28/02/2013

Mekke Harem Sınırları



       Mekke‘nin, sınırları Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam tarafından çizilen çevresine Harem (yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz) adının verilmesinin sebebi, zararlılar dışındaki canlıların öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram sayılması, her türlü tecavüzün yasaklanarak buranın güvenli ve dokunulmaz kılınmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabedin Mekke’deki mübarek ev (Kâbe) olduğu, Kâbe “el-beytü’l-haram”, onu çevreleyen mescid “el-mescidü’l-haram”, Mekke şehri de “harem” diye nitelendirilip diğerlerinden farklı olarak ilahi feyiz ve berekete, insanların manevi açıdan temizlenme ve arınmalarına mahal kılındığı, buraların korunmuş ve saygıya değer yerler olduğu belirtilmiştir.
Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam da Mekke’nin fethedildiği gün yaptığı konuşmasında, bu beldenin yerlerin ve göklerin yaratıldığı gün Allah tarafından haram kılındığını ve kıyamete kadar da böyle kalacağını ifade etmiştir. Allah gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke’yi “harem” kılmış, daha sonra unutulan bu statüsü Hz. İbrahim tarafından iade edilmiştir. İki ayette, Hz. İbrahim’in Mekke’yi güvenli bir şehir kılması için, Allah’a dua ettiği belirtildiği gibi bir ayette de Mekke’den güvenli şehir diye söz edilmiştir. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, yeryüzünde Allah’a en yakın ve sevimli olan yerin Kâbe ve çevresi olduğunu söylemiştir. Harem’in bir hususiyeti de orada işlenen sevap ve günahların karşılığının da fazlasıyla görüleceğidir. Bütün mescidlerin, hatta bütün yeryüzünün Allah’a ibadet için mekân oluşturduğu bilinmekle birlikte Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’da namaz kılmanın, Mekke ve Medine haremlerinde ibadet etmenin ferdi-deruni hayat açısından ayrı bir önem taşıdığı şüphesizdir.
İlk defa Hz. İbrahim tarafından tespit edilen Mekke Haremi’nin sınır noktaları “alem” adı verilen taşlarla işaretlenmiştir. Ana yolların üzerindeki alemler, açıklayıcı bilgilerin yazıldığı duvar vb. bir yapı şeklinde iken diğer alemler genel olarak bir taş yığınından ibarettir. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, Mekke’nin fethinden sonra bu alemleri yenilettiği gibi, tarih boyunca çeşitli dönemlerde de yenilenerek Mekke Haremi”nin sınırlarının belirgin kalmasına özen gösterilmiştir.


Mekke Haremi’nin sınırları, Medine yönünde Ten’im, Yemen tarafında Edâetülibn, Cidde istikametinde Hudeybiye’nin uç noktasındaki Şümeysi, Ci’rane cihetinde Abdullah b. Halid mahallesi, Irak yönünde Zatüırk yolu üzerinde Cebelünnakva, Kamülmenazil yolu üzerinde Cebelülmakta, Tâif yönünde Arafat yakınındaki Urene vadisi şeklindedir. Kabe’yi kuşatan Mescid-i Haram ile sınırları belirleyen alemler arasındaki uzaklık en yakını Ten’im (6 km.) en uzağı Hudeybiye (20 km.) olmak üzere 6-20 km. arasında değişmekte, çevresi 127 km. olan Mekke Haremi yaklaşık 550 km2’lik bir alanı kaplamaktadır. Harem ile mikat yerleri arasında kalan bölgeye de Harem’deki yasakların kalkması sebebiyle HiI denilmektedir.
Hz. Aişe, Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam ile Veda Haccı’nı ifa ettikten sonra Ten’im’de ihrama girerek umre yapmıştı. Yakınlığı sebebiyle umre ihramı için en çok tercih edilen bu yerdeki Mescid-i Aişe onun hatırasını taşır.

24/02/2013

Midesini ve Şehvetini Düşünen Eşekler!


Mevlana Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine:
” ‘Allah (c.c.) Kur’an-ı Mecid’inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.’ buyuruyor. O kadar hayvanın içerisinde eşeğin seçilmesindeki hikmeti nedir? ” diye sordu.
Talebeleri, bu meselenin açıklamasını kendisine rica ettiler. Mevlana:
“Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tesbihi, iniltisi vardır. Mesela devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir. İnsanların tesbihi ve zikri olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır. Halbuki biçare eşek sadece iki vakitte anırır. Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında. Demek ki eşek, şehvetinin ve boğazının esiridir. Gönlünde Allah’a ait bir dava, bir sevda bulunmayan, sadece midesini ve şehvetini düşünen birisinin sesi Allah katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.”

22/02/2013

Şeytan, Klonlama ve GDO

Tağyir kelimesi, kumus mütercimi Asım’ın güzel Türkçesi ile, bir nesneyi evelki suretinden bozmak, bir ahara tebdil ve tahvil kılmak manasındadır. Kur’an’da türevleriyle birlikte 6 yerde geçen tağyir 5 yerde olumsuz, bir yerde ise nötr anlamında kullanılmıştır.
Kur’an, tağyiri öncelikle doğal yapıyı, doğal dengeleri bozup hayatın ve insanın ahengine zarar vermek anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda tağyir, şeytani bir faaliyet türüdür. Nisa Suresi 119 Ayet bu noktada bize Şeytan‘ın Cenabı Hakk’a şöyle dediğini duyurmaktadır:
Ve mutlaka onları saptıracağım ve her durumda onları kuruntulara düşürüp, olmayacak kuruntularla aldatacağım. Mutlaka onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine mutlaka onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler. (Elmalı Hamdi Yazır)
Allah’ın yaratışını / yarattığını değiştirmeye hayvanların kulaklarının yarılmasını örnek gösterilmesi, Kur’an-ın, varlık yapıları, özellikle genler üzerinde oynamayı şeytani bir işlem olarak gördüğüne kanıt sayılabilir. Yaradılışın değiştirilmesine karşı çıkılırken, tağyirle hemen hemen aynı anlama gelen Tebdil sözcüğü de kullanılmaktadır. Tebdil sözcüğünü kullanarak bu yasağı koyan Rum 30. ayet, fıtrat (yaradılışın temelleri) tabirini de kullanmıştır. Anlaşılan o ki, anılan ayete göre, Tebdil, fıtratı bozmak ve yozlaştırmaktır. Şöyle deniyor Rum Suresi 30 Ayet:
O halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kedisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah’ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. ( Elmalı Hamdi Yazır)
Allah’ın isim-sıfatlarından biri de Fıtrat olduğuna göre, Fıtrat üzerinde oynamak Allah’ın kudretine ortaklığa kalkmak gibi vahim bir cürettir. Bu demektir ki, tabiatın dengeleriyle oynamak, doğayı taciz ve tahribe uğratmak en vahim dinsizlik ve imansızlıktan biridir.
Kur’an’a dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsan hayatının cehennemileşmesinin temel sebeplerinden bir, Gıdaların / Tohumların Genetik yapılarının değiştirilmesi yani, Gıdalar üzerindeki Tağyir‘dir. Kur’an bu yöndeki teknolojiyi, İnsan mutluluğunu zehirleyen şeytani bir yıkım mekanizması olarak görmektedir. Kur’an, doğal gıdaların bu niteliklerini kaybettiren teknolojik zehirlenmenin insan hayatını cehenneme çevirdiğini kendi üslubu içinde defalarca ifade etmektedir. Kur’an yaradılışın, uzayın ve doğanın temel dengelerine dokunulmamasını istemektedir.
 Şeytan, Adem’e secde etmeyip isyan bayrağını çekince İlahi huzurdan kovulmuş, lanetlenmişti. Bunu üzerine Yaratıcı’ya insanı saptırma gücünde olduğunu, kendisine gerekli süre verilirse bu gücünü ispat edeceğini söylemiş, Yaratıcı da ona bu izni vermişti. Daha da ürpertici olanı, Kur’an’ın, Şeytanın iddasında başarılı olaçağını açıkça bildirmesidir.

1996 Yılında Koyun Dolly ile Başlayan Kopyalama İşlemi,
Kuran’ın Bildirdiği Gibi Kulak Hücresinden Alının Bir Örnek ile Yapılmaktadır.

Bu Kemikleri Kim Diriltecek?


Kureyş kabilesinin önde gelenleri toplanmış, Allah Resûlü’nün davetini görüşüyor ve bu davetin önüne nasıl geçeceklerini tartışıyorlardı. Onlar bir yandan zayıf ve kimsesiz müminlere işkence ediyorken hem müminleri dinlerinden döndürmeyi hem de diğer Mekkelilerin Müslüman olmasını engellemeyi hedefliyorlar, ayrıca sürekli bir araya gelerek İslâm’ın yayılışını ne şekilde önleyeceklerini konuşuyorlardı. Bir ara konu ahirete geldi. Allah Resûlü herkesin öleceğini ve bütün ölülerin bir gün diriltilerek hesaba çekileceğini söylüyordu. Bu aklın alacağı, kabul edilebilir bir şey değildi. Binlerce yıl evvel ölmüş, kemikleri dahi yok olmuş insanlar nasıl dirilecekti? Übeyy b. Halef ayağa kalktı ve yüksek sesle şöyle dedi: - Bu mümkün değil, şimdi Muhammed’e gidecek, bu konuyu tartışacak ve mutlaka O’nu mağlup edeceğim.
Eline çürümüş bir kemik alan Übeyy, Peygamberimizin karşısına çıktı ve kendinden gayet emin bir şekilde sordu:
- Ey Muhammed! Sen Allah’ın şu çürümüş kemiğe yeniden can vereceğini mi söylüyorsun?
Efendimiz hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
-Evet, bunu ben söylüyorum.
Übeyy kemiği ufalamaya ve tozlarını Peygamberimize doğru üflemeye başladı. Sonra alaycı bir şekilde yeniden sordu:
- Şimdi Sen bunun dirileceğine gerçekten inanıyor musun? Biz ölüp kemiklerimiz bu hale geldikten sonra bizim yeniden hayat bulacağımızı mı söylüyorsun? Bunu kim yapacak, Allah mı bizi yeniden diriltecek?
Übeyy ve arkadaşları gülüyor, Efendimizle alay ediyorlardı. Zaten Efendimizden en fazla nefret eden, müminlere en çok işkence edenlerin başında o ve ağabeyi Ümeyye geliyordu. Allah Resûlü, Übeyy’in suratına baktı ve şu cevabı verdi:
- Evet, Allah seni öldürecek, bu kemik gibi olduktan sonra seni diriltecek ve cehennemine sokacak.
Allah Celle, Übeyy ve onun gibilere Yasin sûresi’nin son kısmında bulunan şu âyet-i kerimelerle cevap verdi:
İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Bir de bakıyorsun ki, apaçık bir düşman kesilmiş. Kendi yaradılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek.’ Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yasin, 77-79)

Mezheblerin Lüzumu


Demagoglar “Asr-ı Saadet’te dört mezheb mi vardı? İtikatta Eş’arilik ve Maturidilik mi vardı?” diye soruyorlar; yoktu deyince de “Öyleyse bunlar bid’attir” hükmünü veriyorlar.
A çok akıllılar, şimdi ben size sorayım: Asr-ı Saadet’te Vehhabilik var mıydı? Size göre o bid’at olmuyor da, Maturidilik niçin ve nasıl oluyor?
Asr-ı Saadet’te elbette fıkıh mezhebi yoktu. Çünkü, Kur’an ceste ceste 23 yılda gönderilmiş, Din-i Mübin-i İslam 23 yılda tamamlanmıştı. Tamamlandıktan kısa süre sonra da Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat efendimiz bu dünyaya veda etmişlerdi.
Asr-ı Saadet’te Ashab-ı Kiram efendilerimiz dini, imanı, namazı, orucu, zekatı Efendimizden öğreniyorlardı. Bilenler bilmeyenlere öğretiyordu.
Sonra İslam yayıldıkça yayıldı. Aradan 100 sene geçmeden Tevhid inancı Çin sınırlarından Atlas okyanusuna kadar ulaştı; dilleri başka başka olan nice kavim Müslüman oldu. Bunlara Kur’anın ve Sünnetin, emirlerin ve yasakların, ibadetlerin, dünya ahkamının doğru şekilde anlatılıp yorumlanması gerekti. Tabiin ve Tebe-i Tabiin efendilerimizden derin ilme, irfana, nasibe sahip olanlar geceleri kandil ışığında (varyantlarıyla) milyonca hadisi incelediler, bütün rivayetleri topladılar ve fıkıh sistemlerini kurdular. Bunların dördü kabul gördü, diğer sistemler yaşamadı.
Yine İmamı Eş’ari ve İmamı Maturidi Kur’ana ve Sünnete dayanarak İslam’ın inanç hükümlerini bir araya getirdiler.
Böylece zaruret derecesindeki bir ihtiyaç karşısında fıkıh mezhepleri ve inanç mezhepleri meydana geldi.
Fıkıhta dört mezhep, inançta iki ekol arasında esasa, usule, temele ait hiçbir ihtilaf yoktur. Çeşitlilik teferruatla (ayrıntılarla) ilgilidir ve bu çeşitlilik Ümmet için geniş bir rahmet ve zenginliktir.
Bu hak ve doğru mezhepler sayesinde Ümmet-i Muhammed bid’atlardan, yanlış yorumlardan kurtulmuş oldu.
Sen kalkmışsın bunlara bid’at diyorsun.
Asr-ı Saadet’te mezhep yokmuş. Sevsinler. Asr-ı Saadet’te sayfaları birbirine bağlı ciltlenmiş bir Mushaf da yoktu. O halde senin mantığına göre o da bid’at midir?
Dört fıkıh mezhebi Müslümanlar için çok büyük bir nimettir.
Onları meydana getiren müctehid imamlarımıza ne kadar teşekkür etsek, ne kadar minnettar olsak azdır.
Mezhebe lüzum yokmuş, Kur’an yetermiş. Kur’an elbette yeter ama bir şartla: Onu doğru anlamak ve yorumlamakla.
Bin küsur seneden beri şu İslam aleminin haline bakınız. Peygamberimizin haber vermiş olduğu üzere bir yığın bozuk fırka zuhur etmiştir. Bunların hepsi de Kur’an diyor ama niçin ve nasıl sapıtmışlar?
Kur’anı doğru anlayamadıkları, Resulullahın yorumuna uygun şekilde yorumlayamadıkları için.
Bazı bozuk ve sapık fırkaların fanatikleri bağırıyorlar:
Mezhepler bid’attir. Mezhepler sapıklıktır. Hatta çok ileri giden bazıları mezhepler puttur bile diyor.
Allaha zaman, mekan, cihat, cisim, insanlar gibi el, yüz, ayak; inmek çıkmak gibi noksan sıfatlar izafe eden şu fırkacıya bakınız. Ehl-i Sünnet mezhepleri bid’attir diye niçin yırtınıyor? Çünkü mezhepleri yıkarsa halkın bir kısmı onun bozuk fırkasına dahil olacaktır.
Aklı, firaseti ve vicdanı olan sağduyulu her Müslüman şu hususları kabul etmelidir:
  • Eş’ari ve Maturidi itikad ekolleri doğrudur, haktır.
  • Dört fıkıh mezhebi doğrudur, haktır.
  • Fıkıh çok şerefli, çok yüksek, çok faydalı, çok hayırlı, çok mübarek ve mukaddes bir ilimdir.
  • İlimleri ve irfanları Kur’anın inceliklerini doğru ve isabetli şekilde anlamaya ve yorumlamaya müsait olmayan Müslümanlar bu konuda rasih imamların, alimlerin yorum ve açıklamalarını kabul etmeli, kendi re’y ve hevalarıyla yorum yapıp, yanlış hükümler çıkartmamalıdır.
  • Her mukallid Müslüman, İslam dinini hak mezheplerden birini taklid suretiyle hayatına uygulamalıdır.
  • Bir mezhep bütünüyle uygulanır.
  • Telfik-i mezahip, yani mezheplerin hükümlerini ve kolaylıklarını cem etmek dini oyuncak etmek demektir.
  • Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür“. (Zahid el-Kevseri)
  • Mezhepsizlik, İslam Şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid’attir“. (Prof. Said Ramazan el-Buti)
  • Hulefa-i Raşidin devrinden sonra Kitab ve Sünnete en uygun İslami uygulama olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye zamanında fıkha dayalı bir İslami idare vardı, devletin resmi fıkhı Hanefilikti, diğer üç mezhep de serbestti.
  • Fıkıh ilmi olmazsa doğru dürüst abdest alıp doğru dürüst iki rekat namaz kılamayız.
  • Mezheplerin yıkılmasını ve ortadan kalkmasını isteyenler bozuk bid’at fırkalarıdır.
  • Mezhepsizler, fıkıh mezheplerini ve Ehl-i Sünnet ve Cemaati yıkmak için Sünnete ve hadislere saldırıyorlar.
  • Sünnet İslam Şeriatının ikinci temel kaynağıdır: Sünnet Kur’an-ı Azimüşşan’ın doğru yorumu için en lüzumlu bilgi kaynağı ve birikimidir. Kötü niyetli müsteşrikler (doğu bilimciler, oryantalistler), misyonerler, gizli din taşıyan iki kimlikli münafıklar bir yandan, bid’at fırkaları öbür yandan Sünnet’i yıkmaya çalışıyor. Hiçbir Sünni Müslüman bunların oyunlarına gelmemelidir.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz