28/01/2015

Peygamberler Neden Rehber Kılındı ?



Allah Peygamberleri göndermeseydi insanlık bunu isteyecekti.Zira inanma insanda fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç Allah tarafından formüle edilmeseydi, insanlar arasında bir sürü farklı kulluk anlayışları olacaktı.

Peygamberleri tanımak ve onların çağrılarından haberdar olmak için mutlaka Kur’anda adı geçen Peygamberlerin kısalarını bilmemiz gerekiyor.

Her Peygamber, hem zamanın hem de günümüzde kıssalarıyla yaşayan birer abidedirler. Peygamberlerin yaşantıları, yüce Allah’ın gözetiminde ve meleklerin kontrolünde gerçekleşmiştir. Peygamberlerin yolu hem dünya hem de ahireti kapsamaktadır. Çünkü Onlar sadece insan bedenine dönük yapıcı çağrı yapmamışlar. Onlar insanların ruh hallerine de çare bulmaya çalışmışlardır. Onun içindir ki; Aziz Peygamberler birer ruh mimarıdırlar, ahlak mihengidirler, talim terbiye muallimidirler, sevgi ve şefkat timsalidirler, haya ve edep kılavuzudurlar, akıl ve fikir öncüleridirler, hayat ve mematın, mahşer ve mizanın, cennet ve cehennemin ve rızayı lillahın davetçileri, habercileridirler.

Her Peygamberin yaşam koşulları ve mücadele stratejisi farklı farklıdır. Çünkü yüce Allah (cc) her bir Peygambere farklı imtihan alanı vermiştir. Onun için her mümin Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen Peygamberlerin mücadelesiyle kendi hayatı arasında bağ kurmaya çalışmalıdır. Mesela: Ya Adem (a.s) gibi Şeytanla, Nuh (a.s) gibi kavmiyle, İbrahim (a.s) gibi Nemrutla, Yakup (a.s) gibi oğluyla, Yusuf (a.s) gibi kadınla, iftirayla ve zindanla, Eyyüp (a.s) gibi fakirlik ve hastalıkla, Süleyman (a.s) gibi zenginlikle v.b...

Hz.Peygamber (a.s) hadisi şerif de:
“Şüphesiz ki, Allah (cc) kıyamette dört kişiyi dört sınıfa karşı delil gösterir:

1-Zenginlere karşı Hz.Süleyman (a.s)’ı

2-Hastalara karşı Hz.Eyyüp (a.s)’ı

3-Kölelere karşı Hz.Yusuf (a.s)’ı

4-Fakirlere karşı Hz.İsa (a.s)’ı (İbn Hace, Münebbihat, Tenbih No.9,s35.)

Peygamberlerin geçmişteki medeniyetlerinin günümüzle kıyas edilmesi ve
Peygamberlerin insanların ruhlarındaki cevheri nasıl keşfettiklerini öğrenip günümüzde uygulanabilir şartlarını oluşturmak mutlaka elzemdir.
Peygamberlerin nasıl insanları yaramaz iken ıslah edip yararlı hale getirdiklerini öğrenip tatbik etmek, mücizelerini günümüz şartlarına uyarlamak insani değerlerimiz açısından hayati önem taşımaktadır.

24/01/2015

O Bahtiyar Grup Biz miyiz Acaba ?


يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَاْتِى اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ذلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ  عَليمٌ
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu, bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." [Maide-54]
Bu ayet, ensar hakkında inmiştir. Bunun, henüz o sıralarda var olmayan bir topluluk hakkında işaret olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekir de mürtedlerle âyetin nüzulü sırasında henüz bulunmayan bir toplulukla savaşmıştır. Bunlar ise, Yemen'li Kinde'li, Becile'li ve Eşcalı bir takım kabilelere mensub kimselerdi. Âyet-i kerimenin Eş'ariler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü, haberde varid olduğuna göre, bu âyet-i kerime nazil olduktan kısa bir süre sonra deniz yoluyla Eş'arilerin gemileri geldiği gibi, Yemen kabileleri de deniz yoluyla geldiler. Rasulullah (a.s)'ın döneminde İslama bağlılık noktasında güzel sınavlar verdiler. Irak fetihleri ise genel olarak Ömer (r.a) döneminde ve Yemen'li kabileler tarafından gerçekleştirilmiştir. Âyetin nüzulü ile ilgili olarak ifade edilen en sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur."Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitapla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitap ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.
Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.

Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.

Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.

Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.

Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularımıza taşımaktadır!

Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra,
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.

İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir defaya özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.
Dünya ve içindekiler için utanmadan koşuşup duranlar utanmıyor, çekinmiyorlar da, Yüce Allah'ın dini için neden Müslümanlar geri durmaktan utansınlar. Asıl utanacak olanlar, dinlerini dünya karşılığında değiştirenlerdir.

İman ve Şirk


اِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا

"Kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Ve kim Allah'a ortak koşarsa elbette derin bir sapıkla sapıtmıştır. " [NİSA-116]
Şirk, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde geçmektedir.

Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz. Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir.( el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86)

Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.

Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.

Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur. Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür.

Allah'ın Resûlü Hz. Muhammed (a.s) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:

Helak edici yedi şeyden sakının:

1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;

2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;

3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;

4- Yetim malı yemek;

5- Savaş alanından kaçmak;

6- Faiz yemek;

7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek."[Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48]


* Şirk: mutlak küfür değil, Allah'a ait olan vasıfları Allah'tan başkasına vermektir. Şirkin, şirket ve ortaklık anlamına gelmesinin sebebi bunun içindir.

* Bir kalpte iki mabud olmaz. Aynı zamanda iki sevgide olmaz. Ya Allah sevilecek, ya da Allah'la beraber başka şeyler sevilerek, şirk akidesi taşınacak.

* En büyük şirk, insanın Allah'tan başkasına ibadet edip, kendisiyle Allah arasına engeller koymasıdır.

* Lokman (a.s)'ın oğluna nasihatinde:

وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”[Lokman-13]Çünkü şirkte Allah'ın hakkı ve hukuku çiğnenmiş olur, Allah'a ait hakkı başkasına vermektir ki, bu da büyük günahtır.

İşte,  اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ ayeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.

28/10/2014

En Temel Sapma



 “...Adil olun, bu Allah 'a karşı sorumluluk bilinci duymaya en yakın olan (davranış)dır...” Mâide: 5/8
Defaatle belirtildiği gibi Kur’an'ın temel hedefi, yeryüzünde doğruluk ve adalet üzerine kurulu sağlam ve sosyal bir düzen oluşturmaktır.Mâide: 5/48. Bunun nedeni. İnsan emeğini ve onurunu koru­yup temel hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakmamak için böyle bir düzene ihtiyaç duyulmasıdır. Âl-i İmrân: 3/102-104
Hangi asırda olursa olsun, karşılaşılan en önemli beşeri so­runlar, "şirk", "sekülerlik" ve "sosyo-ekonomik eşitsizliktir. İşte bu yüzdenKur’an'ın, esas itibariyle üç ana tema üzerinde yoğunlaştığı görülür:
Bunlar da "tevhid", "ahiret” ve "adalet" tir. Tâhâ: 20/98. Hayatın doğru yaşanması, hak ve hürriyetlerin güvence al­tına alınması, emeğin saygın, insanın da ekonomik ve sosyal açıdan özgür olması, büyük ölçüde yüksek değerlerin hayata ha­kim kılınmasına bağlıdır.
Kur’an mesajının insanlık dünyasına ulaştığı dönemde ger­çek dini problem, çok tanrıcılıktı. Toplumun büyük bir kesimi, Allah adı ile anılan bir yaratıcı fikrini kabul etmiş olmasına rağ­men ibadetler Allah'a değil, diğer tanrılara yapılıyordu. Ankebût: 29/ 61. Mek­ke'nin lider ve tüccar sınıfı da genelde puta tapmaktan ibaret olan şirk dinini bırakmak istemiyorlardı. Bilakis onlar, kendi yönetimleri altındaki insanlara:
"Pes etmeyin, ilahlarınıza sım­sıkı sarılmaya devam edin; yapılacak tek anlamlı şey budur." diyorlardı. Sâd: 38/6. İşte bunun için Kur’an'ın temel tezi, Allah'ın birliği,yani tevhid ilkesi olmuştur. Çünkü bu ilke, İslam inancının düzenine sürekli sahip çıkmayı ifade eder. İnsan da ancak böyle bir düzenle gerçek özgürlüğe ve güvenli bir hayata kavuşabilir. 


Kur’an'a ilk muhatap olan Araplar, genelde dünya görüşle­rinde ve pratik hayatlarında sektiler insanlardı. Onlar, kutsal oIan ile bağını koparan, dünyaya tapan ve ahiret gerçeğini kabul etmeyen kimseler oldukları için. "Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir şey yok; dünyaya geldiğimiz gibi ölürüz, bizi ancak zaman yok eder."' derlerdi.  Câsiye: 45/24.
Dünyevi leşine, insanı Allah'tan uzaklaştıran, hak ve hürri­yetlerin güvencesini büyük ölçüde ortadan kaldıran, insan eme­ğini ve onurunu sömüren en büyük günah ve bütün felaketlerin kaynağını oluşturan en temel sapmadır. Modern dünyada önce Batı'da ortaya çıkıp daha sonra bütün dünyaya yayılmış olan bu sekülerlik, geçmişte nasıl acılara sebebiyet verdiyse bugün de inkarcılık, sömürücülük, saldırganlık, haksızlık ve ahlaksızlık gibi bir yığın felaketlere sebep olmaktadır. Bu yüzden Kur’ansekülerliği tercih eden kimselerin, hak ve adalet sınırlarını da ihlal edeceğine dikkat çekmiştir.Nazi'ât: 79/37-38.  Gerçekten de bugün, dünya­nın değişik bölgelerinde yaşanan baskı, zulüm, açlık, savaş ve gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi bir yığın olumsuzluğun temel nedeni, karınları tok fakat gözleri aç olan azgın insanların oluşturdukları sömürü sistemleridir. Bunların en bariz niteliği ise, dünyaya aşırı düşkünlük, yani sekülerliktir. 

Kur’an'ın, indiği günden itibaren en çok üzerinde durduğu ve düzeltmeyi amaçladığı yanlışlardan biri de "sosyo-ekonomik eşitsizlik" olmuştur. Kur’an, bu haksızlığı ortadan kaldırmak için "adalet'" ilkesini getirmiştir. Adalet, kişi ve toplum ilişkisinde dengeli olmak, haklıya hakkını, suçluya da cezasını vermek demektir. Ayrıca adalet, bir yönetim ilkesidir. Toplumda adaleti sağlamak da yönetimlerin işi ve görevidir.
Kur’an’ ın indiği dönemde Mekke zengin bir ticaret şehriydi.
Yönetim, güçlü Kureyş kabilesinin elindeydi. Bu kabile, bölge­deki diğer kabileler üzerinde hatırı sayılır bir etkinliğe de sa­hipti. Bütün bunların yanı sıra, her ticaret toplumunda buluna­bilecek ciddi problemler, Mekke'de de mevcuttu. Çünkü, hileli yollardan kazanılan zenginlik, muhtaç ve mağdurlara harcan­mıyor, sorumsuzca heba ediliyordu. Ayrıca çok sayıda insan, sınırlı haklara sahip olduklarından ve ekonomik özgürlüklerden yoksun bulunduklarından dolayı, toplumsal eşitsizlik ve huzur­suzluk büyük ölçüde yaygınlaşmıştı. İşte belirtilen nedenlerden ve benzeri sebeplerden dolayı Kur’an'ın çağrısı sadece inanç, ibadet ve ahlak konularıyla sınırlı kalmamış; ayrıca onda, insan emeğini ve onurunu koruyan, temel hak ve özgürlükleri güven­ce altına alan ve toplumun mağdur kesimlerinin durumlarım iyileştirmeyi amaçlayan düzenlemeler de yer almıştır. Mesela, sürekli parasal zorluklar içinde olan (kronik borçlu)lar ve diğer muhtaç kimseler için zekât gelirlerinin kullanılır hale getirilme­siyle ilgili düzenleme, bunlardan sadece biridir.  Çünkü günlük yaşamın en önemli boyutlarından biri de ekonomidir. Kur’an, bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da ada­letin ayakta tutulmasını ve sömürünün ortadan kaldırılmasını is­ter. Demek ki faizin, her çeşit haksız ve hileli kazancın yasakla­nıp zekât ve yardımlaşmanın emredilmesi Tevbe: 9/60 , zulüm-adalet ilişki­sine bağlı olarak ortaya çıkan gelişmelerdir. Bütün bunlar, doğ­ru ve onurlu bir hayat için, emeğin saygın insanın da ekonomik açıdan özgür olması gerektiği mesajını verir. Öyleyse insanlar ekonomik, sosyal ve siyasal bilinç bakımından gelişip özgürleşmelidirler. Bu da ilkesizliğin ve erdemsizliğin pençesine düş­memiş bir anlayışla başarılabilir.

Hep O'nun Yolunda Olmak


 Allah, insanı yaratmış ve ona hayat nimetini bahsetmiştir.  O, seçtiği elçiler aracılığı ile de yarattığı insanla konuşmuştur.Vahiy, Allah'ın sözlü bildirişidir ve onun hükümleri mutlak doğrudur.  Bu ışık, ilk peygamber Hz. Adem'den son peygam­ber Hz. Muhammed'e kadar bütün insanların yolunu aydınlat­mış, bundan sonra da aydınlatmaya devam edecektir. Zira, in­sanın hayatı doğru değerlendirip anlamlı kılması, hep Allah yo­lunda yürümesiyle ve O'nun değişmez ilkelerini ihtiva eden vahyine uymasıyla mümkün olacaktır.

Bunun için Kur’an, insanı, Allah'a inanmaya, O'na içten bir sevgiyle yönelmeye ve vahiyle bildirilen gerçeklere uymaya ça­ğırmıştır.Öyleyse insan, üstlendiği görevin bilincinde olmalı, sorumluluğunu yerine getirmeli, Kur’an-hayat bütünlüğü içinde yaratılış gayesine uygun olarak yaşamaya çalışmalıdır.
İnsanın, yaratılış gayesini gerçekleştirmesinde, onun geliş­mesine ve eğitimine katkı sağlayan faaliyetlerin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ancak bu faaliyetlerin beklenen faydayı sağlama­sı, şu temel ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilmelerine bağlı­dır:
a) Allah'a inanmak: Yapılan işler, mutlaka Allah inancına dayanmalı ve her şeyden önce O'na karşı ahlaklı olunmalıdır. Bu da Allah’a inanıp yolunda yürümek ve rızasına uygun güzel işler yapmakla mümkündür. İman değerinden yoksun olan eylemler, Allah katında geçersiz ve değersizdir. Tarih boyunca peygamberlerin inananlarla birlikte yürüttükleri mücadelelere bakılırsa, bunlarda iki değişmez evrensel hedefin olduğu görü­lür.
 Bunlardan ilki şirke karşı tevhit; ikincisi de zulme karşı adetlettir.  Demek ki tevhit, Allah'a; adalet de insanlara karşı ah­laklı olmak anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'a karşı ahlaklı davranması ise, hep O'nun yolunda olmasıyla gerçekleşir.
b) İnsana saygılı olmak: Bu ilke, insanın varlık şartlarını ta­nımayı, anlamayı ve onun sahip olduğu potansiyeli doğru de­ğerlendirmeyi sağlar. İnsanın, sürekli gelişen ve değişen bir çiz­gisi, biyolojik ve ruhsal yapısı, toplumsal ve tarihi çevresi, geç­mişe ait hatıraları, geleceğe ait umutları ve kaygıları var. Dünya her an, insanın zihninde farklı şekillenmekte; o, korkulan, sev­gileri, istekleri, inançları ve değer yargılarıyla gün geçtikçe ye­niden keşfedilmektedir. İnsana, çocukluğundan itibaren saygı­nın gereğini vurgulamak, saygı duyacağı değerleri ve varlıkları tanıtmak önemlidir. Ama bundan daha önemli olan, ona saygılı bir davranışın ne demek olduğunu öğretmektir. Eğer insana saygının pratik anlamı kavratılmazsa o kimi zaman saldırgan, kimi zaman korkak, kimi zaman da yetersiz ve umursamaz olur.
c) Düşünceye saygı duymak: Düşünmek bir arama, araştır­ma ve eğitim işidir. Düşünebilmek kadar dinlemesini bilmek ve farklılıklara tahammül edebilmek de bir erdemdir. Bunun için insan, karşısındaki insanların fikirlerine katılmasa da onlar üze­rinde düşünmelidir. Çünkü insanlar aynı kelimeleri kullanmala­rına rağmen onlardan aynı anlamları çıkarmazlar. Bunun nede­ni, insanların zihinsel anlam kodlarının farklı olmasıdır. Şu hal­de insanın özgürce düşünmesine engel olan her davranış, dü­şünceye saygısızlık anlamına gelmektedir. İnsanlar, kendi iyiliklerini, doğru bildikleri yolda arama özgürlüğüne sahiptirler. Öyleyse herkes, kendi özgür iradesinin ve tercihinin sahibi ola­bilmelidir.
d) Ahlaki olana saygı: İnsanoğlu, çağımızda teknik açıdan baş döndürücü bir başarıyı yakalamasına ve olağanüstü imkân­lara sahip olmasına rağmen, dünyanın hakkını verecek ahlaki olgunlukta insanlar yetiştirmede aynı başarıyı gösterememiştir. Bunun en açık kanıtı, çok sayıda insanın hayatında zihin huzu­ru, vicdan ile barışık olma ve ruh zenginliği gibi hallerin eksik­liğini hissediyor olmasıdır. Ayrıca pek çok insan, iyinin ne ol­duğunu bilse de her zaman iyi davranışı gerçekleştirememektedir. Çünkü insanın hayatında ağır basan ve onun yönünü tayin eden şey, söylenen sözlerden çok yapılan işlerdir. Bu yüzden, güzel sözler söylemek, öğütlerde ve tavsiyelerde bulunmak, bu insanlara yetmiyor. İşte burada imanın insanı iyiye teşvik edici rolü ortaya çıkıyor. Öyleyse çağın ahlaki yapısına iman, doğ­ruluk, sevgi ve saygı gibi yüksek değerle hakim olmalı; eğer amaç ahlaklı insan yetiştirmekse, ahlak mutlaka dinle temellendirilmelidir. Çünkü herkesin bildiği iyinin yanına sevabı, kötü­nün yanına da günahı koymadan ahlaklı olunamaz. Ahlakı dinle temellendiren insan, kendini yönsüz, desteksiz ve şaşkın bıra­kabilecek her türlü uygulamada, Allah inancını ve sevgisini, ko­ruyucu bir güç olarak yanında bulabilir. İnanç bütünlüğü içinde oluşan ahlaki fikirler, böylece davranışlara kılavuzluk eden bir güç haline gelir.
e) Bilgiyi bilinç haline getirmek: Bilinç haline gelmemiş bilgi, doğru olsa dahi etkisiz bilgidir. Etkisiz bilgi ise bilinci bulandırır, yanılgılara sebep olur ve müspet gelişmeleri engel­leyebilir. Ama güvenilir ve tutarlı bilgiler üzerine kurulu düşün­celer, insanın ahlaklı yaşamasına, iyi ve doğru olanı yapıp bun­ları hayata katmasına vesile olur. Zaten bir inancın ve idealin, insanda halis bir ruh besini haline gelip gelmediği, ancak güzel ahlakta görülür. Ancak bu inancın yaşaması için, doğru ve iyi olması yetmez, ayrıca o inancı yaşatacak ehil insanların bulun­ması da gerekir.
d) Tarihi mirasa saygı: Bu, geçmişin günümüz açısından yerini, önemini ve fonksiyonunu tespit edebilmek anlamına ge­lir. İnsan, kendini inşa ederken tarihin mesajını çözebilmeli, bunun içinde çok yoğun bir ilmi ve fikri çaba içine girmelidir. Tarihi mirasa saygı, ne körü körüne geleneğe sığınmak, ne de gelenekten kaçmaktır; aksine kültürel mirası, yetişmekte olan nesillere bir yardım ve ilham vasıtası olarak sunabilmektir.
Sonuç olarak, insanın her an Allah yolunda olmasını ve ke­male ermesini sağlamak için, onun doğru anlamaya ve uygula­maya yönelik zihinsel çabalarını zenginleştirip beslemek gere­kir. Çünkü doğru düşüncenin doğru kararlara yansıması, doğru kararların da iyi davranışlarla bütünleşip kaynaşması, büyük öl­çüde buna bağlıdır. Bunun için Kur’an, bizlerden Allah yolunda aktif ve üstün gayretler göstermemizi istemiş, bu gayretlerin O'nun tarafından sevapla ödüllendirileceklerini müjdelemiştir.  İnsanın sahip olduğu dünyacı değerler bir gün tükenir; ama ha­yırlı işlerden hasıl olan sevaplar baki kalır. 





Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz