02/05/2013

Adil ve Dengeli Olmak

  
 
   Adalet, " ferdi ve içtimai yapıda dirlik ve düzenliliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlaki" erdemlerin odak noktasıdır. Bir diğer ifade ile adalet, ifrat ve tefritten ibaret iki sapmışlık halinin denge noktasıdır. Hiç şüphesiz bu denge noktası "insaf ve hakkaniyet" ölçüsünden ibarettir. Bu itibarla adalet, ancak hak ve hakkaniyet ölçüsüne uymakla kazanılabilecek ahlaki bir tutumdur. İnsan da dahil olmak üzere bütün bir varlık, ancak "adalet" sayesinde ayakta durur ve kendi aktivitesini sağlıklı bir şekilde sürdürebilir. Hayatın dengesini oluşturan adalet esasından sapma, her şeyin dengesini bozar ve büyük bir keşmekeşliğe (kaosa) neden olur. Varlık alemi "hak" esası üzerine bina edildiği için, "hak"tan sapış asla karşılıksız kalmaz.
Adil ve ölçülü olmak; duygu, düşünce, inanç ve davranışlarda "hak ve hakkaniyet ölçüsüne" uygun bir şekilde dengeli ve kontrollü olarak yaşama halidir. Adil ve ölçülü insan, kendisini sürekli olarak ve her durumda "sırat-ı müstakim" üzere tutan kimsedir. Diğer bir ifade ile adil/ ölçülü/ dengeli insan, ilahi ölçüler dahilinde kendi eğilimlerini, tutkularını, arzularını, korkularını, endişelerini ve davranışlarını kontrol eden yani şehvet, gazap ve akıl kuvvetlerini(yetilerini) dengeli ve ölçülü (adil) kullanan kişidir. Bu beceriyi kazanmış kişiye "nefsine hakim olan" insan denir. Kişinin nefsine hakim olabilmesi, iç ve dış tahriklere karşı kendini kontrol edebilmesi, onun ulaşabileceği en yüksek erdemdir. Gerçekten de bütün yaşam alanlarında "adil" olmaktan başka, insan için ulaşılacak daha üstün herhangi bir fazilet durumu yoktur.
İzzet ve şeref kaynağı dinimiz, her türlü taşkınlığın/sapkınlığın karşısına "ölçü ve dengeyi" koymuştur. Bunun yolu, kesinlikle insanın dışında herhangi bir yerde aranmamalıdır; tam aksine insanın içinde, bizzat kendi nefsinde aranmalıdır. Bunun içindir ki, İslam alimleri, insanın, kemal ve mutluluğu, ancak "iffet", "şecaat", "hikmet" ve adalet erdemlerini kazanmasıyla elde edebileceğini söylemişlerdir. Bu erdemleri kazanmamış olan insanın ne kemalinden, ne mutluluğundan, ne ahlakından ve ne de adaletinden bahsedilebilir. Buna göre adalet, ölçü, uyum, ahenk, denge, düzen, gerçeğe uygun yaşamak ve doğru yolu izlemek ancak bu dört temel faziletin (iffet, şecaat, hikmet ve adalet )kazanılmasıyla sağlanabilir. Bu dört vasfı kazanmış olan insan, gerek kendi yaşantısında ve gerekse de toplumsal yaşantıda her türlü aşırılık, dengesizlik, uyumsuzluk ve gelişi güzel, isteklerden uzak kalabilir. İşin özü şudur: Bu faziletleri kazanamamış olan insan asla "adalet sahibi" olamaz. İşene taraftan bakarsanız bakın ve hangi kanunları çıkarırsanız çıkarın, bu faziletleri kazandırmadığınız ya da kazandıramadığınız insandan "ahlak ve adalet" bekleyemezsiniz. Kanaatimiz odur ki, günümüz insanın temel sorunu işte budur.
İslam alimlerine göre, insanın bedeninde iskan eden ruhun, yaşaya bilmesi ve gelişimini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için, temelde şehvet, gadap ve akıl kuvvetlerine(yetilerine) ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan bu üç ana kuvvet, Yüce Rabbimiz tarafından insan yapısına yerleştirilmiş ve kullanımları, dünya imtihanının bir gereği olarak insanın özgür iradesine bırakılmıştır. Buna göre şehvet kuvveti (kuvve-i şeheviyye), insan için gerekli olan bütün menfaatleri celb ve cezb eder. Gazap kuvveti (kuvve-i gadabiyye), insan için zararlı olan şeyleri bütün şeyleri def eder/ engeller. Akıl kuvveti (kuvve-i akliye) ise, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder. Yaratılışında insana verilmiş olan bu üç ana kuvvettin dengeli kullanılmasından, insan için elde edilmesi ve kazanılması mutlak hedef olan üç temel fazilet doğar. İffet, şecaat ve hikmet erdemleri, bu temel kuvvetlerin içine ekilmiş birer tohum gibidirler. Bunları filizlendirip meyve verir hale getirmek insanın temel görevidir. Hiç şüphesiz bu üç kuvvetin vasat/denge noktasını yakalamak ve o denge çizgisinde bir hayat sürmek en yüksek fazilet ve adaletin ta kendisidir. Adalet, bu üç ana kuvvetten üretilmiş olan faziletlerin uyumlu ve ahenkli bir sonucudur. Buna göre insan, ahlak ve fazilet sahibi olmadan asla adalet sahibi olamaz. İnsanın adalet sahibi olması, dengeli ve sağlıklı bir hayat sürmesi, ancak bu fazilet durumlarını kazanmasıyla mümkün olabilir. Bu da ancak, insanların çocukluk çağından başlayarak bu erdemlerin gereğine göre yetiştirilmesi ile sağlanır. Yaş ilerledikçe bu erdemlerin kazanılması zorlaşır.
İslam alimlerinin beyanlarına göre insan, sahip olduğu bu üç kuvveti üç değişik şekilde kullanabilir. Bu kullanım şekillerinden ikisi yanlış (dalalet ve rezalet), birisi ise doğru (hidayet ve fazilet)dır.
Kuvve-i Şeheviyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında İfrata Sapmak
Bu, faydalı olan her şeyi ilahi ölçüler dahilinde elde etmesi ve yaşamını sürdürebilmesi için kendi emrine verilmiş olan şehvet kuvvetinin kullanımında insanın, ölçüyü aşıp aşırılığa kaçmasıdır. Bu durumda insan, kendi emrine verilmiş olan kuvve-i şeheviyyenin emrine girmek suretiyle sapıtır, kontrolden çıkar, helal-haram tanımaz, daldırır gider… Bu tutum onu "facir" yapar. Böylece o, edepsiz ve ahlaksız biri olarak karsımıza çıkar. Şehvet kuvvetinin ölçüsüz kullanımı, insanı doyumsuz, muhteris, cimri ve şehvetperest yapar. Böyle bir insanın "ahlak ve adalet" sahibi olması beklenemez. Şehvet kuvvetinin kontrolündeki insan "hevaperest", sapık ve sapkın bir insandır
2)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Bu, şehvet kuvvetinin eksik ve yetersiz düzeyde kullanılması ya da hiç kullanılmaması şeklinde ortaya çıkan bir yaşam şeklidir. Bu durumdaki insan, kendisi için faydalı olan şeyleri arzu edip istemez ya da çok az ister. Bu insan, zaman içinde donuklaşır, arzu ve istekleri söner, yaşamında ciddi sıkıntılara düşer. Oysa insana yakışan helal olan şeyleri elde etmektir, helal dairesi içinde arzu ve isteklerini doyurmaktır. Bu kuvvetin kullanımında tefrite sapmak, insanı "humud"a sürükler. Böylece o, ne helal olana ve ne de haram olana arzu duyar. Hiç şüphesiz bu durumda sapıklıktır, rezilliktir. Böyle bir insandan da "ahlak ve adalet" sahibi olması beklenemez. Şehvet kuvvetini ölçüler dahilinde kullanamayan/kullanmayan insan da sapık ve sapkın bir insandır.
3)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak/ Ölçülü ve Dengeli Olmak
Bu, başlıktan da anlaşılacağı üzere şehvet kuvvetinin kullanımında orta yolu tutmaktır. Bu yolu tutan insan, helal dairesinde olan şeyleri elde etmede şehvet kuvvetini kullanır, haram dairesinde olan zararlı şeyleri elde etmede ise kullanmaz O, canı istese bile, zararlı olan şeylerden daima kaçınır. Helal olana iştah duyar, onu kazanmaya ve elde etmeye çalışır; haram olana ise asla yaklaşmaz. İşte bu, o iki rezaletin (ifrat ve tefritin) ortasındaki fazilettir. Bu fazilet durumunun adı "iffet"tir. İffet; adalet, ölçü ve denge sahibi olmanın birinci adımıdır. İffet; ahlak ve adalet kubbesinin birinci fil ayağıdır. Bu ayak olmadan yani iffete dayalı yaşam olmadan ne ahlak sahibi ve ne de adalet sahibi olunabilir. Kendi nefsinin kontrolüne girmiş venefsinin esaretini kabullenmiş insandan "ölçü ve denge" beklenemez. İffetsiz insan, sapık ve sapkın insandır. O halde, bu kuvvetin kullanımında ne fucur yolunu, ne de amudluk yolunu tutmamak gerekir. Hiç şüphesiz bu iki yolda sapkın yoldur. Tutulması gereken yol "sırat-ı mustakım"dir. Bu da iffet yoludur.

Kuvve-i Gadabiyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Gazap Kuvvetinin Kullanımında İfrata Sapmak
Bu, zararlı olan her şeyi ilahi ölçüler dahilinde savmayı başarması ve yaşamını yiğitlik düzeyinde sürdürebilmesi için insanın emrine verilmiş olan gazap kuvvetinin kullanımında, insanın ölçüyü aşıp aşırılığa kaçmasıdır. Gazap kuvvetini kullanımda aşırılığa sapan kişi, ele geçirdiği gücü hak-hukuk tanımadan ve hiçbir şeyden de korkmadan zalimce ve sorumsuzca kullanır. Bu tutum, sahibini adalet ve denge çizgisinden uzaklaştırmak suretiyle tiranlaştırır, firavunlaştırır. Bu sapışıyla kişi, yine kendi nefsinin kontrolüne girmiş ve esaretini kabul etmiş olur. Zararlı olanı uzaklaştıralım derken zalimleşmek, bizatihi zarar haline gelmek, insani ve İslami bir davranış değildir. Gazap kuvvetinin güdümüne giren insan, kendini beğenme ve kibirlenme hastalığına hastalığına müptela olur. Bu durum onu alabildiğine ahlaksızlaştırır.
Ku''an-ı Kerim, İslami hayat anlayışına karşı çıkanları "mele" ve "mütref" olarak isimlendirir. "Mele" daha çok gazap kuvvetinin esiri olmuş "güçperestleri" ifade ederken; "mütref"de, daha çok şehvet kuvvetinin esiri olmuş "şehvetperestleri" ifade eder. Bu her iki kesim de iman, ahlak, adalet, ölçü ve insaf çizgisinden alabildiğine uzaktır. Bunlar için iman, ahlak, adalet, ölçü, insaf, hak ve hakkaniyet, kendi keyfi davranışlarıdır. İslam; tevhid, takva, sorumluluk, kardeşlik, insan haklarına saygı, varlığa şefkat ve adalet istediği için, bunlar için en istenmeyen dindir. Her çeşit zorbalığın özü, gazap kuvvetinin esiri olmaktır. Bugün yeryüzündeki bu büyük barbarlık ve zorbalığın ana sebebi işte budur.
2)Gazap Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Bu kullanım tarzına kısaca "korkaklık" denir. Allah''ın yaratılıştan nasip ettiği "gazap kuvvetini" yerinde ve yeterli ölçüde kullanmaktan kaçınmak, her şeyden korkmak, meydanı boş bırakmak, tepkisiz ve savunmasız kalmak… Hiç şüphe yok ki, bu durumda orta yoldan sapmak ve dalalete düşmektir. Bu vasfa sahip olan insanlardan da "adalet", denge ve ölçü beklenemez. Birinci tarz kullanım(ifrat) nasıl rezillik ise, bu tarz kullanın da aynen öyle rezilliktir. İnsana düşen sahip olduğu nimeti yerli yerinde ve doğru kullanmaktır.
3)Gazap Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak
Gazap kuvvetinin kullanımında orta yolu tutmak, ölçülü ve dengeli hareket etmektir, insaf ve adalet ölçülerine uymaktır. Bu kullanım tarzı meşru olan alanda savunma ve tepki hakkını ortaya koymak; meşru olmayan alanda da haddini bilip sabretmekle gerçekleşir. Gazap kuvvetinin kullanımında ortaya çıkan her iki rezillik durumunun (zalimlik ve korkaklık) ortası "şecaat"tir. "Şecaat", insanda ki yiğitliği ifade eder. Şecaat sahibi yiğit insan; insan hakları, ahlaki sorumluluk, iman ve takva ölçülerini asla aşmaz. Bütün yiğitliğine rağmen hakkı olmayan konularda Allah için sabır gösterir, asla saldırgan davranmaz; hak ve hukuka riayet eder. Şecaat sahibi olmak da hiç şüphesiz en büyük erdemdir. Ahlak ve adalet sahibi olmanın ikinci adımı "şecaat"tir. Bu adımı atamayanlardan ahlaklı olmaları, adil olmaları, ölçülü ve dengeli olmaları elbette beklenemez. İnsan için öncelikli olarak bu erdenlerin kazanılması zorunludur. İnsan iffet vasfını kazandıktan sonra, şecaat vasfını da kazanmalıdır ki, ahlak ve adalet sahibi olmaya hak kazansın. Bu yolda bu iki mühim adım atıldıktan sonra insanı bekleyen çok daha mühim bir adım vardır ki, işte o da "hikmet"tir. "Her şeyi olduğu gibi anlamak ve her şeyi yapılması gerektiği gibi yerli yerinde ve dosdoğru yapmak" şeklinde tanımlanan hikmet, gerçekten de insanın ulaşabileceği en büyük erdem ve fazilettir. Hikmet, akıl kuvvetinin doğru kullanımından doğup gelişen bir erdemdir.
Kuvve-i Aaliyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Akıl Kuvvetinin Kullanımda İfrata Sapmak
Bu, akıl nimetini şeytanca kullanmaktır. Akıl kuvveti şeytanca kullanılınca batılı hak, hakkı batıl gösterir ve bu suretle sahibini dalalete düşürür. İnsan akıl kuvvetini kullanma ölçülerine(el-kıstasü''l-mustakım) sahip olmadıkça, onun aklı daima aldatıcı bir hüviyete sahip olur ve sürekli sahibini yanıltır. Bunun tipik örneği "İblis" ve onun yolunun yolcusu tüm sapık düşünce damlarıdır. Onlar, onca akıl ve zekalarına rağmen bir türlü hak ve hakikati anlayamamışlardır. Bunlar ölçüsüz davrandıkları ve akıl nimetini asıl sahibi ile irtibatlandırmadıkları için, sürekli olarak akıllarını ayartmış ve akılları tarafından da kendileri ayartılmış kimselerdir. Bu durumlarından ötürü bunlar, sürekli küfür, şirk, nifak ve bidat bataklığına düşmüşlerdir. Batılı hak gösterecek derecede bozulmuş olan akıl terazisinden doğru bir tartı beklenemez/beklenmemelidir. Bu durumda akıl yürütmek yeterli değildir; akıl yürütürken doğru malzeme kullanmak ve üstelik doğru malzemeyi doğru şekilde kullanmak önemlidir. Tabii ki, ölçü sağlam olmalıdır. Akıl yürütürken bozuk malzeme kullanmak veya doğru malzemeyi yanlış kullanmak, İmam gazalinin ifadesiyle "tahtadan kılıç kullanmak gibidir". İnsanı adalet ve hakkaniyet çizgisinden saptıran en önemli neden, hiç şüphesiz aklın yanlış kullanımıdır. Akıl kuvvetinin ifrat derecesinde yanlış kullanımı, ona "cerbeze" vasfını kazandırır. Böylece o, yanıltıcı bir şeytan oluverir. Aklın bu derecede ölçüsüz kullanılması tam anlamıyla rezilliktir. Bu duruma düşmüş olan insanlardan adalet ve ölçü beklenemez.
2)Akıl Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Buna "ahmaklık"denir. Bu, hak ile batılı ayırt etmek için verilmiş olan akıl kuvvetinin kullanılmamasından ibarettir. İnsanı insan yapan akıl nimeti kullanılmayınca, insan hak ile batılın, doğru ile yanlışın, faydalı ile zararlının farkına varamaz ve bir ahmak olarak yaşamaya mahkum olur. Hiç şüphesiz bu durum da alabildiğine rezil bir durumdur. Aklını gerektiği gibi kullanmayan insandan da "adalet" ve "ölçülü" davranış beklenemez.
3)Akıl Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak
Bu kullanım tarzının özeti, hakkı ha olarak görmek, batılı batıl olarak görmektir. Doğru malzemeyi doğru tartan ölçüyle tartıp sonucu doğru bir şekilde ilan etmektir. İnsandan beklenen hiç şüphesiz bu tutumdur. İnsan aklına bu vasfı kazandırdığı an, hiç şüphesiz dünyanın en büyük nimetini elde etmiş olur. Akıl yerinde ve doğru kullanılınca, insan "cerbeze" ve "ahmaklık" durumundan kurtulup "hikmet"e ulaşır ve böylece onun için her şey yerli yerinde bir değer kazanır; taşlar yerli yerine oturur ve insan en büyük hayrı elde eder. Yukarıda verdiğimiz hikmet tanımına bakılınca, hikmetin iki boyutu olduğu görülür: 1-Teorik hikmet: Bu ilimdir. İlim, her şeyi olduğu gibi ve yerli yerinde bilmek, anlamak, kavramaktır. Bunu için doğru tasavvur, doğru düşünce ve sağlıklı işleyen akıl yapısına sahip olmak gereklidir. Hiç şüphesiz bunun yolu Kur''an-i Kerim''i doğru anlayıp yaşamaktan geçer. 2-Pratik hikmet: Bu faydalı ameldir. Doğru iş yapmak, güzel iş yapmak, yapılması gerekeni yapmak ve her şeyi yerli yerinde yapmak… Hiç şüphesiz bunun için de, o iki rezillik arasındaki fazilet çizgisini bulmuş ve ona tutunmuş bir akıl yapısına sahip olmak gereklidir. Bu akıl gerçek bir ihtiyaçtır. İşte bu akıl "herkese hakkını ve istihkakını" verebilir. Adaletin özü ve esası "hakkaniyet"tir. Hidayet ancak bu ölçü ve esasa uymakla gerçekleşir.
Adil olmak, yukarıda anlatılan üç temel kuvvetin kullanımında orta yolu tutmakla yani "iffet", "şecaat" ve "hikmet" üzere olmakla mümkündür. Adalet, bütün bu kuvvetlerin dengeli, ölçülü ve ahenkli kullanılmasıdır. Buna göre insan; iffet, şecaat ve hikmet vasıflarını kazanmadan "adil" olamaz. Adil olunmadan da ahlak sahibi olunamaz. O hal de ahlak, insanın kendini gerçekleştirmesi, yaratılışında kendi fıtratına yüklenen potansiyellerini bir ölçü düzeni içerisinde görünür kılması halidir. İnsan bu sayede kişilik merkezini aktif hale getirir ve eğilimlerine, tutkularına, arzularına, korkularına, endişelerine ve tüm eğilimlerine hakim olur. Ahlak kesinlikle biyolojik bir davranış değildir. Bunun içindir ki, insan dışı varlıkların ahlakından ve adaletinden bahsedilemez. Aslında ahlak, insanın kendi doğasını, kendi kişisel merkezini, vicdanını harekete geçirmesidir. Bu hareketlendirme/diriliş olmadan ahlaktan bahsedilemez. Bu itibarla ahlak, insanın kendi özgün doğasına/yaratılış gerçeğine uygun davranmasıdır. Adalet ve denge, insana verilmiş olan güçlerin(yetilerin) ahenkli ve ölçülü kullanılmasıdır. İnsanı, bu beceriyi kazandığı an güzel ahlak sahibi olur. Bu itibarla ahlak, bütün boyutlarıyla insanı kuşatan bir eylemdir. Daha doğrusu insanı oluşturan eylem "ahlak"tır. O olmadan insandan ve dinden bahsetmek mümkün değildir. Ahlak kişinin özüdür. Kur''an-i Kerim''e göre adalet sisteminin temeli ahlaktır. Hayatın ve dinin ciddiyeti ahlaka bağlıdır. Ona riayet edilmediği zaman insanın ürettiği bilim, sanat, siyaset, felsefe, hukuk, eğitim… Boş ve anlamsızdır/yıkıcıdır. Gerçek ahlak; dürüstlük, hakkaniyet, insaf ve adalet eylemleriyle tezahür eder. Bunlar olmadan insanın olması mümkün değildir. Ahlak ve adalet insan olma halidir. Yaratılmış olan varlıklar içerisinde sadece "insan", " insan" olabilir. Çünkü sadece insan benlik/kalp sahibidir. Buradan hareketle söylersek ahlak, insanın benliğini dürüstlük ve özgürlük bağlamında "bağımsız" kılması ve tertemiz hale getirmesidir. İnsanın kişilik merkezi ası sahibine hasredilmeden adalet ve ahlak yeşermez. Bunun içindir ki, ahlakın ve adaletin özü "Allah "düşüncesi ve inancıdır. Bu ana temel üzerinde hayatını inşa edemeyen insan, hayatı ve dini kemiren bir kemirgen oluverir. İşte bu insan yıkıcı ve bozucudur. Onun ruhunun yansımaları olan eylemleri de yıkıcı ve bozucudur. Böyle bir karakterin ürettiği ilim, sanat, siyaset, hukuk, eğitim… Yıkıcı ve yakıcı bir içeriğe sahiptir. Bunun içindir ki, küfür, şirk, nifak ve zulüm ağacının meyvesi hep "zakkum" olmuştur. Bu itibarla adalet, ölçü ve denge çizgisinde sahici bir benliğe sahip olmak, koskoca bir dünyaya ve onun içindeki her şeye sahip olmaktan çok daha önemlidir ve çok daha fazla bir şeydir.

Salim benlik/kalp oluşturamayan insan, asla iffet, şecaat ve hikmet sahibi olamaz. Tüm erdemlerin özü "kalb-i selim"dir.

Adalet, insanlar arası ilişkilerde uyulması ve gözetilmesi gerekli olan en temel esastır. Bu yönüyle de adaletin gerçekleştirilmesi her birey için temel ahlaki bir görevdir. Hak ve hakikat esası üzerine bina edilmiş olan gökler ve yer adalet düzeni sayesinde ayakta durmaktadır. Bunun için en küçük bir sapkınlık bile karşılıksız kalmaz.

İnsan daima kendine yonttuğu için hak ve hukuk, Yüce yaratıcının kitabından öğrenilmelidir. Saat başı bir görüş değiştiren ve adamına göre hak-hukuk üreten kocaman hukuk adamları görüldükten sonra, tabii olarak bu, tam anlamıyla bir mecburiyet halini almıştır. Tarihi bir gerçektir ki, insan, adaletin gerçekleştirilmesinde bir türlü "hakkaniyet","insaf" ve "ahlak" ölçüsüne riayet etmemiş ve hep kendisine yontmuştur; kendi heva- hevesinden düzüp uydurduğu şeylere "adalet" demiştir. Oysa adalet, onun uydurduğu şeyler değildir. Onun yonttuğu şeyler tam anlamıyla "zulüm" olmuştur. Bugün yaşanmakta olan problemin/zulmün asıl sebebi, "hak ve istihkak" anlayışının kişisel arzular istikametinde belirleniyor olmasıdır. Güç ve kudret sahibi olan yada düzeni ele geçiren güçler, hak ve istihkakın tespitinde kendi hevalarını esas aldıkları için, adalet diye çıkılan yollar hep zulme varmaktadır. Hiç kimse kendini kandırması, insanın keyfine göre şekillenen adalet, asla adalet değildir. Adalet, insanlık onur ve değerini korumak demektir. İlahi ölçüler dahilinde şeref ve izzet kazanamamış insan, insanlık onurunu nasıl koruyabilir? Cahiliye düşüncesi adına çıkarılan "lakırdılar" sadece bir sihirbazlık gösterisidir. Güçlünün zulmüne göz yumup, güçsüze şahin kesilmek ya da taraftarı alkışlayıp, karşıt olanı ezmek tam anlamıyla "katmerli zulüm"dür. Eski ve yeni tüm toplular işte bu yüzden "mahv-u helak" olmuşlardır/olmaktadırlar.

Ey insanlar! Hiç şüpheniz olmasın ki, Allah size, her hususta adaleti, (hakkaniyeti, insafı, dengeli ve ölçülü olmayı, orta yolu tutmayı), ihsanı ( yaptığınız her şeyi güzel ve hoş bir şekilde yapmayı, iyilik etmeyi, Allah''ı görüyormuş gibi davranmayı) ve ihtiyaç duydukları şeyleri yakınlara karşılıksız olarak vermeyi emreder; ve öte yandan sizi, her türlü hayasızlıktan, utanç verici işten, bütün kötülüklerden, çirkin işlerden ve azgınlıklardan, zorbalıklardan men''e der. (Allah bu Kur''an-ı indirmek, bu emir ve yasakları vazetmek suretiyle) sizlere tekrar tekrar öğüt verir. Belki iyice düşünürde ibret alırsınız/Allah''ın öğütlerini tutarsınız!
(Nahl Suresi,90)

16/04/2013

Bozulan Yürek Pusulamız

 Yürek pusulamız bozuldu mu?
Yirmi-otuz sene öncesine kadar, bu ülkenin “dindar Müslüman”ları fakirdi…
O kadar ki, İstanbul/ Çarşamba’daki tek imam-hatip okulunda okuyan fakir öğrencilere ramazan boyu iftar verecek otuz zengin bulamamıştık, koskoca İstanbul’da…
Üstelik takip altındaydık: Devlet her birimize “potansiyel suçlu” muamelesi yapıyor, az sayıda yazarı izletiyor, zaman zaman gittiği mekânlar basılıp gözaltına alınıyordu.
Fakirdik, ama cesurduk: Adliye koridorlarında cemaatle namaz kılıyor, “Mürteciler adliyede toplu namaz kıldı” biçiminde manşet olan eylemimizi zafer tebessümleri eşliğinde okuyorduk.
Hayatımızdan, rahatımızdan ve zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Rahata zaten talip değildik. Hapishaneyi “Medrese-i Yusufiye” sayıyor, “hizmet merkezi”ne dönüştürüyorduk. Geriye kala kala hayatımız kalıyordu ki, o da Allah’ın tasarrufundaydı: Kimseden pervamız, idamdan korkumuz yoktu.
Şimdiki halimize bakıyorum da, kendime şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum:
“Para, makam-mevki ve iktidar mü’minin cesaretini kırar mı?”
Öyle gözüküyor. Çünkü ne kadar varlığa sahip olursanız, o kadar kaybetmekten korkarsınız.
Doğal olarak biz de (varlıklı dindarlar) korkuyoruz!
Eskiye oranla hiç kuşkusuz daha muktedir (iktidar sahibi), daha politik, daha paralı, daha lüks yaşıyoruz…
Makam-mevki ve güç-kudret sahibiyiz…
Kavuştuğumuz imkânları elden kaçırmamak için biz de ne mümkünse yapıyoruz: Yerine göre hileci, yerine göre üçkâğıtçı, yerine göre baskıcıyız…
Ayrıca biz de “vurgun vuranın” mantığına geldik, “Biraz da biz yiyelim” anlayışına erdik. O gün bugündür bizim de soyguncularımız, vurguncularımız var… Kaldı ki, eskiye oranla duyarsızız, acımasızız, kaba-sabayız, kültürsüzüz, sevgisiziz, saygısızız, meraksızız…
Ve hem çok daha ürkek, çok daha korkağız!
Çünkü artık bizim de kaybedecek çok şeyimiz var.
“Para”nın ve iktidarın getirdiği imkânlara çabuk alıştık, kaybetme ihtimalinden ölesiye korkuyoruz, bu yüzden de bizi ikaz edenlere müthiş öfkeleniyoruz:
“Bizimle uğraşacaklarına dinsizlerle uğraşsınlar” diyoruz.
Lâkin biz de “din yokmuş gibi” yapıyoruz: Her türlü zevki, keyfi, uygunsuzluğu kılıflayıp, tıpkı “tek dünyalılar” (ahrete inanmayanlar) gibi yaşıyoruz!
Bizim de hayatımız alabildiğine para endeksli, köşe dönücü, iş bitirici…
Yürek pusulamız eskiden sadece “kıble”yi gösterirken, çoktan beri parayı, iktidarı ve gücü gösteriyor!
Biz de yüreklere basa basa yürüyüp hedefe (paraya-başarıya-güce-iktidara) ulaşmayı seviyoruz!..
Moda bizim de belirleyicimiz, biz de “ötekiler” kadar benciliz, “Her koyun kendi bacağından asılır” diye diye biz de “cemaat” ruhunu yitirdik.
Eskiden “Allah’ın nizamı”nı savunurduk, şimdi sadece kendi çıkarlarımızı savunuyoruz.
“Hayır öyle değil” diyen varsa, buyursun, beri gelsin!
Yavuz Bahadiroglu

Evlatlarımıza Miras


“Toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarıda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü var mı diye aranmaya başladı.
- Üstü kalsın kardeşim” dedim.
Döndü bana doğru:
- Vaktin var mı ağabey ?” dedi.
- Evet” dedim (tek ayağım hala dışarıda)
Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.
- Birader” dedim,”9.75 değil,10.50 yazsa ister miydin 50 kuruş benden?”
- “Ne alacağım ağabey 50 kuruşu!”
- Peki, niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim.”
Döndü bana, attı kolunu arkaya:
- “Vaktin var mı ağabey?”
- “Var.”
- Çek kapıyı o zaman.”
5 dakika konuştuk. İngiltere’de Profesöründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dakikada öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler:
- “Ağabey biz Keçiören’de 5 kardeşiz. Babam rençberdi, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık.”
“Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize” Durun kalkmayın” derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.”
“Aha” dedim, “Bizim meslekten”, seminerci.
- “Ne anlatırdı baban ?”
- “Hayatta nasıl başarılı olunur ?”
” O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.”
- Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp “Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı,”Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır” derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?”
- “Ne bıraktı?”
- “Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : “Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın.” Falan filan…
“Ağabey, aradan 15 yıl geçti…”
“Diğer babanın 2 oğlu şu anda cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.”
“Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var. Hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var.”
“Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
- “Asıl mirası bizim baba bırakmış.”
“Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.”
Çok duygulandım, veda ettim. Tam ineceğim:
- “Dur ağabey, asıl bomba şimdi!”
- Nedir bomban ?”
- Nerede oturuyoruz biliyor musun ? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.”
Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.
Bir Babanın En Güzel Mirası AHLAK’tır…
Alıntı

Sert Kadın Olmak

  
         
         Her sene Dünya Kadınlar Günü yaklaştıkça medya kadın konusuna ağırlık verdi. Bu hafta sonu gazetelerde kadınların ezildiği ile ilgili haberler, röportajlar çokça vardı. “Kadının adı var mı? Eşitlik için kadın sesini nasıl yükseltebilir? gibi kışkırtıcı ve yönlendirici sorulara cevaplar aranmıştı gazetenin birinde.
Başka bir gazetede bir kadın köşeci kadınların erkeklerden daha çok konuşma kapasitesine sahip olduğu bilimsel gerçeğini yalanlamak için epeyce kendini paralamıştı.
Kadın-erkek farklılığı feministlerin asla duymak istemedikleri bir konudur. Hatta eşitlik iddiasına zarar gelir diye pek çok bilimsel verilerin saklandığı gerçeği artık insaf sahipleri batılı bilim adamları tarafından itiraf ediliyor.
Bizim televizyonlarda da rastlıyorum, tanınmış iletişimci hoca çıkmış kadın-erkek arasında önemli bir fark olmadığını söyleyebiliyor ya da koskoca doktor çıkmış kitap yazmış (bir de dini yayınlar çıkaran bir yayınevinden çıkmış kitap) kadın ve erkek arasında pek de fark olmadığını ispat etmeye çalışıyor. O kadar karışık yazılmış ki kitap okuyamadım. Oysa kadın-erkek farklılığı üzerine yazılan kitaplar çok net. Pek çok bilimsel veriler var. Gerçi bilimsel veriye de gerek yok kız ve erkek çocuklarını dikkatle gözlemleyen birisi farkları gayet net görebilir. Fakat çocuklar büyüdükçe toplumsal baskı nedeni ile farklar azalıyor.
Kadınlar gerçekten eziliyorlar mı? Evet eziliyorlar fakat aynı zamanda eziyorlar. Günümüzde kadın hem ezen hem ezilen konumunda. Neden?
Öncelikle şu ayrımı yapalım. Gerçekten zulüm altında olan, alkolik ya da ruh hastası kocadan ya da aileden eziyet gören kadınlar değil bu yazının konusu. O konuyu konuşmaya gerek yok. Başta devletin ve hepimizin bu ihtiyaç sahibi kadınlara sahip çıkmamız lazım. Bu yazı modern, şehirli  kadınların ezilmesi üzerine.
Kadınların ezilmesinde en büyük sorumlular erkekler değil feministlerdir. Çünkü eşitlik iddiası ile kadını erkekle bir yarışa soktular ve fıtratın aksine girilen bu mücadele kadınları fazlasıyla yoruyor ve ezilmelerine sebep oluyor.
Allah kadın ve erkeği birbirine zıt yaratmış. En önemli zıtlık; kadın yumuşak, erkek sert yaratılmış. Fiziksel ve duygusal olarak. Kadının bedeni yumuşak yaratılmış; kadınların sesi ince, saç telleri ince, kemikleri narin, kas sayısı erkeğe göre neredeyse yarı yarıya az, derileri erkeğe göre on kat daha hassas… Kadınlar beyninin sağ-duygusal merkezini sol taraftan çok daha fazla kullanıyorlar.
Bunun gibi biyolojik olarak çok faklar var. Kadınların doğuştan getirdikleri en değerli özellikte şefkat ve teslimiyettir.
Erkek ise sert ve güç odaklı yaratılmışlardır. Erkeklerin kemikleri, kasları hayata bakışları kadına göre daha serttir. Fakat setlik kabalık değildir, kabalık eğitimsizlikle ortaya çıkar. Erkekler beynin mantık ve gerçeklik tarafı olan sol tarafı daha çok kullanıyorlar.
Kadın-erkek ilişkisinde bütün sistem zıtların birbirini çekmesi üzerine kurulu. Ne kadın sertleşecek ne erkek yumuşayacak. Allah resulü “Erkekleşen kadınları ve kadınlaşan erkekleri lanetlemiş.”
İkisinden biri bozulduğunda aralarında çekicilik kalmaz. Erkekler sert erkeksi kadınları, kadınlar da yumuşak kadınsı erkekleri çekici bulmazlar.
Kadın-erkek ilişkilerinde problem kadınların sertleşmesi ve erkekleşmeleri ile arttı. Bunda feminizmin katkısı büyük fakat bizim toplumsal yapımızla da alakalı aynı zamanda. Kızlarımız askere gidecek er gibi yetişiyor, biz de öyle yetiştik. Kız çocukları yetiştirilirken eş olmaya hazırlanmıyorlar. Küçükken kız çocuklarının süslenme arzuları anne ve babalar tarafından “daha çok erken” diye bastırılıyor. (Bu ayrı bir konu kadın ve süslenmeyi yakın bir zamanda yazacağım inşallah) Kız çocukları sınav sistemi yüzünden oğlanlarla yarışıyorlar. Kızlar böylece yaratılıştan getirdikleri özellikleri bastırarak büyüyorlar ve kendilerde bu özelliklerin varlığını bile bilmiyorlar çoğu zaman.
Boşanma aşamasındaki erkeksi bir kadına “kocası ile mücadeleye girmemesini, yumuşak olmasını, kocasına biraz cilve yapmasını, kadın gibi davranmasını” söylemiştim de bana “Ben cilveli bir kadın değilim. File cilve yap demişler üç dükkan yıkmış.” demişti. İyi de sen fil değilsin ki. Allah seni kadın olarak yaratmış. Sende bütün kadın özellikleri var. Sadece bastırmışsın. Bırak açığa çıksın. Kendini fil gibi görürsen böyle yıkar, dağıtır, sonra da kocanın arkasından ağlarsın.
Evet ezilen kadınlar var fakat yumuşak oldukları için değil sert oldukları için eziliyorlar. Yumuşaklık asla eziklik değildir tam aksi kadını korur; yumuşaklık kadının görünmeyen güçüdür. Eda, zarafet, nezaket, letafet kadının gücüdür ve sevilmesine sebeptir.
Erkek zaten sert yaratılmıştır; kadın da sert olunca iki sert birbirini kırar. Geçinebilmek için birinin yumuşak olması lazım, yumuşaklık da kadın özelliğidir. Zannedildiği gibi erkekler yumuşak kadınları ezmezler; çünkü erkekler merhametli ve korumacı yaratılmışlardır. Tam aksi erkekler sert kadınları ezmeye çalışırlar çünkü sert kadınlarla erkeksi bir mücadeleye, rekabete girerler ve ezerler.
Erkek kadında neşe, cilve, yumuşaklık ve çocuksuluk arar. Yani kendinde olmayanı ister. Sert, inat, iddiacı, çok bilmiş kadınlar erkeği rahatsız eder ve bu kadınlara erkekler onlar da erkekmiş gibi davranırlar.
Yani kadının erkek gibi sert olup kadın gibi muamele görmesi pek mümkün değildir. Kadının eğitimli olması, zeki olması, kadın olmasına engel değildir. Yeter ki doğru düşünsün, kadın özelliklerini görmezden gelmesin, kadın olma konusunda farkındalığı olsun. Kadın dışarıda ciddi hanımefendi, evinde de cilveli bir kadın olabilir. Yaratılışı buna gayet müsaittir. Yeter ki erkek gibi davranmaya heveslenmesin.
Tabi bir yandan da fırsatını bulup erkekleri ezen kadınlar da çok. Ezilmeye dünden razı erkeklerin sayısı da az değil. Bundan önceki yazılarda erkekler ile ilgili yazmaya başlamıştım hafta sonu gazetelerde kadınlar günü ile ilgili yazılarını görünce bu konuyu yazmaya karar verdim. Erkekler nerede hata yapıyorlar, konuya devam edeceğiz kısmet olursa.
Kadın haklarını konuşmadan önce kadın olmayı konuşmak lazım. Kadınlar ne kadar kadın ona bakalım. Yoksa kadınlara mutsuzluklarının sebebi olarak erkekleri gösterip, kadınlar eziliyor edebiyatı yapmak kolay. Eziliyorlarsa niye eziliyorlar? Kadınların mutluluklarını erkeklerin üzerine yıkmak öncelikle kadını çaresiz bırakmaktır. Kimsenin karşıdakine gücü yetmez. Kadın mutluluğu için önce kendi üzerine düşeni yapmalı, kadın olmalı, özüne dönmeli. Sonrasında haklar kendi kendine gelir zaten. Sert kadınlar ne hakkı elde ederlerse etsinler mutlu olamazlar. Çünkü kaybettikleri çok daha fazladır.
Sertliği ile kadınlığını yok ederken, hayat yoldaşı sevdiği adamı ya da onun muhabbetini kaybeden kadın neyi kazanırsa kazansın onun yerini dolduramaz. Ne para ne iş ne kariyer, ne güzellik…Hepsi boştur. Sert kadınlar aradıkları sevginin yerini psikologlarla, haplarla, sahte mutluluklarla doldurmaya çalışırlar.
Kadınlara bir avuç hak verip kadınlığı çalanlar!  Haydi kadınlara biraz mutluluk dağıtın eğer gücünüz yetiyorsa…
Sema MARAŞLI

Putlar Vadisi Mekke-Teyfik ÇELİK


     Her gelişinde bizi başka alemlerde bulan efendim
Bir gelişinde de bizi kendi aleminde bulsan efendim…
Allah, insanlar insanlıktan çıktığında, kendi içlerinden seçtiği birileri/nebileri ile onlara yaratılış ayarlarına dönme fırsatı vermiştir. İçimizden seçtiği son nebinin, nebimizin doğumunun sene-i devriyesine hazırlanıyoruz. Bütün bir islam alemi, efendisini, peygamberini karşılamaya hazırlanıyor. Her gelişin bize yarar diye ümitlenirken, sizin için büyük bir yara olduğumuzun da farkındayız ya Rasulellah…!
Asırlar öncesi bu gece, putlar vadisi Mekke, putlarını kıracak bir nebiye ev sahipliği yapıyordu. Doğduğunda, ne Mekke, ne Mekkeliler, ne putlar, ne de putperestler bunun farkındaydı…
Efendimiz, kırmızı halılar üzerinde doğmadı, peygamber olduğunda da kırmızı halılarla karşılanmadı. Ama, hep kırmızı çizgileri oldu, onları peygamber olmadan, peygamber olacağını bilmezken de hep korudu. O, peygamber olunca efendi olmadı, efendi olunca peygamber, peygamber olunca, peygamber efendimiz oldu…
Mekke zor bir yer, Mekkeliler de zor insanlardı. Ama onlara zorlu bir peygamber gelmişti, bütün bu zorluklar başka türlü nasıl aşılabilirdi? Putlar vadisi Mekke de, tek başına, bir sürü ak saçlıyla, ak sakallıyla mücadele etmek hiç ama hiç kolay değildi. Mekke’nin derin devletini, derin ırkçı ve kabileci yapılanmasını tehdit etmek, hedefe koymak ancak efendimizin harcı olabilirdi. Bu atmosferde, tek başına bütün bir dünyaya meydan okumak, kendi gündemini, hatta başkalarının gündemini de bir şekilde belirlemek ancak bir peygamberin harcı olabilirdi. tabi ki kolay değildi, akıl ölümü gerçekleşmiş bir toplumu diriltmek, düşündürmek. Ama, Mekke’nin ak saçlılarının, ak sakallılarının olmaz dediği, hayal dediği olmuş, kısaca hayaller gerçek olmuştu…
Efendimizin başarısı dünya tarihinin eksenini değiştirmiştir. Efendimiz, en başından beri, doğumundan vefatına kadar, hedefini ıskalamayan bir mücadele örneği vermiştir. Dünyaya ve sakinlerine paylaşıldıkça tükenmeyen, aksine çoğalan, muhteşem ve muhterem bir miras bırakmıştır…
Kutlamaya hazırlandığımız gecenin aydınlığı ancak bu duygu ve düşüncelerin doğmasıyla ve yaşatılmasıyla mümkün olacaktır. O, hakikaten bir defa doğdu ve bir daha da tekrarlamayacak. Bizim bu geceleri kutlarken ihya edeceğimiz/dirilteceğimiz şey, efendimizin kendisi değil, evsafını belirlemeye çalıştığımız emanetidir…
Bu duygu ve düşüncelerle, efendimizin dünyaya teşriflerini temsilen kutladığımız bu kutludoğumu tebrik ediyor, ümmetin kaybolan hassasiyetlerinin yeniden doğmasına vesile olmasını diliyorum.
Selam ve dua ile…

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz