12/11/2015

Biz Kendimiz Olmak İstiyoruz



        Geçmişten günümüze, Avrupa ve Amerika, Türklüğü yok etmek veya etkisizleştirmek, en azından Balkanlar’dan ve Anadolu’dan koparıp Asya içlerine sürmek emelindeydi. 19. asırda, onun düşmanlığına, – Kapitalizm, Komünizm, Farmasonluk gibi birçok fikriyatı ve bunların teşkilatlarını yedeğine alarak siyonizm ve dünya hakimiyeti emeli güden Gizli-Kuvvetin üst aklın düşmanlığı açık edildi.

Milli kültürümüze, 1923 Lozan Muahedesi veya Projesi mucibince, topyekun harb ilan edilirken, hedef, Milletimizi toptan Avrupalılaştırmak, diğer tabirle Frenkleştirmek idi.

Türkler, Avrupa Medeniyetinin alternatifi olan Islam Medeniyetinin ortak kurucusu olduklarına, şahsıyetleri tamamen bu medeniyet tarafından yoğrulduğuna ve hiçbir mugalata bu tarihi hakikati değiştiremeyeceğine göre, onların Avrupa Medeniyetine intisab etmeleri, kendilerine mahsus şahsıyetlerini kaybetmekten, bambaşka bir hüviyete bürünmekten, diğer tabirle temessül etmekten başka ne manaya gelebilir? (…)

Diğer taraftan, madde ile mananın en güzel bir terkibini ifade eden bizim Medeniyetimiz, Avrupa Medeniyetinden üstündür. Bu bakımdan, şahsıyetli bir Islam Birliği, daha insanî bir hayat yaşamak için, Avrupalılara da müsbet bir örnek teşkil edebilir.

Son bir-iki asır zarfında, Avrupa’nın Islam Aleminden üstünlüğünün müdafaa edilebileceği üç cihet mevcuddur:
Ilim ve fen,
Sanayi ve iktisad,
Insan Hak ve Hürriyetleri…

Halbuki, Avrupa Medeniyeti, müsbet ilim zihniyet ve usulunü tamamen Islam Medeniyetine medyundur.Sanayileşme ve iktisadi gelişme ise bilhassa bu ilk iki değerin mahsulüdür. Üstelik, Avrupa, emperyalist / sömürgeci siyasetleriyle, bu son asırlar boyunca, Islam Aleminin sanayileşmesini ve iktisadi inkişafını hep baltalayagelmiştir; yani bu sahalardaki geriliğimizin birinci derecede bir sebebi, Avrupa emperyalizmidir. 

Öyleyse şimdi, daha fazla kalkınmak, iktisaden ve hukuken daha fazla ilerleyebilmek için Avrupa’nın kucağına atılmak, mâkul, haklı bir davranış olabilir mi? Onlara: “Gölge etmeyin, başka ihsan istemez!” demek daha doğru değil midir?
Hayır, ilerlemek için, bizim başlıca ihtiyacımız, şu saçma eziklik duygusundan kurtulup yine kendimiz olmak, aslımıza dönmek, tekrar Müslüman, tekrar Türk olmaktır; bütünüyle milli kültürümüzü canlandırıp, onu, bir taraftan, Insan Hakları ve ilim zihniyetiyle uyuşmayan bütün unsurlardan temizlemek, diğer taraftan da, günümüz hayat ve dünya şartlarında hayatiyetini muhafaza edecek şekilde zenginleştirmektir.

Kendimize dönmek, açıktır ki Milletimiz, Türkiye’de putlar devrilmeden, hayatımız onların manevi tasallutundan kurtulmadan kendine gelemeyecektir.
Biz, Insanî Ahlaka da, Insanî Hukuka da tamamen hürmetkar ve sâdıkız! Bu ahlak ve hukukun bir icabı ve onunla kayıdlı olarak, sadece kendimiz olmak istiyoruz!

Bize düşmanlık yapan ve insanlık suçu işleyenleri tek tek teşhir ediyor ve onlara karşı kendimizi müdafaa ediyoruz. Onların kötülüklerini teşhir ederken, bundan zevk değil, derin bir teessür duyuyoruz. Mahatma Gandhi’den öğrendiğimiz gibi, günahkardan değil, onun günahlarından nefret ediyoruz. Asla onların bize reva gördüğünü biz de onlara yapmak emeli gütmüyoruz. Bize haklarımızı vermek, kendimiz olmamıza mani olmamak şartıyle kıllarına halel getirmek gibi bir niyet beslemiyoruz. Bize durmadan tuzak kurmaktan, ihanet etmekten, bizi sırtımızdan hançerlemekten, bize -aslında, çok kerre, bizim değil kendilerinin işlediği- cürümlerle iftira etmekten vazgeçip Temel Insan Hak ve Hürriyetlerimize riayet ederlerse, kendileriyle, daima sulh içinde yaşamak isteriz ve bu çerçevede kendilerinin bilumum meşru haklarına hürmet etmek azmindeyiz. Lakin karşılıklı olmıyan iyi niyetin bir kıymeti yoktur.

28/01/2015

Ashâbu'l-Eyke Ve Toplumsal Çöküş


  
    Ashabu'l-Eyke son derece verimli bir arazî üzerinde yaşıyorlardı. İklimi son derece güzel ve mutedil idi. Buranın Kızıldeniz sahillerinde olan Medyen şehri olduğu bilinmektedir. Ashabu'l-Eyke tabiri Kur'an-ı Kerîm'de bir kaç kez geçmektedir.

وَاِنْ كَانَ اَصْحَابُ اْلاَيْكَةِ لَظَالِمِينَ

“Ashabu'l-Eyke de gerçekten zalim kimselerdi.”[ Hicr,15/78]

كَذَّبَ اَصْحَابُ لْئَيْكَةِ الْمُرْسَلِينَ

“Ashabu'l-Eyke resullerini yalanladılar”  (Şuara,26/176) ayetlerinde de bu kavimden söz edilmektedir.

Medyen veya Ashabu'l-Eyke halkına Hz. Şuayb (a.s.) gönderilmişti.

وَاِلَى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلَهٍ غَيْرُهُ وَلاَ تَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ اِنِّى اَرَيكُمْ بِخَيْرٍ وَاِنِّى اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُحِيطٍ                            

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim Allah 'a ibadet edin. Sizin ondan başka bir ilâhınız yoktur... "[ Hud,11/84]

Allah'ın dinini ve emirlerine uymayı, onun emir ve yasaklarından başka emir ve yasak kabul etmemeyi onlara son derece güzel bir belâgat ve fesahetle anlatan Hz. Şuayb'ın davetine icabet etmeyip, küfür ve inatlarında ısrar ettiler. Onların vazgeçemedikleri son derece kötü bir alışkanlıkları da vardı. Ölçü ve tartılarda halkı aldatmak; sahte para basıp kalpazanlık yapmak; hile yapmak. Hz. Şuayb (as.) onları bu hâllerinden bir türlü alıkoyamadı. Tevhid'e davet, onlara fayda vermedi ve bu davete kulak asmadılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onlara yedi gün, yedi gece şiddetli bir sıcaklık musallat etti. Nefeslerini tıkadı. Çok bunaldılar. O anda gördükleri bir bulutun altına koşarak toplandılar. Allah'u Teâlâ da gölgelik diye koştukları bulutu ateş haline getirip onları mahvetti. Bu onların istekleriydi. Gerçekten Şuayb (a.s.)'ı yalanlarken:

اِنَّ اِبْرهيمَ لَحَليمٌ اَوَّاهٌ مُنيبٌ () يَا اِبْرهيمُ اَعْرِضْ عَنْ هذَا اِنَّهُ قَدْ جَاءَ اَمْرُ رَبِّكَ وَاِنَّهُمْ اتيهِمْ عَذَابٌ غَيْرُ مَرْدُودٍ () وَلَمَّا جَاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا سىءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هذَا يَوْمٌ عَصيبٌ

“Eğer mümin iseniz Allah'ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim.”
“Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!”( Hud,11/85-87 ) demişlerdi.

Ama hakkı tasdikten uzak durdukları, Allah resulüne muhalefet ettikleri için gerçek yalancı kendileriydi. Nihayet istedikleri oldu ve hak ettikleri cezaya kavuştular

Peygamberler Neden Rehber Kılındı ?



Allah Peygamberleri göndermeseydi insanlık bunu isteyecekti.Zira inanma insanda fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç Allah tarafından formüle edilmeseydi, insanlar arasında bir sürü farklı kulluk anlayışları olacaktı.

Peygamberleri tanımak ve onların çağrılarından haberdar olmak için mutlaka Kur’anda adı geçen Peygamberlerin kısalarını bilmemiz gerekiyor.

Her Peygamber, hem zamanın hem de günümüzde kıssalarıyla yaşayan birer abidedirler. Peygamberlerin yaşantıları, yüce Allah’ın gözetiminde ve meleklerin kontrolünde gerçekleşmiştir. Peygamberlerin yolu hem dünya hem de ahireti kapsamaktadır. Çünkü Onlar sadece insan bedenine dönük yapıcı çağrı yapmamışlar. Onlar insanların ruh hallerine de çare bulmaya çalışmışlardır. Onun içindir ki; Aziz Peygamberler birer ruh mimarıdırlar, ahlak mihengidirler, talim terbiye muallimidirler, sevgi ve şefkat timsalidirler, haya ve edep kılavuzudurlar, akıl ve fikir öncüleridirler, hayat ve mematın, mahşer ve mizanın, cennet ve cehennemin ve rızayı lillahın davetçileri, habercileridirler.

Her Peygamberin yaşam koşulları ve mücadele stratejisi farklı farklıdır. Çünkü yüce Allah (cc) her bir Peygambere farklı imtihan alanı vermiştir. Onun için her mümin Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen Peygamberlerin mücadelesiyle kendi hayatı arasında bağ kurmaya çalışmalıdır. Mesela: Ya Adem (a.s) gibi Şeytanla, Nuh (a.s) gibi kavmiyle, İbrahim (a.s) gibi Nemrutla, Yakup (a.s) gibi oğluyla, Yusuf (a.s) gibi kadınla, iftirayla ve zindanla, Eyyüp (a.s) gibi fakirlik ve hastalıkla, Süleyman (a.s) gibi zenginlikle v.b...

Hz.Peygamber (a.s) hadisi şerif de:
“Şüphesiz ki, Allah (cc) kıyamette dört kişiyi dört sınıfa karşı delil gösterir:

1-Zenginlere karşı Hz.Süleyman (a.s)’ı

2-Hastalara karşı Hz.Eyyüp (a.s)’ı

3-Kölelere karşı Hz.Yusuf (a.s)’ı

4-Fakirlere karşı Hz.İsa (a.s)’ı (İbn Hace, Münebbihat, Tenbih No.9,s35.)

Peygamberlerin geçmişteki medeniyetlerinin günümüzle kıyas edilmesi ve
Peygamberlerin insanların ruhlarındaki cevheri nasıl keşfettiklerini öğrenip günümüzde uygulanabilir şartlarını oluşturmak mutlaka elzemdir.
Peygamberlerin nasıl insanları yaramaz iken ıslah edip yararlı hale getirdiklerini öğrenip tatbik etmek, mücizelerini günümüz şartlarına uyarlamak insani değerlerimiz açısından hayati önem taşımaktadır.

24/01/2015

O Bahtiyar Grup Biz miyiz Acaba ?


يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَاْتِى اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ذلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ  عَليمٌ
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu, bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." [Maide-54]
Bu ayet, ensar hakkında inmiştir. Bunun, henüz o sıralarda var olmayan bir topluluk hakkında işaret olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekir de mürtedlerle âyetin nüzulü sırasında henüz bulunmayan bir toplulukla savaşmıştır. Bunlar ise, Yemen'li Kinde'li, Becile'li ve Eşcalı bir takım kabilelere mensub kimselerdi. Âyet-i kerimenin Eş'ariler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü, haberde varid olduğuna göre, bu âyet-i kerime nazil olduktan kısa bir süre sonra deniz yoluyla Eş'arilerin gemileri geldiği gibi, Yemen kabileleri de deniz yoluyla geldiler. Rasulullah (a.s)'ın döneminde İslama bağlılık noktasında güzel sınavlar verdiler. Irak fetihleri ise genel olarak Ömer (r.a) döneminde ve Yemen'li kabileler tarafından gerçekleştirilmiştir. Âyetin nüzulü ile ilgili olarak ifade edilen en sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur."Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitapla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitap ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.
Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.

Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.

Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.

Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.

Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularımıza taşımaktadır!

Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra,
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.

İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir defaya özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.
Dünya ve içindekiler için utanmadan koşuşup duranlar utanmıyor, çekinmiyorlar da, Yüce Allah'ın dini için neden Müslümanlar geri durmaktan utansınlar. Asıl utanacak olanlar, dinlerini dünya karşılığında değiştirenlerdir.

İman ve Şirk


اِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا

"Kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Ve kim Allah'a ortak koşarsa elbette derin bir sapıkla sapıtmıştır. " [NİSA-116]
Şirk, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde geçmektedir.

Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz. Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir.( el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86)

Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.

Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.

Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur. Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür.

Allah'ın Resûlü Hz. Muhammed (a.s) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:

Helak edici yedi şeyden sakının:

1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;

2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;

3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;

4- Yetim malı yemek;

5- Savaş alanından kaçmak;

6- Faiz yemek;

7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek."[Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48]


* Şirk: mutlak küfür değil, Allah'a ait olan vasıfları Allah'tan başkasına vermektir. Şirkin, şirket ve ortaklık anlamına gelmesinin sebebi bunun içindir.

* Bir kalpte iki mabud olmaz. Aynı zamanda iki sevgide olmaz. Ya Allah sevilecek, ya da Allah'la beraber başka şeyler sevilerek, şirk akidesi taşınacak.

* En büyük şirk, insanın Allah'tan başkasına ibadet edip, kendisiyle Allah arasına engeller koymasıdır.

* Lokman (a.s)'ın oğluna nasihatinde:

وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”[Lokman-13]Çünkü şirkte Allah'ın hakkı ve hukuku çiğnenmiş olur, Allah'a ait hakkı başkasına vermektir ki, bu da büyük günahtır.

İşte,  اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ ayeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz