05/03/2013

Osmanlı Hanedanının Malları Ne Oldu ?


“Şu köpek kadar dahi talihli değilim. O vatanımı görecek, suyunu içecek, ekmeğini yiyecek. Ama ben?”
Bu insanı kahreden cümleleri kuran kişi, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Son Saraylı Neslişah Sultan’ın babası Ömer Faruk Efendi‘den başkası değildir. Yıl 1952‘dir. Eşi Mihrişah Sultan köpeğiyle birlikte vapura binerken vatan hasretinin buruklaştırdığı içini kelimelere böyle dökmüş Ömer Faruk Efendi.
Osmanlı hanedanının yurtdışına gönderilmesi, tarihin en büyük varlık transferlerinden birine sahne olmuştu aynı zamanda. Kendilerine sadece 10 gün süre tanınan hanedan üye ve mensupları, ellerinde ne var ne yok satmışlar veya birilerine devretmişler, sonra da Çatalca’dan trene bindirilip gönderilmişlerdi bilinmeyen şafaklara. Sürgün bitecek gibi değildi. Çünkü çıkan kanunda vatanlarından ebediyen uzaklaştırıldıkları yazılıydı.
Varlık Vergisi‘yle azınlıklardan ne kadar malın başka ellere geçtiği öteden beri konuşulur da, kendilerine 10 gün içinde ellerinde ne varsa satmaları, aksi halde el konulacağı söylenen Osmanlı hanedanının elinden bu kısa sürede ne kadar paha biçilmez malın kimlerin ellerine geçtiği üzerinde nedense hiç durulmaz.
Halbuki bu 10 gün, tarihimizin en büyük müzayedesine sahne olmuş, binlerce gayrimenkul ve değerli sanat eseri yok pahasına başka ellere geçmişti. Kâzım Karabekir, yabancıların, Yahudi komisyoncular eliyle bu eşyanın nasıl yurt dışına aktardıklarını pek güzel anlatır. 600 yıllık bir hanedanın soyulduğu bu 10 günün tarihi mutlaka yazılmalıdır. Düşünün, Abdülmecid Efendi’nin Bağlar-başı’ndaki köşkü, bu kargaşalıkta onda bir fiyatına satılmıştı. Sonra da bu köşkün bir banka tarafından satın alındığı ortaya çıkmıştı.
Sultan V. Murad’ın torunlarından Osman Selahaddin Efendi anlatmıştı. Babası Ahmed Nihad Efendi, Türkiye’den ayrılırken mallarını apar topar birilerinin üzerine tapulayıp gitmiş. Artık onların insafına kalmış, verirler veya üzerine yatarlar. Ne kadar talihliymiş ki, Şehzade’nin çocukları, tapuları verdiği insanların çocuklarından gayrimenkullerini geri alabilmişler. Ama çoğu aile bu kadar şanslı olamadı, mallar haraç mezat satıldı, kapanın elinde kaldı.
Bakın, şair Nigâr Hanım’ın oğlu Salih Keramet Nigâr -ki Halife Abdülmecid’in özel kâtibiydi- 1976 yılında kendisiyle yapılan söyleşide yurt dışına nasıl gittiklerini nasıl anlatıyor: “48 saatlik bir müddet verilmişti. Halife, erkânı ile birlikte hemen hazırlandı. Bir polis arabasına bindik. Binerken Abdülmecid Efendi, milletimizin ve memleketimizin selameti için dua etti. Edirnekapı’ya vardığımızda gün ağarıyordu. Açtık. Çatalca’ya müteveccihen yola çıkıldı. Sirkeci’den trene bindirilmiyorduk. Çünkü hadise çıkma ihtimali vardı.”
Salih Keramet Nigâr burada cereyan eden ilginç bir olaydan bahseder. Tam Çatalca’dan Simplon Ekspresi’ne binecekleri sırada Rumeli Demiryolları şirketinin Musevi âmiri koşarak yanlarına gelir. Halife Abdülmecid‘in ellerine sarılır. Öper. Ve şu sözleri söyler: “Osmanlı hanedanı, Türkiye Musevilerinin velinimetidir. Atalarımız İspanya’dan sürüldükleri, kendilerini koruyacak bir ülke aradıkları zaman, onları yok olmaktan kurtardılar. Devletlerinin gölgesinde tekrar can, ırz, mal emniyeti ve hürriyetine kavuşturdular. Onların torunlarına bu kara günlerinde elimizden geldiği kadar hizmet etmek vicdan borcumuzdur.”
Abdülmecid Efendi’nin etrafında bulunan bazıları ağlamaya başlar bu hazin sözler üzerine. Fakat Osmanlı hanedanına büyük saygısı olan Musevi vatandaş burada bırakmaz işi, onları yemeğe davet eder, karınlarını doyurur. Hürmette kusur etmemeye çalışır. Ve onları yolcular. Salih Keramet Nigâr, bunları 91 yaşındayken anlatır. Dahası, Halife Abdülmecid Efendi’nin bir hatıratı olduğunu söyler. Sürgün yıllarını dikkatle hatıra defterine geçirmiştir son Halife ama onun nerede olduğuna dair sır vermez. Belki günün birinde bu hatıra defteri yayınlanır da, hanedan açısından o zor günlerin hikâyesini en yetkili ağızdan öğrenme imkânını buluruz.
Asıl üzücü olan nokta ise şudur: Hanedan üye ve mensuplarının Türkiye’ye girişlerine 50 yıl sonra izin verilmişti ya, bu izin de hırsızlar, katiller, anarşistler ve ırz düşmanlarına uygulanan afla birlikte çıkmıştı. Yani adi suçlular veya terör suçlularıyla birlikte affedilmişti Osmanlı hanedanı. İlginç olan husus şudur ki, Meclis’te af kanunu görüşülürken, Burdur’un Tefenni ilçesinden 500′ün üzerinde telgraf çekilmiştir hanedanın affedilmesi için. Halkın hanedana gösterdiği sevgi ve saygının bitmediğini gösteren bu çarpıcı örneğe, Neslişah Sultan’ın birkaç gün önceki cenazesine katılan binlerce insanın görüntüsünü eklediğinizde bu sevgi ve saygının giderek arttığını görmek zor değil.
Bazılarının bastırılanın geri dönüşü dedikleri bu olsa gerek. Osmanlı, hanedanın kendisinden halkın arasına transfer oldu. Hanedanın asırlardır bir ayrıcalığı olan çok minareli camilerin her mahallede karşımıza çıkması boşuna mıdır sanıyorsunuz?

Kur'an Neden Arapça ?


        Yüzyıla yakın bir zamandır bazı şahıs veya gruplar tarafından Kur’ân’ın Arapça olduğu sorgulanmakta ve ibâdetlerin Türkçe yapılması savunulmaktadır. Fakat bu görüşü savunanlar nedense pek de ibâdet yapan kesimler değildir. Onlar Türkçe ibâdeti kendileri için değil de başkaları için istemektedirler. Halkımızın ekseriyeti zâten bu tür iddialara pek kıymet vermemektedir. 

“Kur’ân’ı niçin Arapça okuyoruz?”, “Namazı niçin Arapça kılıyoruz?” gibi çok da iyi niyet taşımayan bu sorular maksadının aksine bugüne kadar Müslümanları Kur’ân okutmaktan vazgeçirememiştir.

Bu mevzuu öncelikle iki görüş olarak ele almak gerekirse:
İlk görüşe göre; Kur’ân – bir ibâdet olarak aslî, Arabî haliyle- okunmalı, tüm ibâdetler Kur’ân’ın Arapça aslıyla yapılmalı ve Kur’ân’ın mânâlarından haberdar olunmak için meal ve tefsir okunmalıdır.

Buna zıt olan Kur’ân’ın sâdece anlamını öğrenmeye odaklı görüşe göre ise; meal okunmalı ve Kur’ân’ın Arapça aslî şekli bütünüyle terk edilerek ibâdetler Kur’ân’ın tercümesiyle yapmalıdır.
Birinci kısım ehl-i sünnetin görüşü olup zâten olması gerekendir. Fakat İkinci görüş Kur’ân ve sünnet ölçülerine göre oldukça zıt olduğu kanaatindeyiz. Çünkü:
KUR’ÂN’IN ARAPÇA OLMASINI ALLAH DİLEMİŞTİR
Apaçık beyan eden Kitab’a and olsun ki şüphesiz biz, (anlayıp) akıl erdiresiniz diye onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf, 3)
Hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’ân olarak (indirdik) tâ ki sakınsınlar.” ( Zümer, 28)

Allah, insanlar için pek çok dil yaratmış, fakat kullarıyla konuşmak için bu diller arasından Arapçayı seçmiştir. Evrensel bir kitabın Arap bir peygamberle ilk olarak Arap bir kavme gönderilmesinde elbette çok hikmetler vardır.
İmam Zerkanî; Âyetlerden de anlaşılıyor ki; Kur’ân’ın Arapça olması Allah’ın takdiridir. Çünkü aziz Kitab’ın, arşını terk etmesi mümkün değildir. Onun arşı Arapçadır. Kur’ân’ı o arşa oturtan da Yüce Allah’tır. Kur’ân’ı Allah, sözlerin en güzeli yapmış, ona i’caz tacını giydirmiş, onun Arapçasını da bu i’caz ve i’tizaza (izzetine) bir ayna yapmıştırdiyerek Kur’ân’ın arşının Arapça olduğuna dikkat çekmiştir.
Kur’ân aleyhine şartlanmamış her insan aşağıdaki izahlarla “Evrensel bir kitabın Arapça nâzil olmasının kaçınılmaz olduğunu” kolaylıkla idrak edebilecektir.
ARAPÇAYI DİĞER DİLLERDEN ÜSTÜN KILAN ÖZELLİKLER
Tarihe bakıldığında her dil doğduktan sonra gelişmiş, zamanla dönüşüme uğramıştır. Bir kısım diller ise zaman içerisinde kaybolup gitmişlerdir. İşte, Arapçayı diğer dillerden farklı kılan belki de en önemli özellik; “tekâmül süreci” olmamasıdır. Arapça, ilâve ya da eksiltmeye müsâit bir yapısı olmayarak, sâbit ve mükemmel kurallarıyla baştan sona hudutları belli, gelişmeye ihtiyacı olmayan dünyadaki tek dildir. Bu suretle de İlâhî tebliğin vâsıtası olmaya en lâyık lisan olmuştur.

Mânâda hiçbir kayıp olmadan en kısa bir şekilde anlatım sâdece Arapçaya hastır. Belâgat, edebiyat ve fesahat bakımından da dünya dilleri içinde en gelişmiş dildir. Bu sebeple Arapçadaki ifadeleri hiçbir dil tam anlamıyla karşılayamamaktadır.
Kelime açısından en zengin dil, yine Arapçadır. Her eylem için farklı bir kelimesi vardır. Bir kökten farklı birçok kelime türetilmektedir.
Ayrıca Arapçada kelimelerin anlamı ile sesleri arasında uyum bulunmaktadır. Mesela; “zelzele” denildiğinde anlamdaki “sarsıntı” sanki dilde de hissedilmektedir. Bu sebeple ruhun, kalbin, aklın tercümanlığını yapabilen en mükemmel dil Arapça olduğu gibi akla, ruha, kalbe ve insanın tüm latifelerine İlahî hakîkatleri hissettirebilecek tek dil yine Arapçadır.
Allah dileseydi başka bir lisana aynı husûsiyetleri vererek bu vazifeyi gördürebilirdi. Fakat hikmet-i İlahiye Lisan-ı Arabîyi iktiza etmiştir.

KUR’ÂN ARAPÇASI, MUCİZEDİR
Kur’ân-ı Azimüşşan indirilmeden Arapça henüz kitabî değildi. Yani çoğunluğu ümmî olan câhiliye Arapları Arapçayı kurallarına en uygun bir şekilde konuşuyor, fakat yazıyı neredeyse hiç kullanmıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, fesahat ve belâgatin son haddine çıktığı bir devirde Arapça yazılmış ilk kitaptır ve Arapçanın nahivdeki en yüksek derecesiyle nâzil olmuştur.

Arapça, Kur’ân’ın gelmesiyle kitabîleşmiş, âdeta yeniden doğmuş ve anlam kazanmıştır. Kur’ân Kerim’in gelmesiyle Arapça başta İslam toplumlarının dilleri olmak üzere dünya üzerindeki tüm dilleri de etkilemiştir.

Arap edip ve hatipler Kur’ân’ı dinlediklerinde hayrete düşmüş, o hudutsuz, nihâyetsiz, emansız fesahat ve belâgat karşısında üdeba ve büleganın eserleri kıymetten düşmüştür.
İmam Zerkanî şöyle bir örnek vermektedir:
Padişah tahtını boşaltırsa izzet ve kuvvetten padişah için ne kalır? İşte bu Kur’ân’ı Allah, sözlerin padişahı yapmış, ona i`caz tâcını giydirmiş, onun Arapçasını da bu i`caz ve i`tizaza bir ayna yapmıştır.”
Evet, Arapça nahivde, belâgatte emsali olmayan ve her mânâyı en iyi bir şekilde anlatan tek lisan olmasına rağmen Kur’ân onu en yüksek bir anlaşılırlık ve açıklık ile parlatmıştır. Bundan anlaşılıyor ki; mukaddes ve mucize olan, Kur’ân Arapçasıdır.
SEMA EHLİNİN DİLİ ARAPÇADIR
Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl), korkutuculardan olman için, apaçık Arabça bir lisân ile senin kalbine indirmiştir.” (Şuara, 193–195)
İmam Kurtubî tefsirinde: “Âyette geçen “Arapça” kelimesi onu Arap dili ile indirdik demektir. Çünkü sema ehlinin dili Arapçadır” demiştir.
İmam Süyûtî ise İtkan’da; “Bütün semavî kitaplar Arapça olarak indirilmiştir. Her vahiy Arap diliyle gelmiş her peygamber bunu kendi diline çevirerek ümmetine tebliğ etmiştir”, der.
Ömer Nasûhî Bilmen ise mezkûr Âyet-i Kerime hakkında şöyle der:
Öyle bir lisan ki mânâsı âşikâr, anlamı açıktır. Nitekim Hûd, Sâlih, Şuayb, İsmail Aleyhimüsselam da ümmetlerini bu pek geniş, fasih -anlam ve hakîkatleri akıcı ve ahenkli bir uslûbla ifade eden lisan ile Hak Dine davet etmişler, muhâlefet edenleri korkutmuşlardır.

KUR’ÂN, LAFIZ VE MÂNÂSIYLA MUZİCEDİR
Kur’ân’ın “i’caz”, “belâgat” ve “usandırmama” mucizeleri Arapçasıyla ortaya çıkar.
Hz. Cebrail’in (as) Kur’ân’ın belâgati hakkında: “Levh-i mahfuzdaki Kur’ân harflerinin her biri Kafdağı büyüklüğündedir. Her harfin çeşitli mânâları vardır. Bunları ancak Allahu Teâlâ bilir” dediği rivâyet edilmiştir. (İtkan, 103)

Kur’ân’ın i’cazı, benzerinin getirilememesidir. Böyle bir eseri ortaya koymaktan tüm mahlûkat acizdir. Belâgati ise; her kelimesi ve her âyetinin bütün zamanlara, bütün kesimlere en uygun ve en yerinde olan hakîkati söylemesidir. İşte Kur’ân’ın i’caz ve belâgatinin anlaşılması lafız ve mânâ bütünlüğü ile mümkündür.

Dolayısıyla Kur’ân mânâsıyla, lafzıyla ve harfleriyle mucizedir. Değil bütün Kur’ân, bir sûre, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi dahi birer mucize hükmündedir. Belki tek bir harf olan “na’büdü”nün “nun”u sayfalarca anlatılabilecek hakîkatlerin nurlu anahtarıdır. Kur’ân tercüme edilse onun mânâsı ile lafzı birbirinden ayrılmış olur. Mânâsı ile lafzı birbirinden ayrıldığında i’caz ve belâgati kaybolur.

Usandırmamasına gelince: İnsan akılının gıdası mânâdır. Fakat daha pek çok hissimiz var ki; mânâyı düşünmek bir müddet sonra onları yorar ve usandırır. Letâif denilen bu hislerimizin gıdası İlâhî ve nebevî kelimelerdir. Kur’ân’ın yine bir mucizesidir ki; akıl mânâyı idrak etmese de o letâif Kur’ân’ı okumaktan ve dinlemekten hiç usanmaz ve feyz almaya devam ederler.
Arapça hâricindeki lisanların –farz-ı muhal olarak- Kur’ân’daki mânâları akla bildirebileceği düşünülse bile sâir lisanlar Kur’ân’ın lafız ve harfleri gibi hayattar olmadıkları için aklın hâricindeki hislerin gıdalarını temin etmekten âcizdirler.

KUR’ÂN, GÜNÜMÜZ HARFLERİYLE OKUNABİLİR Mİ?
Allah’ın (cc), kelâmına zarf olarak Arapçayı seçmesiyle Arapça ve Arap harfleri İslam’a mal olmuştur. Diğer taraftan Arap yazısının iptidaî tarzda kalmayıp tekâmül etmesinin yegâne sebebi İslam dinidir. O halde bu harflere, Arap harfleri değil “Kur’ân harfleri” ve “İslam harfleri” denilmesi doğru sayılacaktır.
İslam harfleri, İlâhî kelâmın kutsiyet ve ulviyetini dâima taze tutan mübârek mahfazalar hükmündedir. İmam Süyûtî; “Kur’ân, Kur’ân harflerinden başka bir alfabeyle yazıldığında âyetler vahiy olma özelliğini kaybeder. Çünkü vahiy lafız ve mânâdan müteşekkildir. Zira Cebrail (as) da Kur’ân’ı lafzıyla getirmiş ve peygambere Arapça olarak vahyetmiştir” demiştir. (İtkan, 103)

Kur’ân’ın lafızları ve harfleri, İslâm’ın ismi ve alâmetleridir. Âyetlerin hakîkî mânâlarını muhâfaza eden onun hayattar lafızları ve harfleridir. Dolayısıyla değişmesi şer’an mümkün olamaz. Hem Kur’ân’ın lafız ve harfleri mânâsına hayattar bir cilt hükmüne geçmiş. Lafız ve harfleri değiştirilse okunan, Kur’ân olmaz.
Mânâ ruhtur, İlâhî lafız ve nebevî kelimeler ise mânâya giydirilen cansız elbiseler değil, cesedin hayattar cildi hükmündedirler. Elbise değişir, fakat cilt değişse vücuda zarardır. Hatta namaz ve ezandaki mübarek lafızlar mânâlarına isim olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilemez.

En câhil bir mü’min dahi her gün söylediği “Lailaheillallah”ın, günde beş defa okunan Ezan-ı Muhammedî’nin, şükür için söylenen “Elhamdülillah”ın, namazda okuduğu “Fâtiha”nın mânâsını öğrenebilir.
Hem “Sübhanallah” diyen insan, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu yeterlidir. Dünyevî rütbeler için günde yüz kelime ezberleyenler için ebedî hayatın anahtarı olacak kelimeler, bu kudsî lafızlar değiştirilemez.

Kur’ân’ın lafız ve harfleri mü’minlere muallimdir
Bilindiği gibi bir şeyin başka bir şeyi hatırlatmasına çağrışım diyoruz. İslam memleketlerinde de Ezan, Elhamdülillah, Sübhanallah, Lailaheillallah gibi kudsî, Arabî İlahî kelimeler hatta mezar taşlarındaki Kur’ân harfleri dahi ehl-i imana lisan-ı hal ile pek çok manevî manaların özetini hatırlatan muallimler hükmündedirler.

KUR’ÂN VE İSLAM BÜTÜN MİLLİYETLERİNDİR
Her milletin kendi milliyetini ve kültürünü sevmesi fıtrîdir. Fakat Kur’ân’ın muhâtapları tüm insanlıktır. Müslümanların ırkları ne olursa olsun onların hakîkî milliyetleri Milleti İslamiyedir. Hiçbir millet Kur’ân’ı tek bir ırka âit kılamaz; Türkleştiremez, Araplaştıramaz. Hâl böyleyken Kur’ân’ın aslî lisanından uzaklaştırma fetvaları hiç de masum değildir.

Kur’ân’ın Arapça okunmasına muhâlefet edenler genellikle caminin içindekiler değil dışındakilerdir. Cami dışındakilerin cami içine karışmaya çalışması garip olmakla beraber, bu tür düşünceler Kur’ân’ı tahrif etmeye yönelik bir teşebbüsü ima etmektedir. Zira Kur’ân asırlar boyunca Arapça özelliğiyle tahriften korunmuştur. Dolayısıyla bu durum bu düşünceyi savunanların daha çok Kur’ân’ı tahrif etme düşüncesini taşıyanlar olduğunu göstermektedir.
Ayrıca iman zayıflığı ile ortaya çıkan arzî ve ârızî bu görüşler Âlem-i İslam’ın tek bir dille tek bir millet olarak ibâdet etmesine muhâlefet etmek ve dolayısıyla Müslümanların birlik ve beraberliğine engel olmak anlamı taşımaktadır.

KUR’ÂN LAFIZ VE MÂNÂSIYLA KALBE TESİR EDER
Kur’ân-ı Azimüşşan insan aklını hayrette bırakacak en büyük hakîkatleri gösterirken her insanın kulağına ve nefsine de hârika bir haz verir. Kur’ân’ın üslubuna dikkat edilerek güzel bir şekilde okunduğunda, kalplerdeki tesiri muhteşemdir.
Müşriklerin Bu Kur’ân’ı dinlemeyin. O okunurken yaygara koparın, belki o zaman baskın çıkarsınız.” (Fussılet, 26) demeleri bu endişeleri sebebiyleydi. 
Belâgat sanatında ileri olan câhiliye Arabı Kur’ân’ın edebî ve tesirli üslubuna hayran kalıyor ve etkilenme korkusuyla kulaklarını kapatıyorlardı.
Henüz iman etmediği dönemde Cübeyr b. Mut’ım (ra) Peygamberimizin (asm) Tûr Sûresi’ni okuduğunu duyduğunda “Kur’ân’ı işittiğim zaman sanki kalbim parçalanacaktı.” demiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)

Bir harfinin dahi yanlış okunmasıyla – ya da değiştirilmeyle- onun sesindeki ruhî duygulara hitap eden mucizevî tınısının bozulduğunu anlamak mümkündür.
Mânâların akla telkinine engel olmadan tüm ruhî duyguların haz alması. İşte bu husûsiyet Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’in harflerinden ve bu harflerin oluşturduğu kelimelerden ortaya çıkan mükemmel ve muazzam nazım, indirilmesinden itibaren insanları kendine hayran bırakmaktadır. Kur’ân aleyhinde şartlanmamış her insan onun insicamındaki, telifindeki ve insanın ruhuna yaptığı derin tesirdeki dile âit bu musikiyi duymamazlıktan gelemez.” İslam olmayan kimseler dahi bu gerçeği inkâr edemeyerek Kur’ân-ı Kerim’in insan ruhu ve belleği üzerindeki derin tesirini itiraf etmek durumunda kalmışlardır.

KUR’ÂN HER ASRA HER TOPLUMA HİTAP EDER
Kur’ân’ın muhâtapları, insanlar ve cinlerdir. Kur’ân’ın hitabı, bunların ayrı ayrı tabakalarının ayrı ayrı anlayışlarını tatmin edecek şekildedir.
Mesela siz her yaş ve meslekten insanın olduğu karışık bir topluma herkesi muhâtap alarak konuşmak isteseniz, oldukça zor bir durumla karşı karşıya kalırsınız. Çocukların ve ihtiyarların, akademisyenlerin ve câhillerin, zekilerin ve safların aynı anda muhâtabınız olması ve hepsinin sizi anlaması imkânsız gibidir.
İşte, Allah kelamı için böyle bir zorluk söz konusu değildir.

Kur’ân’da Rabbimiz, bütün zaman ve bütün mekânları muhâtap kabul etmektedir. Muhâtaplar 40, 50 kişi değil, geçmiş ve gelecek zamanlar ve milletlerdir. Zaman değiştikçe ve mekânlar farklılaştıkça muhâtapların ne kadar farklılaştığını anlamak zor değildir.
İşte Kur’ân, hiçbir zorluk olmaksızın bütün zamanlara, bütün milletlere ve tüm beşeriyet tabakalarına hitap etmiş ve onun mesajını tüm muhâtapları alabilmiştir. Kur’ân’ın kendini kabul ettirmesi, okutturması, meşgul etmesi ve hala yaşaması hârikulâde bir olaydır. Bu hârikulâde olayın gerçekleşmesinde Kur’ân’ın Arapça olmasının büyük bir rolü vardır.
Kur’ân, başka kelamlarla kıyas edilemez. Her tabakaya hitap eden başka bir kitap yoktur.

KUR’ÂN’I HER MİLLET KOLAYCA OKUR VE EZBERLEYEBİLİR
Kur’ân Arapça olmasına rağmen Arap olmayan mü’minler Kur’ân’ı telaffuzda zorluk çekmezler.
Kadı İyaz şöyle diyor: “Onu öğrenenlerin hıfzetmelerindeki kolaylıkla, hıfzetmeye elverişlilik hakkında Allahu Teala şöyle buyurmaktadır; “And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur’ân’ı kolaylaştırdık.” (Kamer;17, 22, 32, 40)
Kur’ân büyüklüğüyle beraber ezberlerken karıştırmaya sebep olacak derecede içerisinde benzer âyetlerin bulunmasına rağmen çocuların bile hâfızasına kolaylıkla yerleşmesi Kur’ân’ın bir mucizesidir.

İSLAM’IN İBÂDET DİLİ ARAPÇADIR
Kim Allah`ın kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir haseneye on misli sevap verilir. Ben Elif Lam Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lam bir harftir, Mim bir harftir diyorum.” (Tirmizi)
Namazda ya da başka bir ibâdette -Arapça bilinsin ya da bilinmesin- Kur’ân’ın nâzil olduğu dilin dışında Kur’ân okumak câiz değildir. Peygamber Efendimiz (asm) hadisinde; Kur’ân bizzat Arapçasından okunmak şartıyla ibâdet sevabı kazandıracağını bildirmektedir.

Kur’ân; lafızları ve harfleri, ibâdet olan tek İlahî kitaptır. Diğer semavî kitaplar ise sâdece içindeki İlahî hükümler öğrenilmesi için okunur. Kur’ân, her harfiyle Müslümanlara binler sevap kazandırır.
Bedîzüzzaman Hazretleri de; “Şeriattendir ki; Kur’ân kelimatı ve harfleri Kur’ândan olmak cihetiyle her birinin on sevabından tut tâ binler sevaba kadar uhrevî meyveler verir. Gafletle okunsa dahi sevab verir” diyerek Kur’ân’ın lafız ve harfleriyle Kur’ân olduğunu ifade etmiştir.

Ayrıca burada ifade etmemiz gereken önemli bir husus daha var ki; Müslümanların ibâdet dilinin Arapça olması birlik ve beraberlik dini olan İslam’ın bir gereğidir. Bunun en açık örneği Mescid-i Haram’da görülür. Her dilden Müslüman bir arada olduğu ve birbirlerinin konuşmalarını anlamadıkları halde Allah’ın seçtiği tek bir dille yapılan bir çağrı ile ittifak ederler ve uyum içinde namaz kılarlar. Müslümanların en önemli birlik sebeplerinden biri aynı dille ibâdet ediyor olmalarıdır.

Bunlarla beraber Müslüman için Kur’ân’ın mânâsının anlaşılması elbette elzemdir. Fakat ibâdette esas olan aklın mekanik olarak Kur’ân’ın kelime mânâlarını anlaması değil, Kur’ân’ın maksadının anlaşılması ve kulun şuur ile Yaratıcısına yönelmesidir.

Cinler ve Cennet

Cinler, çeşitli şekillere girebilecek kabiliyettedir. Müslümanları ve kâfirleri vardır. Dine uymakla mükelleftirler. Varlıkları, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerle sabittir. İnkâr eden kâfir olur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. [Zariyat 56]
Cehennemi insan ve cinlerle dolduracağım. [Hud 119, Secde 13]
Hani, cinnilerden bir grubu, Kur’an-ı kerimi dinlemek üzere sana sevk etmiştik. [Ahkaf 29]
İbni Mesud hazretleri bildiriyor:
Bir gece Resulullah, bizimle beraberken aramızdan kayboldu. Her yeri aradık, bulamadık. O geceyi endişe içinde geçirdik. Sabah olunca, Hira tarafından gelirken gördük. “Ya Resulallah, sizi aradık” dedik. “Bana cinlerden bir davetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur’an-ı kerim okudum” buyurdu.
Bir hadis-i şerifte de, “Ezan okurken sesini yükselt! Çünkü, ezan okuyanın sesini işiten bütün insan ve cinler, Kıyamette ona şahitlik ederler” buyuruldu. (Buhari)
Cinlerin kâfirleri, bütün âlimlere göre, Cehenneme gidecektir. Mümin cinler hakkında ise, değişik kaviller vardır:
  1. İnsanlar gibi muamele görecektir.
  2. Cehenneme girmeyecek, fakat toprak olacaktır.
  3. Cennetin “Rabad” denilen yerindedir. Dünyadakinin tersine; insanlar onları gördüğü halde, onlar insanları göremeyecektir.
Cinler defalarca Peygamber efendimizin huzuru şeriflerine gelip kendisini dinlemişlerdir. Resulullah onlara, Rahman suresini tebliğ niyetiyle okumuştur. “Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz” ifadesi bulunan âyet-i kerimeden sonra, “Rabbimizin hiçbir nimetini inkâr etmeyiz, ey Rabbimiz sana hamd olsun” demişlerdi. Bu sure, onların da dini emir ve yasaklarla mükellef olduğuna delalet eder. Çünkü bu sure, Sekaleyn’e [insan ve cinne] hitap etmektedir. Kur’an-ı kerim âyetleri ve hadis-i şerifler; onların da, mükafat ve ceza için haşr edileceklerine delalet etmekte, müminlerinin Cennete, kâfirlerinin de Cehenneme gidecekleri anlaşılmaktadır.
İmam-ı Buhari buyuruyor ki: Cin Suresinin “Hakikaten biz, hidayet rehberi olan Kur’an-ı kerimi dinleyince, Ona iman ettik. Rabbine iman eden, bahstan ve rehaktan korkmaz” mealindeki 13. âyet-i kerimesindeki bahs, mükafatın eksik verilmesi; rehak da hak etmediği cezayı görmek, demektir. Bu âyet-i kerime, onların iyiliklerine karşılık mükafatlarının eksiksiz verileceğine ve günahlarına karşı fazladan ceza görmeyeceklerine delalet eder.

İslamiyet ve Kölelik

      İslamiyet’te kölelik var mıdır?  Kuran-ı Kerim’deki ‘köleleriniz ve cariyeleriniz’ şeklinde zikredilen ayetlerden kasıt nedir?

Maalesef kölelik ve cariyelik müessesesi İslâmiyetten önce yokmuş da, İslâmiyet getirmiş gibi İslama hücum edilmektedir. Halbuki İslâm’ın hükümleri iki kısımdır:
Birincisi; İslâmiyet’in, daha önceki hukuk sistemlerinde yok iken, ilk defa kaide olarak ortaya koyduğu yani İslâm’ın müessisi olduğu hükümlerdir. Zekât gibi, miras payları gibi. İslâm âlimlerinin açıklamasına göre, bu çeşit hükümler, yüzde yüz insanoğlunun yararınadır; insanlar tarafından anlaşılmasa da hikmetleri ve maslahatları vardır.
İkincisi; İslâmiyetin ilk defa ortaya çıkarmadığı ve belki daha evvel var olup da İslâmiyetin sonradan tadil yoluna gittiği yani İslâmiyetin tadil edici olarak rol oynadığı hükümlerdir. Yani İslâmiyet bu hükümleri ilk defa ortaya çıkarmış değildir. Belki bu hükümler, daha önceden çeşitli toplumlarda ve hukuk sistemlerinde vardır ve vahşî bir şekilde uygulanmaktadır. İslâmiyet, bu tür hükümleri, birden bire kaldırmak insan yaratılışına aykırı olduğu için, tadil etmiştir. Vahşî bir suretten medenî bir kalıba sokmuştur.
Kölelik ikinci çeşit hükümlerdendir. İslâmiyet, daha evvelki toplumlarda yok iken köleliği getirmiş değildir. Belki daha önceki toplumlarda var olan köleliği tadil ederek kabul eylemiştir.
Gerçekten de İslâmiyet geldiği zaman Arap Yarım Adasında yaşayan insanların yarıya yakını köle idi. Her insanın evinde mevcut olan nüfusun yarıya yakını ve bazan daha fazlası kölelerden oluşuyordu. Eğer İslâmiyet, kölelik müessesesini birden kaldır-saydı, hem köle sahibi efendiler ve hem de kölelerin kendileri açısından çok büyük sıkıntılar meydana gelecekti. Efendilerin, asırlardır alıştıkları bu işten birden bire vazgeçmeleri fıtratlarını değiştirmek kadar zor olacaktı; belki de İslâmiyetin kaldırıcı emrine itiraz ettikleri gibi bazı zulümlere de yol açacaklardı. Köleler ise, çoğunlukla aile hayatından kopuk ve uzak bir hayat yaşadıklarından dolayı, sokağa atılmış sahipsiz yetim çocuklar gibi olacaklardı. Bu da sosyal ve ekonomik bir felâket demekti.
İslâmiyet neden köleliği birden bire ortadan kaldırmadı?
Neden İslâm hukuku, bu tür müesseselerle köleliği tedricen kaldırmayı gaye edindiği halde, birden bire köleliği lağvetmedi? sorusuna Hz. Peygamber, sosyo-ekonomik açıdan çok önem arz eden bir cevap vermektedir: Bilindiği gibi âyette mükâtebe akdi, “Eğer onlar hakkında hayırlı olduğunu biliyorsanız” şartına bağlanmıştır. Bu hayırlı olmayı, Hz. Peygamber şu ifadeleri ile açıklamaktadır:  ”Yani bir san’at sahibi olup da kendi geçimlerini temin edecek durumda iseler ve hayatı tek başına yürütebilecek güç kendilerinde var ise akid yapınız. Aksi takdirde onları insanların üzerine yırtıcı köpekler gibi salıvermeyiniz“.
Yani ister mükâtebe akdiyle veya isterse başka yollarla köleleri hürriyetlerine kavuşturarak âzâd etmek de her zaman hayırlı değildir. Düşünün ki, cemiyeti teşkil eden fertlerin yüzde ellisi köledir. Bir anda bunları hürriyetlerine kavuşturup sokaklara başıboş salıverdiğinizi tasavvur ediniz. Cemiyet hayatı felç olacaktır. Yıllarca belki asırlarca başkalarının yanında çalışmaya alışmış ve müstakil hayatı hiç denememiş insanları birden sokağa salıverirseniz, hem sosyal açıdan ve hem de ekonomik açıdan bu insanları felâkete sürüklemek manası taşıyacaktır. Köleliğin tedricî olarak kaldırılmasının en önemli hikmetlerinden birisi de budur.
İslâmiyet kölelikle ilgili yeni olarak ne getirmiştir? Diğer sistemlerden farklı olan yönleri nelerdir?
İslâmiyet, daha önceki hukuk sistemlerinde bulunan kölelik müessessini iki açıdan medenî bir kalıba sokmuştur:
Evvelâ; Köleliğin sebeplerini hafifleştirmiştir. Daha önce ve özellikle Roma ve benzeri hukuk sistemlerinde dokuz ona çıkan kölelik sebeplerini ikiye indirmiştir. Ayrıca insanlığın fıtratına ters olan bu müesseseyi ortadan kaldırmak için çeşitli tedbirler almıştır. Köle âzâd etmenin manen teşvik edilmesi; kölelere imkân tanınarak bedelini ödemek şartıyla âzâd olabilme imkânının verilmesi (mükâtebe); kölelerin bu durumdan kurtarılması için onlara zekât verilmesinin tavsiye edilmesi ve zıhâr, yemin bozma ve benzeri bazı suçlardan dolayı dinî bir müeyyide olarak konulan keffâretlerin birinci alternatifi olarak köle âzâd etmeyi şart koşması bunlara misâl olarak verilebilir.
Saniyen; Köleliğin medeni hale sokulmaya çalışılmasının ikinci yolu da mevcut kölelelere meşru dairede iyi mu’âmele edilmesini ısrarla tavsiye etmesidir. Bugün bile bir kısım Müslümanlar sırf Müslüman oldukları için medeniyim diyen insanlar tarafından öldürülürken ve onlara temel hak ve hürriyetleri dahi çok görülürken; İslâmiyet, köleleri, bulundukları ailenin fertleri gibi kabul etmiş ve korumuştur. Hatta Osmanlı arşivlerinde bulunan mahkeme kararlarında Hıristiyan kölelerin yemin ederken dinî inançlarına uygun tarzda yemin etmesi ve mesela “İncil’i Hz. İsa’ya indiren Allah’a yemin ederim ki” demesi, bu zikrettiklerimize en müşahhas delilidir.
 
 İslamiyet geldiğin zaman, kölelik gibi kökleşmiş bir sistemi kaldırmamış fakat, kölelere insanlık haklarını iade etmiş ve eziyet gören kölelerin sahiplerinden satın alınarak azat edilmelerini teşvik etmiştir. İslamiyet bu şekilde değersiz görülen kölelerden, Bilal-i Habeşi gibi efendiler ortaya çıkarmıştır. İslamiyete sürekli taş atmaktan geri kalmayan ve kendilerini en medeniler sınıfından sayan Avrupalılar ve Amirikalılar ise 20. Yüzyıla kadar, Afrika kıtasından getirdikleri insanları, hayvan alıp satar gibi köle pazarlarında satmış  ve onları en ağır işlerde çalıştırmışlardır.

O halde İslâm hukukundaki kölelik müessesesini, esirlik ve kölelikten hürriyete geçiş safhası olarak vasıflandırabiliriz. Zira İslâm Dini geldiğinde, kölelik, dünya toplumlarının çoğunda bütün dehşetiyle devam eden sosyal ve ekonomik bir vakıaydı. İslâm Hukuku, yukarıda izah ettiğimiz şekilde tedbirler alarak, köleliği istisna bir müessese haline getirdi.
Toplumun yarıya yakınının köle olduğu bir durumda, kölelik müessesesini birden ilga etmek, hem köle sahipleri ve hem de daima bir efendi’nin yanına sığınmış olan köleler için, sosyal ve ekonomik açıdan mümkün değildi. Hedefi insanları küfürden kurtarmak olan bir Peygamber’in, senelerce toplum fertlerinin ülfet ettiği, ahlaken ve hayat itibariyle imtizaç ettikleri bu müesseseyi, birden bire ilga etmesi irşadın ruhuna da aykırıdır. İşte bu sebeple İslâmiyet kölelik müessesesini hemen ilga etmemiştir. Fakat olduğu gibi de bırakmamıştır. Tedricen ortadan kaldırmak için, önce köleliğin menbaını kurutmaya, izlerini azaltmaya ve o günlerde câri olan hükümlere aykırı olarak kölelere de normal insan gibi nazar etmeye insanları teşvik etmiştir. Burada Gustav Lebon’un şu tesbitlerini aktarmak yerinde olur kanaatindeyim:
“Rık yani kölelik kelimesi, otuz sene önce kaleme alınan Amerikan romanlarını okumaya alışan bir Avrupalının önünde telaffuz olunursa, derhal hatırına, ayaklarına ağır zincirler, ellerine demir kelepçeler takılan, sopalarla dövülerek hayvan sürüleri gibi bir yerden bir yere sevk edilen, bedbaht ve yeterli ekmeğe bile kavuşamayan, karanlık bir taşdan başka evi ve barınağı olmayan o Amerikan köleleri geiir. Ben burada bu durumu isbât etmek üzere ayrıntılara girecek değilim. Fakat gerçek şudur ki, İslâmiyetteki kölelik Hıristiyanların anladığı manadaki kölelik müessesesine tamamen aykırıdır”.
Yani bu ikinci nokta ile söylemek istediğimiz şudur: İslâmiyetteki kölelik ve cariyelik müessesesi, Hıristiyan âleminde bilinen köleliğe benzememektedir ve İslâmı bilmeyen insanların anlattıkları gibi değildir
(Prof. Dr. Ahmet Akgündüz)

Cahiliye Döneminde Hac


Haccın sebebi olan Kâbe, Hz. İbrahim (as) ve oğlu Hz. İsmâil (as) tarafından Mekke’de yapılmıştır. İnşâat tamamlandıktan sonra Cibrîl (as), tavâfın ve hac ibadetinin nasıl yapılacağını amelî olarak onlara göstermiş, Hz. İsmâil (as) de Hicaz halkına öğretmişler. Ancak, Hz. İbrâhim (as)’in tebliğ ettiği dini hükümler zamanla unutulmuş, Mekke putperestliğin merkezi olmuştur. Hz. İsmâil (as)’in öğrettiği hac usûlü yavaş yavaş değişmiş yerini putperestlerin haccı almıştır.
Cahiliyye dönemindeki putperestler de Kabeyi tavaf edip Hac yapmaktaydılar. Câhiliye döneminde Mekke şehir devleti on üyeli bir meclis tarafından idare ediliyor, ayrıca dört yabancı kabile de hac yönetimine katılıyordu. Resûl-i Ekrem (asv)’in mensup olduğu Hâşimiler rifâde, sikâye ve Kabe eminliği, Benî Abdüddâr Kabe ve Dârünnedve’nin anahtarlarının muhafazası, Benî Nevfel hacılara harcanmak üzere toplanan vergilerin idaresi, Benî Sehm Kabe’ye yapılan adakların muhafazası ve Benî Kinâne de haccın daima aynı mevsime rastlaması için takvimde yapılan nesî’ ile meşgul olurlardı. Benî Gavs ile Benî Advân ise Arafat’ta ve Müzdelife’de hacılarla ilgilenirlerdi.
Kabe’yi tavaf, umre, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, kurban kesme gibi âdetler devam ettirilmekte, hac putperest gelenekleriyle birlikte sürdürülmekteydi. Umre, nesî’ yoluyla hurma mevsimine rast getirilen receb ayında yapılır, Kabe’nin ziyaret edilmesi ve Safa İle Merve arasında yedi defa koşulması ile tamamlanırdı. Müşrikler, haccı her yıl bahar mevsimine denk düşürmek için iki veya üç yılda bir tekrarlanan nesî’ ile ayların yerlerini değiştirdiklerinden tö­renler, asıl zamanı olan Zilhicce yerine başka aylarda yapılır, ancak yirmi dört yılda bir gerçek Zilhicceye rastlardı.
Hacı adayları, hac mevsiminin başlatıldığı ayın ilk günü ihramlı olarak Ukâz panayırına, yirmi gece burada kaldıktan ve alışveriş yaptıktan sonra Mecenne panayırına ve on gece de burada kaldıktan sonra, arkasından gelen ayın hilâli ile birlikte Zülmecâz panayırına giderler ve burada sekiz gece kalıp terviye günü Zülmecâz’dan ayrılarak arefe günü Arafat’a çıkarlardı. Arefe günü hille’den olanlar (Kureyş ve müttefikleri dışındaki kabileler) Arafat’ta, hums sınıfından olanlar ise (hac ve Kabe ile ilgili çeşitli imtiyazlara sahip Kureyş ve müttefiklerinden meydana gelen kabileler) Harem bölgesi içindeki Nemîre’de hazır bulunurlar ve güneş ufka yaklaşıncaya kadar buralarda kalıp sonra Müzdelife’ye akın ederlerdi. O gece Müzdelife’de geçirilir, ertesi gün fecirden önce vakfeye başlanıp güneş yükselinceye kadar devam edilir, arkasından da Mina’ya doğru harekete geçilirdi; Arafat ve Mina günlerinde alışveriş yapılmazdı. Mina’da yerine getirilmesi gereken, üç gün müddetle şeytan taşlama ve ayrıca kurban kesme menâsiki tamamlandıktan sonra çeşitli toplantılar düzenlenir, şiirler okunur ve kabileler atalarıyla övünürlerdi. Bu âdet, “Hac menâsikini bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta ondan daha fazla Allah’ı zikredin.” (Bakara, 2/200) mealindeki âyetle kaldırılmıştır.
Ziyaretçiler Mina’dan Mekke’ye geldiklerinde şehir halkının evlerinde kalır ve buna karşılık onlara bazı hediyeler verirlerdi. Câhiliye devrinde Araplar Kabe’yi ellerini birbirine kenetleyerek el çırpıp ıslık çaldıklarını söylemektedir ve humsa mensup iseler elbiseleriyle, hilleye mensup iseler tavafı günah işledikleri elbiselerle yapmak istemediklerinden eğer humstan birinin elbisesini ödünç olarak veya para ile alamazlarsa çıplak tavaf ederlerdi. Tefsirlerde,
Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti.’ derler. De ki, Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? (A’raf, 7/28)
mealindeki âyetin Kabe’yi çıplak tavaf edenlerle ilgili olduğu belirtilmektedir. Eğer hille mensubu, üzerindekinin dışında sırf Kabe’yi ziyaret sırasında kullanmak amacıyla daha önce giyilmemiş başka bir elbise getirmişse tavafını onunla yapar, sonra çıkarıp orada bırakır ve “lekâ” denilen bu elbiseye el sürülmez, çürümeye terkedilirdi. Temiz elbise bulamamış hilleye mensup kadınların da avret mahallerini elleriyle kapatarak çıplak katıldıkları tavaf bittikten sonra Safa ile Merve arasında sa’y yapılırdı. Arkasından İsâf’ın putunun (heykel) yanında kurbanlar kesilir, kanından Kabe’nin duvarlarına sürülürdü; kurban kesenler bu etlerden yemezlerdi. Daha sonra her kabile hangi tanrı için ih­rama girmiş ve telbiye getirmişse onun putunu ziyaret eder, yanında tıraş olur ve ihramdan çıkardı. Câhiliye Arapları Kabe dışında Lât, Menât, Uzzâ gibi tanrıların tapmaklarını, ileri gelenlerin kabirlerini ve dikili taşları da (ensâb) tavaf eder ve buna devâr derlerdi.
Hacılara su ve yemek ikram etme âdeti, çok eski devirlerden beri devam ediyordu. Câhiliye döneminde rifâde geleneğini sürdürebilmek için önceleri halktan vergi toplanırdı; daha sonra bu işi şeref kazanmak isteyen zenginler üstlendi. İlk defa deve etinden yemek yaptırıp hacılara dağıtan kişinin Amr b. Luhay olduğu rivayet edilir; onun hacılara elbise dağıttığı da bilinmektedir. Kusay zamanında Kabe yakınlarında, civardaki tatlı su kaynaklarından develerle getirilen suların muhafaza edildiği deriden yapılmış su depoları vardı. Zemzem Kuyusu Hz. Peygamber (asv)’in dedesi Abdülmuttalib tarafından tekrar açıldıktan sonra, sikâye görevi tamamen buradan sağlanan sularla yerine getirildi. Abdülmuttalib develerini sağar ve bunları bal ile karıştırıp zemzemle beraber hacılara dağıtırdı; üzümle zemzemi karıştırıp dağıttığı da olurdu.
İslâmiyet’in zuhuru sırasında sikâye ve rifâde işini Ebû Tâlib yürütüyordu; ancak daha sonra malî durumu bozulduğu için küçük kardeşi Abbas’a bıraktı. Abbas bu görevi Mekke’nin fethine kadar kesintisiz sürdürdü; fethin arkasından Resûl-i Ekrem (asv) kısa bir süre için sikâye ve rifâdeyi ondan aldıysa da daha sonra yine kendisine verdi. Hz. Peygamber 9 (631) yılında Hz. Ebû Bekir (ra)’i hac emîri olarak görevlendirdi ve ona yemek için bir miktar malzeme verdi. Veda haccında ise bu işi bizzat kendisi üstlenmiş, dolayısıyla vefatından sonra yerine gelen halifeler de bunu bizzat yürütmüşlerdir.
Mekke’nin fethinden sonra Kabe’nin içinde ve etrafında yer alan putlarla birlikte Hz. İbrahim (as)’in tebliğ ettiği hac ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmiştir. Hums mensupları kendilerine birtakım imtiyazlar tanıyıp, “Biz ehl-i Haremiz, Kabe’nin bakıcılarıyız.” diyerek Arafat’ta vakfe yapmazlardı. Ancak, “Sonra insanların -sel gibi- akın ettiği yerden (Arafat) siz de akın edin. Allah’tan mağfiret dileyin. Gerçekten Allah çok affedici ve esirgeyicidir.” (Bakara 2/ 199) mealindeki âyetle bu ayrıcalık kaldırılmıştır. Arafat ve Mina’dakİ ticaret yasağı da, “Rabbinizden -ticaret yaparak- rızık aramanızda size herhangi bir günah yoktur.” (Bakara 2/198) mealindeki âyetin inzali üzerine son bulmuştur. Hacdan önce kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırlar ise bir müddet daha devam etmiş, ancak II. (VIII.) yüzyılın sonlarına doğru çeşitli sebeplerle bunlardan vazgeçilmiştir.
İslâmiyet’in doğuşundan sonra hille ehli Safa ile Merve arasında yapılan sa’y vecîbesini, burada bulunan putlara karşı yapıldığı, dolayısıyla Câhiliye âdetlerinden olduğu ve hac menâsikine girmediği gerekçesiyle yerine getirmiyorlardı. Bunun üzerine, “Safa ile Merve şüphesiz Allah’ın şiârlanndandır. Her kim hac veya umre yaparak Beytullah’ı ziyaret ederse Safa ile Merve arasında tavaf (say) yapmasında bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir hayır yaparsa şüphesiz Allah -onu- bilir, karşılığını verir.” (Bakara 2/158) mealindeki âyet indi ve böylece sa’yin hac menâsikinden olduğu açıklanarak, bu hususta zihinlerde beliren şüpheler giderildi.
Kabe’yi çıplak tavaf etme ve hille mensupları tarafından Harem sınırları içine sokulan yiyecek ve içeceklerle koyuna getirilen yasak ise, “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde elbiselerinizi giyin. Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Zira Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için yarattığı ziyneti (el­bise) ve güzel (helâl) azıkları kim haram kıldı! De ki: Onlar dünya hayatında -inanmayanlarla birlikte- inananlar içindir. Kıyamet gününde ise yalnız müminlere aittir.” (Bakara 2/158) mealindeki âyetlerle ve Hz. Peygamber (asv)’in hicretin 9. yılında verdiği, “Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak, kimse Beytullah’ı çıplak tavaf etmeyecektir.” (Buhârî, Hac, 67) emriyle ortadan kaldırıldı.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz