25/12/2013

Müslüman ve Zarâfet

  
  
       İnsandan insana fark vardır. Müslümandan Müslümana da fark vardır. Sufiden sufiye de fark vardır.
İnsanı insanlıktan, Müslümanı Müslümanlıktan, sufiyi sufilikten çıkarmaz, ama bazı davranışlar olur ki “Bu olmadı, yakışmadı” deriz.
Ya da, bazı davranışlar sergilenir ki, imreniriz, “Muhteşem, emsalsiz, ne güzel” deriz, dudak ısırırız, güzelliğine hayran oluruz. Farklı kılar o davranış o insanı başkalarından… Hayranlık uyandırır.
Zarâfet böyle bir şey.
Normali aşan bir davranış güzelliği.
Tortularından süzülmüş bir kişiliğin işareti.
Bir tür edinilmiş asalet hali.
İslam, insanı alır, süze süze, o davranış güzelliğine getirmek ister.
Kelime-i şehadetle girildiğinde, aslında İslam dairesine girilmiş olur. Ama İslam onunla sınırlı değildir. İslam bir seyrü süluktur. “En güzel insanla aynileşme”ye doğru bir yolculuktur.
Hani, Hucurat 14’te “İman henüz kalplerinize yerleşmedi, onun için iman ettik değil, islam dairesine girdik deyin…”  diye uyarılır ya “bedevi” müslümanlar…  İşte öyle bir yolculuk…
Bir bedevi gelir, Mescid-i Nebeviye bevl eder. Oradaki Müslümanlar kızar bedeviye, ama Rasulullah, “Bırakın yapsın” der. Yapılan iş, bedevinin Müslümanlığını ortadan kaldırmamaktadır. Ama Müslümanlık orada da kalamaz, o bedevi, kişiliği terbiye edile edile, Mescid’e bevl edilmeyeceğini anlayacak hale gelmelidir. Hatta daha ötesini de anlamak gerekecektir Rasulullah’ın ölçülerine yakın bir Müslüman olmak için….
Bu şu demek:
İslam olur, iman olur, ama bir de İslam’ın ve imanın zarâfet şeklinde kişiliklere yansıması olur.
Zarâfet inceliktir, nezakettir, nezahettir, güzelliktir, ölçüdür, süzülmüşlüktür.
Denebilir ki zarâfet, Rasulullah Efendimizin “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği, salim olduğu insandır.” (Buhari, İman, 4) diye tarif ettiği Müslümanlık kıvamıdır.
El ve dil…
İnsanın en dışa dönük uzuvlarıdır. Jestler ve mimikler oradan yansır dışarıya… Yani insanlık kalitemizin sergi alanıdır ellerimiz ve dillerimiz.
İnsanın içindeki dünya, dışa eliyle ve diliyle yansır.
İşte o uzuvlarda, bir başkasına olumsuz gelecek hiçbir şeyi, Müslümanlık içinde görmüyor Allah Rasulü (s.a.)
El ve dil, içerdekini yansıtır, dedik.
İnsanın iç âlemi ise, ancak, imbikten süzülerek eli ve dili “Müslümanlık kıvamı”na getirebilir.
İslam’da amentü var.
İslam’da namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler var.
Ama İslam’da, bunlardan öte, ya da bunları da gerçek kıvamına eriştirecek, ya da bunlar gerçek kıvamına eriştiğinde husule gelecek şahsiyet özellikleri de var.
Mesela, “Kul hakkı” müessesesi, bütün bu temel değerlerin insan hayatına en ince hassasiyetler halinde yansımasını sağlayan kişilik disiplinidir. Bir Müslümanın hayatında “kul hakkı” disiplininin yansımadığı alan yok gibidir.
Bakalım mesela:
“Güler yüz sadakadır.” buyuruyor Rasulullah (s.a.) Böylece bir “Müslüman yüzü” tarif ediliyor. Ne demek bu? Başka bir zaruret yoksa yüzünü tebessümle donat, demek. Tebessüm mü güzel bir insan yüzü için, abus çehre mi? Tabii ki tebessüm. Tebessümün “sadaka” olarak nitelenmesi, onun bir başkasına ihsan – yani güzellik, iyilik taşıyor olmasından kaynaklanıyor.
İnsanın yüzünün tebessümle donanması için, yüreğinin itmi’nan içinde olması gerekir. Teslimiyet gerekir. Rıza gerekir. İçin durulması gerekir. Teşevvüşün son bulması gerekir. Onun için insanın Kader’le probleminin kalmaması gerekir.
İslam, insandan göz – kaş işaretlerini bile ölçülü kullanma gibi bir hassasiyet istiyor. Göz kaş işaretleriyle bir başkasını kınamak, asla kabul görmüyor.
Sesi kullanırken zarâfet istiyor İslam..
“Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman, 19)
Müslüman bu terbiyeyi, bizzat Rasulullah’ın huzurunda, ve bizzat İlahi Kelam’ın “sesini O’nun sesinden yüksek çıkarmama” uyarısıyla terbiye edilerek öğreniyor.
Dilin zarâfeti bakın hangi alanlara ulaşıyor?
-Üç kişi bir arada iken iki kişinin kendi aralarında fısıldaşmaları hoş karşılanmamış.
Hakaret etmemek temel bir hassasiyet..
Yalan söylememek öyle.
Gıybet etmemek öyle..
Söz getirip götürmemek öyle..
Gözde, bakışta zarâfet arıyor İslam. Bir başkasının görülmesini istemediği mahrem alanına bakmamak terbiyesi veriliyor Müslümana.
Mahremiyet hassasiyeti başlı başına bir Müslüman toplumun zarâfet itinası haline geliyor.
Tecessüs, ayıp – kusur arama yasaklanıyor.
Aksine ayıp örtücülük bir karakter halinde telkin ediliyor.
Yürüyüşte bile zarâfet istiyor.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra, 17)
İslam, insanı, her anlamda ve her alanda zarâfetle donatan bir değerler manzumesidir.
İnsan ilişkilerini zehirleyen en kötü huylardan birisi olan kibir olmamalı İslam’ın insanında.
Bir başkasını aşağılama olmamalı.
Yaptığı işi güzel yapmalı Müslüman.
Kabrin toprağını düzenlerken bile hassasiyet gösterilmesi Peygamber’in terbiye kuralları içinde yer alıyor.
Burada da insanların bakışına, baktığı şeyi güzel görmesine itina etmek var.
Güzel kokmak, bunun için koku sürünmek mesela.. Ter kokusu, sarımsak kokusu gibi şeylerden kaçınmak, bu halde mescide gelmemek var.. Rabbin huzuruna çıkarken, onun nimetlerini üzerinde taşımak var.
Temiz giyinmek…
Vücut temizliğine itina etmek var.
Dua ederken sesi haddinden fazla yükseltmeyi “haddi aşmak – aşırı gitmek” olarak vasıflandırıyor Rabbimiz…
“Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o aşırı gidenleri sevmez.” (Araf, 55)
(En güzel isimler [esma-ül-hüsna] Allah’ındır. Ona o güzel isimlerle dua edin) buyuruluyor. (Araf 180)
Yani el açmak ve gönlümüzün taa derinliklerine ulaşarak “Ya Rahim, ya Rahman, ya Rauf, Ya Gaffar, ya Halim, ya Settar….” diye seslenmek… Duada zarâfet…
Rasulullah Efendimiz, savaş esnasında bir vadiyi aşarken yüksek sesle tekbir getiren ashabına “Ey insanlar! Nefislerinize merhamet ediniz. Zira siz sağır ve uzak olana dua etmiyorsunuz. Ancak siz sizinle beraber olan, işitici ve yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz.” uyarısını yapıyor.
İslam’ın en temel müesseselerinden birisi infak. Ama infak, sadece vermek değil, vermek ama güzel vermek. Yani infakta zarâfeti gerçekleştirmek.
Nedir infakta zarâfet?
Sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması, mesela.
Başa kakmamak mesela.
Borçlu hale getirmemek mesela.
Kendisini sadakayı alandan üstün görmemek mesela.
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir” (Bakara, 263)
Allah Teala’nın bütün sınırsız zenginliğine, sınırsız kudretine rağmen “Halim” olması neden hatırlatılır sık sık? Çünkü yumuşak huyluluk diye tercüme edilen “hilm” telkin edilir Müslümana ve hilm, zarâfetin olmazsa olmazlarındandır.
İnfaktaki zarâfeti anlatmaya devam edelim:
Sadakayı alana, böyle bir infakta bulunabilme fırsatına vesile olduğu için teşekkür etmek mesela.
İnfak terbiyesinde zirve ise, sadakaları, o rızkı kendisine lutfeden  varlığa, yani bizzat Allah’ın eline verdiği duygusuyla, büyük bir ihtiram halinde vermek…
Bu, infakta zarâfetin de zirvesi olmalıdır.
Acaba namazda da zarâfetten söz edilebilir mi?
Pek tabii edilebilir:
Mesela, tadil-i erkana riayet etmek namazda zarâfet değil mi? Yani gerçek Huzur duygusuyla, büyük bir vakar içinde Rabbin önünde kıyam etmek, rüku etmek, secde etmek… Her rükne itina etmek, hakkını vermek, onun Rabbin Huzurunda yapıldığı bilincinden asla uzaklaşmamak…
Zarif bir namaz üzerinde düşünürsek, eminim, onun yalap şap kılınan, eğilip kalkılan, namazda olduğunun bile farkında olunmayan, ve Rasulullah Efendimiz gördüğünde “Bu namaz olmadı” diyeceği, mahşer ortamında kişinin yüzüne çarpılacak olan namazdan farklı olacağını göreceğiz.
Rasulullah’ın terbiyesi, Rabbani bir terbiyedir. “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyuruyor.
İşte o terbiyenin içine “rahmetle donanmak” giriyor. “Kaba ve katı yürekli olmamak” giriyor ve “yumuşak davranmak” giriyor. (Ali İmran, 159) Bunların her biri, Rasulullah Efendimizin “zarif” şahsiyetinin pırıltılı yansımalarıdır ve her bir Müslüman’a “güzel örnek” olsun diye Kelam-ı Kadim’de yer almıştır.
Tıpkı bunun gibi, İlahi Kelam’a yansıyan çerçevede ailede zarâfet, sevgi (mahabbet) ile inşa ediliyor, merhametle (rahmet) inşa ediliyor. Müslüman ailenin zarâfeti, “kalplerin birbirine ısındırılması” ile ve bünyesinde barındırdığı “sekinet”le temayüz ediyor. Her gün bir dalaşın yaşandığı yer değil, olmamalı Müslüman aile. (Rum, 21)
Ve bu ailelerin temeline yerleştiği “Müslüman toplum”, sevgi ve merhametle dokunan, “kul hakkı hassasiyeti” ile herkesin birbirinin hukukuna itina ettiği, üstelik bunu, bir polis disiplinine gerek duymaksızın, içten çıkıp dışa yansıyan bir karakter halinde, adeta bir suyun akışı niteliğinde tabii hale getirmiş bir zarâfet toplumu oluyor.
Bugün İslam toplumları bu nitelikte mi? Tartışılabilir.
Ama İslam’ın inşa etmek istediği toplumun bu toplum olduğu muhakkak.
Rasulullah Efendimizin muazzez kişiliği orada duruyor.
Kur’an’ın rahmet ölçüleri orada duruyor.
Ve Kur’an ölçülerinde, Rasulullah (s.a.) ölçülerinde kişilikleri süzüp zarâfet örneği haline gelen Allah dostları orada duruyor.
Yapılması gereken, bu güzellikleri kişiliğimize taşımak ve “Zarif Müslüman” olabilmektir.
Mülk Suresi’nin hemen başındaki “Sizi, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda imtihan için yarattık” (Ayet 2) buyurulması, bir anlamda önümüzde tüm hayatımız için bir zarâfet yarışı başlatmış olmuyor mu?
Son söz yine Rasululllah Efendimiz (s.a.)’e ait olsun:
““Allah cemildir ve cemal sahiplerini sever, cömerttir ve cömerdi sever, kerimdir ve kerimi sever, temizdir ve temizi sever.” (Tirmizi, edeb 41)
Gül Yaprağı Kadar Zarif
Gönül terbiyesi almış İslam büyüklerinin birbirine karşı gösterdiği saygıyı Mevlânâ Câmî’nin (Molla Câmî olarak da bilinir) başından geçen bir hadise çok güzel anlatır.
Mevlânâ Câmî (1414-1492) yılları arasında yaşamış olan ünlü İslam alim ve şairlerinden biridir. Onun yaşadığı dönemde tanınmış âlimler, şairler, yazarlar ve bilginler “Suskunlar Meclisi” adını verdikleri bir heyet oluşturmuşlardı. Bu meclis, üyelerini çok düşünen, az konuşan ve az yazan insanlar arasından seçiyordu. Meclisin üye sayısı ise otuz kişiyle sınırlı tutulmuştu. O dönemde yaşayan âlim, şair ve yazarların içinde bu meclise üye olma arzusu vardı. İşte Mevlânâ Câmî bunlardan biriydi. O, gerçekten çalışmaları, ahlakı, nezaketi ile örnek bir insandı. Ancak suskunlar meclisinin üye sayısının sınırlı olması onun, seçkin insanların yer aldığı bu kurulda bulunmasına imkân vermiyordu.
Bir gün suskunlar meclisinin üyelerinden birinin öldüğünü duymuştu. Bunun üzerine üyeleri toplantı halindeyken toplantı yapılan binaya geldi. Binanın önünde bir kapıcı bekliyordu. Ona hiçbir şey demeden isteğini bir kağıda yazıp içeriye gönderdi. Meclis üyeleri Mevlânâ Câmî’yi çok yakından tanıyorlardı, fakat vefat eden üyelerinin yerine birkaç gün önce başka bir değerli insanı almışlardı. Ama Mevlânâ Câmî gibi birini de kapıdan çevirmek, “seni üye yapamıyoruz” demek oldukça zordu. Kendi aralarında epeyce düşündüler.
Ardından da bir bardağı ağzına kadar su ile doldurup kapıcıyla Mevlânâ Câmî’ye gönderdiler. Bununla meclisin üye sayısının tam olduğunu, yeni bir kişiye yer olmadığını anlatmak istiyorlardı. Kendisine, ağzına kadar su ile dolu bir bardak gönderilen Mevlânâ Câmî, meclis üyelerinin ne demek istediğini anlamıştı. O da hemen yanındaki gülden bir yaprak koparıp yavaşça bardağın üstüne koydu.
Haliyle gül yaprağı bardağı taşırmamıştı. Verdiği bu cevapla kendisi için de suskunlar meclisinde bir yerin bulunduğunu anlatmak istiyordu. Meclis üyeleri de ağzına kadar su dolu olan bardağın üzerine bir gül yaprağı konarak kendilerine geri gönderildiğini görünce durumu hemen anladılar. Böyle bir insana çok nazik bir şekilde de olsa daha önce “meclisimizde yer yok!” anlamında bir cevap verdiklerinden dolayı çok üzüldüler. Otuzla sınırlı olan üye sayılarını da aşarak Mevlânâ Câmî’yi meclislerine üye yapmaya karar verdiler.
Mevlânâ Câmî meclise gelince başkan onun adını da listeye yazdı. Üye sayısını belirten otuz sayısının önüne bir sıfır yazarak Mevlânâ Câmî’ye verdi. Başkan bununla Mevlânâ Câmî’nin katılmasıyla meclisin değerinin on kat arttığını anlatmaya çalışıyordu. Listeyi eline alan Mevlânâ Câmî, kendisinin gelmesiyle meclisin değerinin on kat artmış olduğu düşüncesine katılamadığını göstermek için otuz sayısına eklenen sıfırı silip otuzun soluna yazdı.
Verdiği bu cevapla meclisin üye sayısını artırmadığı gibi, kendi değerinin, bu meclisin yanında solda sıfır olduğunu anlatmak istiyordu. Son verdiği cevapla, gösterdiği saygı ve alçak gönüllülük ile Mevlânâ Câmî, suskunlar meclisinin en değerli üyelerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu.
Bu yaşanmış vakıa bize zarâfetin insan ilişkilerini ne ölçüde güzelleştirdiğini nasıl anlatıyor? Anlaşılan mesele gül yaprağı kadar zarif ve bulunduğu ortama fazla gelmemekte toplanıyor.
Ahmet Taşgetiren

10/12/2013

İçki ve Yasaklanması

     
       
       Araplar eğlenmek için su gibi içki tüketiyorlardı. Sıcak bir ülke olduğu için oyun ve eğlence Arapların geleneklerine girmişti. İçki âlemleri, şarkı ve cariyelerin raks etmeleri Arapların en fazla rağbet  ettiği eğlence şekliydi. Bilhassa düğünler bu gibi eğlenceler tertip edilirdi. 

İçki yasaklanmadığı için Müslümanlar tarafından da çokça tüketiliyordu. Hatta içkinin ticaretini yapanlar da vardı. Kumar da oyunların başında geliyordu. Bu nedenler de aralarında münakaşalar ve hatta kavgaya varan çatışmalar yaşanıyordu. Bu da mü’minlerin kardeşliğine büyük ölçüde zarar veriyordu. Beni Nadr  Yahudilerinin sürgün edilmesinden sonra sarhoşluk veren bütün içecekler Allah tarafından kesin olarak haram kılındı. 

Ancak içkinin haram kılınması bir anda olmadı. Önceleri mü’minlerin içkiden yavaş yavaş terk etmeleri ve ruhen nefret etmelerine zemin hazırlanıyordu. Bu nedenle kesin yasak üç merhale gerçekleşti.

Birinci merhalede sahabeler içki konusunda peygamberimizden (sav) açıklama istediler. Bunun üzerine nazil olan ayette yüce Allah
  يَسۡ‍َٔلُونَكَ عَنِ ٱلۡخَمۡرِ وَٱلۡمَيۡسِرِۖ قُلۡ فِيهِمَآ إِثۡمٞ كَبِيرٞ وَمَنَٰفِعُ لِلنَّاسِ وَإِثۡمُهُمَآ أَكۡبَرُ مِن نَّفۡعِهِمَاۗ وَيَسۡ‍َٔلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَۖ قُلِ ٱلۡعَفۡوَۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ ٱللَّهُ لَكُمُ ٱلۡأٓيَٰتِ لَعَلَّكُمۡ تَتَفَكَّرُونَ ٢١٩                                                                                                                              
“Sana içki kumarı soruyorlar. De ki: onlarda büyük günah olmakla beraber insanlar için bazı küçük faydalar da bulunmaktadır. Ancak onların günahı faydalarından çoktur”  (Bakara-219) ayeti nazil oldu. 
Bunun üzerine sahabelerin çoğu “zararı faydasından çok olan ve büyük günah olan şeyi az bir fayda için içmek akıllılık değildir” diyerek terk ettiler ve sözleri geçenlere de terk ettirme konusunda tavsiyelerde bulunmaya başladılar. 
Hz. Aişe (ra) “Yüce Allah bize imana ait hususları ve ibadete ait hususları öğretmeden ve bunları aklen, kalben ve ruhen kabul etmeden ‘içki içmeyin’ ve ‘zina etmeyin’ demiş olsaydı, kimse Resulullah’ı dinlemezdi, etrafından dağılırlardı”  demiştir. İ

çkiyi bırakmayan tiryakiler arasında da bazı nâhoş durumlar eksik olmuyordu. Zaman zaman kavgaya varan ve kırgınlıklara sebep olan durumlar yaşandığı gibi, namaza ve ibadete engel olacak olaylar da eksik olmuyordu. İçkiden sarhoş olan namazı kaçırıyor ve oruç tutmakta zorlanıyordu. 
Hatta bir defasında Abdurrahman b. Avf (ra) sahabelere bir ziyafet vermiş, ziyafetten sonra içki içilmiş ve namaz kılınmış Namazda da Kâfirun suresini okurken yanlış okuyarak namazın bozulmasına sebep olmuştu. 

Bu olay peygamberimize (sav) anlatılınca peygamberimiz (sav) üzüldü. Hz. Ömer (ra) da “Ya Rab! Bu konuda açık bir hüküm inzal et!” diye dua etti. Bu olay üzerine de
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ لَا تَقۡرَبُواْ ٱلصَّلَوٰةَ وَأَنتُمۡ سُكَٰرَىٰ حَتَّىٰ تَعۡلَمُواْ مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّىٰ تَغۡتَسِلُواْۚ                                                                   
“Ey İman edenler! Şarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da gusl edinceye kadar namaza yaklaşmayınız” (Nisa-43) ayeti nazil oldu.

Bunun üzerine sahabeler “Yâ Resulallah! Biz namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz” dediler. Peygamberimiz (sav) onlara cevap vermedi. Sahabelerin birçoğu namazı kaçırmamak için içkiyi azalttılar ve içmemeye başladılar. Peygamberimiz (sav) de “Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın” diye nida ettiriyor ve içkili olanı mescide almıyordu.

Daha sonra bir ziyafette yemekler yenmiş, sonrasında eğlence meclisi kurulmuş, içki içilmiş ve kabileler birbirlerini överek üstünlük iddiasına başlamışlardı. Aralarında münakaşa başladı. İş kavgaya vardı. Birisi eline geçirdiği bir devenin çene kemiğini kapmış ve Sa’d b. Ebi Vakkas’ın (ra) başına vurarak yaralamış ve çok tatsız bir durum ortaya çıkmıştı. 
Bunun üzerine yüce Allah içki ve kumar konusunda kesin hükmünü inzal ederek yasaklamıştır.
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ إِنَّمَا ٱلۡخَمۡرُ وَٱلۡمَيۡسِرُ وَٱلۡأَنصَابُ وَٱلۡأَزۡلَٰمُ رِجۡسٞ مِّنۡ عَمَلِ ٱلشَّيۡطَٰنِ فَٱجۡتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمۡ تُفۡلِحُونَ ٩٠               
“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal oklarının tamamı şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kesinlikle sakının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ın anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Maide-90) buyurarak nazik bir ifade ile kesin şekilde yasaklamıştır.

Bu ayet nazil olduktan sonra peygamberimiz (sav) Medine sokaklarında “Allah içkiyi haram kılmıştır” şeklinde ilan yaptırmıştır. Bunun üzerine sahabeler mescide doldular. Namazdan sonra peygamberimize (sav) bununla ilgili pek çok sorular sordular.

Sahabelerden birisi sordu: “Ya Resulallah! İçkiden kast edilen nedir? Sadece üzüm ve hurmadan yapılan içki mi yasaklanmıştır?” Peygamberimiz (sav) cevap verdi: “Allah sarhoşluk veren her şeyi hamr/içki olarak isimlendirmiş ve tümünü yasaklamıştır. Bu nedenle sarhoşluk veren her şeyi haram kılmıştır.”
Sahabelerden Deylem el-Hımyeri (ra) sordu: “Ya Resulallah! Ben onu ilaç için üretiyorum” dedi. Peygamberimiz (sav) “O ilaç değildir. Tam tersine hastalıktır” buyurdular.   Câbir b. Abdullah (ra) sordu: “Ya Resulallah! Sarhoş etmeyecek kadar az içmekte bir mahzur var mı?” diye sordu. Peygamberimiz (sav) “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır” buyurdular. Sonra peygamberimiz (sav) sahabelerine nasihat etti. Son olarak da “İçkiden uzak durunuz; çünkü o bütün kötülüklerin anasıdır”  buyurdular.

Böylece sahabeler içki konusunda tam olarak aydınlanmış oldular ve “Allahım! Artık içki ve kumardan tamamen vazgeçtik”dediler. Mescitten çıkarak kararlı bir şekilde evlerine gittiler. Evlerinde bulunan içki küplerini dışarıya çıkararak döktüler. Bazıları küplerini beraber kırdı. Medine sokaklarından sular gibi içki aktığı rivayet edilmiştir.

    

Hayatı Anlamak ve Anlamlandırmak



1. Hayatın anlamı var mıdır? 
Evet hayatın anlamı vardır. Bunu açıklamadan önce hayatın anlamının neden olması gerektiğini ispat edelim.
Görüyoruz ki; kainatta canlı ve cansız varlıklar mevcuttur. Bir kitap kâtipsiz, bir saray ustasız olamaz iken bu düzen içerisindeki kainat kitabının bir sahibinin, bir yaratıcısının olmaması düşünülebilir mi?
Hayatı, ilmi, şuuru olmayan Güneş belli bir yörüngede hareket eder ve ısı ve ışığını Dünya’ya ulaştırır. Güneş adeta Dünya’nın lambası ve sobasıdır. Dünya’dan çok daha büyük ve uçağın hızından çok daha hızlı bir şekilde hareket eden yıldızlar birbirlerine çarpmadan, beraberce uzay okyanusunda yüzerler.
Hayatı, ilmi, bilinci, merhameti olmayan bulutlar Allah’ın emri ile toplanırlar ve çarpışarak ölü toprağı canlandıran, canlılara ferahlık veren yağmur damlalarını çıkarırlar. İlmi olmayan, âciz arılar lezzetli, faydalı bal nimetini ve ilimsiz, şuuru çok sınırlı inekler insanlara fayda veren lezzetli süt nimetini üretirler.
Demek ki; bu canlı ve cansız varlıklar başıboş hareket etmezler. Demek ki; onların vazifeleri vardır.
Peki şimdi soralım: Acaba bu canlı ve cansız varlıklar başıboş bırakılmamış iken akıl sahibi, irade sahibi olan insan başıboş bırakılabilir mi? Bu canlı ve cansız varlıklar Allah’a itaat ederek belli vazifeler yaparlar iken şuuru ve ilmi olan insan vazifesiz kalabilir mi?
Elbette insan başıboş bırakılmamıştır. Elbette insanın bu dünyada önemli vazifeleri vardır. Elbette insanın hayatının anlamı vardır.
2. İnsan hayatın anlamını nasıl bulur?
İnsan akıl sahibi, irade sahibi bir varlıktır. Ancak yine de insan âcizdir. İnsan bazen bir sineğe yenik düşer. İnsan kendi iradesi ile, ilmi ile çalışarak, çabalayarak nefes alıp vermez. İnsan yemek yer ancak yemeğin öğütülmesi işini insan kendi çalışması, iradesi ile yapmaz. Demek ki; insan kendi kendisine bile hâkim değildir. İnsan, hücrelerindeki DNA moleküllerinin yapısından habersizdir. Ancak laboratuvar çalışmaları ile bu yapılar incelenebilmektedir.
Hayatı sınırlı, aklı sınırlı, ilmi sınırlı, kudreti sınırlı olan insan sadece kendi varsayımları, kendi fikirlerine başvurarak hayatın anlamını bulamaz. İnsan aklı karanlık ortamda bir yıldız böceği gibidir. İnsan, eğer bir Güneş’e dayanmaz ise karanlıkta kalmaya mahkum olur. O Güneş, mesajını cüz’i irade sahibi olan varlıklardan değil, külli irade sahibi olan, bir zerreyi yarattığı gibi yıldızları da kolayca yaratabilen, sonsuz hayata, sonsuz ilme, sonsuz kudrete sahip olan bir Yaratıcı’dan almalıdır. Demek ki; o Güneş ancak peygamberler olabilir çünkü külli irade sahibi olan Allah’ın mesajını insanlara ulaştıran aydın zâtlar, muallimler (öğretmenler), rehberler peygamberlerdir. Peygamberlerin aldığı vahiy kesin doğru bilgidir.


3. Hayatın anlamı nedir?
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir.” 
İnsan bu dünyaya kainatı yoktan var eden, zerrelerden yıldızlara bütün kainata hâkim olan, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yaratan, sonsuz hayat, sonsuz ilim, sonsuz kudret sahibi olan Allah’ı tanımak, Onun birliğine iman etmek ve Ona kulluk etmek, yani Ona ibadet etmek için gönderilmiştir.
Yeryüzünün halifesi olan insan Allah’ın isimleri ve sıfatlarını bilerek kainatı tanır ve kainattaki varlıkların neden var olduğunu bilir. Kainattaki tüm varlıkların Allah’ın kudreti ile varlık sahasında olduğunu bilen Müslüman, Allah’ın kudretini tefekkür eder ve Allah’a güvenir. Hazreti Adem’den beri yaşamış olan tüm Müslümanlar hayatın anlamını peygamberler vasıtası ile öğrenir ve bu dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu, gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilir.

05/12/2013

İslam ve Niyet


“Kim bir hayırlı işi yapmaya yönelirse, onu yapan kadar mükâfat alır”.
Dinimiz her iş ve eylemde niyeti yani amacı ve maksadı, niyet ise samimiyeti yani içtenliği, samimiliği esas alır. Yaptıklarımız niyetin samimiliğine göre değerlenir.
Sözlükleri karıştırdığımızda niyet ile ilgili şunları buluyoruz; kastetmek, karar vermek, kalbin bir şeye yönelmesi, ne yaptığını bilerek yapmak.
Diyebiliriz ki niyet kişinin kalbindeki tercihidir. Dolayısıyla kişinin niyetini ya sahibinin açıklaması ile ya da niyetini eyleme dökmesi ile bilebiliriz.
İnsan bir işi ya diliyle, ya kalbiyle ya da diğer uzuvları ile yapar. Diliyle konuşur, kalbiyle niyet eder ve düşünür, diğer uzuvları ile eylem ve davranışları gerçekleştirir. Elbette bu konuşmalar, eylem ve davranışlar ise niyetlere bağlı ve onların sonucu olarak gerçekleşmekte. Dolayısıyla niyetimiz iyiyse bu bazen başlı başına ibadet olur.
İmam-ı Şafiye ve Ahmed b. Hambel’e göre “İslâm’ın temeli üç hadis üzerine kurulmuştur;
Birincisi, “Ameller niyetlere göredir.”
İkincisi, “Helal ve haram bellidir.”
Üçüncüsü ise “Dine dinden ve sünnetten olmayan bir şeyi katmak reddolunmuştur” hadisleridir.
İmam-ı Şafii bu hadisin fıkıhtan yetmiş ayrı bölüme girdiğini ifade eder.
“Dinden olmayan bir şeyi dine katan reddolunur” hadisi ahiret işini, “Ameller niyetlere göredir” hadisi de dünya işlerini tanzim etmiştir. Birincisi ihlâsı, ikincisi niyeti anlatır.
İnsanın Değerle(n)mesi
Rabbimiz bizleri, soyumuza ve şeklimize göre değil, halis niyetimizin merkezi olan kalbimize göre değerlendirir. Bunu Efendimizin şu hadisinden biliyoruz;
“Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim, İbn Mace)
Kalbin dürüstlüğü amelin dürüstlüğündendir; amelin dürüstlüğü ise niyetin dürüstlüğündendir. Nice küçük ameller vardır ki niyet onu büyütür; nice büyük ameller vardır ki, niyet onu küçültür. Ameller ancak üç şeyle düzgün olur;
Takva,
İsabet
Hayırlı niyet…
Allah insandan ancak niyet ve irade ister. Allah’ı tercih etmek ve rızasını istemek Allah yolunda cihat etmekten daha üstündür.
Rabbimiz bizim samimi niyetimiz ile değer veriyor. Dil ile bir şeye niyet edince kalp buna katılmazsa elbette niyet makbul olmayacaktır yani kabul olunmayacaktır.
Yaratıcımız, bizi yoktan var edip dünyaya gönderen Rabbimiz, Allah (c.c.) bize şöyle hitap ediyor;
“Bununla beraber, hakkında hata ettiğiniz şey hususunda size bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kastettiğinde (günah) vardır. Çünkü Allah, Gafur (çok bağışlayan)dur, Rahîm (çok merhamet eden)dir”. (Ahzab Suresi 5. Ayet).
“Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kalplerinizin (ihtirasla) arzuladıklarından sorumlu tutacaktır: Allah, çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir”. (Bakara Suresi 225. Ayet)
Ayrıca Rabbimiz biz gizlesek de, saklasak ta içimizde yani kalbimizde olanı bilmektedir. Bunu şöyle ifade ediyor;
“De ki: ‘Sinelerinizde olanı gizleseniz de onu açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde olanı da yerde bulunanı da bilir.’ Ve Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir”. (Ali İmran Suresi 29. Ayet)
“(Allah) gözlerin hain olanını (harama bakanları) ve sinelerin gizlediğini bilir”. (Mümin Suresi 19. Ayet)
Niyetler ve Sonuçları: Somut Örnekler
* Ashâb-ı kirâm Medine’ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine’de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam’ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler.
İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın (Ummu Kays) hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. (Kastalanî, İrşadu’s-Sârî, 1/55)
İşte Hz. Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine “Ameller ancak niyetlere göredir” buyurdu. (Buhârî, Bedu’l- Vahy, 1; Muslim, İmâre, 155)
* Bir kişi, “Ey Allah’ın Resulü, kimisi dünya için savaşır” dedi. Efendimiz “Onun ecri yoktur” buyurdu.
Peygamberin bu cevabı birçok kimseye ağır geldi. Soru soran adama Hz. Peygamber’den bir daha sormasını istediler. “Belki de sen iyi anlatamadın ” dediler.
Adam gelip bir daha, “Ey Allah’ın Resulü! Bir kişi sözde Allah için savaşır, fakat bundan maksadı dünyalık elde etmektir. Bunun durumu nasıldır ” diye sordu.
Efendimiz, “Onun herhangi bir ecri yoktur” cevabını verdi.
Bu, halk üzerine çok ağır ve büyük bir felaket gibi çöktü. Adama, “Tekrar Resulullah’a git, üçüncü kez sor!” dediler. O da Efendimize üçüncü kez aynı soruyu sordu. Efendimiz, “Onun ecri yoktur” buyurdu. (Terğib, II/419 (Ebu Davud, İbn Hibban ve Hakim’den).
- Bir adam Hz. Peygamber’e gelerek,
“Ey Allah’ın Resulü, hem sevap, şöhret için savaşa katılan kimseye ne vardır ” diye sordu. Hz. Peygamber cevap olarak;
“Hiç bir şey yoktur!” dedi. Adam meseleyi üç defa peygamberden sordu, peygamber de ona üç defa, “Hiç bir şey yoktur” diye cevap verdi. Sonra, “Allah amelden ancak halis olanı, hedefi Allah’ın rızası olan ameli kabul eder” dedi. (Terğib, II/412).

Tevekkül Edebiliyor muyuz ?


DAYANMAK, güvenmek, işi başkasına havale etmek manasına gelen tevekkül, dinî açıdan, meşrû bir hedefe ulaşmak için gerekli olan tüm sebeplere başvurduktan ve yapılacak her şeyi yaptıktan sonra, Allah’a güvenmek ve gerisini O’nun takdirine bırakmaktır.
Yüce Allah’a inanan insan, O’na teslim olur, O’na güvenip dayanır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Eğer gerçekten inananlardan iseniz, Allah’a tevekkül edin.” (Maide, 23; Yunus, 84) buyurularak; imanla tevekkül arasında sıkı bir ilişkiye dikkat çekilir. Günümüz insanı, bir çok korku ve endişe içinde hayatını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir başka ifade ile o, güvensizlik içindedir. Halbuki insanı yoktan var eden, ona sayısız nimetler ihsan eden Rabbine tam bir imanla bağlanabilse, onun bu korkuları, endişeleri duymasına hacet kalmaz. Zira Rabbimiz inananlardan, kendisine dayanıp güvenmelerini ister. (Teğabün, 13 )
İnancımız gereği, kâinatta her şey Allah’ın iradesi dahilinde cereyan etmektedir. Bu nedenle mü’min, Allah’tan başka kimseden korkmadığı için, bütün korku kapılarını kapatmıştır. Ancak o, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten, yarattıklarına kötü davranmaktan korkar.
İnsanlardan asla korkmaz. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s.) gibi. O, Nemrut tarafından ateşe atıldığı esnada, “Allah bana kâfi, O ne güzel vekildir.” (Riyazü’s Salihin, II/117) diyerek, tam bir güven ve teslimiyet göstermiş ve Cenab-ı Hak: ”Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol.” (Enbiya, 69) buyurarak, kızgın ateşi gülistana çevirmiştir. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Asıl olan O’na güvenmektir. (Ahzab, 3, 48)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in hicret yolculuğu sırasında Sevr mağarasında yaşadıkları da, bir başka teslimiyet ve tevekkül örneğidir.
Mekkeli müşrikler, bu kutlu yolcuların izlerini sürerek mağaranın ağzına gelince, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne bir şeyler olur diye endişelenir, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bunun üzerine, tam bir teslimiyet ve güvenle: ”Ey Ebu Bekir, üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında sen ne zannediyorsun? (Endişeye gerek yok..)” (Riyasü’s Salihin, II8; Tecrid-i Sarih Tercemesi, X/115) diye teselli eder.
İnançlı insana düşen görev, her hususta ve her durumda Allah’a güvenmektir. Çünkü, ”Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer, 36) buyuran Hak Teâlâ, kulunu kendi hâline bırakıp, ihmal etmez.
Onu zor durumda, yapayalnız bırakmaz. Ancak bu hâli yanlış algılayarak, çalışmayı bir kenara bırakıp, tembel tembel oturmak ve rızkın gelmesini beklemek doğru değildir. Dünyamız bir sebepler dünyasıdır. Yüce Allah, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. (Kehf, 84) Hz. Peygamber, rızık aramak için sabah erken yuvasını terk eden kuşları örnek göstererek şöyle buyurur: ”Eğer siz, Allah’a gereği gibi güvenseydiniz (Allah), kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler” (Riyazü’s Salihin, 1/116) Merhum M. Akif de, tevekkülü yanlış anlayanlara şöyle seslenir:
Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!
Ecdadını zannetme, asırlarca uyudu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? (Safahat, II/924)
Görüldüğü gibi, gerçek anlamda tevekkül, hayatta başarı elde etmek ve netice almak için sebebe başvurmayı (esbaba tevessülü) gerektirir. Peygamberimiz (s.a.s.), devesini başıboş bırakarak tevekkül ettiğini söyleyen bedeviye: “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” (A. H. Berkî, 250 Hadis, s. 50) buyurarak, tevekkülün nasıl anlaşılması gerektiğini gayet veciz bir şekilde açıklamıştır.
Aynı şekilde mü’min, yapılacak bir iş öncesinde, bütün ihtimalleri gözden geçirerek, her türlü tedbiri alarak bir karara vardı mı, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Kararsızlık, şüphe ve güvensizlik belirtisidir. Azim ve kararlılık, mü’minin vasfıdır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Bir işe azmettiğinde artık Allah’a güven. Kuşkusuz Allah, kendine güvenip, dayananları sever.” (Âl-i İmran, 159)
Hayatta başarılı olmanın, ilerlemenin temeli Allah’a tevekkülden geçer. Allah’a güvenmeyen kimse, neye ve kime bel bağlayacaktır? Muhtemelen kendi gücüne, bilgisine ve kendisi gibi fani olanlara veya sebeplere güvenecektir.
Türkçe’de bir söz vardır: “Güvendiğim dağlara kar yağdı.” Nice dost bildiğimiz insanlar, çoğu zaman bizi yarı yolda bırakmışlardır. Doğru şekilde anlaşılan ve kavranan tevekkül, insanın kalbine kuvvet ve huzur verir. Çünkü Allah’a güvenen, bağlanan kimse, olaylar arzu ettiği tarzda sonuçlanmazsa, ümitsiz olup, karamsarlığa düşmez. Yine o, yapılması gerekenleri en iyi şekilde yapmaya devam eder.
Allah’a tevekkül edenin yaveri Hak’tır
Nâşâd gönül bir gün şâd olacaktır.
Sonuç itibariyle kişi, dünyanın bin bir türlü sıkıntı ve bir o kadar ekonomik, sosyo-kültürel probleminden, ancak Allah’a güvenle, tevekkülle kurtulur.
O’na itimat, bağlılık, insanı dünya ve ahiret saadetine ulaştırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’a güvenene, Allah kâfidir.” (Talak, 3) M. Akif bununla ilgili şöyle söyler:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz