05/03/2013

İslamiyet ve Kölelik

      İslamiyet’te kölelik var mıdır?  Kuran-ı Kerim’deki ‘köleleriniz ve cariyeleriniz’ şeklinde zikredilen ayetlerden kasıt nedir?

Maalesef kölelik ve cariyelik müessesesi İslâmiyetten önce yokmuş da, İslâmiyet getirmiş gibi İslama hücum edilmektedir. Halbuki İslâm’ın hükümleri iki kısımdır:
Birincisi; İslâmiyet’in, daha önceki hukuk sistemlerinde yok iken, ilk defa kaide olarak ortaya koyduğu yani İslâm’ın müessisi olduğu hükümlerdir. Zekât gibi, miras payları gibi. İslâm âlimlerinin açıklamasına göre, bu çeşit hükümler, yüzde yüz insanoğlunun yararınadır; insanlar tarafından anlaşılmasa da hikmetleri ve maslahatları vardır.
İkincisi; İslâmiyetin ilk defa ortaya çıkarmadığı ve belki daha evvel var olup da İslâmiyetin sonradan tadil yoluna gittiği yani İslâmiyetin tadil edici olarak rol oynadığı hükümlerdir. Yani İslâmiyet bu hükümleri ilk defa ortaya çıkarmış değildir. Belki bu hükümler, daha önceden çeşitli toplumlarda ve hukuk sistemlerinde vardır ve vahşî bir şekilde uygulanmaktadır. İslâmiyet, bu tür hükümleri, birden bire kaldırmak insan yaratılışına aykırı olduğu için, tadil etmiştir. Vahşî bir suretten medenî bir kalıba sokmuştur.
Kölelik ikinci çeşit hükümlerdendir. İslâmiyet, daha evvelki toplumlarda yok iken köleliği getirmiş değildir. Belki daha önceki toplumlarda var olan köleliği tadil ederek kabul eylemiştir.
Gerçekten de İslâmiyet geldiği zaman Arap Yarım Adasında yaşayan insanların yarıya yakını köle idi. Her insanın evinde mevcut olan nüfusun yarıya yakını ve bazan daha fazlası kölelerden oluşuyordu. Eğer İslâmiyet, kölelik müessesesini birden kaldır-saydı, hem köle sahibi efendiler ve hem de kölelerin kendileri açısından çok büyük sıkıntılar meydana gelecekti. Efendilerin, asırlardır alıştıkları bu işten birden bire vazgeçmeleri fıtratlarını değiştirmek kadar zor olacaktı; belki de İslâmiyetin kaldırıcı emrine itiraz ettikleri gibi bazı zulümlere de yol açacaklardı. Köleler ise, çoğunlukla aile hayatından kopuk ve uzak bir hayat yaşadıklarından dolayı, sokağa atılmış sahipsiz yetim çocuklar gibi olacaklardı. Bu da sosyal ve ekonomik bir felâket demekti.
İslâmiyet neden köleliği birden bire ortadan kaldırmadı?
Neden İslâm hukuku, bu tür müesseselerle köleliği tedricen kaldırmayı gaye edindiği halde, birden bire köleliği lağvetmedi? sorusuna Hz. Peygamber, sosyo-ekonomik açıdan çok önem arz eden bir cevap vermektedir: Bilindiği gibi âyette mükâtebe akdi, “Eğer onlar hakkında hayırlı olduğunu biliyorsanız” şartına bağlanmıştır. Bu hayırlı olmayı, Hz. Peygamber şu ifadeleri ile açıklamaktadır:  ”Yani bir san’at sahibi olup da kendi geçimlerini temin edecek durumda iseler ve hayatı tek başına yürütebilecek güç kendilerinde var ise akid yapınız. Aksi takdirde onları insanların üzerine yırtıcı köpekler gibi salıvermeyiniz“.
Yani ister mükâtebe akdiyle veya isterse başka yollarla köleleri hürriyetlerine kavuşturarak âzâd etmek de her zaman hayırlı değildir. Düşünün ki, cemiyeti teşkil eden fertlerin yüzde ellisi köledir. Bir anda bunları hürriyetlerine kavuşturup sokaklara başıboş salıverdiğinizi tasavvur ediniz. Cemiyet hayatı felç olacaktır. Yıllarca belki asırlarca başkalarının yanında çalışmaya alışmış ve müstakil hayatı hiç denememiş insanları birden sokağa salıverirseniz, hem sosyal açıdan ve hem de ekonomik açıdan bu insanları felâkete sürüklemek manası taşıyacaktır. Köleliğin tedricî olarak kaldırılmasının en önemli hikmetlerinden birisi de budur.
İslâmiyet kölelikle ilgili yeni olarak ne getirmiştir? Diğer sistemlerden farklı olan yönleri nelerdir?
İslâmiyet, daha önceki hukuk sistemlerinde bulunan kölelik müessessini iki açıdan medenî bir kalıba sokmuştur:
Evvelâ; Köleliğin sebeplerini hafifleştirmiştir. Daha önce ve özellikle Roma ve benzeri hukuk sistemlerinde dokuz ona çıkan kölelik sebeplerini ikiye indirmiştir. Ayrıca insanlığın fıtratına ters olan bu müesseseyi ortadan kaldırmak için çeşitli tedbirler almıştır. Köle âzâd etmenin manen teşvik edilmesi; kölelere imkân tanınarak bedelini ödemek şartıyla âzâd olabilme imkânının verilmesi (mükâtebe); kölelerin bu durumdan kurtarılması için onlara zekât verilmesinin tavsiye edilmesi ve zıhâr, yemin bozma ve benzeri bazı suçlardan dolayı dinî bir müeyyide olarak konulan keffâretlerin birinci alternatifi olarak köle âzâd etmeyi şart koşması bunlara misâl olarak verilebilir.
Saniyen; Köleliğin medeni hale sokulmaya çalışılmasının ikinci yolu da mevcut kölelelere meşru dairede iyi mu’âmele edilmesini ısrarla tavsiye etmesidir. Bugün bile bir kısım Müslümanlar sırf Müslüman oldukları için medeniyim diyen insanlar tarafından öldürülürken ve onlara temel hak ve hürriyetleri dahi çok görülürken; İslâmiyet, köleleri, bulundukları ailenin fertleri gibi kabul etmiş ve korumuştur. Hatta Osmanlı arşivlerinde bulunan mahkeme kararlarında Hıristiyan kölelerin yemin ederken dinî inançlarına uygun tarzda yemin etmesi ve mesela “İncil’i Hz. İsa’ya indiren Allah’a yemin ederim ki” demesi, bu zikrettiklerimize en müşahhas delilidir.
 
 İslamiyet geldiğin zaman, kölelik gibi kökleşmiş bir sistemi kaldırmamış fakat, kölelere insanlık haklarını iade etmiş ve eziyet gören kölelerin sahiplerinden satın alınarak azat edilmelerini teşvik etmiştir. İslamiyet bu şekilde değersiz görülen kölelerden, Bilal-i Habeşi gibi efendiler ortaya çıkarmıştır. İslamiyete sürekli taş atmaktan geri kalmayan ve kendilerini en medeniler sınıfından sayan Avrupalılar ve Amirikalılar ise 20. Yüzyıla kadar, Afrika kıtasından getirdikleri insanları, hayvan alıp satar gibi köle pazarlarında satmış  ve onları en ağır işlerde çalıştırmışlardır.

O halde İslâm hukukundaki kölelik müessesesini, esirlik ve kölelikten hürriyete geçiş safhası olarak vasıflandırabiliriz. Zira İslâm Dini geldiğinde, kölelik, dünya toplumlarının çoğunda bütün dehşetiyle devam eden sosyal ve ekonomik bir vakıaydı. İslâm Hukuku, yukarıda izah ettiğimiz şekilde tedbirler alarak, köleliği istisna bir müessese haline getirdi.
Toplumun yarıya yakınının köle olduğu bir durumda, kölelik müessesesini birden ilga etmek, hem köle sahipleri ve hem de daima bir efendi’nin yanına sığınmış olan köleler için, sosyal ve ekonomik açıdan mümkün değildi. Hedefi insanları küfürden kurtarmak olan bir Peygamber’in, senelerce toplum fertlerinin ülfet ettiği, ahlaken ve hayat itibariyle imtizaç ettikleri bu müesseseyi, birden bire ilga etmesi irşadın ruhuna da aykırıdır. İşte bu sebeple İslâmiyet kölelik müessesesini hemen ilga etmemiştir. Fakat olduğu gibi de bırakmamıştır. Tedricen ortadan kaldırmak için, önce köleliğin menbaını kurutmaya, izlerini azaltmaya ve o günlerde câri olan hükümlere aykırı olarak kölelere de normal insan gibi nazar etmeye insanları teşvik etmiştir. Burada Gustav Lebon’un şu tesbitlerini aktarmak yerinde olur kanaatindeyim:
“Rık yani kölelik kelimesi, otuz sene önce kaleme alınan Amerikan romanlarını okumaya alışan bir Avrupalının önünde telaffuz olunursa, derhal hatırına, ayaklarına ağır zincirler, ellerine demir kelepçeler takılan, sopalarla dövülerek hayvan sürüleri gibi bir yerden bir yere sevk edilen, bedbaht ve yeterli ekmeğe bile kavuşamayan, karanlık bir taşdan başka evi ve barınağı olmayan o Amerikan köleleri geiir. Ben burada bu durumu isbât etmek üzere ayrıntılara girecek değilim. Fakat gerçek şudur ki, İslâmiyetteki kölelik Hıristiyanların anladığı manadaki kölelik müessesesine tamamen aykırıdır”.
Yani bu ikinci nokta ile söylemek istediğimiz şudur: İslâmiyetteki kölelik ve cariyelik müessesesi, Hıristiyan âleminde bilinen köleliğe benzememektedir ve İslâmı bilmeyen insanların anlattıkları gibi değildir
(Prof. Dr. Ahmet Akgündüz)

Cahiliye Döneminde Hac


Haccın sebebi olan Kâbe, Hz. İbrahim (as) ve oğlu Hz. İsmâil (as) tarafından Mekke’de yapılmıştır. İnşâat tamamlandıktan sonra Cibrîl (as), tavâfın ve hac ibadetinin nasıl yapılacağını amelî olarak onlara göstermiş, Hz. İsmâil (as) de Hicaz halkına öğretmişler. Ancak, Hz. İbrâhim (as)’in tebliğ ettiği dini hükümler zamanla unutulmuş, Mekke putperestliğin merkezi olmuştur. Hz. İsmâil (as)’in öğrettiği hac usûlü yavaş yavaş değişmiş yerini putperestlerin haccı almıştır.
Cahiliyye dönemindeki putperestler de Kabeyi tavaf edip Hac yapmaktaydılar. Câhiliye döneminde Mekke şehir devleti on üyeli bir meclis tarafından idare ediliyor, ayrıca dört yabancı kabile de hac yönetimine katılıyordu. Resûl-i Ekrem (asv)’in mensup olduğu Hâşimiler rifâde, sikâye ve Kabe eminliği, Benî Abdüddâr Kabe ve Dârünnedve’nin anahtarlarının muhafazası, Benî Nevfel hacılara harcanmak üzere toplanan vergilerin idaresi, Benî Sehm Kabe’ye yapılan adakların muhafazası ve Benî Kinâne de haccın daima aynı mevsime rastlaması için takvimde yapılan nesî’ ile meşgul olurlardı. Benî Gavs ile Benî Advân ise Arafat’ta ve Müzdelife’de hacılarla ilgilenirlerdi.
Kabe’yi tavaf, umre, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, kurban kesme gibi âdetler devam ettirilmekte, hac putperest gelenekleriyle birlikte sürdürülmekteydi. Umre, nesî’ yoluyla hurma mevsimine rast getirilen receb ayında yapılır, Kabe’nin ziyaret edilmesi ve Safa İle Merve arasında yedi defa koşulması ile tamamlanırdı. Müşrikler, haccı her yıl bahar mevsimine denk düşürmek için iki veya üç yılda bir tekrarlanan nesî’ ile ayların yerlerini değiştirdiklerinden tö­renler, asıl zamanı olan Zilhicce yerine başka aylarda yapılır, ancak yirmi dört yılda bir gerçek Zilhicceye rastlardı.
Hacı adayları, hac mevsiminin başlatıldığı ayın ilk günü ihramlı olarak Ukâz panayırına, yirmi gece burada kaldıktan ve alışveriş yaptıktan sonra Mecenne panayırına ve on gece de burada kaldıktan sonra, arkasından gelen ayın hilâli ile birlikte Zülmecâz panayırına giderler ve burada sekiz gece kalıp terviye günü Zülmecâz’dan ayrılarak arefe günü Arafat’a çıkarlardı. Arefe günü hille’den olanlar (Kureyş ve müttefikleri dışındaki kabileler) Arafat’ta, hums sınıfından olanlar ise (hac ve Kabe ile ilgili çeşitli imtiyazlara sahip Kureyş ve müttefiklerinden meydana gelen kabileler) Harem bölgesi içindeki Nemîre’de hazır bulunurlar ve güneş ufka yaklaşıncaya kadar buralarda kalıp sonra Müzdelife’ye akın ederlerdi. O gece Müzdelife’de geçirilir, ertesi gün fecirden önce vakfeye başlanıp güneş yükselinceye kadar devam edilir, arkasından da Mina’ya doğru harekete geçilirdi; Arafat ve Mina günlerinde alışveriş yapılmazdı. Mina’da yerine getirilmesi gereken, üç gün müddetle şeytan taşlama ve ayrıca kurban kesme menâsiki tamamlandıktan sonra çeşitli toplantılar düzenlenir, şiirler okunur ve kabileler atalarıyla övünürlerdi. Bu âdet, “Hac menâsikini bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta ondan daha fazla Allah’ı zikredin.” (Bakara, 2/200) mealindeki âyetle kaldırılmıştır.
Ziyaretçiler Mina’dan Mekke’ye geldiklerinde şehir halkının evlerinde kalır ve buna karşılık onlara bazı hediyeler verirlerdi. Câhiliye devrinde Araplar Kabe’yi ellerini birbirine kenetleyerek el çırpıp ıslık çaldıklarını söylemektedir ve humsa mensup iseler elbiseleriyle, hilleye mensup iseler tavafı günah işledikleri elbiselerle yapmak istemediklerinden eğer humstan birinin elbisesini ödünç olarak veya para ile alamazlarsa çıplak tavaf ederlerdi. Tefsirlerde,
Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti.’ derler. De ki, Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? (A’raf, 7/28)
mealindeki âyetin Kabe’yi çıplak tavaf edenlerle ilgili olduğu belirtilmektedir. Eğer hille mensubu, üzerindekinin dışında sırf Kabe’yi ziyaret sırasında kullanmak amacıyla daha önce giyilmemiş başka bir elbise getirmişse tavafını onunla yapar, sonra çıkarıp orada bırakır ve “lekâ” denilen bu elbiseye el sürülmez, çürümeye terkedilirdi. Temiz elbise bulamamış hilleye mensup kadınların da avret mahallerini elleriyle kapatarak çıplak katıldıkları tavaf bittikten sonra Safa ile Merve arasında sa’y yapılırdı. Arkasından İsâf’ın putunun (heykel) yanında kurbanlar kesilir, kanından Kabe’nin duvarlarına sürülürdü; kurban kesenler bu etlerden yemezlerdi. Daha sonra her kabile hangi tanrı için ih­rama girmiş ve telbiye getirmişse onun putunu ziyaret eder, yanında tıraş olur ve ihramdan çıkardı. Câhiliye Arapları Kabe dışında Lât, Menât, Uzzâ gibi tanrıların tapmaklarını, ileri gelenlerin kabirlerini ve dikili taşları da (ensâb) tavaf eder ve buna devâr derlerdi.
Hacılara su ve yemek ikram etme âdeti, çok eski devirlerden beri devam ediyordu. Câhiliye döneminde rifâde geleneğini sürdürebilmek için önceleri halktan vergi toplanırdı; daha sonra bu işi şeref kazanmak isteyen zenginler üstlendi. İlk defa deve etinden yemek yaptırıp hacılara dağıtan kişinin Amr b. Luhay olduğu rivayet edilir; onun hacılara elbise dağıttığı da bilinmektedir. Kusay zamanında Kabe yakınlarında, civardaki tatlı su kaynaklarından develerle getirilen suların muhafaza edildiği deriden yapılmış su depoları vardı. Zemzem Kuyusu Hz. Peygamber (asv)’in dedesi Abdülmuttalib tarafından tekrar açıldıktan sonra, sikâye görevi tamamen buradan sağlanan sularla yerine getirildi. Abdülmuttalib develerini sağar ve bunları bal ile karıştırıp zemzemle beraber hacılara dağıtırdı; üzümle zemzemi karıştırıp dağıttığı da olurdu.
İslâmiyet’in zuhuru sırasında sikâye ve rifâde işini Ebû Tâlib yürütüyordu; ancak daha sonra malî durumu bozulduğu için küçük kardeşi Abbas’a bıraktı. Abbas bu görevi Mekke’nin fethine kadar kesintisiz sürdürdü; fethin arkasından Resûl-i Ekrem (asv) kısa bir süre için sikâye ve rifâdeyi ondan aldıysa da daha sonra yine kendisine verdi. Hz. Peygamber 9 (631) yılında Hz. Ebû Bekir (ra)’i hac emîri olarak görevlendirdi ve ona yemek için bir miktar malzeme verdi. Veda haccında ise bu işi bizzat kendisi üstlenmiş, dolayısıyla vefatından sonra yerine gelen halifeler de bunu bizzat yürütmüşlerdir.
Mekke’nin fethinden sonra Kabe’nin içinde ve etrafında yer alan putlarla birlikte Hz. İbrahim (as)’in tebliğ ettiği hac ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmiştir. Hums mensupları kendilerine birtakım imtiyazlar tanıyıp, “Biz ehl-i Haremiz, Kabe’nin bakıcılarıyız.” diyerek Arafat’ta vakfe yapmazlardı. Ancak, “Sonra insanların -sel gibi- akın ettiği yerden (Arafat) siz de akın edin. Allah’tan mağfiret dileyin. Gerçekten Allah çok affedici ve esirgeyicidir.” (Bakara 2/ 199) mealindeki âyetle bu ayrıcalık kaldırılmıştır. Arafat ve Mina’dakİ ticaret yasağı da, “Rabbinizden -ticaret yaparak- rızık aramanızda size herhangi bir günah yoktur.” (Bakara 2/198) mealindeki âyetin inzali üzerine son bulmuştur. Hacdan önce kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırlar ise bir müddet daha devam etmiş, ancak II. (VIII.) yüzyılın sonlarına doğru çeşitli sebeplerle bunlardan vazgeçilmiştir.
İslâmiyet’in doğuşundan sonra hille ehli Safa ile Merve arasında yapılan sa’y vecîbesini, burada bulunan putlara karşı yapıldığı, dolayısıyla Câhiliye âdetlerinden olduğu ve hac menâsikine girmediği gerekçesiyle yerine getirmiyorlardı. Bunun üzerine, “Safa ile Merve şüphesiz Allah’ın şiârlanndandır. Her kim hac veya umre yaparak Beytullah’ı ziyaret ederse Safa ile Merve arasında tavaf (say) yapmasında bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir hayır yaparsa şüphesiz Allah -onu- bilir, karşılığını verir.” (Bakara 2/158) mealindeki âyet indi ve böylece sa’yin hac menâsikinden olduğu açıklanarak, bu hususta zihinlerde beliren şüpheler giderildi.
Kabe’yi çıplak tavaf etme ve hille mensupları tarafından Harem sınırları içine sokulan yiyecek ve içeceklerle koyuna getirilen yasak ise, “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde elbiselerinizi giyin. Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Zira Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için yarattığı ziyneti (el­bise) ve güzel (helâl) azıkları kim haram kıldı! De ki: Onlar dünya hayatında -inanmayanlarla birlikte- inananlar içindir. Kıyamet gününde ise yalnız müminlere aittir.” (Bakara 2/158) mealindeki âyetlerle ve Hz. Peygamber (asv)’in hicretin 9. yılında verdiği, “Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak, kimse Beytullah’ı çıplak tavaf etmeyecektir.” (Buhârî, Hac, 67) emriyle ortadan kaldırıldı.

28/02/2013

Mekke Harem Sınırları



       Mekke‘nin, sınırları Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam tarafından çizilen çevresine Harem (yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz) adının verilmesinin sebebi, zararlılar dışındaki canlıların öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram sayılması, her türlü tecavüzün yasaklanarak buranın güvenli ve dokunulmaz kılınmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabedin Mekke’deki mübarek ev (Kâbe) olduğu, Kâbe “el-beytü’l-haram”, onu çevreleyen mescid “el-mescidü’l-haram”, Mekke şehri de “harem” diye nitelendirilip diğerlerinden farklı olarak ilahi feyiz ve berekete, insanların manevi açıdan temizlenme ve arınmalarına mahal kılındığı, buraların korunmuş ve saygıya değer yerler olduğu belirtilmiştir.
Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam da Mekke’nin fethedildiği gün yaptığı konuşmasında, bu beldenin yerlerin ve göklerin yaratıldığı gün Allah tarafından haram kılındığını ve kıyamete kadar da böyle kalacağını ifade etmiştir. Allah gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke’yi “harem” kılmış, daha sonra unutulan bu statüsü Hz. İbrahim tarafından iade edilmiştir. İki ayette, Hz. İbrahim’in Mekke’yi güvenli bir şehir kılması için, Allah’a dua ettiği belirtildiği gibi bir ayette de Mekke’den güvenli şehir diye söz edilmiştir. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, yeryüzünde Allah’a en yakın ve sevimli olan yerin Kâbe ve çevresi olduğunu söylemiştir. Harem’in bir hususiyeti de orada işlenen sevap ve günahların karşılığının da fazlasıyla görüleceğidir. Bütün mescidlerin, hatta bütün yeryüzünün Allah’a ibadet için mekân oluşturduğu bilinmekle birlikte Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’da namaz kılmanın, Mekke ve Medine haremlerinde ibadet etmenin ferdi-deruni hayat açısından ayrı bir önem taşıdığı şüphesizdir.
İlk defa Hz. İbrahim tarafından tespit edilen Mekke Haremi’nin sınır noktaları “alem” adı verilen taşlarla işaretlenmiştir. Ana yolların üzerindeki alemler, açıklayıcı bilgilerin yazıldığı duvar vb. bir yapı şeklinde iken diğer alemler genel olarak bir taş yığınından ibarettir. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, Mekke’nin fethinden sonra bu alemleri yenilettiği gibi, tarih boyunca çeşitli dönemlerde de yenilenerek Mekke Haremi”nin sınırlarının belirgin kalmasına özen gösterilmiştir.


Mekke Haremi’nin sınırları, Medine yönünde Ten’im, Yemen tarafında Edâetülibn, Cidde istikametinde Hudeybiye’nin uç noktasındaki Şümeysi, Ci’rane cihetinde Abdullah b. Halid mahallesi, Irak yönünde Zatüırk yolu üzerinde Cebelünnakva, Kamülmenazil yolu üzerinde Cebelülmakta, Tâif yönünde Arafat yakınındaki Urene vadisi şeklindedir. Kabe’yi kuşatan Mescid-i Haram ile sınırları belirleyen alemler arasındaki uzaklık en yakını Ten’im (6 km.) en uzağı Hudeybiye (20 km.) olmak üzere 6-20 km. arasında değişmekte, çevresi 127 km. olan Mekke Haremi yaklaşık 550 km2’lik bir alanı kaplamaktadır. Harem ile mikat yerleri arasında kalan bölgeye de Harem’deki yasakların kalkması sebebiyle HiI denilmektedir.
Hz. Aişe, Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam ile Veda Haccı’nı ifa ettikten sonra Ten’im’de ihrama girerek umre yapmıştı. Yakınlığı sebebiyle umre ihramı için en çok tercih edilen bu yerdeki Mescid-i Aişe onun hatırasını taşır.

24/02/2013

Midesini ve Şehvetini Düşünen Eşekler!


Mevlana Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine:
” ‘Allah (c.c.) Kur’an-ı Mecid’inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.’ buyuruyor. O kadar hayvanın içerisinde eşeğin seçilmesindeki hikmeti nedir? ” diye sordu.
Talebeleri, bu meselenin açıklamasını kendisine rica ettiler. Mevlana:
“Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tesbihi, iniltisi vardır. Mesela devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir. İnsanların tesbihi ve zikri olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır. Halbuki biçare eşek sadece iki vakitte anırır. Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında. Demek ki eşek, şehvetinin ve boğazının esiridir. Gönlünde Allah’a ait bir dava, bir sevda bulunmayan, sadece midesini ve şehvetini düşünen birisinin sesi Allah katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.”

22/02/2013

Şeytan, Klonlama ve GDO

Tağyir kelimesi, kumus mütercimi Asım’ın güzel Türkçesi ile, bir nesneyi evelki suretinden bozmak, bir ahara tebdil ve tahvil kılmak manasındadır. Kur’an’da türevleriyle birlikte 6 yerde geçen tağyir 5 yerde olumsuz, bir yerde ise nötr anlamında kullanılmıştır.
Kur’an, tağyiri öncelikle doğal yapıyı, doğal dengeleri bozup hayatın ve insanın ahengine zarar vermek anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda tağyir, şeytani bir faaliyet türüdür. Nisa Suresi 119 Ayet bu noktada bize Şeytan‘ın Cenabı Hakk’a şöyle dediğini duyurmaktadır:
Ve mutlaka onları saptıracağım ve her durumda onları kuruntulara düşürüp, olmayacak kuruntularla aldatacağım. Mutlaka onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine mutlaka onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler. (Elmalı Hamdi Yazır)
Allah’ın yaratışını / yarattığını değiştirmeye hayvanların kulaklarının yarılmasını örnek gösterilmesi, Kur’an-ın, varlık yapıları, özellikle genler üzerinde oynamayı şeytani bir işlem olarak gördüğüne kanıt sayılabilir. Yaradılışın değiştirilmesine karşı çıkılırken, tağyirle hemen hemen aynı anlama gelen Tebdil sözcüğü de kullanılmaktadır. Tebdil sözcüğünü kullanarak bu yasağı koyan Rum 30. ayet, fıtrat (yaradılışın temelleri) tabirini de kullanmıştır. Anlaşılan o ki, anılan ayete göre, Tebdil, fıtratı bozmak ve yozlaştırmaktır. Şöyle deniyor Rum Suresi 30 Ayet:
O halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kedisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah’ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. ( Elmalı Hamdi Yazır)
Allah’ın isim-sıfatlarından biri de Fıtrat olduğuna göre, Fıtrat üzerinde oynamak Allah’ın kudretine ortaklığa kalkmak gibi vahim bir cürettir. Bu demektir ki, tabiatın dengeleriyle oynamak, doğayı taciz ve tahribe uğratmak en vahim dinsizlik ve imansızlıktan biridir.
Kur’an’a dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsan hayatının cehennemileşmesinin temel sebeplerinden bir, Gıdaların / Tohumların Genetik yapılarının değiştirilmesi yani, Gıdalar üzerindeki Tağyir‘dir. Kur’an bu yöndeki teknolojiyi, İnsan mutluluğunu zehirleyen şeytani bir yıkım mekanizması olarak görmektedir. Kur’an, doğal gıdaların bu niteliklerini kaybettiren teknolojik zehirlenmenin insan hayatını cehenneme çevirdiğini kendi üslubu içinde defalarca ifade etmektedir. Kur’an yaradılışın, uzayın ve doğanın temel dengelerine dokunulmamasını istemektedir.
 Şeytan, Adem’e secde etmeyip isyan bayrağını çekince İlahi huzurdan kovulmuş, lanetlenmişti. Bunu üzerine Yaratıcı’ya insanı saptırma gücünde olduğunu, kendisine gerekli süre verilirse bu gücünü ispat edeceğini söylemiş, Yaratıcı da ona bu izni vermişti. Daha da ürpertici olanı, Kur’an’ın, Şeytanın iddasında başarılı olaçağını açıkça bildirmesidir.

1996 Yılında Koyun Dolly ile Başlayan Kopyalama İşlemi,
Kuran’ın Bildirdiği Gibi Kulak Hücresinden Alının Bir Örnek ile Yapılmaktadır.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz