25/12/2013
Müslüman ve Zarâfet
İnsandan insana fark vardır. Müslümandan Müslümana da fark vardır. Sufiden sufiye de fark vardır.
İnsanı insanlıktan, Müslümanı Müslümanlıktan, sufiyi sufilikten çıkarmaz, ama bazı davranışlar olur ki “Bu olmadı, yakışmadı” deriz.
Ya da, bazı davranışlar sergilenir ki, imreniriz, “Muhteşem, emsalsiz, ne güzel” deriz, dudak ısırırız, güzelliğine hayran oluruz. Farklı kılar o davranış o insanı başkalarından… Hayranlık uyandırır.
Zarâfet böyle bir şey.
Normali aşan bir davranış güzelliği.
Tortularından süzülmüş bir kişiliğin işareti.
Bir tür edinilmiş asalet hali.
İslam, insanı alır, süze süze, o davranış güzelliğine getirmek ister.
Kelime-i şehadetle girildiğinde, aslında İslam dairesine girilmiş olur. Ama İslam onunla sınırlı değildir. İslam bir seyrü süluktur. “En güzel insanla aynileşme”ye doğru bir yolculuktur.
Hani, Hucurat 14’te “İman henüz kalplerinize yerleşmedi, onun için iman ettik değil, islam dairesine girdik deyin…” diye uyarılır ya “bedevi” müslümanlar… İşte öyle bir yolculuk…
Bir bedevi gelir, Mescid-i Nebeviye bevl eder. Oradaki Müslümanlar kızar bedeviye, ama Rasulullah, “Bırakın yapsın” der. Yapılan iş, bedevinin Müslümanlığını ortadan kaldırmamaktadır. Ama Müslümanlık orada da kalamaz, o bedevi, kişiliği terbiye edile edile, Mescid’e bevl edilmeyeceğini anlayacak hale gelmelidir. Hatta daha ötesini de anlamak gerekecektir Rasulullah’ın ölçülerine yakın bir Müslüman olmak için….
Bu şu demek:
İslam olur, iman olur, ama bir de İslam’ın ve imanın zarâfet şeklinde kişiliklere yansıması olur.
Zarâfet inceliktir, nezakettir, nezahettir, güzelliktir, ölçüdür, süzülmüşlüktür.
Denebilir ki zarâfet, Rasulullah Efendimizin “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği, salim olduğu insandır.” (Buhari, İman, 4) diye tarif ettiği Müslümanlık kıvamıdır.
El ve dil…
İnsanın en dışa dönük uzuvlarıdır. Jestler ve mimikler oradan yansır dışarıya… Yani insanlık kalitemizin sergi alanıdır ellerimiz ve dillerimiz.
İnsanın içindeki dünya, dışa eliyle ve diliyle yansır.
İşte o uzuvlarda, bir başkasına olumsuz gelecek hiçbir şeyi, Müslümanlık içinde görmüyor Allah Rasulü (s.a.)
El ve dil, içerdekini yansıtır, dedik.
İnsanın iç âlemi ise, ancak, imbikten süzülerek eli ve dili “Müslümanlık kıvamı”na getirebilir.
İslam’da amentü var.
İslam’da namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler var.
Ama İslam’da, bunlardan öte, ya da bunları da gerçek kıvamına eriştirecek, ya da bunlar gerçek kıvamına eriştiğinde husule gelecek şahsiyet özellikleri de var.
Mesela, “Kul hakkı” müessesesi, bütün bu temel değerlerin insan hayatına en ince hassasiyetler halinde yansımasını sağlayan kişilik disiplinidir. Bir Müslümanın hayatında “kul hakkı” disiplininin yansımadığı alan yok gibidir.
Bakalım mesela:
“Güler yüz sadakadır.” buyuruyor Rasulullah (s.a.) Böylece bir “Müslüman yüzü” tarif ediliyor. Ne demek bu? Başka bir zaruret yoksa yüzünü tebessümle donat, demek. Tebessüm mü güzel bir insan yüzü için, abus çehre mi? Tabii ki tebessüm. Tebessümün “sadaka” olarak nitelenmesi, onun bir başkasına ihsan – yani güzellik, iyilik taşıyor olmasından kaynaklanıyor.
İnsanın yüzünün tebessümle donanması için, yüreğinin itmi’nan içinde olması gerekir. Teslimiyet gerekir. Rıza gerekir. İçin durulması gerekir. Teşevvüşün son bulması gerekir. Onun için insanın Kader’le probleminin kalmaması gerekir.
İslam, insandan göz – kaş işaretlerini bile ölçülü kullanma gibi bir hassasiyet istiyor. Göz kaş işaretleriyle bir başkasını kınamak, asla kabul görmüyor.
Sesi kullanırken zarâfet istiyor İslam..
“Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman, 19)
Müslüman bu terbiyeyi, bizzat Rasulullah’ın huzurunda, ve bizzat İlahi Kelam’ın “sesini O’nun sesinden yüksek çıkarmama” uyarısıyla terbiye edilerek öğreniyor.
Dilin zarâfeti bakın hangi alanlara ulaşıyor?
-Üç kişi bir arada iken iki kişinin kendi aralarında fısıldaşmaları hoş karşılanmamış.
Hakaret etmemek temel bir hassasiyet..
Yalan söylememek öyle.
Gıybet etmemek öyle..
Söz getirip götürmemek öyle..
Gözde, bakışta zarâfet arıyor İslam. Bir başkasının görülmesini istemediği mahrem alanına bakmamak terbiyesi veriliyor Müslümana.
Mahremiyet hassasiyeti başlı başına bir Müslüman toplumun zarâfet itinası haline geliyor.
Tecessüs, ayıp – kusur arama yasaklanıyor.
Aksine ayıp örtücülük bir karakter halinde telkin ediliyor.
Yürüyüşte bile zarâfet istiyor.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra, 17)
İslam, insanı, her anlamda ve her alanda zarâfetle donatan bir değerler manzumesidir.
İnsan ilişkilerini zehirleyen en kötü huylardan birisi olan kibir olmamalı İslam’ın insanında.
Bir başkasını aşağılama olmamalı.
Yaptığı işi güzel yapmalı Müslüman.
Kabrin toprağını düzenlerken bile hassasiyet gösterilmesi Peygamber’in terbiye kuralları içinde yer alıyor.
Burada da insanların bakışına, baktığı şeyi güzel görmesine itina etmek var.
Güzel kokmak, bunun için koku sürünmek mesela.. Ter kokusu, sarımsak kokusu gibi şeylerden kaçınmak, bu halde mescide gelmemek var.. Rabbin huzuruna çıkarken, onun nimetlerini üzerinde taşımak var.
Temiz giyinmek…
Vücut temizliğine itina etmek var.
Dua ederken sesi haddinden fazla yükseltmeyi “haddi aşmak – aşırı gitmek” olarak vasıflandırıyor Rabbimiz…
“Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o aşırı gidenleri sevmez.” (Araf, 55)
(En güzel isimler [esma-ül-hüsna] Allah’ındır. Ona o güzel isimlerle dua edin) buyuruluyor. (Araf 180)
Yani el açmak ve gönlümüzün taa derinliklerine ulaşarak “Ya Rahim, ya Rahman, ya Rauf, Ya Gaffar, ya Halim, ya Settar….” diye seslenmek… Duada zarâfet…
Rasulullah Efendimiz, savaş esnasında bir vadiyi aşarken yüksek sesle tekbir getiren ashabına “Ey insanlar! Nefislerinize merhamet ediniz. Zira siz sağır ve uzak olana dua etmiyorsunuz. Ancak siz sizinle beraber olan, işitici ve yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz.” uyarısını yapıyor.
İslam’ın en temel müesseselerinden birisi infak. Ama infak, sadece vermek değil, vermek ama güzel vermek. Yani infakta zarâfeti gerçekleştirmek.
Nedir infakta zarâfet?
Sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması, mesela.
Başa kakmamak mesela.
Borçlu hale getirmemek mesela.
Kendisini sadakayı alandan üstün görmemek mesela.
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir” (Bakara, 263)
Allah Teala’nın bütün sınırsız zenginliğine, sınırsız kudretine rağmen “Halim” olması neden hatırlatılır sık sık? Çünkü yumuşak huyluluk diye tercüme edilen “hilm” telkin edilir Müslümana ve hilm, zarâfetin olmazsa olmazlarındandır.
İnfaktaki zarâfeti anlatmaya devam edelim:
Sadakayı alana, böyle bir infakta bulunabilme fırsatına vesile olduğu için teşekkür etmek mesela.
İnfak terbiyesinde zirve ise, sadakaları, o rızkı kendisine lutfeden varlığa, yani bizzat Allah’ın eline verdiği duygusuyla, büyük bir ihtiram halinde vermek…
Bu, infakta zarâfetin de zirvesi olmalıdır.
Acaba namazda da zarâfetten söz edilebilir mi?
Pek tabii edilebilir:
Mesela, tadil-i erkana riayet etmek namazda zarâfet değil mi? Yani gerçek Huzur duygusuyla, büyük bir vakar içinde Rabbin önünde kıyam etmek, rüku etmek, secde etmek… Her rükne itina etmek, hakkını vermek, onun Rabbin Huzurunda yapıldığı bilincinden asla uzaklaşmamak…
Zarif bir namaz üzerinde düşünürsek, eminim, onun yalap şap kılınan, eğilip kalkılan, namazda olduğunun bile farkında olunmayan, ve Rasulullah Efendimiz gördüğünde “Bu namaz olmadı” diyeceği, mahşer ortamında kişinin yüzüne çarpılacak olan namazdan farklı olacağını göreceğiz.
Rasulullah’ın terbiyesi, Rabbani bir terbiyedir. “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyuruyor.
İşte o terbiyenin içine “rahmetle donanmak” giriyor. “Kaba ve katı yürekli olmamak” giriyor ve “yumuşak davranmak” giriyor. (Ali İmran, 159) Bunların her biri, Rasulullah Efendimizin “zarif” şahsiyetinin pırıltılı yansımalarıdır ve her bir Müslüman’a “güzel örnek” olsun diye Kelam-ı Kadim’de yer almıştır.
Tıpkı bunun gibi, İlahi Kelam’a yansıyan çerçevede ailede zarâfet, sevgi (mahabbet) ile inşa ediliyor, merhametle (rahmet) inşa ediliyor. Müslüman ailenin zarâfeti, “kalplerin birbirine ısındırılması” ile ve bünyesinde barındırdığı “sekinet”le temayüz ediyor. Her gün bir dalaşın yaşandığı yer değil, olmamalı Müslüman aile. (Rum, 21)
Ve bu ailelerin temeline yerleştiği “Müslüman toplum”, sevgi ve merhametle dokunan, “kul hakkı hassasiyeti” ile herkesin birbirinin hukukuna itina ettiği, üstelik bunu, bir polis disiplinine gerek duymaksızın, içten çıkıp dışa yansıyan bir karakter halinde, adeta bir suyun akışı niteliğinde tabii hale getirmiş bir zarâfet toplumu oluyor.
Bugün İslam toplumları bu nitelikte mi? Tartışılabilir.
Ama İslam’ın inşa etmek istediği toplumun bu toplum olduğu muhakkak.
Rasulullah Efendimizin muazzez kişiliği orada duruyor.
Kur’an’ın rahmet ölçüleri orada duruyor.
Ve Kur’an ölçülerinde, Rasulullah (s.a.) ölçülerinde kişilikleri süzüp zarâfet örneği haline gelen Allah dostları orada duruyor.
Yapılması gereken, bu güzellikleri kişiliğimize taşımak ve “Zarif Müslüman” olabilmektir.
Mülk Suresi’nin hemen başındaki “Sizi, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda imtihan için yarattık” (Ayet 2) buyurulması, bir anlamda önümüzde tüm hayatımız için bir zarâfet yarışı başlatmış olmuyor mu?
Son söz yine Rasululllah Efendimiz (s.a.)’e ait olsun:
““Allah cemildir ve cemal sahiplerini sever, cömerttir ve cömerdi sever, kerimdir ve kerimi sever, temizdir ve temizi sever.” (Tirmizi, edeb 41)
Gül Yaprağı Kadar Zarif
Gönül terbiyesi almış İslam büyüklerinin birbirine karşı gösterdiği saygıyı Mevlânâ Câmî’nin (Molla Câmî olarak da bilinir) başından geçen bir hadise çok güzel anlatır.
Mevlânâ Câmî (1414-1492) yılları arasında yaşamış olan ünlü İslam alim ve şairlerinden biridir. Onun yaşadığı dönemde tanınmış âlimler, şairler, yazarlar ve bilginler “Suskunlar Meclisi” adını verdikleri bir heyet oluşturmuşlardı. Bu meclis, üyelerini çok düşünen, az konuşan ve az yazan insanlar arasından seçiyordu. Meclisin üye sayısı ise otuz kişiyle sınırlı tutulmuştu. O dönemde yaşayan âlim, şair ve yazarların içinde bu meclise üye olma arzusu vardı. İşte Mevlânâ Câmî bunlardan biriydi. O, gerçekten çalışmaları, ahlakı, nezaketi ile örnek bir insandı. Ancak suskunlar meclisinin üye sayısının sınırlı olması onun, seçkin insanların yer aldığı bu kurulda bulunmasına imkân vermiyordu.
Bir gün suskunlar meclisinin üyelerinden birinin öldüğünü duymuştu. Bunun üzerine üyeleri toplantı halindeyken toplantı yapılan binaya geldi. Binanın önünde bir kapıcı bekliyordu. Ona hiçbir şey demeden isteğini bir kağıda yazıp içeriye gönderdi. Meclis üyeleri Mevlânâ Câmî’yi çok yakından tanıyorlardı, fakat vefat eden üyelerinin yerine birkaç gün önce başka bir değerli insanı almışlardı. Ama Mevlânâ Câmî gibi birini de kapıdan çevirmek, “seni üye yapamıyoruz” demek oldukça zordu. Kendi aralarında epeyce düşündüler.
Ardından da bir bardağı ağzına kadar su ile doldurup kapıcıyla Mevlânâ Câmî’ye gönderdiler. Bununla meclisin üye sayısının tam olduğunu, yeni bir kişiye yer olmadığını anlatmak istiyorlardı. Kendisine, ağzına kadar su ile dolu bir bardak gönderilen Mevlânâ Câmî, meclis üyelerinin ne demek istediğini anlamıştı. O da hemen yanındaki gülden bir yaprak koparıp yavaşça bardağın üstüne koydu.
Haliyle gül yaprağı bardağı taşırmamıştı. Verdiği bu cevapla kendisi için de suskunlar meclisinde bir yerin bulunduğunu anlatmak istiyordu. Meclis üyeleri de ağzına kadar su dolu olan bardağın üzerine bir gül yaprağı konarak kendilerine geri gönderildiğini görünce durumu hemen anladılar. Böyle bir insana çok nazik bir şekilde de olsa daha önce “meclisimizde yer yok!” anlamında bir cevap verdiklerinden dolayı çok üzüldüler. Otuzla sınırlı olan üye sayılarını da aşarak Mevlânâ Câmî’yi meclislerine üye yapmaya karar verdiler.
Mevlânâ Câmî meclise gelince başkan onun adını da listeye yazdı. Üye sayısını belirten otuz sayısının önüne bir sıfır yazarak Mevlânâ Câmî’ye verdi. Başkan bununla Mevlânâ Câmî’nin katılmasıyla meclisin değerinin on kat arttığını anlatmaya çalışıyordu. Listeyi eline alan Mevlânâ Câmî, kendisinin gelmesiyle meclisin değerinin on kat artmış olduğu düşüncesine katılamadığını göstermek için otuz sayısına eklenen sıfırı silip otuzun soluna yazdı.
Verdiği bu cevapla meclisin üye sayısını artırmadığı gibi, kendi değerinin, bu meclisin yanında solda sıfır olduğunu anlatmak istiyordu. Son verdiği cevapla, gösterdiği saygı ve alçak gönüllülük ile Mevlânâ Câmî, suskunlar meclisinin en değerli üyelerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu.
Bu yaşanmış vakıa bize zarâfetin insan ilişkilerini ne ölçüde güzelleştirdiğini nasıl anlatıyor? Anlaşılan mesele gül yaprağı kadar zarif ve bulunduğu ortama fazla gelmemekte toplanıyor.
Ahmet Taşgetiren
10/12/2013
İçki ve Yasaklanması
Araplar eğlenmek için su gibi içki tüketiyorlardı. Sıcak bir ülke olduğu için oyun ve eğlence Arapların geleneklerine girmişti. İçki âlemleri, şarkı ve cariyelerin raks etmeleri Arapların en fazla rağbet ettiği eğlence şekliydi. Bilhassa düğünler bu gibi eğlenceler tertip edilirdi.
İçki yasaklanmadığı için Müslümanlar tarafından da çokça tüketiliyordu. Hatta içkinin ticaretini yapanlar da vardı. Kumar da oyunların başında geliyordu. Bu nedenler de aralarında münakaşalar ve hatta kavgaya varan çatışmalar yaşanıyordu. Bu da mü’minlerin kardeşliğine büyük ölçüde zarar veriyordu. Beni Nadr Yahudilerinin sürgün edilmesinden sonra sarhoşluk veren bütün içecekler Allah tarafından kesin olarak haram kılındı.
Ancak içkinin haram kılınması bir anda olmadı. Önceleri mü’minlerin içkiden yavaş yavaş terk etmeleri ve ruhen nefret etmelerine zemin hazırlanıyordu. Bu nedenle kesin yasak üç merhale gerçekleşti.
Birinci merhalede sahabeler içki konusunda peygamberimizden
(sav) açıklama istediler. Bunun üzerine nazil olan ayette yüce Allah
يَسَۡٔلُونَكَ
عَنِ ٱلۡخَمۡرِ وَٱلۡمَيۡسِرِۖ قُلۡ فِيهِمَآ إِثۡمٞ كَبِيرٞ وَمَنَٰفِعُ
لِلنَّاسِ وَإِثۡمُهُمَآ أَكۡبَرُ مِن نَّفۡعِهِمَاۗ وَيَسَۡٔلُونَكَ مَاذَا
يُنفِقُونَۖ قُلِ ٱلۡعَفۡوَۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ ٱللَّهُ لَكُمُ ٱلۡأٓيَٰتِ
لَعَلَّكُمۡ تَتَفَكَّرُونَ ٢١٩
“Sana içki kumarı
soruyorlar. De ki: onlarda büyük günah olmakla beraber insanlar için bazı küçük
faydalar da bulunmaktadır. Ancak onların günahı faydalarından çoktur” (Bakara-219)
ayeti nazil oldu.
Bunun üzerine sahabelerin çoğu “zararı faydasından çok
olan ve büyük günah olan şeyi az bir fayda için içmek akıllılık değildir”
diyerek terk ettiler ve sözleri geçenlere de terk ettirme konusunda
tavsiyelerde bulunmaya başladılar.
Hz. Aişe (ra) “Yüce Allah bize imana
ait hususları ve ibadete ait hususları öğretmeden ve bunları aklen, kalben ve
ruhen kabul etmeden ‘içki içmeyin’ ve ‘zina etmeyin’ demiş olsaydı, kimse
Resulullah’ı dinlemezdi, etrafından dağılırlardı” demiştir. İ
çkiyi
bırakmayan tiryakiler arasında da bazı nâhoş durumlar eksik olmuyordu. Zaman
zaman kavgaya varan ve kırgınlıklara sebep olan durumlar yaşandığı gibi, namaza
ve ibadete engel olacak olaylar da eksik olmuyordu. İçkiden sarhoş olan namazı
kaçırıyor ve oruç tutmakta zorlanıyordu.
Hatta bir defasında Abdurrahman b. Avf
(ra) sahabelere bir ziyafet vermiş, ziyafetten sonra içki içilmiş ve namaz
kılınmış Namazda da Kâfirun suresini okurken yanlış okuyarak namazın
bozulmasına sebep olmuştu.
Bu olay peygamberimize (sav) anlatılınca
peygamberimiz (sav) üzüldü. Hz. Ömer (ra) da “Ya Rab! Bu konuda açık bir
hüküm inzal et!” diye dua etti. Bu olay üzerine de
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ
لَا تَقۡرَبُواْ ٱلصَّلَوٰةَ وَأَنتُمۡ سُكَٰرَىٰ حَتَّىٰ تَعۡلَمُواْ مَا
تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّىٰ تَغۡتَسِلُواْۚ
“Ey İman edenler!
Şarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman
da gusl edinceye kadar namaza yaklaşmayınız” (Nisa-43) ayeti nazil oldu.
Bunun üzerine sahabeler “Yâ Resulallah! Biz namaz vakti
yaklaşınca içki içmeyiz” dediler. Peygamberimiz (sav) onlara cevap vermedi.
Sahabelerin birçoğu namazı kaçırmamak için içkiyi azalttılar ve içmemeye
başladılar. Peygamberimiz (sav) de “Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın” diye nida
ettiriyor ve içkili olanı mescide almıyordu.
Daha sonra bir ziyafette yemekler yenmiş, sonrasında eğlence
meclisi kurulmuş, içki içilmiş ve kabileler birbirlerini överek üstünlük
iddiasına başlamışlardı. Aralarında münakaşa başladı. İş kavgaya vardı. Birisi
eline geçirdiği bir devenin çene kemiğini kapmış ve Sa’d b. Ebi Vakkas’ın (ra)
başına vurarak yaralamış ve çok tatsız bir durum ortaya çıkmıştı.
Bunun üzerine
yüce Allah içki ve kumar konusunda kesin hükmünü inzal ederek yasaklamıştır.
يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ
إِنَّمَا ٱلۡخَمۡرُ وَٱلۡمَيۡسِرُ وَٱلۡأَنصَابُ وَٱلۡأَزۡلَٰمُ رِجۡسٞ مِّنۡ
عَمَلِ ٱلشَّيۡطَٰنِ فَٱجۡتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمۡ تُفۡلِحُونَ ٩٠
“Ey iman edenler!
İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal oklarının tamamı şeytan işi
pisliklerdir. Bunlardan kesinlikle sakının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz
şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ın anmaktan
ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Maide-90) buyurarak
nazik bir ifade ile kesin şekilde yasaklamıştır.
Bu ayet nazil olduktan sonra peygamberimiz (sav) Medine
sokaklarında “Allah içkiyi haram kılmıştır” şeklinde ilan yaptırmıştır. Bunun
üzerine sahabeler mescide doldular. Namazdan sonra peygamberimize (sav) bununla
ilgili pek çok sorular sordular.
Sahabelerden birisi sordu: “Ya Resulallah! İçkiden kast
edilen nedir? Sadece üzüm ve hurmadan yapılan içki mi yasaklanmıştır?” Peygamberimiz
(sav) cevap verdi: “Allah sarhoşluk veren her şeyi hamr/içki olarak
isimlendirmiş ve tümünü yasaklamıştır. Bu nedenle sarhoşluk veren her şeyi
haram kılmıştır.”
Sahabelerden Deylem el-Hımyeri (ra) sordu: “Ya Resulallah!
Ben onu ilaç için üretiyorum” dedi. Peygamberimiz (sav) “O ilaç değildir. Tam
tersine hastalıktır” buyurdular. Câbir b. Abdullah (ra)
sordu: “Ya Resulallah! Sarhoş etmeyecek kadar az içmekte bir mahzur var mı?”
diye sordu. Peygamberimiz (sav) “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır” buyurdular.
Sonra peygamberimiz (sav) sahabelerine nasihat etti. Son olarak da “İçkiden
uzak durunuz; çünkü o bütün kötülüklerin anasıdır” buyurdular.
Böylece sahabeler içki konusunda tam olarak aydınlanmış
oldular ve “Allahım! Artık içki ve kumardan tamamen vazgeçtik”dediler.
Mescitten çıkarak kararlı bir şekilde evlerine gittiler. Evlerinde bulunan içki
küplerini dışarıya çıkararak döktüler. Bazıları küplerini beraber kırdı. Medine
sokaklarından sular gibi içki aktığı rivayet edilmiştir.
Hayatı Anlamak ve Anlamlandırmak
1. Hayatın anlamı var mıdır?
Evet hayatın anlamı vardır. Bunu açıklamadan önce hayatın anlamının neden olması gerektiğini ispat edelim.
Görüyoruz ki; kainatta canlı ve cansız varlıklar mevcuttur. Bir kitap kâtipsiz, bir saray ustasız olamaz iken bu düzen içerisindeki kainat kitabının bir sahibinin, bir yaratıcısının olmaması düşünülebilir mi?
Hayatı, ilmi, şuuru olmayan Güneş belli bir yörüngede hareket eder ve ısı ve ışığını Dünya’ya ulaştırır. Güneş adeta Dünya’nın lambası ve sobasıdır. Dünya’dan çok daha büyük ve uçağın hızından çok daha hızlı bir şekilde hareket eden yıldızlar birbirlerine çarpmadan, beraberce uzay okyanusunda yüzerler.
Hayatı, ilmi, bilinci, merhameti olmayan bulutlar Allah’ın emri ile toplanırlar ve çarpışarak ölü toprağı canlandıran, canlılara ferahlık veren yağmur damlalarını çıkarırlar. İlmi olmayan, âciz arılar lezzetli, faydalı bal nimetini ve ilimsiz, şuuru çok sınırlı inekler insanlara fayda veren lezzetli süt nimetini üretirler.
Demek ki; bu canlı ve cansız varlıklar başıboş hareket etmezler. Demek ki; onların vazifeleri vardır.
Peki şimdi soralım: Acaba bu canlı ve cansız varlıklar başıboş bırakılmamış iken akıl sahibi, irade sahibi olan insan başıboş bırakılabilir mi? Bu canlı ve cansız varlıklar Allah’a itaat ederek belli vazifeler yaparlar iken şuuru ve ilmi olan insan vazifesiz kalabilir mi?
Elbette insan başıboş bırakılmamıştır. Elbette insanın bu dünyada önemli vazifeleri vardır. Elbette insanın hayatının anlamı vardır.
2. İnsan hayatın anlamını nasıl bulur?
İnsan akıl sahibi, irade sahibi bir varlıktır. Ancak yine de insan âcizdir. İnsan bazen bir sineğe yenik düşer. İnsan kendi iradesi ile, ilmi ile çalışarak, çabalayarak nefes alıp vermez. İnsan yemek yer ancak yemeğin öğütülmesi işini insan kendi çalışması, iradesi ile yapmaz. Demek ki; insan kendi kendisine bile hâkim değildir. İnsan, hücrelerindeki DNA moleküllerinin yapısından habersizdir. Ancak laboratuvar çalışmaları ile bu yapılar incelenebilmektedir.
Hayatı sınırlı, aklı sınırlı, ilmi sınırlı, kudreti sınırlı olan insan sadece kendi varsayımları, kendi fikirlerine başvurarak hayatın anlamını bulamaz. İnsan aklı karanlık ortamda bir yıldız böceği gibidir. İnsan, eğer bir Güneş’e dayanmaz ise karanlıkta kalmaya mahkum olur. O Güneş, mesajını cüz’i irade sahibi olan varlıklardan değil, külli irade sahibi olan, bir zerreyi yarattığı gibi yıldızları da kolayca yaratabilen, sonsuz hayata, sonsuz ilme, sonsuz kudrete sahip olan bir Yaratıcı’dan almalıdır. Demek ki; o Güneş ancak peygamberler olabilir çünkü külli irade sahibi olan Allah’ın mesajını insanlara ulaştıran aydın zâtlar, muallimler (öğretmenler), rehberler peygamberlerdir. Peygamberlerin aldığı vahiy kesin doğru bilgidir.
3. Hayatın anlamı nedir?
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir.”İnsan bu dünyaya kainatı yoktan var eden, zerrelerden yıldızlara bütün kainata hâkim olan, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yaratan, sonsuz hayat, sonsuz ilim, sonsuz kudret sahibi olan Allah’ı tanımak, Onun birliğine iman etmek ve Ona kulluk etmek, yani Ona ibadet etmek için gönderilmiştir.
Yeryüzünün halifesi olan insan Allah’ın isimleri ve sıfatlarını bilerek kainatı tanır ve kainattaki varlıkların neden var olduğunu bilir. Kainattaki tüm varlıkların Allah’ın kudreti ile varlık sahasında olduğunu bilen Müslüman, Allah’ın kudretini tefekkür eder ve Allah’a güvenir. Hazreti Adem’den beri yaşamış olan tüm Müslümanlar hayatın anlamını peygamberler vasıtası ile öğrenir ve bu dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu, gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilir.
05/12/2013
İslam ve Niyet
“Kim bir hayırlı işi yapmaya yönelirse, onu yapan kadar mükâfat alır”.
Dinimiz her iş ve eylemde niyeti yani amacı ve maksadı, niyet ise samimiyeti yani içtenliği, samimiliği esas alır. Yaptıklarımız niyetin samimiliğine göre değerlenir.
Sözlükleri karıştırdığımızda niyet ile ilgili şunları buluyoruz; kastetmek, karar vermek, kalbin bir şeye yönelmesi, ne yaptığını bilerek yapmak.
Diyebiliriz ki niyet kişinin kalbindeki tercihidir. Dolayısıyla kişinin niyetini ya sahibinin açıklaması ile ya da niyetini eyleme dökmesi ile bilebiliriz.
İnsan bir işi ya diliyle, ya kalbiyle ya da diğer uzuvları ile yapar. Diliyle konuşur, kalbiyle niyet eder ve düşünür, diğer uzuvları ile eylem ve davranışları gerçekleştirir. Elbette bu konuşmalar, eylem ve davranışlar ise niyetlere bağlı ve onların sonucu olarak gerçekleşmekte. Dolayısıyla niyetimiz iyiyse bu bazen başlı başına ibadet olur.
İmam-ı Şafiye ve Ahmed b. Hambel’e göre “İslâm’ın temeli üç hadis üzerine kurulmuştur;
Birincisi, “Ameller niyetlere göredir.”
İkincisi, “Helal ve haram bellidir.”
Üçüncüsü ise “Dine dinden ve sünnetten olmayan bir şeyi katmak reddolunmuştur” hadisleridir.
İmam-ı Şafii bu hadisin fıkıhtan yetmiş ayrı bölüme girdiğini ifade eder.
“Dinden olmayan bir şeyi dine katan reddolunur” hadisi ahiret işini, “Ameller niyetlere göredir” hadisi de dünya işlerini tanzim etmiştir. Birincisi ihlâsı, ikincisi niyeti anlatır.
İnsanın Değerle(n)mesi
Rabbimiz bizleri, soyumuza ve şeklimize göre değil, halis niyetimizin merkezi olan kalbimize göre değerlendirir. Bunu Efendimizin şu hadisinden biliyoruz;
“Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim, İbn Mace)
Kalbin dürüstlüğü amelin dürüstlüğündendir; amelin dürüstlüğü ise niyetin dürüstlüğündendir. Nice küçük ameller vardır ki niyet onu büyütür; nice büyük ameller vardır ki, niyet onu küçültür. Ameller ancak üç şeyle düzgün olur;
Takva,
İsabet
Hayırlı niyet…
Allah insandan ancak niyet ve irade ister. Allah’ı tercih etmek ve rızasını istemek Allah yolunda cihat etmekten daha üstündür.
Rabbimiz bizim samimi niyetimiz ile değer veriyor. Dil ile bir şeye niyet edince kalp buna katılmazsa elbette niyet makbul olmayacaktır yani kabul olunmayacaktır.
Yaratıcımız, bizi yoktan var edip dünyaya gönderen Rabbimiz, Allah (c.c.) bize şöyle hitap ediyor;
“Bununla beraber, hakkında hata ettiğiniz şey hususunda size bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kastettiğinde (günah) vardır. Çünkü Allah, Gafur (çok bağışlayan)dur, Rahîm (çok merhamet eden)dir”. (Ahzab Suresi 5. Ayet).
“Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kalplerinizin (ihtirasla) arzuladıklarından sorumlu tutacaktır: Allah, çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir”. (Bakara Suresi 225. Ayet)
Ayrıca Rabbimiz biz gizlesek de, saklasak ta içimizde yani kalbimizde olanı bilmektedir. Bunu şöyle ifade ediyor;
“De ki: ‘Sinelerinizde olanı gizleseniz de onu açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde olanı da yerde bulunanı da bilir.’ Ve Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir”. (Ali İmran Suresi 29. Ayet)
“(Allah) gözlerin hain olanını (harama bakanları) ve sinelerin gizlediğini bilir”. (Mümin Suresi 19. Ayet)
Niyetler ve Sonuçları: Somut Örnekler
* Ashâb-ı kirâm Medine’ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine’de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam’ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler.
İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın (Ummu Kays) hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. (Kastalanî, İrşadu’s-Sârî, 1/55)
İşte Hz. Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine “Ameller ancak niyetlere göredir” buyurdu. (Buhârî, Bedu’l- Vahy, 1; Muslim, İmâre, 155)
* Bir kişi, “Ey Allah’ın Resulü, kimisi dünya için savaşır” dedi. Efendimiz “Onun ecri yoktur” buyurdu.
Peygamberin bu cevabı birçok kimseye ağır geldi. Soru soran adama Hz. Peygamber’den bir daha sormasını istediler. “Belki de sen iyi anlatamadın ” dediler.
Adam gelip bir daha, “Ey Allah’ın Resulü! Bir kişi sözde Allah için savaşır, fakat bundan maksadı dünyalık elde etmektir. Bunun durumu nasıldır ” diye sordu.
Efendimiz, “Onun herhangi bir ecri yoktur” cevabını verdi.
Bu, halk üzerine çok ağır ve büyük bir felaket gibi çöktü. Adama, “Tekrar Resulullah’a git, üçüncü kez sor!” dediler. O da Efendimize üçüncü kez aynı soruyu sordu. Efendimiz, “Onun ecri yoktur” buyurdu. (Terğib, II/419 (Ebu Davud, İbn Hibban ve Hakim’den).
- Bir adam Hz. Peygamber’e gelerek,
“Ey Allah’ın Resulü, hem sevap, şöhret için savaşa katılan kimseye ne vardır ” diye sordu. Hz. Peygamber cevap olarak;
“Hiç bir şey yoktur!” dedi. Adam meseleyi üç defa peygamberden sordu, peygamber de ona üç defa, “Hiç bir şey yoktur” diye cevap verdi. Sonra, “Allah amelden ancak halis olanı, hedefi Allah’ın rızası olan ameli kabul eder” dedi. (Terğib, II/412).
Tevekkül Edebiliyor muyuz ?
Yüce Allah’a inanan insan, O’na teslim olur, O’na güvenip dayanır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Eğer gerçekten inananlardan iseniz, Allah’a tevekkül edin.” (Maide, 23; Yunus, 84) buyurularak; imanla tevekkül arasında sıkı bir ilişkiye dikkat çekilir. Günümüz insanı, bir çok korku ve endişe içinde hayatını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir başka ifade ile o, güvensizlik içindedir. Halbuki insanı yoktan var eden, ona sayısız nimetler ihsan eden Rabbine tam bir imanla bağlanabilse, onun bu korkuları, endişeleri duymasına hacet kalmaz. Zira Rabbimiz inananlardan, kendisine dayanıp güvenmelerini ister. (Teğabün, 13 )
İnancımız gereği, kâinatta her şey Allah’ın iradesi dahilinde cereyan etmektedir. Bu nedenle mü’min, Allah’tan başka kimseden korkmadığı için, bütün korku kapılarını kapatmıştır. Ancak o, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten, yarattıklarına kötü davranmaktan korkar.
İnsanlardan asla korkmaz. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s.) gibi. O, Nemrut tarafından ateşe atıldığı esnada, “Allah bana kâfi, O ne güzel vekildir.” (Riyazü’s Salihin, II/117) diyerek, tam bir güven ve teslimiyet göstermiş ve Cenab-ı Hak: ”Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol.” (Enbiya, 69) buyurarak, kızgın ateşi gülistana çevirmiştir. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Asıl olan O’na güvenmektir. (Ahzab, 3, 48)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in hicret yolculuğu sırasında Sevr mağarasında yaşadıkları da, bir başka teslimiyet ve tevekkül örneğidir.
Mekkeli müşrikler, bu kutlu yolcuların izlerini sürerek mağaranın ağzına gelince, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne bir şeyler olur diye endişelenir, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bunun üzerine, tam bir teslimiyet ve güvenle: ”Ey Ebu Bekir, üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında sen ne zannediyorsun? (Endişeye gerek yok..)” (Riyasü’s Salihin, II8; Tecrid-i Sarih Tercemesi, X/115) diye teselli eder.
İnançlı insana düşen görev, her hususta ve her durumda Allah’a güvenmektir. Çünkü, ”Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer, 36) buyuran Hak Teâlâ, kulunu kendi hâline bırakıp, ihmal etmez.
Onu zor durumda, yapayalnız bırakmaz. Ancak bu hâli yanlış algılayarak, çalışmayı bir kenara bırakıp, tembel tembel oturmak ve rızkın gelmesini beklemek doğru değildir. Dünyamız bir sebepler dünyasıdır. Yüce Allah, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. (Kehf, 84) Hz. Peygamber, rızık aramak için sabah erken yuvasını terk eden kuşları örnek göstererek şöyle buyurur: ”Eğer siz, Allah’a gereği gibi güvenseydiniz (Allah), kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler” (Riyazü’s Salihin, 1/116) Merhum M. Akif de, tevekkülü yanlış anlayanlara şöyle seslenir:
Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!
Ecdadını zannetme, asırlarca uyudu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? (Safahat, II/924)
Görüldüğü gibi, gerçek anlamda tevekkül, hayatta başarı elde etmek ve netice almak için sebebe başvurmayı (esbaba tevessülü) gerektirir. Peygamberimiz (s.a.s.), devesini başıboş bırakarak tevekkül ettiğini söyleyen bedeviye: “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” (A. H. Berkî, 250 Hadis, s. 50) buyurarak, tevekkülün nasıl anlaşılması gerektiğini gayet veciz bir şekilde açıklamıştır.
Aynı şekilde mü’min, yapılacak bir iş öncesinde, bütün ihtimalleri gözden geçirerek, her türlü tedbiri alarak bir karara vardı mı, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Kararsızlık, şüphe ve güvensizlik belirtisidir. Azim ve kararlılık, mü’minin vasfıdır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Bir işe azmettiğinde artık Allah’a güven. Kuşkusuz Allah, kendine güvenip, dayananları sever.” (Âl-i İmran, 159)
Hayatta başarılı olmanın, ilerlemenin temeli Allah’a tevekkülden geçer. Allah’a güvenmeyen kimse, neye ve kime bel bağlayacaktır? Muhtemelen kendi gücüne, bilgisine ve kendisi gibi fani olanlara veya sebeplere güvenecektir.
Türkçe’de bir söz vardır: “Güvendiğim dağlara kar yağdı.” Nice dost bildiğimiz insanlar, çoğu zaman bizi yarı yolda bırakmışlardır. Doğru şekilde anlaşılan ve kavranan tevekkül, insanın kalbine kuvvet ve huzur verir. Çünkü Allah’a güvenen, bağlanan kimse, olaylar arzu ettiği tarzda sonuçlanmazsa, ümitsiz olup, karamsarlığa düşmez. Yine o, yapılması gerekenleri en iyi şekilde yapmaya devam eder.
Allah’a tevekkül edenin yaveri Hak’tır
Nâşâd gönül bir gün şâd olacaktır.
Sonuç itibariyle kişi, dünyanın bin bir türlü sıkıntı ve bir o kadar ekonomik, sosyo-kültürel probleminden, ancak Allah’a güvenle, tevekkülle kurtulur.
O’na itimat, bağlılık, insanı dünya ve ahiret saadetine ulaştırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’a güvenene, Allah kâfidir.” (Talak, 3) M. Akif bununla ilgili şöyle söyler:
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”
Namaz Ne Büyük Lütuf
Al sana şu kadar para, otur, şu işi yap” deseler, şevkle çalışırız.
Çalışırken usanır mıyız?
Bıkkınlık gösterir miyiz?
Hayır, göstermeyiz.
Neden?
Çünkü ücret peşin.
Bir başka gün bizi tehdit etseler, korkutsalar, Burada akşama kadar çalışacaksın deseler, tereddüt etmeden çalışırız.
Neden?
Çünkü can korkusu var.
Namaz da öyle.
Yüce Rabbimiz ücretimizi peşin vermiş.
Nasıl mı?
Namaz kalbimizi ve ruhumuzu besleyen bir ibadet. Namaz kılınca bir rahatlık duyarız, içimiz açılır, ruhumuz nefes alır, dinleniriz.
Bu ücret dünyada. Ya öbür tarafta, âhirette neler var?
Kabirde gıda ve ziya
Ne demek?
İster istemez, er veya geç, şu veya bu yaşta bu hayat bitecek. Sonsuz bir hayat başlayacak. İlk durak kabir. Kıyamet kopana kadar orada kalacağız. Kabirde tek bir ışık vardır: namaz, tek bir gıda vardır: namaz…
Bir emirle hepimiz dirilip kabirden çıkacağız. Bütün insanların toplandığı Mahşer Meydanında toplanacağız. Orada büyük bir mahkeme kurulacak, hepimiz hesaba çekileceğiz.
Namaz burada imdada yetişecek. Bu mahkemeden namaz belgesiyle berat edeceğiz.
Elimize namaz beratı verilecek…
Bundan sonra Cehennemin üzerine kurulacak olan Sırat Köprüsünün başına geleceğiz. Kıldığımız namazlar burada da bir Cennet bineği olan Burak şekline gelecek ve ona binerek sırattan geçeceğiz.
Bütün bu yollardan geçtikten sonra Cennet gelecek. Namaz kılanlara Yüce Rabbimiz Cenneti söz veriyor. Orada sonsuza dek yaşamayı vaad ediyor.
işte hizmet, işte ücret; işte namaz, işte Cennet.
Buyurun hepiniz, ne mutlu size!
Bu kadar ücreti bildikten sonra hangimiz namazı ihmal ederiz? Bu kaybın telafisi var mı başka şekilde?
Bunun bir de öbür yönü var. Örnekte geçtiği gibi, bizi biri korkutsa akşama kadar çalışırız.
Şu suçu işlersen, on sene hapiste yatarsın deseler, hapis korkusundan o suçu işlemeyiz.
Namaz kılmak Allah’ın bir emri. Kılmamak ise emre karşı gelmektir ve bir suçtur.
Emirleri yerine getirene Allah Cenneti vaad ettiği gibi, karşı gelenleri de Cehenneme koyacaktır.
Dünya hapsinde birkaç sene yatmamak için kanunlara uyuyoruz. Sonsuz bir hapishane olan Cehenneme girmemek için de en önemli emir olan namazı ihmal edemeyiz.
Allah ve Muhteşem Kainat
Göklere baktığımızda görürüz ki; içinde yaşadığımız gezegenden çok daha büyük kütlelere sahip olan gök cisimleri intizamlı bir şekilde, birbirlerine çarpmadan, beraberce, belli bir düzen içerisinde ve büyük bir hız ile uzay okyanusunda yüzmektedir. Bu gök cisimlerini tutan direkler yoktur. Belirli bir yörüngede giden bu maddelerin hayatları, ilimleri, kudretleri yoktur. Fiziki olarak baktığımızda görürüz ki; bunlar maddelerden ibarettirler. Peki nasıl oluyor da bu hayatsız, bu ilimsiz, bu kudretsiz maddeler böyle büyük bir intizam ile adeta büyük bir ordunun askerleri gibi varlıklarını sürdürüyorlar?
Güneş‘e bakalım. Kocaman bir ateş topu olan Güneş, bir soba gibi Dünya’yı ısıtıyor, bir lamba gibi ışığını ulaştırıyor. Hem de Dünya’yı ısıtırken odun, kömür gibi vasıtalara ihtiyaç duymuyor. Peki o zaman ısı kaynağını nereden alıyor? Ya ışık kaynağını nereden alıyor? Güneş’in bu mükemmel işleri yapabilecek hayatı yoktur, ilmi yoktur, kudreti yoktur, bilinci yoktur. Dolayısıyla diğer varlıklar gibi Güneş de milyarlarca yıl geçse bile hiçbir şeyi yoktan var edemez. Ve tesadüf eseri meydana gelemez.
Havadaki zerreler canlıların nefes almasına vesile oluyorlar ve seslerin bir yerden başka bir yere iletilmesini sağlıyorlar. Televizyon, bilgisayar, telefon gibi teknolojik araçların çalışmasına vesile olan hava zerrelerinin bu sanatlı işleri yapabilecek hayatları, ilimleri, kudretleri var mıdır? Bizi tanırlar mı? Bize merhamet ederler mi?
Bulutlara bakarız. Bazen görünmezler. Bazen dağınıktırlar. Bazen de toplanırlar. Çarpıştıklarında yağmur damlaları çıkartırlar. Hayatı, ilmi, kudreti, merhameti, duygusu olmayan bulutlar bizi tanımaz, bize acımaz, bize merhamet etmez. Ancak bu aciz, şuursuz bulutlar yaptıkları icraatlar ile ölü toprağı canlandırır ve bunun gibi pek çok hikmetli işleri yaparlar. Demek ki; diğer varlıklar gibi bulutları da hikmetli vazifelerle çalıştıran sonsuz hayat, kudret, ilim sahibi bir Zât vardır.
Yağmur damlaları birleşip büyük kütleler haline gelerek yeryüzüne zarar verecek derecede yere inmezler. Bunun yerine yumuşak bir şekilde, belli bir intizamla yere inerler ve şiddetli esen rüzgarlar onların intizamlarını bozmaz. Fiziki olarak baktığımızda bu damlalar hidrojen ve oksijenden ibarettirler. Hayatları, ilimleri, kudretleri, şuurları yoktur. Ancak yeryüzündeki toprağa ve canlılara faydaları çoktur.
Denizler Dünya’nın dörtte üçünü kaplarlar ve Dünya’nın dönmesi sebebiyle onlar da süratli bir şekilde dönerler. Ancak bu süratli dönme sırasında kontrolden çıkmazlar, düzenlerini bozmazlar. Ve içlerinde binlerce farklı canlıları barındırırlar. Nasıl oluyor da hayatsız, şuursuz, kudretsiz denizler bu mükemmel icraatları yapabiliyorlar?
Dağlar yeryüzünün direkleri olarak yeryüzünün sağlam kalmasına ve yeryüzünün depremlerden korunmasına vesile oluyorlar. Kur’ân’ın “Yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kıldık.” (Nebe 6,7) ayeti de bu hakikati gösteriyor. Ve o dağların içlerinden, içeceğimiz olan sular, çeşitli amaçlar için kullanılan madenler, sağlığımız için yararlı olan ilaçlar çıkıyor. Şuursuz, bilinçsiz dağlar bu hazinelerini bizi düşündüğü, bize merhamet ettiği için mi barındırıyor?
Bitkiler, meyveler, sebzeler farklı farklı biçimlere, farklı farklı renklere, farklı farklı tatlara sahiptirler. Bir tohumdan bir ağaç meydana gelir ve o ağaçtan bir çok dallar, yapraklar, meyveler çıkar. Sonra o meyvelerden canlılar faydalanırlar ve faydalandıklarında çeşitli lezzetler tadarlar ve vücutlarına çeşitli vitaminler alırlar. Hem o çiçeklerin, bitkilerin, meyvelerin sayıları çok fazla olmasına rağmen çok kısa sürede, kolayca varlığa gelirler. Bu bitkilerin, meyvelerin, sebzelerin, çiçeklerin, ağaçların bu mükemmel işleri yapacak kudretleri, şuurları, bilinçleri yoktur. Demek ki; onları kolayca, şaşırmadan ve belli hikmetlerle yaratan sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zât vardır.
Hayvanlar yumurtalardan çıkıyorlar. Ruh sahibi olan, hayat sahibi olan, belli özellikleri, yapıları, biçimleri, suretleri, renkleri olan bu varlıklar hikmetli icraatlarda bulunuyorlar. İnek, koyun adeta birer süt fabrikası, arılar bal fabrikasıdır. Bu varlıkların çok sayıda, çok farklı yerlerde, çok farklı şekillerde, suretlerde çok kolaylıkla ve muntazam bir şekilde varlığa gelmeleri şuursuz tesadüfe havale edilemez. Demek ki; tüm bu icraatları yapan sonsuz hayat, sonsuz kudret, sonsuz ilim sahibi bir Zât vardır.
Ve insan… Akıl sahibi, kalp sahibi, irade sahibi insan aslında çok zayıf, çok acizdir. Şuuru sınırlı, hafızası sınırlı, kudreti sınırlı olan insan yemek yer ancak yiyecek parçalarını onun vücut sistemi öğütür. Bu süreçte insanın yaptığı sadece o yemeği ağzına atması ve çiğnemesi olmuştur. Geçmişi bir döl, geleceği ise cansız bir beden olan insan acizdir ancak çok büyük vazifeleri gerçekleştirebilir. Demek ki; bu aciz varlığa bu aklı, bu şuuru, bu hafızayı, bu kalbi, bu iradeyi veren sonsuz kudret sahibi bir Zât vardır.
13/11/2013
Yusuf ile Züleyhanın Evliliği
Hz. Yusuf ile Züleyha arasında geçen olay mükemmel bir Kur’ân kıssasıdır ve Yusuf Suresi’nin 23-35 âyetlerinde anlatılır. Meâlde yer alan bilgiler kısaca şöyle:
Yusuf olgunluk çağına erişince, evinde bulunduğu kadın onun nefsinden muradını almak istedi, kapıları kapatıp “Haydi gelsene” dedi.
Yusuf, “Allah korusun” dedi. “Kocan benim efendimdir; o bana çok iyi bakıyor.” dedi.
Kadın ona gerçekten niyeti kurmuştu. Rabbinin delilini görmüş olmasaydı, Yusuf da ona kapılıp gidecekti.
Sonra kapıya koşuştular. Bu arada kadın onun gömleğini arkasından yırttı. Kapı önünde kadının kocasıyla karşılaştılar.
Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birisinin hapisten veya acı bir azaptan başka bir cezası var mı?”
Yusuf ise “Asıl o benden muradını almak istedi” dedi.
Kadının yakınlarından biri de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir, o ise yalancıdır. Gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir, o doğru söylüyordur.”
Yusuf’un gömleğini arkadan yırtılmış görünce kocası, “Anlaşılan bu sizin tuzaklarınızdan biri. Siz kadınların tuzağı ise pek yaman olur. Yusuf, sen bunu unut. Kadın, sen de günahın için af dile; çünkü günahkâr olmuşsun.” dedi.
Kadın, “Ben ondan muradımı almak istedim fakat o namuslu davrandı. Ama yemin olsun, dediğimi yapmazsa hapse girecek ve küçük düşecek.” dedi.
Hz. Yusuf hapse atılır, uzun süre hapiste yattıktan sonra çıkar. Hükümdar kadınları bir araya topladı, “Derdiniz neydi de Yusuf’tan muradınızı almak istediniz?” diye sordu. Onlar, “Hâşâ, Allah için, ondan bir kötülük görmedik.”dediler. Aziz’in hanımı da “İşte şimdi hak yerini buldu.” dedi. “Ondan muradımı almaya çalışan bendim; o doğruyu söylüyordu.”
Yusuf dedi ki: “Gıyabında kendisine hıyanet etmediğimi ve hainlerin tuzağına Allah’ın muvaffakiyet vermeyeceğini Aziz böylece bilsin istedim.”
Kur’ân’da kıssa bu şekilde anlatılır. Züleyha’nın akıbeti ve Hz. Yusuf’la evlenip evlenmediği Kur’ân’da yer almadığı gibi, Peygamberimizin hadislerinde de geçmez.
Fakat Taberi Tarihi ve İbn-i Esir’in el-Kâmil gibi İslam tarihi kitaplarında şu bilgilere yer verilir:
Züleyha’nın kocası ölünce, Mısır kralı, Züleyha’yı Hz. Yusuf ile evlendirir. Bu esnada Hz. Yusuf ile Züleyha arasında şöyle bir konuşma geçer:
Yusuf Aleyhisselam Züleyha’ya:
“Senin vaktiyle benden istemiş olduğun şeyden, böylesi daha hayırlı değil midir?” der.
Züleyha: “Ey dost! Beni kınama! Gördüğün gibi ben devlet ve dünya nimetleri içinde yaşayan güzel bir kadındım. Eşimin ise kadınlarla teması yoktu. Allah seni olduğun gibi çok güzel yaratmıştı. Gördüğün gibi nefsim bana baskın gelmişti.” der.
Yine bu kaynaklarda verilen bilgiye göre, Yusuf Aleyhisselam Züleyha’yı bekar olarak bulmuştur. Bu evlilikten iki oğulları olmuştur.
Züleyha Allah tarafından affedilmiş olmalı ki bir peygamberin hanımı olmuştur. Âyette yer aldığına göre, eşi olaya şahit olduğunda Züleyha’ya, Allah’tan af dilemesini söyler ki, tövbe ettiği anlaşılıyor.
Dövme yaptırmak
Dövme, derinin iğne ucuyla çizilip kanatılmasından sonra sürülen boyanın deri altına geçmesini ve bir daha çıkmamasını sağlayan bir işlemdir. Peygamberimiz bu şekilde dövme yapanı ve yaptıranı lanetlemiştir. Bu ister canlı resmi olsun ister cansız olsun hepsini kapsar.
İlgili Hadis-i Şerif:“Resulullah sallallahu aleyhi ve selem faiz yiyeni, yedireni, ona şahitlik edenleri, onu yazanı; dövme yapanı, güzelleşmek için dövme yaptıranı, sadakaya mani olanı, hulle* yapanı ve hulle yaptırmak isteyeni lanetledi.”
| Buhârî, Libâs, 82-87; Müslim, Libâs, 119
Dövme Yaptırmak Neden Caiz Değildir?
Cenabı Hak normal şartlarda hele insanı en güzel şekilde yaratmış. İnsanın değişiklik yapmasına Allah rıza göstermemiştir. Fıtratı değiştirmek, damgalar oluşturmak gibi şeyler işin içine girmektedir. Vücut her ne kadar bizimse de insanın bedeni üzerindeki tasarrufu emanettir. Emanetin sahibi vardır. Dövme yaptırmak dinimizde normal kabul edilmemiştir. Yani dinimizin sakıncalı gördüğü işlerdendir, hususlardandır. Dinimizde bir insanın vücuduna hele hele eza ve cefa da oluşturuyorsa lüzumsuz bir kısım şeylerin yapılmasını dinimiz uygun görmemiştir. Sadece gerek görülüyorsa sağlık zaruriyetlere izin vardır ama dövme yaptırmak gibi hususlar dinimizin caiz karşıladığı bir husus değildir. Hadislerimiz vardır bu konuda. İslami ilmihal kitaplarımıza da girmiştir. İslamiyet bunu norma karşılamıyor.
Dövme Gusul Abdestine Engel Olur mu?
Dövme derinin altındadır. Yani dış derinin altında yer alıyor. Abdest ve gusulde ise derinin altını değil, üstünü yıkamak farzdır. Dövme de derinin altında kaldığına göre, onun bedenin herhangi bir yerinde bulunması abdeste ve gusle mani olmaz. Üzerinin yıkanmasıyla abdest ve gusül sahih olur.
Ayrıcai dövme, namaz kılmaya, ibadetlerin yerine gitirmeye, camiye ve cemaate gitmeye, Kuran okumaya da asla engel değildir.
Böyle bir günahı işlemiş olan kimse de Allah’tan mağfiret diler, tövbe istiğfar eder. Ve inşallah da kabul edilir.
Dövmeyi Yaptıran İnsan Ne Yapmalıdır?
İmam Nevevî, sağlık bakımından zarar vermediği takdirde dövmenin vücuttan giderilmesi gerektiğini söyler. Yapılacak operasyonun vücuda zarar vermesi veya geride çirkin bir manzara bırakması sebebiyle dövme giderilemezse kişi tövbe etmekle günahından kurtulur. (Şerhu Müslim, XIV, 106)
Bundaki hüküm, dövmeyi yaparken kullanılan maddeye göre değişir. Şayet bu maddeler dinen necis sayılanların arasında bulunuyorsa, dövme de o hükme girer. Şayet temizse, o da temizdir. Bunda yapılacak şey, şayet ufak bir müdahale veya ameliyatla hallediliyorsa gidermeye çalışmaktır. Şayet giderilemiyor, buna da imkan bulunamıyorsa, o şekilde bırakılır. Çünkü Cenab-ı Hak kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez, onun üstesinden gelemeyeceği, yapamayacağı şeyleri istemez.
Gafletten Kurtuluş
Gaflet bir yandan ruh ile bedenin kaynaşmasından sonra ortaya çıkan bir insanlık özelliğidir. Bu uyanıklık ve tefekkür hali sadece meleklere hastır. Cismanî olan bünye, hayvansal ve bitkisel özelliğe sahip olduğu için bu iki özelliğin yansımalarını gösterirken ileriye görememeye başlar. Buna gaflet denilir.
Gafletten kurtulmak için, din imtihanını sürekli düşünmek, hesap gününü unutmamak, imanı güçlendirmek, amel yaparak Allah’tan yardım istemek gerekir. “Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır” (bk. Buhari, İman 16-29) manasındaki hadis bu sürekliliğin önemine işaret edilmektedir.
İnsan şu dünya hayatında başı boş ve gayesiz değildir; buna şahit bütün kainattaki mevcudatın mükemmel bir intizam ve ahenk içinde bir gaye etrafında hareket etmesidir. Bir çöpün dahi gaye ve intizam içinde olup da kainatın halifesi konumunda olan insanın gayesiz ve başıboş olması nasıl mümkün olabilir. Hatta bütün kainat intizam ve ahengini insana odakladığı için, insan şayet vazifesi olan iman ve ibadeti terk ederse kainat bundan şikayetçi olup kızacaklar. Bu sebeple deprem ve sel gibi musibetler başımıza geliyor. İnsanın gafleti kainatın intizamını rencide ediyor ve musibetlerin gelmesine fetva verdiriyor.
Huşu ve huzur ise; Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip, ona göre hareket etmek anlamındadır. Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir böceğe, bir yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o zaman her şey bize O’nu hatırlatır ve O’nu gösterir; ne yana kafamızı çevirsek onu görürüz.
Diğer taraftan, istiğfar ve tövbe de; tıkanan feyiz kanalarını açan bir kılavuz gibidir. Ne kadar çok kullanırsak, feyiz kanalları o kadar berrak ve temiz olur.
İyi Sevgi,Kötü Sevgi
Sevgi mutlak olarak
düşünüldüğünde, netlik ve miktar itibariyle farklılık arzeden bir çok sevgiyi
içinde barındıran bir histir. Bunun Allah hakkında en çok bahsedileni sadece
O'na has olan, O'nun layık olduğu, başkasına yakışmayan kulluk, tevbe gibi
sevgilerdir. Çünkü kulluk O'ndan başkasına olmaz.
Tevbe de öyle.
Yüce Allah
sevgiyi kendisinin mutlak ismiyle (Allah ismi) birlikte anmış ve şöyle
buyurmuştur:
"... Yüce Allah öyle bir topluluk getirir ki, onları sever, onlar
da onu severler." (Maide, 54)
"İnsanların bir kısmı Allah
dışında ortaklar edinir ve onları Allah gibi severler. İman edenler ise Allah'a
daha çok sevgi beslerler." (Bakara, 165)
En kötü ve çirkin sevgi ise
Allah'la birlikte başkasını sevip Allah'a ortak ettiği o şeyi Allah kadar
sevmektir.
İyi sevgilerin en büyüğü
sadece Allah'ı ve O'nun sevdiklerini sevmektir.
Bu sevgi mutluluğun başı ve
temelidir, hiç kimse bu olmaksızın azaptan kurtulamaz.
Kötü yani "şirk bulaşmış
sevgi" ise bedbahtlığın başı ve temelidir, azapta da daimî olarak sadece
bunlar kalacaklardır.
Şu halde Allah'ı sevip yalnız
O'na kulluk edenler cehenneme girmeyecekler, günahları sebebiyle girenlerin
hepsi de eninde sonunda oradan çıkacaklardır.
Kur'an âyetleri hep bu sevgi ve
bunu gerektiren şeyleri emir, diğer sevgi ve onu gerektiren şeylerden de nehiy
etrafında döner.
İki çeşit sevgiye örnekler verir. İkisinin kıssalarını anlatır.
Bu iki kesimin ve dostlarının hareket ve tarzlarını detaylıca anlatır. Her
birinin ilâhını tanıtır, neler yaptıklarından haber verir. Bu iki kesimin üç
dönemde, dünya yurdu, berzah yurdu ve ahiret yurdundaki hallerinden bahseder. Kur'an bu iki kesimin hallerini açıklamak için gelmiştir.
Baştan sona tüm peygamberlerin
davalarının temeli de:
Eşi olmayan tek Allah'a
kulluk etmekten ibarettir ki bu da Allah'a tam bir sevgiyi, O'na boyun eğmeyi,
önünde eğilmeyi, O'nu yüceltip büyültmeyi ve bunların kesin sonucu olan itaat ve
takvayı içerir.
Nitekim Buhârî ve Müslim'in Enes
kanalıyla rivayet ettikleri hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur:
"Hayatım
elinde bulunan zata yemin ederim ki her hangi biriniz beni babasından,
çocuğundan ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz."
Buharî'de geçtiğine göre Hz.
Ömer Allah Rasûlüne:
"Ey Allah Rasûlü! Vallahi seni kendim hariç her şeyden çok
seviyorum." demiş,
O (Sallallahu aleyhi ve sellem):
"Hayır ey
Ömer, beni kendinden daha çok sevmedikçe iman etmiş
olamazsın!" buyurmuş,
Hz. Ömer (r.a.):
"Seni hakla gönderen Allah'a andolsun ki
seni kendimden de çok seviyorum" deyince,
Allah Rasûlü (Sallallahu aleyhi ve sellem):
"İşte şimdi ey Ömer!"
buyurmuştur.
Allah'ın (c.c.) bir kulunun ve
elçisinin sevgisi böyle olur ve bu sevginin kişinin kendisine, babasına,
çocuğuna ve tüm insanlara sevgisinin önüne geçmesi böyle vacip olursa, O'nu
gönderen Yüce Allah'ın kendisinin sevgisi ve bu sevginin başka sevilerden fazla
olmasının zorunluluğu ne derece olur?
Allah sevgisi özellik açısından,
benzersiz olma yönünden diğer sevgilerden ayrılır. Zira kulun yüce Allah'ı
babasından çocuğundan, hatta gözünden, kulağından ve ruhundan çok sevmesi,
hakîki ilâhının ve mabudunun ona tüm bunlardan daha sevimli olması gerekir. Zira
bir şey bazen bir yönüyle sevilip diğer yönüyle sevilmez, bazen başka bir şeyin
hatırına sevilir.
Ancak zâtından dolayı ve tüm
yönlerden sevilecek tek şey Allah'tır, İlâhlığa O'ndan (c.c.) başkası lâyık
değildir:
"Şayet yerde, gökte Allah'tan
başka ilâhlar olsaydı, ikisi de bozulup gitmişti."
(Enbiyâ, 22)
Zaten:
"ilâh edinmek"
sevgi beslemek, itaat etmek ve boyun eğmek demektir.
Büyük Günahlar
Alimler büyük günahların belli
bir sayıyla sınırlı olup olmadığında iki görüşe sahiptirler.
Sınırlı olduğunu söyleyenler
bunun sayısı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
İbn Mesud (r.a.) dört tane,
Abdullah
b. Ömer yedi,
Abdullah b. Amr b. Âs dokuz,
bazıları: on bir,
başka birileride: yetmiş tanedir, demişlerdi.
Ebû Tâlib Mekkî derki:
Büyük
günahları sahabîlerin sözlerinden derledim ve bunların dördünün kalpte olduğunu
gördüm. Onlar:
1 - Allah'a eş koşmak,
2 - Günahta ısrar etmek (vazgeçmemek),
3 - Allah'ın
rahmetinden ümit kesmek ve
4 - Kendini Allah'ın tuzağından (dünya ve ahirette
azabından) güvende hissetmektir.
Dördü dildedir ve onlar:
1 - Yalan
şahitlik,
2 - Temiz kadınlara iftira,
3 - Yalan yemin ve
4 - Sihirdir.
Üçü midededir:
1 - İçki
içmek,
2 - Yetim malı yemek ve
3 - Faiz yemek,
İkisi fercdedir:
1 - Zina ve
2 - Lûtilik.
İkisi eldedir:
1 - Öldürmek ve
2 - Hırsızlık yapmak.
Biri ayaktadır: ve o
düşmanla karşılaşıldığında firar etmektir.
Biri de tüm bedenle
ilintilidir: o da ana babaya âsî olmaktır.
12/11/2013
Aşkın Zararları
Bilindiği gibi maddî aşkın dinî
ve dünyevî hiçbir faydası yoktur. Aksine dinî ve dünyevî zararları olabilecek
faydalarından kat kat fazladır. Aşkın zararlarını şöyle sıralayabiliriz:
Bir: Mahlûkun sevgisiyle ve onu
anmakla meşgul olup yüce Rabbin sevgi ve zikrinden mahrum olmaktır. Kalbte
bunların ikisi bir arada bulunamaz. Eninde sonunda biri diğerini yener ve
kalpten çıkarır, güç ve galibiyet kendinin olur.
İki: Kalbinin ondan acı duyması,
işkence çekmesi. Çünkü Allah'tan gayrisini seven mutlaka ondan dolayı ızdırap ve
acı duyar.
Nitekim şair şöyle demiştir:
Yeryüzünde aşıktan bahtsız
kimse yoktur.
Aşkın tadını duyup yaşasa da
Onu her an ağlar görürsün
Ya ayrılık korkusundan veya
hasretten.
uzaklara gitse hasretinden
ağlar
Yakınlara gelse ayrılık
korkusundan sızlanır.
Gözü ayrılık anında da
yaşlıdır, yanıktır. Buluşma anında da.
Aşk sahibi onu tatlı görse de,
aslında o kabir azabından da daha acıdır.
Üç: Kalbi başkasının avucunda
esirdir, ona zillet azabını taddırmaktadır. Fakat aşık sarhoşluğundan dolayı
başına gelenleri hissetmez. Kalbi, aynen onunla oynayan, çeşit çeşit acılar
çektiren bir çocuğun elindeki serçe gibidir.
Nitekim bunlardan biri şiirinde
şöyle der:
Kalbimi ele geçirdin
düşmanlık ve cefayla.
Ben senin umurunda değilim,
oyunda oynaştasın.
Dört: Aşık, aşkıyla meşgul olur
ve dinî, dünyevî tüm işlerini alt üst eder. Onun dinî ve dünyevî maslahatlarını
alt-üst eden aşktan zararlı bir şey yoktur. Çünkü dinî maslahatlar ve faydalar
kalbin gücünü toplayıp Allah'a yönelme oranında elde edilir. Kalbi en çok
dağıtan ve darmadağınık eden şey ise maddî aşktır. Dünyevî maslahatlar da
hakikatte dinî maslahatlara bağlıdır. Dini maslahatları ve faydalan elinden
kaçmış, daha çok kaybolmuştur.
Beş: dinî ve dünyevî belâ ve
âfetler maddî aşıklara, ateşin oduna ulaşmasından daha çabuk ulaşır.
Bunun sebebi şudur: kalp aşka ne
kadar yaklaşır, onunla bağı ne kadar güçlenirse Allah'tan (c.c.) o kadar
uzaklaşır.
Altı: Aşk kalbi ele
geçirip yerleştiğinde, ondaki yaptırım gücü arttığında zihni bozar, vesvese
peyda ettirir. Bazen sahibini akıllarını kaybetmiş deliler güruhuna katar.
Şair diyor ki:
Dediler: Maşukunun delisi
oldun sen.
Dedim ki: Aşk delilikten daha büyüktür.
Aşkın sahibi ebediyyen kendine
gelmez.
Delinin aklı ise arada bir gider
başından.
Yedi: Aşkın duyuların tümünü
veya bazısını bozduğu olur. Bu bozulma bazen manevî bazen maddî olur. Manevî
bozulma kalbin bozulması sonucu olur. Çünkü kalp bozulduğunda göz, kulak ve dil
de bozulur. Kendisindeki ve mâşukundaki çirkin bir şeyi güzel görür.
Nitekim Müsned'de geçen bir hadiste Rasûlullah:
"Bir şeyi sevmen (Seni) kör ve sağır
eder" buyurmuştur.
Aşk kalp gözünü maşukunun kötü
yönlerini ve kusurlarını görmekten kör eder, göz onları görmez olur; kalp
kulağını maşuk hakkında söylenen kötü şeylere karşı sağır eder, onlardan hiçbir
şeyi duymaz olur. Sevgi ve aşk karşıdakinin kusurlarını perdeler.
Bir şeyi arzulayan ve seven
ondaki kusurları görmez. Onları ancak ona karşı arzu ve sevgisi ortadan
kalktığında görür.
Aşırı istek gözü kaplayan bir
perdedir; o şeyi olduğu gibi görmesini engeller. Şairin dediği gibi:
Sana olan aşkım gözümün
üzerinde bir perde varken imiş. O kalkınca başladım nefsimi vermeye, eleştirmeye
Bir şeyin içinde bulunan kimse
onu görmez. İçine girmemiş ve uzakta bulunan da ondaki kusurları görmez. Onun
kusurlarını ancak içine girip çıkmış kimse görür. O yüzden küfürden sonra İslama
giren sahabiler İslâm üzere doğup yetişen kimselerden daha iyi müslümanlar
olmuşlardır.
Hz. Ömer "Cahiliyyeyi
bilmeksizin İslâm üzere doğup yetişenler olduğu vakit İslâmın bağları
kopacaktır." demiştir.
Duyu organlarının zahiren
bozulmasına gelince; aşk insanın bedenini hasta eder, güçsüz bırakır, onu
mahveder, öldürdüğü olur. Bu, aşkın öldürdüğü kimselerin hikâyelerinde açıktır.
İbn Abbas Arafat'ta iken yanına
bir deri bir kemik kalmış biri getirildi. İbn Abbas "Derdi nedir, bunun?" diye
sordu, "Bu aşık" dediler. Bunun üzerine İbn Abbas (r.a.) o gün boyunca aşktan
Allah'a sığındı.
Sekiz: Aşk daha önce geçtiği
gibi, aşırı sevgidir, maşuk aşığın kalbini istila eder, aklı onu düşünme ve
hayal etmeden bir an boş kalmaz, aklından ve zihninden hiç çıkmaz. İşte o
durumda nefis kendindeki hayvanı ve nefsanî yeteneklerini kullanmaya fırsat
bulamaz, sonunda bu yetenek ve güçleri söner gider. Bunun sonucunda bedende ve
ruhta tedavisi zor, hatta imkansız arıza ve sakatlıklar meydana gelir.
Hareketleri yetenekleri ve duyguları tamamen değişir, bunların tümü alt üst
olur. İnsanlar onu düzeltmekten aciz kalırlar.
Şairin dediği gibi:
Sevgi başta bir dalgadır.
Dalgalara yol açar, kader sürükler onu. Genç, aşk dalgalarına kapıldığı vakit,
Dayanılmaz büyük şeyler olur.
Aşkın başı kolay ve tatlı,
ortası hüzün, kalp meşgalesi ve hastalık, sonu ise -Allah'ın yardımı yetişmediği
taktirde- sakatlık ve ölümdür. Bir şair şöyle der:
Aşktan uzak yaşa; zira aşkın
başı yorgunluk. Ortası hastalık, sonu ise ölümdür.
Bir diğeri de şöyle der:
Kendini aşka attı, sonunda
âşık oldu. Onunla başbaşa kalınca da tahammül edemedi. Bir şeyler gördü; onu
dalga sandı. Ona ulaşınca içinde boğuluverdi.
Cehaletin İlacı Sormaktır
Burada söz konusu edilenler,
kalp, ruh ve bedenin hastalığı ve şifası hakkında geçerlidir.
Örneğin Rasûlullah
(Sallallahu aleyhi ve sellem) cehaleti bir hastalık saymış, onun devasının âlimlere sormak olduğunu
belirtmiştir.
Nitekim Ebû Dâvûd "Sünen" inde
Câbir b. Abdullah'tan şöyle rivayet
etmiştir:
"Bir yolculuğa çıktık. Bizden birine bir taş isabet etti ve başını
yardı. Adam sonra ihtilâm oldu.
Arkadaşlarına:
"Benim için teyemmüm ruhsatı
bulabiliyor musunuz?" dedi.
Onlar:
"Suya güç yetirdiğinden senin için bir ruhsat
göremiyoruz" dediler.
Adam gusletti ve hastalanıp öldü.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi
ve sellem)
yanına gelince bu hâdise ona anlatıldı. Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem):
"Öldürdüler. Allah
onları öldürsün! Bilmiyorlardıysa sorsalardı ya! Cehaletin ilacı sormaktır. Onun
teyemmüm etmesi ve yarasının üzerine bez sarıp üzerine meshetmesi, sonra
bedeninin diğer kısmını yıkaması yeterliydi."
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
sellem) burada cehaletin
bir hastalık, şifasının ise sormak olduğunu haber vermiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
-
Kur'an'da, Allah'a karşı suç işlemekten ve haddi aşmaktan sakınan, Allah'ın azabından ve O’na mahçup olmaktan korka...
-
İslam düşmanları bir araya gelmişlerse buna karşı mü'min insan ne yapabilir? sualine cevaben, Allah(cc); "Sen Allah'a tevekkü...
-
"Allah'ım, Senden hidayet ve doğruluk isterim." (Müslim) "Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım, kalplerimizi taa...