24/01/2014

Tercihimiz İslam

     
       Kelime’i Şehadeti getirip, “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluh”demek bir tercihtir.
İnsan bir tercih yaparken, o tercihin sebep ve sonuçlarını düşünerek yapar. Bu Kelime-i Şehadet’i getiren kişi nefsini cehennem azabından muhafaza etmek ve ahirette mutluluğa erenlerden olmak için Cenâb- ı Hakk’ın Habibi (s.a.v.) vasıtası ile getirdiklerinin hepsini olduğu gibi kabul ettiğini ve imkanı nispetinde bunlara uyacağını taahhüt eder.
     Cenâb-ı Hakk, “Size çekemeyeceğinizi vermeyiz” buyurmaktadır.
Biz Müslümanlar da dua ederken “Ya Rabbi bize çekemeyeceğimiz yükü yükleme” diye dua ediyoruz. Hakk Teâla hazretleri de insanoğlunun zaaflarını bildiği için onları kolay geçitten geçiriyor.
Bu Kelime-i Tayyibe-i Münire’yi söyleyen kişi onu ihlas, inanç, tercih ve tasdik ile söyleyip bu yol üzere devam ettiği müddetçe Allah (c.c.)’ın izniyle “Akıbet müttakinindir” müjdesine nâil olur ve sonucu da hayır olur.
Cennete İlk Girecek Olan Zümre: Hammadûn Zümresi
Bu müjdeye nâil olan kişi ahirette ne ile karşılaşacak?
Bilindiği gibi mahşer sabahı herkes bulunduğu yerdeki kabirlerden kalkacak. -Allah (c.c.) iman ile ölüp iman ile kalkmayı nasip etsin. -Dünyada bulunduğu yerden mahşer alanına kurulan köprüden, insanlar ve cinler geçecekler ve orada Allahu azzimüşan’ın huzurunda hesap verecekler.
Hak Teâla Hazretleri Mearic suresinde bu hesabın müddeti için “Elli bin senedir” buyurmaktadır.
Oranın bir günü buranın bin senesine eşit olduğuna göre beklenecek süre astronomik sayılara ulaşmaktadır. Birbirlerinin arası bin senelik mesafe olan ve ilkinde Kelime-i Tevhid olmak üzere herbirinde ayrı konularda hesap sorulacak olan elli adet durak bulunmaktadır. Mahşer alanında bu kadar uzun müddet bekletilince orada bulunan mücrimer daha hesap müddeti bitmeden evvel “Ya Rabbi artık bizi cehenneme at da şu bekleme azabından kurtulalım.” diyecekler.
Allah Rasulü (s.a.v.) “Beklemek, ateş azabından daha şiddetlidir.” Buyurmuşlardır.
Dünya hayatında, birisi birini beklese ve adam beş dakika gecikse, bekleyene saatlerce beklemiş gibi geliyor. Halbuki bakıyor saate daha bir dakika geçmiş. İnsan ancak yaşadığı kadarını biliyor; dünya hayatını yaşadı onu biliyor, kabirde bulunmuş oldu kabirdeki hali biliyor, kabirden sonra ne olacağını bilmiyor. Yedi kat cehennemde ne seviyede büyük bir azab olduğunu bilmiyor. O yüzden böyle söylüyor mahşerdeki bu zümre.
Allah (c.c.) cümlemizi muhafaza buyursun; cehennem yedi kattan oluşuyor; ilk katı günahkar müslümanlar için. Bunlar günahları müddetince cezalarını çektikten sonra çıkacaklar. İkinci kat hristiyanların, üçüncü katyahudilerindir. Günümüzde bazı kimseler hristiyan ve yahudilerin de cennete gireceğini iddia etmektedirler,onlarara duyurulur, açıp tefsir kitaplarına bakabilirler. Dördüncü katında şeytan ve ahfadı (evladları), beşinci katında mürtedler (dininden dönenler), altıncı katında sihirbaz ve heykeltıraşlar, son olarakyedinci katta ise, münafıklar azab göreceklerdir ki Allah (c.c.) muhafaza buyursun muhakkikin ulema bir münafığın azabı için diğer altı kattaki cehennem ehlinin azabından daha fazladır buyuruyor. Allah (c.c.) herkesi nifağın her türlüsünden muhafaza buyursun.
     Nebi (s.a.v.) Mirac’a çıktığında, cennet ve cehennemi görmeyi murad etti. Hak Teâla Hazretleri, görevliler vasıtası ile her ikisi için de müsaade buyurdu. Allah Rasulü (s.a.v.) cenneti görüp nimetlerinide bize nakletti, Allah (c.c.) hepimize affıyla muamele edip, cenneti ile karşılık verdiği kullarından eylesin. Sıra cehennemi görmeye gelince cehennem hazinelerinin bekçisi Mâlik: “Ya Rasulullah (s.a.v.) ben şurdan bir delik açayım, burdan nazar edersiniz içeriye” dedi ve cehennemin duvarlarından parmağını sokup bir delik açtı. O delikten çıkan dumanı durdurmak için orayı eliylede meshetti ve “Ya Rasulullah (c.c.), şuradan bir damla ateş yeryüzüne düşmüş olsa bir daha dünyada ekin bitmez” buyurdu.
İşte tercihini yapıp o Kelime-i Tayyibe’yi söyleyip, Allah (c.c.)’a vasıl olan ve belirli bir mânevi terbiyeden sonra Cenâb’ı Hakk’ın dostluğunu kazanan kişiler için esas olan cehennem azabından muhafaza olunmak ya da cennete gitmek değil, Hakk’ın rızasını kazanmak oluyor; ama tabi oralara gelinceye kadar da insanların çalışıp belirli mesafeleri katetmesi icab ediyor.
O uzun bekleme sırasında cennete ilk girecek kimlerdir?
Ruhül Beyan Tefsiri’nin beyanına nazaran cennete ilk girecekler Cenâb-ı Hakk’a mübalağa ile çokça hamdeden Hammadun zümresidir. Bu kişler hayatı boyunca Allah (c.c.)’ı unutmadan yaşayıp ve Nebi (s.a.v.)’ın getirdiği, daha önceki ümmetlerden ise, kendi peygamberlerinin getirdiği ahkamlara tabi olanlardır. Yalnız şuna dikkat etmek gerekir ki; Rasulullah (s.a.v.)’in teşrifi ile, hepsinin risaleti ve getirdikleri din hükümleri bitmiştir.
Şu anda profosör etiketli bazı adamlar; eğer bir kişi Hz. İsa (a.s.) ’a inanır, Hz. Musa(a.s.)’a inanır; onların getirdiği din hükümlerince yaşarsa cennete dahil olur diyor.Böyle bir şey olamaz.
Resulullah (s.a.v.) geldikten sonra bunların hepsinin hükmü kalkmıştır.Ortada ne Hristiyanlık vardır ne de Musevilik vardır. “Allah (c.c.) indinde tek din İslâmdır” buyuruyor Allah (c.c.).
Adem(a.s.)’dan itibaren; Musa (a.s.)’ın da , İsa(a.s.)’ın da ve diğer tüm peygamberlerin de getirdiği din İslâm idi. Yahudilik, hristiyanlık diye bir şey getirmemiştir hiçbir peygamber. Hepsinin getirdiği din İslâm’dı ve hepsi de Müslümandı. Sonradan bu peygamberlere tâbî olan insanlar, onların getirdiği hak kitapları değiştirdiler ve İslâm’dan uzaklaştılar. Tabi bugün yapılan oyun, güzel ve sistematik oynandığı için bu mevzular insanlara çeşitli gâyelerle çarpıtılarak aktarılıyor. Allah (c.c.) şerlerinden muhafaza buyursun.
İslâm’ı yok etmeye uğraşan gruplar ilk önce İslâm’ın kökten kazınmasına uğraştılar, onda muvaffak olamadılar ve olamayacaklarını anladılar. Bu yüzden şimdi İslâmı içinden tahrif etmeye uğraşılıyor. Mesela yine profosör etiketli biri çıktı ve “Bu din ulemanın dinidir” dedi. Ne demek ulemanın dini? Onun yetiştirdiği, ilahiyatta da dekanlık yapmış başka bir profosör “Efendim hadis-i şeriflerin en muteberi kiminki? İmâm-ı Buhari’ninki, İmâm-ı Buhari kaç tarihinde yaşamış? Hicri195’te doğmuş. Hadis-i şerif neşretmeye ne zaman başlamış? Hicri 230’da. Peki 230 sene zarfında, sen bu hadisi kimden aldın Ahmed’den, Ahmed ne olmuş, ölmüş. Peki o kimden almış Mehmed’den, Mehmed ne olmuş, o da ölmüş. O kimden almış Ebu Hureyre’den o ne olmuş, o da ölmüş. Bu hadisleri nakledenlerin hepsi ölmüş. Böyle ilim mi olur?” diyor. Sadece İslâm’ın değil, bütün ilimlerin temelinin yok sayıldığının ilanıdır bu söz. Yani eğer râviler ölmüşse söylediklerinin hiçbir mânâsı yok demek ki. O zaman şimdi kullanılan o bilimsel kitapların hepsi çöpe atılsın. Neticede o kanunları, teorileri bulanların, nakledenlerin birçoğu hayatta değil. Mesela Newton diyelim, adam hayatta mı? Kaç yüz sene oldu öleli neticede. O zaman bulduklarının hepsini kaldırıp atalım.
Küfür Tek Millettir 
Bu ifsadı yapanların tek hedefi var. Onu da düzgün, hakiki alimlerin kitaplarından okumak veya ağızlarından dinlemek lazım. Efendimiz (s.a.v.) “Küfür tek millettir.” buyuruyor.
Öte yandan da Hakk Teâla hazretleri Haşr Suresinde “Onların sâileri dağınıktır, kalpleri birbirinden ayrıdır, birbirlerine düşmandırlar” buyuruyor. Peki bu ikisi arasında haşa tezatlık mı var? Küfür tek milletse, niye onların sâileri dağınıktır, kalpleri birbirinden ayrıdır, birbirlerine düşmandırlar. Küfrün tek millet olduğu hadisini şerheden muakkikin ulemanın beyanına nazaran, onların bu beraberiyetleri İslâm’a karşı olmalarındadır, İslâm’a karşı tek millettirler, kendi içlerinde tek millet değildirler. Allah (c.c.) şerlerinden emin eylesin. Cenâb’ı Hakk bu dinin asıl sahibidir ve dinini nasıl bugüne kadar Kitab-ı Kerim’inde vaadettiği gibi koruması ile koruduysa bundan sonra da inşaAllah koruyacaktır.
Burada mühim olan, bizim kendimizi kurtarmamızdır. Hiç kimse ben ateş gibi, mum gibi yanar etrafıma ışık verir, başkalarını kurtarırım diyemez. Allah (c.c.)’ın hitabına göre insan önce kendi nefsini, sonra ehlini, sonra aşiretini, ondan sonra akrabalarını ateşten kurtarmaya çalışmakla mükelleftir, bunların bir sırası var. Bu can bizim midir? İsteyerek mi geldik bu dünyaya, anamızı babamızı kendimiz mi tercih ettik? Giderken isteyerek mi gidiyoruz? Kim getirdi ise, kim götürüyorsa can onundur.
Niye mesela intihar edenin imansız gitmesi mevzubahistir ve bu yüzden cenaze namazı kılınmaz? Kendine ait olmayan, Allah (c.c.)’a ait olan bir şeye son vermiştir netice itibari ile ve imanını da böylece zayi etmiştir, Allah (c.c.) muhafaza etsin. Onun için biz kendi kendimize tercihte de bulunamayız. Âyette bildirilen sıralamaya uymamız lazım, yani ilk önce kendi nefsimizi ateşten korumamız lazım.
Nefis Muhakkak Şiddetle Kötülüğü Emreder 
Bu ateşten korunabilmek için, şeytan ve ahvadının oyununa gelmemek lazımdır. Çünkü şeytanın askerleri hazır beklemektedir. Allah (c.c.) “Nefis muhakkak şiddetle kötülüğü emreder.” buyurumaktadır. Bu işin başında da şeytan vardır.
Nebi (s.a.v.) birgün “Hepimizin görevli bir şeytanı vardır.”buyurmuşlardır.
Orada bulunanlar “Ya Rasulullah (s.a.v.)sizin de var mı?” diye sorunca,
“Evet benim de vardı, ama Allah (c.c.) onu bana ikramen müslüman etti, bana ancak hayırlı şeyler söyler”buyurmuşlardır.
O (s.a.v.)’in dışında, hepimizin başında şeytanı vardır. Bunları hak ve hakikat olarak kabul edip, en azından yatağa yatıldığı zaman hergünün bir muhasebesi yapılırsa neticeye ulaşma şansı olur. Burada bunlar okunup, bu okunanlarla hoşça vakit geçirilir, bitince yine herkes bildiği gibi yaparsa bundan bir istifade olmaz.
Günlük muhasebenin yapılması lazım. Sabahtan akşama kadar, uyanmamızdan tekrar uyumamıza kadar geçen her saat muhasebe edilmelidir.
Bugün Allah (c.c.) için acaba ne yaptık?
Ümmet-i Muhammed’e faydalı bir iş yaptık mı?
İnsanlara yararlı olabilecek bir şey yaptık mı?
Kimseyi kırıp üzdük mü?
(Evliysek) çoluk çocuğumuza karşı, (bekarsak) şahsımıza karşı, anamıza babamıza karşı hakları ifâ ettik mi, yerine getirdik mi?
 Hesapsız Cennete Dahil Olacak Zümre 
Bunların hepsini yapıp, Allah (c.c.)’ı unutmadan yaşayan insan için Allah Resulü (s.a.v.)
“Allah (c.c.)’ı bu dünya hayatında çokça zikreden, Cenâb-ı Hakk’ı unutmadan yaşayan kişiler mahşer sabahı hesapsız cennete dahil olacak.” buyuruyor.
O cennete girecek kişilere cennette melekler soracaklar:
-Siz hesap gördünüz mü? -Yok hesap görmedik.
-Peki defter gördünüz mü? -Yok, biz onu da bilmeyiz.
-Sırat köprüsünden geçtiniz mi? -Onu da görmedik.
-Peki cennetin hangi kapısından girdiniz? -Vallahi biz kapı da görmedik.
Allah Resulü (s.a.v.) bize bunları rağbet edelim, bu hususta gereğini ifâ etmeye çalışalım diye anlatmıştır.
Devamında Nebi (s.a.v.);
“İnsanlar dünyadaki mezarlardan kalkıp mahşer alanına gelince Cennet, mahşer halkı arasından devenin boynunu uzatıp yemini aldığı gibi uzanıp Allah (c.c.)’ı çokça zikredenlerin hepsini içine çekecek.”
müjdesini veriyor.
Onun için de onlar, ne hesap görmüş,ne kitap görmüş, ne sırat görmüş, ne de cennet kapısı görmüş olacaklar. Biz doğrudan mahşer alanına geldik, ordan da cennetin içine girdik diyecekler. Allah (c.c.) cümlemizi o zümreden eylesin (Amin).

İstanbul'un İlk Müslümanı

    
    
      Peygamber efendimiz, Bizans imparatorunun yanı sıra İstanbul’da bir kişiye daha mektup gönderdi. Mektubu alan kişi o anda imana geldi.
Hz. Peygamber (sav) Bizans imparatoru Herakliyus’un yanı sıra Konstantıniyye (İstanbul)’den bir kişiye daha mektup gönderdi.  İslami kaynaklara göre, Hz. Peygamber Herakliyus ile birlikte Bizans’ın Konstantıniyye’deki baş papazı Autocrator’a (Arapça Dugâtur veya Bugâtur olarak okunur) bir mektup gönderdi.
Dugâtur’un İstanbul’da büyük bir kilisesi vardı. Kiliseye imparator ve Bizans’ın üst düzey yetkilileri gelir, Dugâtur’dan dua alırlardı. Sahabe-i Kiram’dan Dıhyetü’l Kelbi Bizans İmparatoru’na mektup getirdikten sonra baş papaza uğrar ve Hz. Peygamberin ona verdiği mektubu teslim eder. Dugâtur, Dıhyetü’l Kelbi’nin getirdiği mesajı okuduktan sonra ona “Bana Kur’an’dan bir sûre yazın” dedi. Kelbi ona bir sûreyi yazdı.
Dugâtur’da “Bu, bildiğimiz Allah’ın kitabı” dedi ve Müslüman oldu ama bunu bir süre gizledi. Daha sonra Müslüman oluşunu duyuran Dugâtur’a büyük tepki gösterilir. Hıristiyanlığa dönmese için baskılar yapılır ancak o bunu kabul etmez. Bizanslılar, İstanbulluları etkilemeye başlayan Başpapaz Dugâtur’u cezalandırmak için öldürür ve yakarlar. Ailesinden bazıları ve onun sayesinde Müslümanlar olanlardan bir kısmı uzun yıllar Müslümanlıklarını gizlerler. Birçok İslam kaynağında Dıhyetü’l Kelbi’nin başpapaz Dugâtur’a teslim ettiği mektup’ta şunların yazılı olduğunu kaydeder.
İşte o mektup:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Ey duğatur (autocrator?..) Piskopos! Allah’ın selamı iman eden üzerine olsun! Bu (sözün) devamı olarak bil ki Meryem’in oğlu İsa saf ve temiz Meryem’e nasib edip verdiği (indirdiği) Allah’ın Ruhu ve kelimesidir. Bana gelince ben, Allah’a İman eder, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat’a vahyolunana ve bize indirilene inanırım. Aralarında hiç bir fark gözetmeksizin Musa, İsa ve diğer peygamberlere ulaşan vahye iman ederim. Biz o Allah’a teslim olmuşuz. Selâm hidayete tâbi olanlara.”
Konuyla ilgili rivayetlerin geçtiği kaynakların bir kısmı: Ebu Nu’aym, Muntekâ, v. 31/b-32/a; Said bin Mansûr, Sünen, ikinci kısım, no: 2479, Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, 5/306, 308′de Taberanî’den, Bezzâr ise Keşfu’l-Estâfdan (2/44, yazma) nakleder. İbn Hacer, İsâbe, üçüncü kısımda, dâd harfinde.

25/12/2013

Müslüman ve Zarâfet

  
  
       İnsandan insana fark vardır. Müslümandan Müslümana da fark vardır. Sufiden sufiye de fark vardır.
İnsanı insanlıktan, Müslümanı Müslümanlıktan, sufiyi sufilikten çıkarmaz, ama bazı davranışlar olur ki “Bu olmadı, yakışmadı” deriz.
Ya da, bazı davranışlar sergilenir ki, imreniriz, “Muhteşem, emsalsiz, ne güzel” deriz, dudak ısırırız, güzelliğine hayran oluruz. Farklı kılar o davranış o insanı başkalarından… Hayranlık uyandırır.
Zarâfet böyle bir şey.
Normali aşan bir davranış güzelliği.
Tortularından süzülmüş bir kişiliğin işareti.
Bir tür edinilmiş asalet hali.
İslam, insanı alır, süze süze, o davranış güzelliğine getirmek ister.
Kelime-i şehadetle girildiğinde, aslında İslam dairesine girilmiş olur. Ama İslam onunla sınırlı değildir. İslam bir seyrü süluktur. “En güzel insanla aynileşme”ye doğru bir yolculuktur.
Hani, Hucurat 14’te “İman henüz kalplerinize yerleşmedi, onun için iman ettik değil, islam dairesine girdik deyin…”  diye uyarılır ya “bedevi” müslümanlar…  İşte öyle bir yolculuk…
Bir bedevi gelir, Mescid-i Nebeviye bevl eder. Oradaki Müslümanlar kızar bedeviye, ama Rasulullah, “Bırakın yapsın” der. Yapılan iş, bedevinin Müslümanlığını ortadan kaldırmamaktadır. Ama Müslümanlık orada da kalamaz, o bedevi, kişiliği terbiye edile edile, Mescid’e bevl edilmeyeceğini anlayacak hale gelmelidir. Hatta daha ötesini de anlamak gerekecektir Rasulullah’ın ölçülerine yakın bir Müslüman olmak için….
Bu şu demek:
İslam olur, iman olur, ama bir de İslam’ın ve imanın zarâfet şeklinde kişiliklere yansıması olur.
Zarâfet inceliktir, nezakettir, nezahettir, güzelliktir, ölçüdür, süzülmüşlüktür.
Denebilir ki zarâfet, Rasulullah Efendimizin “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği, salim olduğu insandır.” (Buhari, İman, 4) diye tarif ettiği Müslümanlık kıvamıdır.
El ve dil…
İnsanın en dışa dönük uzuvlarıdır. Jestler ve mimikler oradan yansır dışarıya… Yani insanlık kalitemizin sergi alanıdır ellerimiz ve dillerimiz.
İnsanın içindeki dünya, dışa eliyle ve diliyle yansır.
İşte o uzuvlarda, bir başkasına olumsuz gelecek hiçbir şeyi, Müslümanlık içinde görmüyor Allah Rasulü (s.a.)
El ve dil, içerdekini yansıtır, dedik.
İnsanın iç âlemi ise, ancak, imbikten süzülerek eli ve dili “Müslümanlık kıvamı”na getirebilir.
İslam’da amentü var.
İslam’da namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler var.
Ama İslam’da, bunlardan öte, ya da bunları da gerçek kıvamına eriştirecek, ya da bunlar gerçek kıvamına eriştiğinde husule gelecek şahsiyet özellikleri de var.
Mesela, “Kul hakkı” müessesesi, bütün bu temel değerlerin insan hayatına en ince hassasiyetler halinde yansımasını sağlayan kişilik disiplinidir. Bir Müslümanın hayatında “kul hakkı” disiplininin yansımadığı alan yok gibidir.
Bakalım mesela:
“Güler yüz sadakadır.” buyuruyor Rasulullah (s.a.) Böylece bir “Müslüman yüzü” tarif ediliyor. Ne demek bu? Başka bir zaruret yoksa yüzünü tebessümle donat, demek. Tebessüm mü güzel bir insan yüzü için, abus çehre mi? Tabii ki tebessüm. Tebessümün “sadaka” olarak nitelenmesi, onun bir başkasına ihsan – yani güzellik, iyilik taşıyor olmasından kaynaklanıyor.
İnsanın yüzünün tebessümle donanması için, yüreğinin itmi’nan içinde olması gerekir. Teslimiyet gerekir. Rıza gerekir. İçin durulması gerekir. Teşevvüşün son bulması gerekir. Onun için insanın Kader’le probleminin kalmaması gerekir.
İslam, insandan göz – kaş işaretlerini bile ölçülü kullanma gibi bir hassasiyet istiyor. Göz kaş işaretleriyle bir başkasını kınamak, asla kabul görmüyor.
Sesi kullanırken zarâfet istiyor İslam..
“Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman, 19)
Müslüman bu terbiyeyi, bizzat Rasulullah’ın huzurunda, ve bizzat İlahi Kelam’ın “sesini O’nun sesinden yüksek çıkarmama” uyarısıyla terbiye edilerek öğreniyor.
Dilin zarâfeti bakın hangi alanlara ulaşıyor?
-Üç kişi bir arada iken iki kişinin kendi aralarında fısıldaşmaları hoş karşılanmamış.
Hakaret etmemek temel bir hassasiyet..
Yalan söylememek öyle.
Gıybet etmemek öyle..
Söz getirip götürmemek öyle..
Gözde, bakışta zarâfet arıyor İslam. Bir başkasının görülmesini istemediği mahrem alanına bakmamak terbiyesi veriliyor Müslümana.
Mahremiyet hassasiyeti başlı başına bir Müslüman toplumun zarâfet itinası haline geliyor.
Tecessüs, ayıp – kusur arama yasaklanıyor.
Aksine ayıp örtücülük bir karakter halinde telkin ediliyor.
Yürüyüşte bile zarâfet istiyor.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra, 17)
İslam, insanı, her anlamda ve her alanda zarâfetle donatan bir değerler manzumesidir.
İnsan ilişkilerini zehirleyen en kötü huylardan birisi olan kibir olmamalı İslam’ın insanında.
Bir başkasını aşağılama olmamalı.
Yaptığı işi güzel yapmalı Müslüman.
Kabrin toprağını düzenlerken bile hassasiyet gösterilmesi Peygamber’in terbiye kuralları içinde yer alıyor.
Burada da insanların bakışına, baktığı şeyi güzel görmesine itina etmek var.
Güzel kokmak, bunun için koku sürünmek mesela.. Ter kokusu, sarımsak kokusu gibi şeylerden kaçınmak, bu halde mescide gelmemek var.. Rabbin huzuruna çıkarken, onun nimetlerini üzerinde taşımak var.
Temiz giyinmek…
Vücut temizliğine itina etmek var.
Dua ederken sesi haddinden fazla yükseltmeyi “haddi aşmak – aşırı gitmek” olarak vasıflandırıyor Rabbimiz…
“Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o aşırı gidenleri sevmez.” (Araf, 55)
(En güzel isimler [esma-ül-hüsna] Allah’ındır. Ona o güzel isimlerle dua edin) buyuruluyor. (Araf 180)
Yani el açmak ve gönlümüzün taa derinliklerine ulaşarak “Ya Rahim, ya Rahman, ya Rauf, Ya Gaffar, ya Halim, ya Settar….” diye seslenmek… Duada zarâfet…
Rasulullah Efendimiz, savaş esnasında bir vadiyi aşarken yüksek sesle tekbir getiren ashabına “Ey insanlar! Nefislerinize merhamet ediniz. Zira siz sağır ve uzak olana dua etmiyorsunuz. Ancak siz sizinle beraber olan, işitici ve yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz.” uyarısını yapıyor.
İslam’ın en temel müesseselerinden birisi infak. Ama infak, sadece vermek değil, vermek ama güzel vermek. Yani infakta zarâfeti gerçekleştirmek.
Nedir infakta zarâfet?
Sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması, mesela.
Başa kakmamak mesela.
Borçlu hale getirmemek mesela.
Kendisini sadakayı alandan üstün görmemek mesela.
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir” (Bakara, 263)
Allah Teala’nın bütün sınırsız zenginliğine, sınırsız kudretine rağmen “Halim” olması neden hatırlatılır sık sık? Çünkü yumuşak huyluluk diye tercüme edilen “hilm” telkin edilir Müslümana ve hilm, zarâfetin olmazsa olmazlarındandır.
İnfaktaki zarâfeti anlatmaya devam edelim:
Sadakayı alana, böyle bir infakta bulunabilme fırsatına vesile olduğu için teşekkür etmek mesela.
İnfak terbiyesinde zirve ise, sadakaları, o rızkı kendisine lutfeden  varlığa, yani bizzat Allah’ın eline verdiği duygusuyla, büyük bir ihtiram halinde vermek…
Bu, infakta zarâfetin de zirvesi olmalıdır.
Acaba namazda da zarâfetten söz edilebilir mi?
Pek tabii edilebilir:
Mesela, tadil-i erkana riayet etmek namazda zarâfet değil mi? Yani gerçek Huzur duygusuyla, büyük bir vakar içinde Rabbin önünde kıyam etmek, rüku etmek, secde etmek… Her rükne itina etmek, hakkını vermek, onun Rabbin Huzurunda yapıldığı bilincinden asla uzaklaşmamak…
Zarif bir namaz üzerinde düşünürsek, eminim, onun yalap şap kılınan, eğilip kalkılan, namazda olduğunun bile farkında olunmayan, ve Rasulullah Efendimiz gördüğünde “Bu namaz olmadı” diyeceği, mahşer ortamında kişinin yüzüne çarpılacak olan namazdan farklı olacağını göreceğiz.
Rasulullah’ın terbiyesi, Rabbani bir terbiyedir. “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyuruyor.
İşte o terbiyenin içine “rahmetle donanmak” giriyor. “Kaba ve katı yürekli olmamak” giriyor ve “yumuşak davranmak” giriyor. (Ali İmran, 159) Bunların her biri, Rasulullah Efendimizin “zarif” şahsiyetinin pırıltılı yansımalarıdır ve her bir Müslüman’a “güzel örnek” olsun diye Kelam-ı Kadim’de yer almıştır.
Tıpkı bunun gibi, İlahi Kelam’a yansıyan çerçevede ailede zarâfet, sevgi (mahabbet) ile inşa ediliyor, merhametle (rahmet) inşa ediliyor. Müslüman ailenin zarâfeti, “kalplerin birbirine ısındırılması” ile ve bünyesinde barındırdığı “sekinet”le temayüz ediyor. Her gün bir dalaşın yaşandığı yer değil, olmamalı Müslüman aile. (Rum, 21)
Ve bu ailelerin temeline yerleştiği “Müslüman toplum”, sevgi ve merhametle dokunan, “kul hakkı hassasiyeti” ile herkesin birbirinin hukukuna itina ettiği, üstelik bunu, bir polis disiplinine gerek duymaksızın, içten çıkıp dışa yansıyan bir karakter halinde, adeta bir suyun akışı niteliğinde tabii hale getirmiş bir zarâfet toplumu oluyor.
Bugün İslam toplumları bu nitelikte mi? Tartışılabilir.
Ama İslam’ın inşa etmek istediği toplumun bu toplum olduğu muhakkak.
Rasulullah Efendimizin muazzez kişiliği orada duruyor.
Kur’an’ın rahmet ölçüleri orada duruyor.
Ve Kur’an ölçülerinde, Rasulullah (s.a.) ölçülerinde kişilikleri süzüp zarâfet örneği haline gelen Allah dostları orada duruyor.
Yapılması gereken, bu güzellikleri kişiliğimize taşımak ve “Zarif Müslüman” olabilmektir.
Mülk Suresi’nin hemen başındaki “Sizi, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda imtihan için yarattık” (Ayet 2) buyurulması, bir anlamda önümüzde tüm hayatımız için bir zarâfet yarışı başlatmış olmuyor mu?
Son söz yine Rasululllah Efendimiz (s.a.)’e ait olsun:
““Allah cemildir ve cemal sahiplerini sever, cömerttir ve cömerdi sever, kerimdir ve kerimi sever, temizdir ve temizi sever.” (Tirmizi, edeb 41)
Gül Yaprağı Kadar Zarif
Gönül terbiyesi almış İslam büyüklerinin birbirine karşı gösterdiği saygıyı Mevlânâ Câmî’nin (Molla Câmî olarak da bilinir) başından geçen bir hadise çok güzel anlatır.
Mevlânâ Câmî (1414-1492) yılları arasında yaşamış olan ünlü İslam alim ve şairlerinden biridir. Onun yaşadığı dönemde tanınmış âlimler, şairler, yazarlar ve bilginler “Suskunlar Meclisi” adını verdikleri bir heyet oluşturmuşlardı. Bu meclis, üyelerini çok düşünen, az konuşan ve az yazan insanlar arasından seçiyordu. Meclisin üye sayısı ise otuz kişiyle sınırlı tutulmuştu. O dönemde yaşayan âlim, şair ve yazarların içinde bu meclise üye olma arzusu vardı. İşte Mevlânâ Câmî bunlardan biriydi. O, gerçekten çalışmaları, ahlakı, nezaketi ile örnek bir insandı. Ancak suskunlar meclisinin üye sayısının sınırlı olması onun, seçkin insanların yer aldığı bu kurulda bulunmasına imkân vermiyordu.
Bir gün suskunlar meclisinin üyelerinden birinin öldüğünü duymuştu. Bunun üzerine üyeleri toplantı halindeyken toplantı yapılan binaya geldi. Binanın önünde bir kapıcı bekliyordu. Ona hiçbir şey demeden isteğini bir kağıda yazıp içeriye gönderdi. Meclis üyeleri Mevlânâ Câmî’yi çok yakından tanıyorlardı, fakat vefat eden üyelerinin yerine birkaç gün önce başka bir değerli insanı almışlardı. Ama Mevlânâ Câmî gibi birini de kapıdan çevirmek, “seni üye yapamıyoruz” demek oldukça zordu. Kendi aralarında epeyce düşündüler.
Ardından da bir bardağı ağzına kadar su ile doldurup kapıcıyla Mevlânâ Câmî’ye gönderdiler. Bununla meclisin üye sayısının tam olduğunu, yeni bir kişiye yer olmadığını anlatmak istiyorlardı. Kendisine, ağzına kadar su ile dolu bir bardak gönderilen Mevlânâ Câmî, meclis üyelerinin ne demek istediğini anlamıştı. O da hemen yanındaki gülden bir yaprak koparıp yavaşça bardağın üstüne koydu.
Haliyle gül yaprağı bardağı taşırmamıştı. Verdiği bu cevapla kendisi için de suskunlar meclisinde bir yerin bulunduğunu anlatmak istiyordu. Meclis üyeleri de ağzına kadar su dolu olan bardağın üzerine bir gül yaprağı konarak kendilerine geri gönderildiğini görünce durumu hemen anladılar. Böyle bir insana çok nazik bir şekilde de olsa daha önce “meclisimizde yer yok!” anlamında bir cevap verdiklerinden dolayı çok üzüldüler. Otuzla sınırlı olan üye sayılarını da aşarak Mevlânâ Câmî’yi meclislerine üye yapmaya karar verdiler.
Mevlânâ Câmî meclise gelince başkan onun adını da listeye yazdı. Üye sayısını belirten otuz sayısının önüne bir sıfır yazarak Mevlânâ Câmî’ye verdi. Başkan bununla Mevlânâ Câmî’nin katılmasıyla meclisin değerinin on kat arttığını anlatmaya çalışıyordu. Listeyi eline alan Mevlânâ Câmî, kendisinin gelmesiyle meclisin değerinin on kat artmış olduğu düşüncesine katılamadığını göstermek için otuz sayısına eklenen sıfırı silip otuzun soluna yazdı.
Verdiği bu cevapla meclisin üye sayısını artırmadığı gibi, kendi değerinin, bu meclisin yanında solda sıfır olduğunu anlatmak istiyordu. Son verdiği cevapla, gösterdiği saygı ve alçak gönüllülük ile Mevlânâ Câmî, suskunlar meclisinin en değerli üyelerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu.
Bu yaşanmış vakıa bize zarâfetin insan ilişkilerini ne ölçüde güzelleştirdiğini nasıl anlatıyor? Anlaşılan mesele gül yaprağı kadar zarif ve bulunduğu ortama fazla gelmemekte toplanıyor.
Ahmet Taşgetiren

10/12/2013

İçki ve Yasaklanması

     
       
       Araplar eğlenmek için su gibi içki tüketiyorlardı. Sıcak bir ülke olduğu için oyun ve eğlence Arapların geleneklerine girmişti. İçki âlemleri, şarkı ve cariyelerin raks etmeleri Arapların en fazla rağbet  ettiği eğlence şekliydi. Bilhassa düğünler bu gibi eğlenceler tertip edilirdi. 

İçki yasaklanmadığı için Müslümanlar tarafından da çokça tüketiliyordu. Hatta içkinin ticaretini yapanlar da vardı. Kumar da oyunların başında geliyordu. Bu nedenler de aralarında münakaşalar ve hatta kavgaya varan çatışmalar yaşanıyordu. Bu da mü’minlerin kardeşliğine büyük ölçüde zarar veriyordu. Beni Nadr  Yahudilerinin sürgün edilmesinden sonra sarhoşluk veren bütün içecekler Allah tarafından kesin olarak haram kılındı. 

Ancak içkinin haram kılınması bir anda olmadı. Önceleri mü’minlerin içkiden yavaş yavaş terk etmeleri ve ruhen nefret etmelerine zemin hazırlanıyordu. Bu nedenle kesin yasak üç merhale gerçekleşti.

Birinci merhalede sahabeler içki konusunda peygamberimizden (sav) açıklama istediler. Bunun üzerine nazil olan ayette yüce Allah
  يَسۡ‍َٔلُونَكَ عَنِ ٱلۡخَمۡرِ وَٱلۡمَيۡسِرِۖ قُلۡ فِيهِمَآ إِثۡمٞ كَبِيرٞ وَمَنَٰفِعُ لِلنَّاسِ وَإِثۡمُهُمَآ أَكۡبَرُ مِن نَّفۡعِهِمَاۗ وَيَسۡ‍َٔلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَۖ قُلِ ٱلۡعَفۡوَۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ ٱللَّهُ لَكُمُ ٱلۡأٓيَٰتِ لَعَلَّكُمۡ تَتَفَكَّرُونَ ٢١٩                                                                                                                              
“Sana içki kumarı soruyorlar. De ki: onlarda büyük günah olmakla beraber insanlar için bazı küçük faydalar da bulunmaktadır. Ancak onların günahı faydalarından çoktur”  (Bakara-219) ayeti nazil oldu. 
Bunun üzerine sahabelerin çoğu “zararı faydasından çok olan ve büyük günah olan şeyi az bir fayda için içmek akıllılık değildir” diyerek terk ettiler ve sözleri geçenlere de terk ettirme konusunda tavsiyelerde bulunmaya başladılar. 
Hz. Aişe (ra) “Yüce Allah bize imana ait hususları ve ibadete ait hususları öğretmeden ve bunları aklen, kalben ve ruhen kabul etmeden ‘içki içmeyin’ ve ‘zina etmeyin’ demiş olsaydı, kimse Resulullah’ı dinlemezdi, etrafından dağılırlardı”  demiştir. İ

çkiyi bırakmayan tiryakiler arasında da bazı nâhoş durumlar eksik olmuyordu. Zaman zaman kavgaya varan ve kırgınlıklara sebep olan durumlar yaşandığı gibi, namaza ve ibadete engel olacak olaylar da eksik olmuyordu. İçkiden sarhoş olan namazı kaçırıyor ve oruç tutmakta zorlanıyordu. 
Hatta bir defasında Abdurrahman b. Avf (ra) sahabelere bir ziyafet vermiş, ziyafetten sonra içki içilmiş ve namaz kılınmış Namazda da Kâfirun suresini okurken yanlış okuyarak namazın bozulmasına sebep olmuştu. 

Bu olay peygamberimize (sav) anlatılınca peygamberimiz (sav) üzüldü. Hz. Ömer (ra) da “Ya Rab! Bu konuda açık bir hüküm inzal et!” diye dua etti. Bu olay üzerine de
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ لَا تَقۡرَبُواْ ٱلصَّلَوٰةَ وَأَنتُمۡ سُكَٰرَىٰ حَتَّىٰ تَعۡلَمُواْ مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّىٰ تَغۡتَسِلُواْۚ                                                                   
“Ey İman edenler! Şarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da gusl edinceye kadar namaza yaklaşmayınız” (Nisa-43) ayeti nazil oldu.

Bunun üzerine sahabeler “Yâ Resulallah! Biz namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz” dediler. Peygamberimiz (sav) onlara cevap vermedi. Sahabelerin birçoğu namazı kaçırmamak için içkiyi azalttılar ve içmemeye başladılar. Peygamberimiz (sav) de “Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın” diye nida ettiriyor ve içkili olanı mescide almıyordu.

Daha sonra bir ziyafette yemekler yenmiş, sonrasında eğlence meclisi kurulmuş, içki içilmiş ve kabileler birbirlerini överek üstünlük iddiasına başlamışlardı. Aralarında münakaşa başladı. İş kavgaya vardı. Birisi eline geçirdiği bir devenin çene kemiğini kapmış ve Sa’d b. Ebi Vakkas’ın (ra) başına vurarak yaralamış ve çok tatsız bir durum ortaya çıkmıştı. 
Bunun üzerine yüce Allah içki ve kumar konusunda kesin hükmünü inzal ederek yasaklamıştır.
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ إِنَّمَا ٱلۡخَمۡرُ وَٱلۡمَيۡسِرُ وَٱلۡأَنصَابُ وَٱلۡأَزۡلَٰمُ رِجۡسٞ مِّنۡ عَمَلِ ٱلشَّيۡطَٰنِ فَٱجۡتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمۡ تُفۡلِحُونَ ٩٠               
“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal oklarının tamamı şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kesinlikle sakının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ın anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Maide-90) buyurarak nazik bir ifade ile kesin şekilde yasaklamıştır.

Bu ayet nazil olduktan sonra peygamberimiz (sav) Medine sokaklarında “Allah içkiyi haram kılmıştır” şeklinde ilan yaptırmıştır. Bunun üzerine sahabeler mescide doldular. Namazdan sonra peygamberimize (sav) bununla ilgili pek çok sorular sordular.

Sahabelerden birisi sordu: “Ya Resulallah! İçkiden kast edilen nedir? Sadece üzüm ve hurmadan yapılan içki mi yasaklanmıştır?” Peygamberimiz (sav) cevap verdi: “Allah sarhoşluk veren her şeyi hamr/içki olarak isimlendirmiş ve tümünü yasaklamıştır. Bu nedenle sarhoşluk veren her şeyi haram kılmıştır.”
Sahabelerden Deylem el-Hımyeri (ra) sordu: “Ya Resulallah! Ben onu ilaç için üretiyorum” dedi. Peygamberimiz (sav) “O ilaç değildir. Tam tersine hastalıktır” buyurdular.   Câbir b. Abdullah (ra) sordu: “Ya Resulallah! Sarhoş etmeyecek kadar az içmekte bir mahzur var mı?” diye sordu. Peygamberimiz (sav) “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır” buyurdular. Sonra peygamberimiz (sav) sahabelerine nasihat etti. Son olarak da “İçkiden uzak durunuz; çünkü o bütün kötülüklerin anasıdır”  buyurdular.

Böylece sahabeler içki konusunda tam olarak aydınlanmış oldular ve “Allahım! Artık içki ve kumardan tamamen vazgeçtik”dediler. Mescitten çıkarak kararlı bir şekilde evlerine gittiler. Evlerinde bulunan içki küplerini dışarıya çıkararak döktüler. Bazıları küplerini beraber kırdı. Medine sokaklarından sular gibi içki aktığı rivayet edilmiştir.

    

Hayatı Anlamak ve Anlamlandırmak



1. Hayatın anlamı var mıdır? 
Evet hayatın anlamı vardır. Bunu açıklamadan önce hayatın anlamının neden olması gerektiğini ispat edelim.
Görüyoruz ki; kainatta canlı ve cansız varlıklar mevcuttur. Bir kitap kâtipsiz, bir saray ustasız olamaz iken bu düzen içerisindeki kainat kitabının bir sahibinin, bir yaratıcısının olmaması düşünülebilir mi?
Hayatı, ilmi, şuuru olmayan Güneş belli bir yörüngede hareket eder ve ısı ve ışığını Dünya’ya ulaştırır. Güneş adeta Dünya’nın lambası ve sobasıdır. Dünya’dan çok daha büyük ve uçağın hızından çok daha hızlı bir şekilde hareket eden yıldızlar birbirlerine çarpmadan, beraberce uzay okyanusunda yüzerler.
Hayatı, ilmi, bilinci, merhameti olmayan bulutlar Allah’ın emri ile toplanırlar ve çarpışarak ölü toprağı canlandıran, canlılara ferahlık veren yağmur damlalarını çıkarırlar. İlmi olmayan, âciz arılar lezzetli, faydalı bal nimetini ve ilimsiz, şuuru çok sınırlı inekler insanlara fayda veren lezzetli süt nimetini üretirler.
Demek ki; bu canlı ve cansız varlıklar başıboş hareket etmezler. Demek ki; onların vazifeleri vardır.
Peki şimdi soralım: Acaba bu canlı ve cansız varlıklar başıboş bırakılmamış iken akıl sahibi, irade sahibi olan insan başıboş bırakılabilir mi? Bu canlı ve cansız varlıklar Allah’a itaat ederek belli vazifeler yaparlar iken şuuru ve ilmi olan insan vazifesiz kalabilir mi?
Elbette insan başıboş bırakılmamıştır. Elbette insanın bu dünyada önemli vazifeleri vardır. Elbette insanın hayatının anlamı vardır.
2. İnsan hayatın anlamını nasıl bulur?
İnsan akıl sahibi, irade sahibi bir varlıktır. Ancak yine de insan âcizdir. İnsan bazen bir sineğe yenik düşer. İnsan kendi iradesi ile, ilmi ile çalışarak, çabalayarak nefes alıp vermez. İnsan yemek yer ancak yemeğin öğütülmesi işini insan kendi çalışması, iradesi ile yapmaz. Demek ki; insan kendi kendisine bile hâkim değildir. İnsan, hücrelerindeki DNA moleküllerinin yapısından habersizdir. Ancak laboratuvar çalışmaları ile bu yapılar incelenebilmektedir.
Hayatı sınırlı, aklı sınırlı, ilmi sınırlı, kudreti sınırlı olan insan sadece kendi varsayımları, kendi fikirlerine başvurarak hayatın anlamını bulamaz. İnsan aklı karanlık ortamda bir yıldız böceği gibidir. İnsan, eğer bir Güneş’e dayanmaz ise karanlıkta kalmaya mahkum olur. O Güneş, mesajını cüz’i irade sahibi olan varlıklardan değil, külli irade sahibi olan, bir zerreyi yarattığı gibi yıldızları da kolayca yaratabilen, sonsuz hayata, sonsuz ilme, sonsuz kudrete sahip olan bir Yaratıcı’dan almalıdır. Demek ki; o Güneş ancak peygamberler olabilir çünkü külli irade sahibi olan Allah’ın mesajını insanlara ulaştıran aydın zâtlar, muallimler (öğretmenler), rehberler peygamberlerdir. Peygamberlerin aldığı vahiy kesin doğru bilgidir.


3. Hayatın anlamı nedir?
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir.” 
İnsan bu dünyaya kainatı yoktan var eden, zerrelerden yıldızlara bütün kainata hâkim olan, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yaratan, sonsuz hayat, sonsuz ilim, sonsuz kudret sahibi olan Allah’ı tanımak, Onun birliğine iman etmek ve Ona kulluk etmek, yani Ona ibadet etmek için gönderilmiştir.
Yeryüzünün halifesi olan insan Allah’ın isimleri ve sıfatlarını bilerek kainatı tanır ve kainattaki varlıkların neden var olduğunu bilir. Kainattaki tüm varlıkların Allah’ın kudreti ile varlık sahasında olduğunu bilen Müslüman, Allah’ın kudretini tefekkür eder ve Allah’a güvenir. Hazreti Adem’den beri yaşamış olan tüm Müslümanlar hayatın anlamını peygamberler vasıtası ile öğrenir ve bu dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu, gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilir.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz