müslim, Birr 43) diye azarlayacak. Böyle sıkıntılı durumlara düşmemek için yoksula yardım etmeli, o bizden istemeden onun ayağına gitmelidir.

18/02/2018

Hep O'nun Yolunda Olmak


HEP O'NUN YOLUNDA OLMAK


               1“Davamız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bi­ze varan yollara mutlaka yöneltiriz...”
Allah, insanı yaratmış ve ona hayat nimetini bahsetmiştir. [2] 

O, seçtiği elçiler aracılığı ile de yarattığı insanla konuşmuştur. [3] Vahiy, Allah'ın sözlü bildirişidir ve onun hükümleri mutlak doğrudur. [4] Bu ışık, ilk peygamber Hz. Adem'den son peygam­ber Hz. Muhammed'e kadar bütün insanların yolunu aydınlat­mış, bundan sonra da aydınlatmaya devam edecektir. [5] Zira, in­sanın hayatı doğru değerlendirip anlamlı kılması, hep Allah yo­lunda yürümesiyle ve O'nun değişmez ilkelerini ihtiva eden vahyine uymasıyla mümkün olacaktır.
Bunun için Kur’an, insanı, Allah'a inanmaya, O'na içten bir sevgiyle yönelmeye ve vahiyle bildirilen gerçeklere uymaya ça­ğırmıştır. [6] Öyleyse insan, üstlendiği görevin bilincinde olmalı, sorumluluğunu yerine getirmeli, Kur’an-hayat bütünlüğü içinde yaratılış gayesine uygun olarak yaşamaya çalışmalıdır.
İnsanın, yaratılış gayesini gerçekleştirmesinde, onun geliş­mesine ve eğitimine katkı sağlayan faaliyetlerin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ancak bu faaliyetlerin beklenen faydayı sağlama­sı, şu temel ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilmelerine bağlı­dır:
a) Allah'a inanmak: Yapılan işler, mutlaka Allah inancına dayanmalı ve her şeyden önce O'na karşı ahlaklı olunmalıdır. Bu da Allah’a inanıp yolunda yürümek ve rızasına uygun güzel işler yapmakla mümkündür. İman değerinden yoksun olan eylemler, Allah katında geçersiz ve değersizdir. Tarih boyunca peygamberlerin inananlarla birlikte yürüttükleri mücadelelere bakılırsa, bunlarda iki değişmez evrensel hedefin olduğu görü­lür. Bunlardan ilki şirke karşı tevhit; ikincisi de zulme karşı adetlettir. [7] Demek ki tevhit, Allah'a; adalet de insanlara karşı ah­laklı olmak anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'a karşı ahlaklı davranması ise, hep O'nun yolunda olmasıyla gerçekleşir.
b) İnsana saygılı olmak: Bu ilke, insanın varlık şartlarını ta­nımayı, anlamayı ve onun sahip olduğu potansiyeli doğru de­ğerlendirmeyi sağlar. İnsanın, sürekli gelişen ve değişen bir çiz­gisi, biyolojik ve ruhsal yapısı, toplumsal ve tarihi çevresi, geç­mişe ait hatıraları, geleceğe ait umutları ve kaygıları var. Dünya her an, insanın zihninde farklı şekillenmekte; o, korkulan, sev­gileri, istekleri, inançları ve değer yargılarıyla gün geçtikçe ye­niden keşfedilmektedir. İnsana, çocukluğundan itibaren saygı­nın gereğini vurgulamak, saygı duyacağı değerleri ve varlıkları tanıtmak önemlidir. Ama bundan daha önemli olan, ona saygılı bir davranışın ne demek olduğunu öğretmektir. Eğer insana saygının pratik anlamı kavratılmazsa o kimi zaman saldırgan, kimi zaman korkak, kimi zaman da yetersiz ve umursamaz olur.
c) Düşünceye saygı duymak: Düşünmek bir arama, araştır­ma ve eğitim işidir. Düşünebilmek kadar dinlemesini bilmek ve farklılıklara tahammül edebilmek de bir erdemdir. Bunun için insan, karşısındaki insanların fikirlerine katılmasa da onlar üze­rinde düşünmelidir. Çünkü insanlar aynı kelimeleri kullanmala­rına rağmen onlardan aynı anlamları çıkarmazlar. Bunun nede­ni, insanların zihinsel anlam kodlarının farklı olmasıdır. Şu hal­de insanın özgürce düşünmesine engel olan her davranış, dü­şünceye saygısızlık anlamına gelmektedir. İnsanlar, kendi iyiliklerini, doğru bildikleri yolda arama özgürlüğüne sahiptirler. Öyleyse herkes, kendi özgür iradesinin ve tercihinin sahibi ola­bilmelidir.
d) Ahlaki olana saygı: İnsanoğlu, çağımızda teknik açıdan baş döndürücü bir başarıyı yakalamasına ve olağanüstü imkân­lara sahip olmasına rağmen, dünyanın hakkını verecek ahlaki olgunlukta insanlar yetiştirmede aynı başarıyı gösterememiştir. Bunun en açık kanıtı, çok sayıda insanın hayatında zihin huzu­ru, vicdan ile barışık olma ve ruh zenginliği gibi hallerin eksik­liğini hissediyor olmasıdır. Ayrıca pek çok insan, iyinin ne ol­duğunu bilse de her zaman iyi davranışı gerçekleştirememektedir. Çünkü insanın hayatında ağır basan ve onun yönünü tayin eden şey, söylenen sözlerden çok yapılan işlerdir. Bu yüzden, güzel sözler söylemek, öğütlerde ve tavsiyelerde bulunmak, bu insanlara yetmiyor. İşte burada imanın insanı iyiye teşvik edici rolü ortaya çıkıyor. Öyleyse çağın ahlaki yapısına iman, doğ­ruluk, sevgi ve saygı gibi yüksek değerle hakim olmalı; eğer amaç ahlaklı insan yetiştirmekse, ahlak mutlaka dinle temellendirilmelidir. Çünkü herkesin bildiği iyinin yanına sevabı, kötü­nün yanına da günahı koymadan ahlaklı olunamaz. Ahlakı dinle temellendiren insan, kendini yönsüz, desteksiz ve şaşkın bıra­kabilecek her türlü uygulamada, Allah inancını ve sevgisini, ko­ruyucu bir güç olarak yanında bulabilir. İnanç bütünlüğü içinde oluşan ahlaki fikirler, böylece davranışlara kılavuzluk eden bir güç haline gelir.
e) Bilgiyi bilinç haline getirmek: Bilinç haline gelmemiş bilgi, doğru olsa dahi etkisiz bilgidir. Etkisiz bilgi ise bilinci bulandırır, yanılgılara sebep olur ve müspet gelişmeleri engel­leyebilir. Ama güvenilir ve tutarlı bilgiler üzerine kurulu düşün­celer, insanın ahlaklı yaşamasına, iyi ve doğru olanı yapıp bun­ları hayata katmasına vesile olur. Zaten bir inancın ve idealin, insanda halis bir ruh besini haline gelip gelmediği, ancak güzel ahlakta görülür. Ancak bu inancın yaşaması için, doğru ve iyi olması yetmez, ayrıca o inancı yaşatacak ehil insanların bulun­ması da gerekir.
d) Tarihi mirasa saygı: Bu, geçmişin günümüz açısından yerini, önemini ve fonksiyonunu tespit edebilmek anlamına ge­lir. İnsan, kendini inşa ederken tarihin mesajını çözebilmeli, bunun içinde çok yoğun bir ilmi ve fikri çaba içine girmelidir. Tarihi mirasa saygı, ne körü körüne geleneğe sığınmak, ne de gelenekten kaçmaktır; aksine kültürel mirası, yetişmekte olan nesillere bir yardım ve ilham vasıtası olarak sunabilmektir.
Sonuç olarak, insanın her an Allah yolunda olmasını ve ke­male ermesini sağlamak için, onun doğru anlamaya ve uygula­maya yönelik zihinsel çabalarını zenginleştirip beslemek gere­kir. Çünkü doğru düşüncenin doğru kararlara yansıması, doğru kararların da iyi davranışlarla bütünleşip kaynaşması, büyük öl­çüde buna bağlıdır. Bunun için Kur’an, bizlerden Allah yolunda aktif ve üstün gayretler göstermemizi istemiş, bu gayretlerin O'nun tarafından sevapla ödüllendirileceklerini müjdelemiştir. [8] İnsanın sahip olduğu dünyacı değerler bir gün tükenir; ama ha­yırlı işlerden hasıl olan sevaplar baki kalır. [9]





[1] Ankebut: 29/69
[2] BkzA’lak: 96/2; Rahman: 55/3: Nahl: 16/97; Mülk: 67/2vb.
[3] Bkz. Nisa: 4/164; Kehf: 18/27; İbrahim: 14/13; Necm: 53/10 vb.
[4] Bkz. Enbiya: 21/73; İsra: 17/9; Nisa: 4/87. 122 vb.
[5] Bkz. Al-i İmran: 3/33: Nisa: 4/163; Saf: 61/8 vb,
[6] Bkz. Nisa: 4/136; Ahkaf: 46/31; A'raf: 7/3; Zümer: 39/55 vb.
[7] Bkz. Lokman: 31/13, Nahl: 16/90 vb. 318
[8] Bkz. Bakara: 2/25; Yunus: 10/2: Kehf: 18/46
[9] BkzNahl: 16/ 95-96: Mervem: 19/76 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 317-320.

15/02/2018

Küresel Dünyada İslam Ve Türkiye



             Eskiden savaş asıl barış istisna idi. İslâmiyet barışı asıl, savaşı istisna haline getirdi. Yani eskiden insanlar sebep varsa barışır, yoksa savaşırlardı. İslâmiyet'te ise, sebep varsa savaşılır, yoksa barış içinde yaşanılır.
Bilindiği gibi canlılar arasında iki temel kanun vardır: Bunlardan biri “çatışma kanunu”dur. Buna göre canlılar devamlı olarak birbirleri ile çatışma halindedir. Kim zayıf ise o yenilir. Yenen ise yenilenin bedeninden beslenir, semirir ve yaşar. Burada denge çıkar çatışması üzerine kurulmuştur. Buna "kuvvet düzeni" denir.

Diğer taraftan bir çok canlı arasında dayanışma vardır. Mesela, insanın hücreleri ayrı ayrı canlı oldukları halde birbirleriyle çekişmezler, tam tersine birbirlerine dayanarak hayatlarını sürdürürler. Buna "hak düzeni" diyoruz. Yani çatışmadan herkes kendi hakkını alır. Ortaklaşa yaşama ise gelişmeye ve korunmaya sebep olur. Bunlar arasında "çıkar paralelliği" ilkesi geçerlidir.
İslâmiyet tüm insanların dayanışma içine girmelerini, çıkar çatışması içinde olmamalarını; ancak bu düzeni kabul etmeyip çatışma içinde olanlara karşı da kuvvetli olunmasını ve misli ile mukabele edilmesini ister.

İslâmiyet kişilerin hak ve hürriyetleri ile topluluğun dirlik ve düzeni arasındaki dengenin sağlanabilmesi için dört mekanizma getirmiştir: Bunlar içtihat, akit, hakemlik ve emirlik müesseseleridir.
İnsana "sen hürsün" demekle insan hür olmaz, tam tersine onu fiilen hür kılmakla hür olur. Bunun için de ona hürriyetini yaşama imkanı verilmelidir. Bunu da topluluk sağlar. Yani İslâmiyet'te topluluk kişinin hürriyetini kısmak için değil, hürriyetini yaşayabilecek imkanları sağlamak için vardır. Bundan dolayıdır ki devlet "hâkim" değil "hâdim"dir.

İslâmiyet'in getirdiği içtihatlarda kitap, sünnet, icma ve kıyas olmak üzere "dört delil" vardır. Ancak bunlara uyup uymama, samimi olup olmama sorumluluğu kişinin kendisine ait olup hesabını Allah'a verecektir. Kişi, "ben böyle içtihat ediyorum" dediğinde topluluk ona karışmamakta ve ondan delil istememektedir. Bu husus insanın tüm hayatı için çok önemli bir husustur.
İman, sorumluluk duygusudur. Kişinin kendisini yaptıklarından sorumlu hissetmesi ve tüm davranışları ile hesap gününe hazırlanmasıdır. Bu sorumluluk duygusu kendisini var eden Allah'a karşıdır. O'na yani Allah'a er geç hesap verecektir.

Toplu bir durumda yaşamak zorunda olan insanlar için bir çok hallerde birbirleri ile yardımlaşma zorunluluğu vardır. Ayrıca korunmak için de bir arada yaşama ihtiyacı vardır. Dayanışma, birine gelecek olan bir sıkıntıyı yardımlaşarak tümünün def etmesidir. Biri hasta olursa onun kalan işlerini diğer ortaklar yaparlar. Böylece hasta olan sigortalanmış olur. Primli sigorta yerine dayanışma sigortası. Bu hastalıkta böyle olduğu gibi savaş gibi afetlerin karşılanması da bu ilkeye dayanır. Bugün seni öldüren yarın beni de öldürür. O halde bugün ben bu mağdura yardım etmeliyim ki yarın da başkası bana yardım etsin. Bu dayanışma mantığı topluluğu ayakta tutacaktır.
Toplulukta dirlik ve düzen olması için topluluk içinde kişilerin adil davranması gerekmektedir. Adalette herkese ehliyetine göre görev, göreve göre yetki, yetkiye göre sorumluluk ve sorumluluğa göre de hak verilir.
Varlığını kabullendiğimiz bir olgu da  küreselleşmedir.Küreselleşme, aşırı bir ferdiyetçiliği öngörmektedir. Ferdin dayanışma içinde bulunduğu aile, köy, grup gibi kurumların parçalanması, ahlakî referansların geçersiz hâle gelmesiyle ferd kimseden yardım ve dayanışma bekleyemez hâle gelmektedir. Bu ortam içinde modern sosyal hayat, yabancılaşma, güvensizlik, yüzyüze olmayan ilişkiler gibi özellikleriyle mekân ve zaman kombinasyonlarının yeniden düzenlenmesine yol açmaktadır. Sosyal ilişkilerin geleneksel çerçevesinden ayrılması ise, bireysel düzeyde güvensizlik ve korkunun ortaya çıkması bakımından büyük bir tehlike anlamına gelmektedir.

Çağımızda İslam Dini'nin en büyük şanssızlıklarından biri, bugün yaşamakta olan insanlar, dünya milletleri arasında çok az tanınmış olması, yahut yeterince tanınmamış olması, başka bir ifade ile olduğundan farklı tanıtılmış olmasıdır. İnsanların kafasında oluşan yanlış imajları silmek ve katıksız olarak İslam Dini'ni bütün yönleriyle tanıtmak en önemli hizmetlerden biridir.

Bize düşen hazırlıklı olabilmek ve ayakta kalabilmektir. Ayakta kalmakta endişemiz varsa yapılacak tek şey, Neremiz zayıf ise orayı güçlendirmek. Bu gözle baktığımızda küreselleşen dünyada inançlarımız ve ülkemiz açısından hayırlı şeylerin olacağını varsayabiliriz.



Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz