25/01/2014

Müslüman Beddua Eder mi ?


 
        İslâm, Müslümanların kendileri ve diğer Müslümanlar aleyhinde beddua etmelerini yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz aleyhisselam beddua hakkında şöyle buyurmuştur:
“Birbirinize, Allah’ın laneti, Allah’ın gadabı ve cehennem temennisiyle bedduada bulunmayın.” (Ebu Dâvud, Edeb 53, (4906); Tirmizî, Birr 48, 1977)
“Lâneti çok yapanlar Kıyamet günü şefaatçi olamazlar, şehid de olamazlar.” (Müslim, Birr 85, (2598); Ebu Dâvud, Edeb 53, 4907)
“…Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” (Buhârî, Cenâiz 84, Müslim, Îmân 176, 177)
Lanet edilen o lanete layık değilse, lanet lanet edene döner. Peygamber Efendimize kulak verelim:
“Şunu bilin ki, kim bir şeye haksızlıkla lanet ederse, lanet kendisine döner.” (Ebu Dâvud, Edeb 53, (4908); Tirmizî, Birr 48, (1979)
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez (hor görmez).
“Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter.” (Buhari, Nikah 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 – 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, 1928)
Müslümanların birbirlerine ”Allah sana lânet etsin”, “Allah’ın gazâbına uğrayasın”, “Cehennemde yanasın” gibi beddua cümleleriyle lânet okumamaları tenbih ve ikaz edilmektedir. Lânet, gazap ve azâb temennisi, müminlerin öfkelerini yatıştırmak için de olsa, ağızlarına almamaları gereken felâket tellallığıdır.
“Olgun mü’min, yerici, lânetçi, kötü iş  ve kötü söz sahibi olamaz.” (Tirmizî, Birr 48)
Olgun müminler kimseyi kötülemez, lânetlemez, iş ve sözde haddini aşmaz, ahlâksızlık yapmaz. Kemâl noksanlığının göstergesi olan bu gibi düşük hareketlerin ve özellikle lânetçiliğin en büyük tehlikesi, o lânetin  sonuçta lânetçiye dönmesidir:
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten  lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” (Ebû Dâvûd, Edeb 45; Tirmizî, Birr 48)
Lânet, kendisine gökyüzünde ve yeryüzünde yer bulamaz, lânet edilen kişiye gider, eğer gerçekten o  lânete layık biri ise, onda kalır, değilse onu dileyene, yani lânet edene döner. Lânetçinin lâneti, kendisi hakkında geçerlilik kazanır. Bu da kişinin kendi ağzıyla kendi felâketini hazırlaması, felâketine bizzat kendisinin davetiye çıkarması demektir. Hiç şüphesiz aklı başında olgun hiç bir mü’min böylesi gülünç ve acı bir duruma düşmek istemez. Bunun  yolu ise, başkalarına lânet etmemektir.

Peygamberimiz Beddua Etmiş midir?

Mekke döneminde İslâmî tebliğ etmek üzere Tâif’e gittiğinde, orada kötü bir davranışla karşı karşıya kalmış; dönüşte taş yağmuruna tutulmuş, mübarek ayakları kanlar içerisinde kalmıştı. O sırada Allah tarafından kendisine ”onlar aleyhinde yapacağı bedduanın kabul edileceği, dilerse onları helâk edeceği” bildirilmiş, fakat Peygamber Efendimiz (asm) “Hayır, belki bunların sulbünden sana ibadet edecek çocuklar doğar, yâ Rabb.” demişti. Uhud’da dişini kıran, yüzünü yaralayan düşmanları için:
“Allah’ım! Kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar.” (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IV, 314)
diye dua etmiştir. Bütün çalışmalara rağmen İslâmiyeti kabul etmeyen Devs kabilesine beddua etmesi istenince:
“Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet eyle de onları bizim saflarımıza kat.” diye dua etmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 344)
Bununla beraber, Peygamber Efendimiz (a.s.m)’in zaman zaman Allah düşmanlarına beddua ettiği de olmuştur. Bi’r-i Mâûne’de yetmiş İslâm davetçisini şehît eden Kilab kabîlesine Resulullah (a.s.m) bir ay süre ile beddua ve lânet etmişti. Kâbe’de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşriklere de beddua etmiş, Bedir muharebesinde yere serildiklerini gözleriyle görmüştü. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, X; 43-45) Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılmaları için dua etmiş, bunun üzerine geceleyin ansızın doğudan kopan fırtına düşmanın altını üstüne çevirmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 342-343)
Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki Müslüman, günahkâr da olsalar, Müslümanlara beddua etmekten sakınmalıdır.
Bu dünyada zulmeden kişi cezasız kalmayacaktır. Bu dünyada zulmünün cezasını göreceği gibi ahirette de elim bir azapla cezalandırılacaktır. Burada mazluma düşen güzel bir şekilde sabretmektir.

Allah Yazılı Kolye veya Yüzük Takmak


    
    Öncelikle şunu belirtmeliyiz. Bu tür nesnelerden ziyade üzerinde yazılan İslami kutsal kavramlar içerdiği için yazılanlara saygı ve hürmet gösterilmelidir.

Vicdani sorumluluk bu tür davranışlarda esastır. Ancak dinimiz zorluk değil bilakis kolaylık dinidir. Bu nedenle insan her türlü farklı yaşam içerisinde olabilmektedir. İnsan fıtratında bazı mefhumlar önem arz ettiğinden beyanla; İbadet edilemeyecek bir yere girildiğinde dualı kolye veya yüzüğü ne yapabiliriz sorusuna en güzel cevabı vicdanlar verebilir. Ancak böyle durumlarda çıkarmak daha evladır.

Fıkıh kitapları diyor ki, bir insanın yüzüğünde Allah, peygamber lafızları varsa yüzüğü tuvalete girerken çıkarmalı. Eğer, çıkarırsam kaybolur falan diyorsa, o zaman ters çevirip, avucunun içine alır şekilde tuvalete girebilir.

"Peygamber efendimiz parmağında takılı bulunan ve üzerinde Allah ve Muhammed yazılı olan yüzüğüyle uygun olmayan yere girmeden önce içeri doğru çevirir ve sağ eline takardı bu rivayet üzerine Kaşında Allah’ın ismi veya Peygamber’in adının yazılı olduğu bir yüzükle helaya giren kişi, yüzüğünü gizlemelidir. Eğer yüzük sol elinde ise taharetleneceğinde sağ eline alarak kaşı avucuna gelecek şekilde olmalı veya parmağından çıkarmalıdır.” (İbn Abidin, V, 317).

Buna göre yüzüğünde veya kolyesinde “Allah” vb. yazılı kimse bunun üstünü kapatarak elbisesinin içerisine veya cebine koyarak yahutta yüzükse ters çevirerek tuvalete girebilir. Bunda mahsur yoktur.

Hanımlar ise muayyen günlerinde edeben üzerlerinde bulundurmazlarsa doğru bir davranış yapmış olurlar.

Dinimiz böyle nesneleri kullanmaya müsaade etmektedir. Hatta bu tür yazımlar bir kağıda veya kumaşa dahi yazılsa naylona sarılarak insan üzerinde taşınmasında mahsur görülmemiştir. Önemli olan bu tür nesnelerin yazılarına saygı ve hürmet göstererek ne taşıdığının bilincinde olabilmektir. Ve taşınan bu tür yazıların mana ve ehemmiyetine binaen günah denizine girmemektir.

Nazar Boncuğu Takmak



Nazar’dan korunmak için Nazar Boncuğu takılabilir mi? Namaz Boncuğu takmak doğru mudur?
Nazar değmesine karşı halk arasında nazarlık denen şeyler insanların, binaların ve arabaların üzerlerine asılmaktadır. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uygulamalarında böyle bir durum görülmediği gibi, İslam’ın ruhuna aykırı olan totem misillü böyle eşyaların kullanılması son derece yanlıştır.
Zaten Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam bizzat bu tür aletlerin kullanılmasını yasaklamış, böyle bir nazarlık taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu atmasını emretmiştir. [bknz. Nesâî, Zînet, 17]
Halk arasında çocukların elbiselerine mavi boncuk, nazarlık ve iğde çekirdeklerinin takılması, ev, araba ve binalara at nalı ve çeşitli yanlış muskalar asılması hep bu yanlış inançtan kaynaklanan değişik uygulamalardır. Tıbben değerlendirildiğinde bunların en ufak bir faydası olmadığı gibi, hurafelerin yaygınlaştırılması hususunda da bu tür adetlerin büyük sakıncaları vardır.
Hangi hastalık olursa olsun gerçek şifayı verici olan Allah tebareke ve teala’dır. İnsanı, nazar değmesi gibi rahatsızlıklardan koruyacak olan, basit birer maddeden ibaret olan nazarlıklar değil, ibadeti her daim kendisine yaptığımız Rabbimizdir. Dolayısıyla O’na sığınmalı, O’na yalvarmalı, O’na yakarmalı ve ne istiyorsak O’ndan istemeliyiz…
“Allah’ım! Bütün şeytan tabiatlıların şerrinden, zehirli haşerattan, dokunan her kötü gözden şifâ veren kelimelerine sığınırım.”
..ve Allah, en iyi bilendir.

Peygamberimiz'in Mucizeleri

  
    Peygamberimiz'in mucizelerine geçmeden önce,mucize ve diğer peygamberlerin mucizeleri hakkında bilgilenmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

Mucize; Allah’tan başka hiçbir kimsenin yapamayacağı ve âciz kalacağı fevkalâde hâdisedir.
Ehl-i Sünnet âlimleri, mucizeyi, kerâmet gibi diğer harikalardan ayıran unsur ve şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir. Bunlardan en uygun ve açık olanı şöyledir; Mucize; Peygamberlik iddiasında bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için, Hak Teâlâ’nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini ‘mislini) yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir (et-Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460).
Bu tariften anlaşılacağı üzere mucize, Allah’ın bir fiilidir. Onu Peygamberi elinde yaratan ve gösteren, bizzat Allah (c.c) tır.
Kur’an ayetleri incelendiğinde Allah-u Teâlâ’nın, her peygamberine mucizeler verdiği gözükmektedir. Bazı ayet-i kerimeleri zikrederek bu bahsi izah edelim:
Hz. İsa’ya verilen mucizeler şöyle zikredilir:
“Allah Onu (Hz. İsa’yı) İsrailoğullarına bir peygamber olarak gönderir (ve o der ki): “Şüphesiz ki ben size Rabbinizden bir âyet getirdim: Size, kuş biçiminde çamurdan bir şey yaparım da içine üflerim, Allah’ın izniyle o, kuş olur. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyor ve neleri biriktiriyorsanız size haber veririm”
| Kur’an-ı Kerim; Ali İmran Sûresi,  49-50. Ayetler Meali
Hz. İbrahim’e verilen bir mucize olan, ateşe atıldığında ateşin onu yakmaması şöyle zikredilir:
“(Hz. İbrahim) dedi: ” Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz? Size de Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun, siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Onlar: “Bir şey yapacaksanız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin” dediler. Biz: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol” dedik.
| Kur’an-ı Kerim; Enbiya Sûresi, 66-69. Ayetler Meali
Hz. Salih’e verilen deve mucizesi şöyle zikredilir:
Salih dedi ki: “Ey kavmim! İşte şu, Allah’ın dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu Allah’ın yeryüzünde otlasın. Ve ona kötü bir maksatla el sürmeyin, sonra sizi yakın bir azap yakalar.”
| Kur’an-ı Kerim; Hud Sûresi, 63. Ayet Meali
Hz. Süleyman’a verilen hayvanlarla konuşabilmesi mucizesi şöyle zikredilir:
Süleyman Davud’a varis olup dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.”
| Kur’an-ı Kerim; Neml Sûresi, 16. Ayet Meali
Hz. Musa’ya verilen asasının yılan olması ve Yed-i Beyza mucizeleri şöyle zikredilir:
Firavun: “Eğer bir mucize getirdiysen ve eğer doğru söyleyenlerden isen onu göster” dedi. Bunun üzerine Musa asâsını yere bırakıverdi, o da birdenbire kocaman bir ejderha kesiliverdi. Ve Musa elini koynundan çıkarıverdi, eli bembeyaz olmuş, bakanların gözünü kamaştırıyordu.
| Kur’an-ı Kerim; Araf Sûresi, 106-108. Ayetler Meali
Peygamberimiz'in Mucizelerini Şöyle Sıralayabiliriz.

1.) “Onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu, Müminleri katından güzel bir imtihanla denemek içindi. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfal 17)

Bu ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Bedir günü müşriklerin yüzlerine toprak atması hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:
Enfal suresinde Bedir savaşı çok detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Zikrettiğimiz ayet-i kerime de Bedir savaşının anlatıldığı bölümde geçmektedir. Bedir günü Müslümanlar sayıca çok az ve silahça çok zayıftılar. Kâfirler onların üç katı kadardı ve tamamen silahlı ve zırhlı idiler. Savaşın bir bölümünde Müslümanlar mağlup olmak üzereydiler ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hengâmda ellerini açarak şöyle dua etmiştir:
“Ey Rabbim, eğer şu topluluğu helak edecek olursan, bir daha asla yeryüzünde sana ibadet edilmeyecektir…”
Bu dua üzerine Cebrail (a.s.), Efendimize:
“Bir avuç toprak al ve bunu onların yüzlerine at.” dedi.
Hz. Peygamber de bir avuç toprak alarak bunu onların yüzlerine attı ve “yüzleri kurusun!” buyurdu. Müşriklerden hiç kimse kalmadı ki, gözlerine, burun deliklerine ve ağzına bu bir avuç topraktan isabet etmiş olmasın. Müşrikler gözlerine kaçan bu toprakla uğraşırken Sahabeler onlara saldırıp bir kısmını öldürdü ve bir kısmını da esir etti. Savaştan sonra da Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimeyi indirerek, Müminlere vermiş olduğu nimeti hatırlattı.

2.) “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsra 1)

Bu ayet-i kerime bütün müfessirlerin ittifakıyla, Efendimizin (s.a.v.) Miraç hadisesinin başlangıcı olan İsra hadisesinden yani Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksaya olan seyahatinden haber vermektedir. Seyahatin detaylarını mezkûr ayet-i kerimenin izahını yapan tefsirlere ve hadis kitaplarının Miraç bölümlerine havale ediyor ve sadece İmam Tirmizi’den bir nakil ile yetiniyoruz:
İmam Tirmizi (r.a.) der ki: Bize İshak İbni İbrahim, Şeddad İbni Evs’den şöyle dediğini nakletti:
“Ey Allah’ın Resulü, senin gece yürüyüşün nasıl oldu?” Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Ben ashabımla birlikte Mekke’de yatsı namazını gecikerek kılmıştım. Bu sırada Cebrail bana beyaz bir hayvan getirdi. Merkepten büyükçe, katırdan küçükçe idi. Ve “Bin” dedi. Ona binmek bana zor geldi. Bunun üzerine Cebrail, kulağından onu tutup beni üzerine bindirdi. Hayvan yürüdü, bizi uçuruyordu. Öyle ki ayağını gözünün ulaştığı yere basıyordu. Nihayet bizi hurmalıklı bir araziye götürdü, beni orada indirdi ve “Namaz kıl.” dedi. Ben namaz kıldım. Sonra bindik. “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” dedi. Ben “En iyisini Allah bilir.” dedim. “Yesrib’de, güzellikler yurdunda namaz kıldın.” dedi. Hayvan bizi uçururcasına götürüyordu. Gözünün eriştiği yere tırnağını basıyordu. Sonra bir yere ulaştık. Cebrail “İn” dedi, indim. Sonra “Namaz kıl.” dedi. Namaz kıldım. Sonra bindik. Dedi ki: “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” Ben “En iyisini Allah bilir.” dedim. Dedi ki: “Medyen’de, Musa’nın ağacının yanında namaz kıldın.” Sonra hayvan bizi uçururcasına götürdü. Ayağını gözünün erdiği yere basıyordu. Nihayet bir yere vardık. Karşımızda köşkler belirdi. “İn” dedi, indim. “Namaz kıl.” dedi, kıldım. Sonra bindik. “Nerede namaz kıldın biliyor musun?” dedi. Ben “Allah en iyisini bilendir.” dedim. “Beytü-l Lahm’de, Meryem Oğlu İsa Mesih’in olduğu yerde namaz kıldın.” dedi. Sonra hayvan bizi götürdü. Bir şehre Yemen tarafındaki kapısından girdik. Mescidin ön tarafına geldi ve oraya hayvanı bağladı. Biz mescide, Güneş’le Ay’ın eğim gösterdiği kapısından girdik. Ben o mescitte, Allah’ın dilediği kadar namaz kıldım… Sonra hayvan bizi götürdü. Nihayet şehrin bulunduğu vadiye girdik… Bu sırada falanca ve falanca yerde Kureyş kervanına rastladık. Develerinden birini yitirmişlerdi. Onu falanca toplamıştı. Ben onlara selam verdim. Bazıları dediler ki: Bu, Muhammed’in sesidir. Sonra Mekke’de sabah olmadan önce ashabımın yannına geldim. Ebubekir (r.a.) bana gelerek dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, bu gece neredeydin? Ben senin bulunacağın yerlerde seni aradım.” Hz. Peygamber (s.a.v.) dedi ki: “Biliyor musun, ben bu gece Beytü-l Makdis’e götürüldüm?” Hz. Ebubekir dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, orası bir aylık yoldur. Onu bana anlat.” Resulullah (s.a.v.) dedi ki: Bana bir yol açıldı, ben oraya bakıyor gibiydim. O bana ne sorarsa, onu kendisine bildiriyordum. Hz. Ebubekir dedi ki: Ben, senin Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ederim. Müşrikler ise dediler ki: İbni Ebu Kebşe’ye bakın. Bu gece Beytü-l Makdis’e gittiğini iddia ediyor. Şeddad İbn Evs der ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Benim söylediğim sözün delili olarak size bildireyim ki, falanca ve falanca yerde sizin kervanınıza rastladım. Onlar develerini yitirmişlerdi. Falanca onu bulmuştu ve onlar bulundukları yer şu kadar şu kadar mesafededir, falanca gün de buraya geleceklerdir. Kervanın önünde siyah bir deve var, üzerinde siyah bir örtü bulunmaktadır. İki de siyah çuval vardır. O gün olunca halk onların gelişini beklemeye koyuldu. Nihayet günün yarısına yaklaşıldığında kervan döndü. Önlerinde Resulullah (s.a.v.)’in anlattığı deve bulunuyordu.
İmam Beyhakî de iki yoldan İmam Tirmizi kanalıyla bu hadisi rivayet etmiştir. Hadisin bitiminde de: “Bunun isnadı sahihtir. Bu olay parça parça olarak başka hadislerde rivayet edilmiştir.” der. İsra hadisesi naklettiğimiz hadis-i şerif gibi daha birçok hadis-i şeriflerde nakledilmiş ve âlimler İsra hadisesinin vukuunda ittifak etmişlerdir.

3.) “Kıyamet yaklaştı ve Ay yarıldı.” (Kamer 1)

Bu ayet-i kerime Ay’ın yarıldığından haber vermektedir. Sahih ve mütevatir hadislerde sabit olduğu üzere bu yarılma Resulullah’ın (s.a.v) zamanında bir mucize olarak meydana gelmiştir. Ay’ın yarılmasının Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında vuku bulduğu konusu âlimler arasında ittifak edilmiş bir konudur. Bu, Hz. Peygamberin (s.a.v.) parlak mucizelerinden biridir. Şimdi, bu konuda varid olan hadis-i şeriflerden bir kısmını inceleyelim:
İbni Cerir der ki:
Bu geçmişte olmuştur. Hicretten önce idi. Ay yarıldı ve onlar iki parça halinde gördüler.
Abdullah İbni Ömer şöyle demiştir:
“Bu, Allah’ın Resulü (s.a.v) zamanında oldu. Ay iki parçaya yarıldı. Bir parça dağın önünde, bir parça da arkasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v): “Allah’ım şahit ol.” dedi.
Abdullah İbni Mesud hazretleri şöyle demiştir:
Resulullah’ın (s.a.v) zamanında Ay yarıldı. Kureyşliler: “Bu, İbni Ebu Kebşe’nin büyüsüdür. Dışarıdan, seferden gelenlerin getireceği haberi bekleyin. Şüphesiz Muhammed bütün insanları büyüleyebilecek değildir.” dediler. Seferden gelenler bu durumu aynen haber verdiler.
İmam Beyhaki der ki:
Ay Mekke’de yarıldı ve iki parça oldu. Mekkeli Kureyş kâfirleri: Bu, İbn Ebu Kebşe’nin sizi büyülemiş olduğu bir büyüdür. Seferden gelecekleri bekleyin; şayet sizin gördüğünüzü onlar da görmüşse doğru söylemiştir. Eğer sizin gördüğünüz gibi görmemişlerse hiç şüphesiz bu onun bizi büyüleyeceği bir büyüdür, dediler. Dışarıdan seferden gelenlere soruldu da muhtelif yönlerden gelenler “Onu gördük.” dediler.

4.) Savaşlarda meleklerle yardım edilmesi..

Peygamber Efendimize (s.a.v.) savaş esnasında melekler gönderilmiş ve meleklerle yardım edilmiştir.
Ali İmran suresi 124 ve 125. ayetler ve Enfal suresi 9. ayet-i kerime Bedir günü gönderilen meleklerden haber verir. İlk önce 1.000 melek, sonra 2.000 melek ve daha sonra yine 2.000 melekle toplam 5.000 meleğin Bedir günü gönderildiği bildirilir. Tevbe suresi 26. ayet-i kerimede Huneyn günü gönderilen meleklerden haber verilir. Yine Tevbe suresi 40. ayet-i kerimede, Efendimizin (s.a.v) Hz. Ebubekir (r.a.) ile mağarada iken “görünmeyen bir ordu ile desteklendiği” bildirilir. Bu görünmeyen ordunun melekler olduğu tefsirlerde beyan edilmiştir.
Yine Ahzab suresi 9. ayet-i kerimede “Onların üzerine görmediğiniz ordular gönderdik.” buyrularak Hendek savaşında gönderilen meleklere işaret edilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz ayet-i kerimeler ile sabittir ki, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ordusunda melekler vardır ve O’nun peygamberliğine bir mucize olması için bu melekler sahabeler tarafından görülmüştür.
Kurtubi ve Hazin tefsirlerinde zikredildiğine göre, Ebu Üseyd Malik İbni Rabia (r.a.) (Bu zat Bedir ehlinden en son vefat edendir.) şöyle buyurur:
Şu an sizinle birlikte Bedir’de bulunsaydım ve gözlerim de görseydi, elbette hiç şüphe ve tereddüt etmeden meleklerin çıka geldiği vadiyi size gösterirdim.
Yine Sehl İbni Huneyf (r.a.) der ki:
Vallahi ben Bedir günü bizden birinin, kılıcıyla bir müşrikin kafasına vurmak üzereyken kılıcı ona ulaşmadan o müşrikin kellesinin cesedinden ayrılıp yere düştüğünü gördüm.
Yukarıda naklettiğimiz haberler gibi daha birçok haberler vardır ki, sahabeler o gün inen melekleri ve meleklerin icraatlarını görüyorlardı.

5.) “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 67)

Bu ayet-i celile inmeden evvel Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret etmişti. Yahudiler, Efendimize: “Ya Muhammed, biz çok kalabalığız ve silah sahibiyiz. Eğer bu davandan ve dininden vazgeçmezsen seni öldürürüz.” demişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimizi (s.a.v.) Ensardan ve Muhacirlerden kişiler bekliyor ve koruyordu. Yahudilerin suikast yapması korkusundan O’nun yanında geceliyor ve O’nun ile beraber her gittiği yere gidiyorlardı. Bu ayet-i kerime inince Allah’ın Resulü (s.a.v.) kendisini bekleyenlere şöyle dedi:
“Ey insanlar, gideceğiniz yerlere gidin, artık beni beklemeyin, şüphesiz ki Allah beni insanlardan koruyacaktır.”
Allah’ın bu vaadinden sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gecenin evvelinde ve geç saatlerinde Medine’nin vadilerinde ve tenha yerlerinde düşmanlarının çokluğuna rağmen tek başına gezerdi. Ve ona suikast planı yapanlar bir türlü planlarını gerçekleştiremezlerdi.
Bu husustaki bir kısım hadis-i şerifleri de nakledelim:
Hz. Aişe şöyle der:
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ayet ininceye kadar bekçiler tarafından bekleniyordu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) başını kubbeden çıkararak dedi ki: Ey insanlar gidiniz, artık Allah Azze ve Celle beni koruyor.
Ebu Said el-Hudri (r.a.) şöyle der:
Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas, Allah’ın Resulünü (s.a.v.) bekleyenlerden birisiydi. Bu ayet nazil olunca Resulullah (s.a.v.) bekçi edinmeyi bıraktı.

6.) Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber (eşine) bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber: “Bilen, her şeyden haberi olan Allah bana bildirdi.” dedi. (Tahrim 3)

Taberi tefsirinde zikredildiğine göre, Abdullah İbni Abbas, İmam Katade, Zeyd İbni Eslem, Abdurrahman İbni Zeyd, İmam Şabi ve İmam Dahhak’a göre ayette zikredilen “Peygamberin zevcelerinden birinden” maksat, Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa’dır. Ona gizlice söylediği söz de cariyesini kendisine haram kılması ve buna dair yemin ederek “Bunu kimseye söyleme.” demesiydi. Hz. Hafsa ise bu sırrı açığa vurmuş ve bu sırrı Hz. Aişe’ye açmıştır. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) Hafsa’nın bu sırrı başkasına söylediğini bildirmiş; Resulullah da bunu Hz. Hafsa’ya söylemiştir. Hz. Hafsa, Resulullah’ın (s.a.v.) kendisine bunu söylemesi üzerine: “Bunu sana kim bildirdi? Bunu ben sadece Hz. Aişe’ye söyledim ki yanımızda başka kimse yoktu. O da sana söylemeyeceğine göre bunu sana kim haber verdi?” demiştir. Resulullah da (s.a.v.): “Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.” buyurmuştur.

7.) Kâfirler: “Hiç şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır.” dediler. (Yunus 2)

Buraya kadar sunduğumuz bütün delilleri ve yaptığımız bütün tahlilleri bir kenara koysak ve sadece kâfirlerin Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) “sihirbaz” demeleri üzerinde insafla düşünsek, bu sözü, gördükleri mucizeler karşısında söylediklerini kabul ederiz. Onların Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) sihirbaz demelerinin başka hiçbir sebebi olamaz. Zira onlar Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an okuması sebebiyle ona “şair” diyorlardı. Gaybdan haber vermesi ve verdiği haberlerin doğru çıkması cihetiyle de kâhin diyorlardı.
Allah-u Teâlâ, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şair ve kâhin olmadığını; “O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!” (Hakka 41-42) ayetleriyle reddetmiştir. 

Şans Oyunları Haram mı?


   
      İslâm dîninin iki temel kaynağı olan kitap ve sünnette insanın emeğine son derece önem verilmiş, her türlü haksız kazanç aslâ hoş karşılanmamış, başkalarına ait olan şeyleri meşru olmayan yollarla elde etmeye çalışanlar da hem dünyevî hem de uhrevî cezâlara mâruz kalmakla uyarılmışlardır.
Hadîs-i Şerîf’te şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek aslâ yememiştir.”
(Buhari, Bûyû, 15)
Hırsızlık, gasp gibi suçlar dünyâda karşılığını bulurken, fâiz yiyenlerin kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacağı bildirilmiştir. Zekât, sadaka, yetimlere, dullara ve kimsesizlere yardım etme ise teşvik edilmiş; özellikle zekâtın bir görev ve sorumluluk, fakirin de hakkı olduğu vurgulanmıştır. Alın teri ve emeğe saygı gösteren İslâmiyet, şansa ve kumara dayanan, içerisinde çalışma ve çabalama olmayan, bir tarafa haksız kazanç sağlarken diğer tarafı üzen ve ezen her türlü mal kazanım yollarını ise yasaklamıştır.
Konuyla ilgili âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” (Mâide Sûresi – 90. Âyet)
Diğer bir âyet meâli de şöyledir:
“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir.” (Nisâ Sûresi – 29. Âyet)
Yenenin yenilenden her hangi bir şey alması şart koşulan her türlü oyun kumar olarak târif edilmiştir. Meselâ; tarafların “ben kazanırsam sen bana yemek yedireceksin, sen kazanırsan ben sana yemek yedireceğim” şeklinde yaptıkları her türlü iddia, oyun ve yarışma kumar târifi altına girmektedir. Çünkü hangi tarafın kazanacağı ve kaybedeceği belli olmayan haksız bir kazanç söz konusudur. Buna karşın olaya üçüncü bir şahıs dâhil olsa ve ‘kazanana ben yemek yedireceğim’ dese bu oyun ve müsâbaka câiz olmaktadır. Zîrâ ortada kaybeden ve zarara uğrayan bir taraf olmadığı gibi haksız bir kazanç da söz konusu değildir. Kazanan taraf  ödülünü kaybedenden değil üçüncü bir şahıstan ve emeğinin karşılığı olarak almaktadır. Ortaya bir ödülün konduğu her türlü oyun, yarışma ve çekilişlerde iki hususla karşı karşıya kalınmaktadır:
1-Emek, 2-Kazanç
Elde edilen kazanç bir emek karşılığı ise alınan ödül câiz olmakta, şâyet ortada bir emek yok ve iki taraftan birinin kaybetme veya kazanma ihtimâli olan bir durum söz konusu ise bu kumar kapsamında değerlendirildiğinden bu tür yarışma ve çekilişlere de cevaz verilmemektedir.
Yukarıda anlatıldığı üzere milli piyango, iddaa gibi oyunların câiz olmadığı net olarak anlaşılmaktadır. Bâzı büyük marketlerin yaptığı çekilişler, bir kısım ödüllü yarışmalar ise, şâyet bunlara katılmak için herhangi bir ücret veya kontör vesaire ödeniyorsa bu da yasak kapsamına dâhil olmaktadır. Eğer herhangi bir ücret alınmıyorsa bu yarışmalardan kazanılan ödüller câiz olmaktadır.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun konuya dâir verdiği fetvâ da şöyledir:
“İki veya daha fazla kişinin aralarında doğrudan veya dolaylı olarak anlaşma sûreti ile, bir tarafın kazanacağı, diğer tarafın kaybedeceği şansa dayalı her türlü oyun, kumar kapsamında olup haramdır. Kendi aralarında yarışacak kimselerden kazananın, üçüncü kişi tarafından vaat edilen ödülü alması ile kaybedenin bir zarâra girmemesi esasına dayalı meşrû içerikli yarışmalara katılmak ve buradan kazanılacak ödülleri almak ise câizdir.
(Kasani, Bedaiü’s-sanai’, VI, 206; Fetava-yı Hindiye, V, 324).
Ancak, bu nitelikleri taşıyan bir yarışmaya katılabilmek için normal ulaşım ücreti dışında kontör göndermek vb. ilâve ücret ödemek ya da bir ödeme taahhüdünde bulunmak, çekilişe katılmak için piyango bileti satın almak niteliğinde olduğundan yarışma bir tür kumara dönüşür.”
“Taraflardan birinin kazanıp diğerinin kaybettiği bütün şans oyunları kumardır. Sâdece kazananın kârlı çıktığı, kaybedenin ise zarâra uğramadığı uygulamalar ise kumar niteliğinde değildir. Buna göre; marketlerde ve mağazalarda işyeri sâhiplerinin alışveriş yapan müşterilerine verdikleri çekiliş kuponuna hediye çıkması durumunda, müşterilerin çıkan hediyeleri almalarında bir sakınca yoktur.
(Kasani, Bedaiü’s-sanai’, VI, 206).
Çünkü müşterilerden birinin kazanması halinde diğerleri bir şey kaybetmemektedir. Ancak, çekilişe katılmak için ayrıca bir ücret ödenmesi halinde yatırılan para üzerinden şans yolu ile kazanç elde etme durumu söz konusu olacağından yapılan çekiliş işlemi kumar olur.”
Bütün bunlarla beraber bir mü’min ‘harama vesîle olan şey de haramdır’ kâidesi gereği yaptığı şeylerin harama götürecek bir iş olmamasına dikkat etmelidir. Ayrıca ödül verenin katılımcılardan bir çıkar sağlayıp sağlamadığı bilinmiyorsa bu tür şüpheli şeylerden uzak durulmalıdır.
Bu tür organizasyonlar yapanların bir menfaat sağlayıp sağlamadıkları bilinmiyorsa ortada bir şüphe meydana gelmektedir ki, Müslümana düşen şüpheli şeylerden uzak durmaktır.
Nitekim Hadîs-i Şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Helâl olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında halkın birçoğunun helâl mi haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli işlerden sakınanlar dinlerini ve ırzlarını korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise zamanla harama dalıp giderler. Aynen sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onların o arâziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her hükümdârın girilmesi yasaklanmış bir arâzisi vardır. Unutmayın Allâh’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücûdunda bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası “kalb”dir.”
(Buhari, İman, 39; Müslim Müsakat, 109)

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz