Yüzyıla yakın bir zamandır bazı şahıs veya gruplar tarafından Kur’ân’ın
Arapça olduğu sorgulanmakta ve ibâdetlerin Türkçe yapılması
savunulmaktadır. Fakat bu görüşü savunanlar nedense pek de ibâdet yapan
kesimler değildir. Onlar Türkçe ibâdeti kendileri için değil de
başkaları için istemektedirler. Halkımızın ekseriyeti zâten bu tür
iddialara pek kıymet vermemektedir.
“Kur’ân’ı niçin Arapça okuyoruz?”,
“Namazı niçin Arapça kılıyoruz?” gibi çok da iyi niyet taşımayan bu
sorular maksadının aksine bugüne kadar Müslümanları Kur’ân okutmaktan
vazgeçirememiştir.
Bu mevzuu öncelikle iki görüş olarak ele almak gerekirse:
İlk görüşe göre; Kur’ân – bir ibâdet olarak aslî, Arabî haliyle-
okunmalı, tüm ibâdetler Kur’ân’ın Arapça aslıyla yapılmalı ve Kur’ân’ın
mânâlarından haberdar olunmak için meal ve tefsir okunmalıdır.
Buna zıt olan Kur’ân’ın sâdece anlamını öğrenmeye odaklı görüşe göre
ise; meal okunmalı ve Kur’ân’ın Arapça aslî şekli bütünüyle terk
edilerek ibâdetler Kur’ân’ın tercümesiyle yapmalıdır.
Birinci kısım ehl-i sünnetin görüşü olup zâten olması gerekendir. Fakat
İkinci görüş Kur’ân ve sünnet ölçülerine göre oldukça zıt olduğu
kanaatindeyiz. Çünkü:
KUR’ÂN’IN ARAPÇA OLMASINI ALLAH DİLEMİŞTİR
“Apaçık beyan eden Kitab’a and olsun ki şüphesiz biz, (anlayıp) akıl erdiresiniz diye onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf, 3)
“Hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’ân olarak (indirdik) tâ ki sakınsınlar.” ( Zümer, 28)
Allah, insanlar için pek çok dil yaratmış, fakat kullarıyla konuşmak
için bu diller arasından Arapçayı seçmiştir. Evrensel bir kitabın Arap
bir peygamberle ilk olarak Arap bir kavme gönderilmesinde elbette çok
hikmetler vardır.
İmam Zerkanî; “Âyetlerden de anlaşılıyor ki; Kur’ân’ın Arapça olması
Allah’ın takdiridir. Çünkü aziz Kitab’ın, arşını terk etmesi mümkün
değildir. Onun arşı Arapçadır. Kur’ân’ı o arşa oturtan da Yüce
Allah’tır. Kur’ân’ı Allah, sözlerin en güzeli yapmış, ona i’caz tacını
giydirmiş, onun Arapçasını da bu i’caz ve i’tizaza (izzetine) bir ayna
yapmıştır” diyerek Kur’ân’ın arşının Arapça olduğuna dikkat çekmiştir.
Kur’ân aleyhine şartlanmamış her insan aşağıdaki izahlarla “Evrensel bir
kitabın Arapça nâzil olmasının kaçınılmaz olduğunu” kolaylıkla idrak
edebilecektir.
ARAPÇAYI DİĞER DİLLERDEN ÜSTÜN KILAN ÖZELLİKLER
Tarihe bakıldığında her dil doğduktan sonra
gelişmiş, zamanla dönüşüme uğramıştır. Bir kısım diller ise zaman
içerisinde kaybolup gitmişlerdir. İşte, Arapçayı diğer dillerden farklı
kılan belki de en önemli özellik; “tekâmül süreci” olmamasıdır. Arapça,
ilâve ya da eksiltmeye müsâit bir yapısı olmayarak, sâbit ve mükemmel
kurallarıyla baştan sona hudutları belli, gelişmeye ihtiyacı olmayan
dünyadaki tek dildir. Bu suretle de İlâhî tebliğin vâsıtası olmaya en
lâyık lisan olmuştur.
Mânâda hiçbir kayıp olmadan en kısa bir şekilde anlatım sâdece Arapçaya
hastır. Belâgat, edebiyat ve fesahat bakımından da dünya dilleri içinde
en gelişmiş dildir. Bu sebeple Arapçadaki ifadeleri hiçbir dil tam
anlamıyla karşılayamamaktadır.
Kelime açısından en zengin dil, yine Arapçadır. Her eylem için farklı
bir kelimesi vardır. Bir kökten farklı birçok kelime türetilmektedir.
Ayrıca Arapçada kelimelerin anlamı ile sesleri arasında uyum
bulunmaktadır. Mesela; “zelzele” denildiğinde anlamdaki “sarsıntı” sanki
dilde de hissedilmektedir. Bu sebeple ruhun, kalbin, aklın
tercümanlığını yapabilen en mükemmel dil Arapça olduğu gibi akla, ruha,
kalbe ve insanın tüm latifelerine İlahî hakîkatleri hissettirebilecek
tek dil yine Arapçadır.
Allah dileseydi başka bir lisana aynı husûsiyetleri vererek bu vazifeyi
gördürebilirdi. Fakat hikmet-i İlahiye Lisan-ı Arabîyi iktiza etmiştir.
KUR’ÂN ARAPÇASI, MUCİZEDİR
Kur’ân-ı Azimüşşan indirilmeden Arapça
henüz kitabî değildi. Yani çoğunluğu ümmî olan câhiliye Arapları
Arapçayı kurallarına en uygun bir şekilde konuşuyor, fakat yazıyı
neredeyse hiç kullanmıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, fesahat ve belâgatin son
haddine çıktığı bir devirde Arapça yazılmış ilk kitaptır ve Arapçanın
nahivdeki en yüksek derecesiyle nâzil olmuştur.
Arapça, Kur’ân’ın gelmesiyle kitabîleşmiş, âdeta yeniden doğmuş ve anlam
kazanmıştır. Kur’ân Kerim’in gelmesiyle Arapça başta İslam
toplumlarının dilleri olmak üzere dünya üzerindeki tüm dilleri de
etkilemiştir.
Arap edip ve hatipler Kur’ân’ı dinlediklerinde hayrete düşmüş, o
hudutsuz, nihâyetsiz, emansız fesahat ve belâgat karşısında üdeba ve
büleganın eserleri kıymetten düşmüştür.
İmam Zerkanî şöyle bir örnek vermektedir:
“Padişah tahtını boşaltırsa izzet ve kuvvetten padişah için ne
kalır? İşte bu Kur’ân’ı Allah, sözlerin padişahı yapmış, ona i`caz
tâcını giydirmiş, onun Arapçasını da bu i`caz ve i`tizaza bir ayna
yapmıştır.”
Evet, Arapça nahivde, belâgatte emsali olmayan ve her mânâyı en iyi bir
şekilde anlatan tek lisan olmasına rağmen Kur’ân onu en yüksek bir
anlaşılırlık ve açıklık ile parlatmıştır. Bundan anlaşılıyor ki;
mukaddes ve mucize olan, Kur’ân Arapçasıdır.
SEMA EHLİNİN DİLİ ARAPÇADIR
“Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl), korkutuculardan olman için, apaçık Arabça bir lisân ile senin kalbine indirmiştir.” (Şuara, 193–195)
İmam Kurtubî tefsirinde: “Âyette geçen “Arapça” kelimesi onu Arap dili ile indirdik demektir. Çünkü sema ehlinin dili Arapçadır” demiştir.
İmam Süyûtî ise İtkan’da; “Bütün semavî kitaplar Arapça olarak
indirilmiştir. Her vahiy Arap diliyle gelmiş her peygamber bunu kendi
diline çevirerek ümmetine tebliğ etmiştir”, der.
Ömer Nasûhî Bilmen ise mezkûr Âyet-i Kerime hakkında şöyle der:
Öyle bir lisan ki mânâsı âşikâr, anlamı açıktır. Nitekim Hûd, Sâlih,
Şuayb, İsmail Aleyhimüsselam da ümmetlerini bu pek geniş, fasih -anlam
ve hakîkatleri akıcı ve ahenkli bir uslûbla ifade eden lisan ile Hak
Dine davet etmişler, muhâlefet edenleri korkutmuşlardır.
KUR’ÂN, LAFIZ VE MÂNÂSIYLA MUZİCEDİR
Kur’ân’ın “i’caz”, “belâgat” ve “usandırmama” mucizeleri Arapçasıyla ortaya çıkar.
Hz. Cebrail’in (as) Kur’ân’ın belâgati hakkında: “Levh-i mahfuzdaki
Kur’ân harflerinin her biri Kafdağı büyüklüğündedir. Her harfin çeşitli
mânâları vardır. Bunları ancak Allahu Teâlâ bilir” dediği rivâyet edilmiştir. (İtkan, 103)
Kur’ân’ın i’cazı, benzerinin getirilememesidir. Böyle bir eseri ortaya
koymaktan tüm mahlûkat acizdir. Belâgati ise; her kelimesi ve her
âyetinin bütün zamanlara, bütün kesimlere en uygun ve en yerinde olan
hakîkati söylemesidir. İşte Kur’ân’ın i’caz ve belâgatinin anlaşılması
lafız ve mânâ bütünlüğü ile mümkündür.
Dolayısıyla Kur’ân mânâsıyla, lafzıyla ve harfleriyle mucizedir. Değil
bütün Kur’ân, bir sûre, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi dahi
birer mucize hükmündedir. Belki tek bir harf olan “na’büdü”nün “nun”u
sayfalarca anlatılabilecek hakîkatlerin nurlu anahtarıdır. Kur’ân
tercüme edilse onun mânâsı ile lafzı birbirinden ayrılmış olur. Mânâsı
ile lafzı birbirinden ayrıldığında i’caz ve belâgati kaybolur.
Usandırmamasına gelince: İnsan akılının gıdası mânâdır.
Fakat daha pek çok hissimiz var ki; mânâyı düşünmek bir müddet sonra
onları yorar ve usandırır. Letâif denilen bu hislerimizin gıdası İlâhî
ve nebevî kelimelerdir. Kur’ân’ın yine bir mucizesidir ki; akıl mânâyı
idrak etmese de o letâif Kur’ân’ı okumaktan ve dinlemekten hiç usanmaz
ve feyz almaya devam ederler.
Arapça hâricindeki lisanların –farz-ı muhal olarak- Kur’ân’daki mânâları
akla bildirebileceği düşünülse bile sâir lisanlar Kur’ân’ın lafız ve
harfleri gibi hayattar olmadıkları için aklın hâricindeki hislerin
gıdalarını temin etmekten âcizdirler.
KUR’ÂN, GÜNÜMÜZ HARFLERİYLE OKUNABİLİR Mİ?
Allah’ın (cc), kelâmına zarf olarak
Arapçayı seçmesiyle Arapça ve Arap harfleri İslam’a mal olmuştur. Diğer
taraftan Arap yazısının iptidaî tarzda kalmayıp tekâmül etmesinin yegâne
sebebi İslam dinidir. O halde bu harflere, Arap harfleri değil “Kur’ân
harfleri” ve “İslam harfleri” denilmesi doğru sayılacaktır.
İslam harfleri, İlâhî kelâmın kutsiyet ve ulviyetini dâima taze tutan mübârek mahfazalar hükmündedir. İmam Süyûtî; “Kur’ân,
Kur’ân harflerinden başka bir alfabeyle yazıldığında âyetler vahiy olma
özelliğini kaybeder. Çünkü vahiy lafız ve mânâdan müteşekkildir. Zira
Cebrail (as) da Kur’ân’ı lafzıyla getirmiş ve peygambere Arapça olarak
vahyetmiştir” demiştir. (İtkan, 103)
Kur’ân’ın lafızları ve harfleri, İslâm’ın
ismi ve alâmetleridir. Âyetlerin hakîkî mânâlarını muhâfaza eden onun
hayattar lafızları ve harfleridir. Dolayısıyla değişmesi şer’an mümkün
olamaz. Hem Kur’ân’ın lafız ve harfleri mânâsına hayattar bir cilt
hükmüne geçmiş. Lafız ve harfleri değiştirilse okunan, Kur’ân olmaz.
Mânâ ruhtur, İlâhî lafız ve nebevî kelimeler ise mânâya giydirilen
cansız elbiseler değil, cesedin hayattar cildi hükmündedirler. Elbise
değişir, fakat cilt değişse vücuda zarardır. Hatta namaz ve ezandaki
mübarek lafızlar mânâlarına isim olmuşlar. Alem ve isim ise
değiştirilemez.
En câhil bir mü’min dahi her gün söylediği “Lailaheillallah”ın, günde
beş defa okunan Ezan-ı Muhammedî’nin, şükür için söylenen
“Elhamdülillah”ın, namazda okuduğu “Fâtiha”nın mânâsını öğrenebilir.
Hem “Sübhanallah” diyen insan, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı
Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu yeterlidir. Dünyevî rütbeler için
günde yüz kelime ezberleyenler için ebedî hayatın anahtarı olacak
kelimeler, bu kudsî lafızlar değiştirilemez.
Kur’ân’ın lafız ve harfleri mü’minlere muallimdir
Bilindiği gibi bir şeyin başka bir şeyi
hatırlatmasına çağrışım diyoruz. İslam memleketlerinde de Ezan,
Elhamdülillah, Sübhanallah, Lailaheillallah gibi kudsî, Arabî İlahî
kelimeler hatta mezar taşlarındaki Kur’ân harfleri dahi ehl-i imana
lisan-ı hal ile pek çok manevî manaların özetini hatırlatan muallimler
hükmündedirler.
KUR’ÂN VE İSLAM BÜTÜN MİLLİYETLERİNDİR
Her milletin kendi milliyetini ve kültürünü
sevmesi fıtrîdir. Fakat Kur’ân’ın muhâtapları tüm insanlıktır.
Müslümanların ırkları ne olursa olsun onların hakîkî milliyetleri
Milleti İslamiyedir. Hiçbir millet Kur’ân’ı tek bir ırka âit kılamaz;
Türkleştiremez, Araplaştıramaz. Hâl böyleyken Kur’ân’ın aslî lisanından
uzaklaştırma fetvaları hiç de masum değildir.
Kur’ân’ın Arapça okunmasına muhâlefet edenler genellikle caminin
içindekiler değil dışındakilerdir. Cami dışındakilerin cami içine
karışmaya çalışması garip olmakla beraber, bu tür düşünceler Kur’ân’ı
tahrif etmeye yönelik bir teşebbüsü ima etmektedir. Zira Kur’ân asırlar
boyunca Arapça özelliğiyle tahriften korunmuştur. Dolayısıyla bu durum
bu düşünceyi savunanların daha çok Kur’ân’ı tahrif etme düşüncesini
taşıyanlar olduğunu göstermektedir.
Ayrıca iman zayıflığı ile ortaya çıkan arzî ve ârızî bu görüşler Âlem-i
İslam’ın tek bir dille tek bir millet olarak ibâdet etmesine muhâlefet
etmek ve dolayısıyla Müslümanların birlik ve beraberliğine engel olmak
anlamı taşımaktadır.
KUR’ÂN LAFIZ VE MÂNÂSIYLA KALBE TESİR EDER
Kur’ân-ı Azimüşşan insan aklını hayrette
bırakacak en büyük hakîkatleri gösterirken her insanın kulağına ve
nefsine de hârika bir haz verir. Kur’ân’ın üslubuna dikkat edilerek
güzel bir şekilde okunduğunda, kalplerdeki tesiri muhteşemdir.
Müşriklerin “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin. O okunurken yaygara koparın, belki o zaman baskın çıkarsınız.”
(Fussılet, 26) demeleri bu endişeleri sebebiyleydi.
Belâgat sanatında
ileri olan câhiliye Arabı Kur’ân’ın edebî ve tesirli üslubuna hayran
kalıyor ve etkilenme korkusuyla kulaklarını kapatıyorlardı.
Henüz iman etmediği dönemde Cübeyr b. Mut’ım (ra) Peygamberimizin (asm) Tûr Sûresi’ni okuduğunu duyduğunda “Kur’ân’ı işittiğim zaman sanki kalbim parçalanacaktı.” demiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Bir harfinin dahi yanlış okunmasıyla – ya da değiştirilmeyle- onun
sesindeki ruhî duygulara hitap eden mucizevî tınısının bozulduğunu
anlamak mümkündür.
Mânâların akla telkinine engel olmadan tüm ruhî duyguların haz alması. İşte bu husûsiyet Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta yoktur.
“Kur’ân-ı Kerim’in harflerinden ve bu harflerin oluşturduğu
kelimelerden ortaya çıkan mükemmel ve muazzam nazım, indirilmesinden
itibaren insanları kendine hayran bırakmaktadır. Kur’ân aleyhinde
şartlanmamış her insan onun insicamındaki, telifindeki ve insanın ruhuna
yaptığı derin tesirdeki dile âit bu musikiyi duymamazlıktan gelemez.”
İslam olmayan kimseler dahi bu gerçeği inkâr edemeyerek Kur’ân-ı
Kerim’in insan ruhu ve belleği üzerindeki derin tesirini itiraf etmek
durumunda kalmışlardır.
KUR’ÂN HER ASRA HER TOPLUMA HİTAP EDER
Kur’ân’ın muhâtapları, insanlar ve
cinlerdir. Kur’ân’ın hitabı, bunların ayrı ayrı tabakalarının ayrı ayrı
anlayışlarını tatmin edecek şekildedir.
Mesela siz her yaş ve meslekten insanın olduğu karışık bir topluma
herkesi muhâtap alarak konuşmak isteseniz, oldukça zor bir durumla karşı
karşıya kalırsınız. Çocukların ve ihtiyarların, akademisyenlerin ve
câhillerin, zekilerin ve safların aynı anda muhâtabınız olması ve
hepsinin sizi anlaması imkânsız gibidir.
İşte, Allah kelamı için böyle bir zorluk söz konusu değildir.
Kur’ân’da Rabbimiz, bütün zaman ve bütün mekânları muhâtap kabul
etmektedir. Muhâtaplar 40, 50 kişi değil, geçmiş ve gelecek zamanlar ve
milletlerdir. Zaman değiştikçe ve mekânlar farklılaştıkça muhâtapların
ne kadar farklılaştığını anlamak zor değildir.
İşte Kur’ân, hiçbir zorluk olmaksızın bütün zamanlara, bütün milletlere
ve tüm beşeriyet tabakalarına hitap etmiş ve onun mesajını tüm
muhâtapları alabilmiştir. Kur’ân’ın kendini kabul ettirmesi,
okutturması, meşgul etmesi ve hala yaşaması hârikulâde bir olaydır. Bu
hârikulâde olayın gerçekleşmesinde Kur’ân’ın Arapça olmasının büyük bir
rolü vardır.
Kur’ân, başka kelamlarla kıyas edilemez. Her tabakaya hitap eden başka bir kitap yoktur.
KUR’ÂN’I HER MİLLET KOLAYCA OKUR VE EZBERLEYEBİLİR
Kur’ân Arapça olmasına rağmen Arap olmayan mü’minler Kur’ân’ı telaffuzda zorluk çekmezler.
Kadı İyaz şöyle diyor: “Onu öğrenenlerin hıfzetmelerindeki
kolaylıkla, hıfzetmeye elverişlilik hakkında Allahu Teala şöyle
buyurmaktadır; “And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi
için Biz Kur’ân’ı kolaylaştırdık.” (Kamer;17, 22, 32, 40)
Kur’ân büyüklüğüyle beraber ezberlerken karıştırmaya sebep olacak
derecede içerisinde benzer âyetlerin bulunmasına rağmen çocuların bile
hâfızasına kolaylıkla yerleşmesi Kur’ân’ın bir mucizesidir.
İSLAM’IN İBÂDET DİLİ ARAPÇADIR
“Kim Allah`ın kitabından bir harf
okursa onun için bir hasene vardır. Bir haseneye on misli sevap verilir.
Ben Elif Lam Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lam bir
harftir, Mim bir harftir diyorum.” (Tirmizi)
Namazda ya da başka bir ibâdette -Arapça bilinsin ya da bilinmesin-
Kur’ân’ın nâzil olduğu dilin dışında Kur’ân okumak câiz değildir.
Peygamber Efendimiz (asm) hadisinde; Kur’ân bizzat Arapçasından okunmak
şartıyla ibâdet sevabı kazandıracağını bildirmektedir.
Kur’ân; lafızları ve harfleri, ibâdet olan tek İlahî kitaptır. Diğer
semavî kitaplar ise sâdece içindeki İlahî hükümler öğrenilmesi için
okunur. Kur’ân, her harfiyle Müslümanlara binler sevap kazandırır.
Bedîzüzzaman Hazretleri de; “Şeriattendir ki; Kur’ân kelimatı ve
harfleri Kur’ândan olmak cihetiyle her birinin on sevabından tut tâ
binler sevaba kadar uhrevî meyveler verir. Gafletle okunsa dahi sevab
verir” diyerek Kur’ân’ın lafız ve harfleriyle Kur’ân olduğunu ifade etmiştir.
Ayrıca burada ifade etmemiz gereken önemli bir husus daha var ki;
Müslümanların ibâdet dilinin Arapça olması birlik ve beraberlik dini
olan İslam’ın bir gereğidir. Bunun en açık örneği Mescid-i Haram’da
görülür. Her dilden Müslüman bir arada olduğu ve birbirlerinin
konuşmalarını anlamadıkları halde Allah’ın seçtiği tek bir dille yapılan
bir çağrı ile ittifak ederler ve uyum içinde namaz kılarlar.
Müslümanların en önemli birlik sebeplerinden biri aynı dille ibâdet
ediyor olmalarıdır.
Bunlarla beraber Müslüman için Kur’ân’ın mânâsının anlaşılması elbette
elzemdir. Fakat ibâdette esas olan aklın mekanik olarak Kur’ân’ın kelime
mânâlarını anlaması değil, Kur’ân’ın maksadının anlaşılması ve kulun
şuur ile Yaratıcısına yönelmesidir.