25/01/2014

İmam-ı Buhari Kimdir?


İmam-ı Buhari

Kur’an-ı kerimden sonra en kıymetli kitab olan Sahih-i Buhari adıyla meshur hadis kitabını yazan büyük hadis âlimidir. İsmi, Muhammed bin İsmail olup, künyesi Ebu Abdullah’tır. Hadis ilminde yüksek derecede olup, 300.000’den fazla hadis-i serifi senetleriyle birlikte ezbere bilen bir âlim olduğu için “İmam”, Buharalı olduğu için “Buhari” denilmis, İmam-ı Buhari ismiyle meshur olmustur. 810 (H. 194) senesinde Buhara’da doğdu. 870 (H. 256) senesinde Semerkand’ın Hartenk kasabasında vefat etti.  Küçük yasta babasını kaybeden Buhari, ilk tahsiline doğum yeri olan Buhara’da basladı. Duası makbul saliha bir hanım olan annesi, onun ve kardesinin yetismesi için gayret sarf etti. On yasından itibaren hadis âlimlerinin derslerine devam etti. On bes yasına girmeden 70.000 hadis-i serifi ezberledi. Hadis ilminde kısa sürede o derece ilerledi ki, hocaları ile karsılıklı ilmi münazaralarda bulunmaya basladı. Nitekim hocası Dâhili, bazı hadis rivayetlerindeki eksikliklerini onun yardımıyla tamamlamıstır. On altı yasındayken Abdullah bin Mübarek ve Veki bin Cerrâh’ın kitaplarını ezberledi. Fıkıh ilminde, müctehidlerin bildirdiklerini öğrendi. Sonra annesi ve kardesiyle birlikte hacca gitti. Hac farizasını ifa ettikten sonra annesi ve kardesi Buhara’ya döndüler, İmam-ı Buhari ise, Mekke’de kalıp, hadis-i serif toplamaya basladı. On sekiz yasındayken Sahabe ve Tabiin fetvalarını topladı. Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi’den Safii fıkhını öğrendi. Bu arada Medine-i münevvereye gidip Resulullah efendimizin kabri serifini ziyaret edip, geceleri kabri serif basında Tarih-ul-Kebir kitabını yazdı. Mekke ve Medine’den baska, Bağdat, Basra, Kûfe, Mısır, Nisâbur, Belh, Merv, Askalan, Dımesk, Hums, Rey ve Kayseriyye gibi ilim merkezlerini dolasıp, hadis âlimleriyle görüsüp binden fazla âlimden hadis ve diğer ilimleri öğrenip nakletti. Kuvvetli zekaya ve hafızaya sahip olan İmam-ı Buhari, isittiği hadis-i serifi hemen ezberliyordu. Onunla hadis-i serif dinleyenler yazdığı halde, o, yazma ihtiyacını duymuyordu. Muhammed bin Selam el-Bikendi, İbrâhim bin el-Esâs, Ebu Âsım es-Seybani, Abdurrahman bin Muhammed bin Hammad, Hâlid bin Mahled, Ebu Nasr-il-Ferâdisi, Abdân bin Osmân el- Mervezi, Ali bin el-Medini, Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh, Süleyman bin Harb, Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi gibi hocalar elinde yetisti. İmam-ı Buhari hazretleri, ilim tahsilini bitirdikten sonra, Mısır’dan Maveraünnehr’e kadar tanınmıs ilim merkezlerinde hadis ve çesitli ilimler okuttu. Derslerinde binlerce talebe bulunurdu. Kendisinden 70.000’den fazla talebe hadis dinlemistir. Bunlar arasında, Tirmizi, Nesai, Ebu Zür’a ve Ebu Bekr bin Huzeyme, İbni Ebi Davud, Muhammed bin Nasr-ul-Mervezi, Müslim bin Haccâc, İbni Ebiddünya gibi büyük ve tanınmıs hadis âlimleri de vardı. Binlerce talebe yetistirdikten sonra Nisabur’a oradan da Buhara’ya döndü. Bir müddet Buhara’da kalıp, hadis ve ilim öğretmekle mesgul oldu. Bir rivayete göre Buhara valisi çocukları için özel ders verilmesini, buraya kimsenin girip, dersi dinlememesini istedi. Buhari cevabında; “Ben bir kısım kimseleri hadis dinlemekten men edip, birkaç kisiye hadis öğretmem” buyurdu. Bu durum valiyle arasının açılmasına sebep oldu. Buhara’dan ayrıldı. Allahü teâlâya, sikayet yoluyla valinin verdiği sıkıntıyı arz etti. Duası kabul olup, aradan bir ay geçmeden vali azledildi, zindana atıldı. Bu arada Semerkandlılar kendisini davet ettiler. Giderken yolda, Semerkandlılardan bir kısım insanların isteyip, bir kısmının istemediği haberini alınca, Hartenk köyünde kaldı. İsin iç yüzünü öğrenmek istemisti. İnsanların bu hâlinden kalbi daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüd namazından sonra ellerini açıp; “Yâ Rabbi! Yeryüzü bu genislikle bana dar oldu. Beni tarafına al!” diye dua etti. O ay, orada hastalandı ve 870 yılının Ramazan bayramı gecesi Semerkant’tan 72 km uzaklıkta olan Hartenk’de vefat etti. Kabri oradadır. İmam-ı Buhari hazretleri, çok cömert olup, herkese iyilik ederdi. Fakirlere çok sadaka verir, talebelerinin ihtiyaçlarını bizzat karsılardı. Bayram günleri hariç bütün yılını oruçla geçirirdi. Haramlardan ve süphelilerden daima kaçar, gıybetten çok korkardı. “İsterim ki Rabbime kavustuğumda hiç gıybet etmemis olayım ve böyle bir sey için kimse beni aramasın” buyururdu. Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibadetle mesgul olurdu. Kur’an-ı kerimi üç günde bir defa hatmederdi. Hadis ilminin ve hadis âlimlerinin önderi olan İmam-ı Buhari hazretleri, yüz binlerce hadis-i serifi ezberlemisti. Hadis-i serifleri metinleri ve senetleriyle ezbere bilirdi. Hadis-i seriflerin ravilerini çok inceler dinin emirlerine uymayan, edeplerini gözetmeyen, ahlakında bir kusur olanların rivayet ettiği hadis-i serifleri almazdı. Hadis-i serifin metnini ezberlediği gibi, o hadis-i serifi rivayet eden kimselerin, künyelerini, doğum ve ölüm tarihlerini, ahlak ve yasayıslarını, kimden rivayette bulunduklarını, o raviden baska kimlerin hadis-i serif aldığını öğrenir ve ezberlerdi. Bir kimse hadis rivayetinde ve ravilerin senedinde hataya düsse, hemen İmam-ı Buhari hazretlerini bulup sorar ve doğrusunu öğrenirdi. Gittiği her yerde, etrafı hadis-i serif almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup tasardı. İmam-ı Buhari hazretlerinin hadis ilmindeki rumuzu “H” harfidir. Aynı zamanda tefsir ve kelam ilimlerinde de üstad olan İmam-ı Buhari hazretlerinin tefsire dair bildirdiği rivayetler tefsir âlimlerinin eserlerini süslemektedir. Kelam ilmine dair eserler de yazmıstır.
Eserleri
1) Câmi-us-Sahih:
En büyük ve en meshur eseridir. Sahih-i Buhari ismiyle de tanınır. Đslam âlimleri söz birliğiyle;
“Kur’an-ı kerimden sonra en sahih kitap Sahih-i Buhari’dir” buyurmuslardır. Đmam-ı Buhari bu
kitabı Mescid-i Haram’da yazdı. Her hadis-i serifi kitabına yazmadan önce istihare yapmıstır.
Gusledip, Kâbe’de makâmın gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usûllere göre
sahih olduğu kesin olarak belli olan hadis-i serifleri yazmıstır. Bu kitabı müsveddeden temize
çekme isini de Medine-i münevverede Peygamber efendimizin kabri serifi ile minberi arasında
bulunan Ravda-i Mutahherada yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi söyle anlatmıstır:
“Câmi-us-Sahih kitabına her hadis-i serifi koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp,
istihare yaptım. Ondan sonra hadis-i serifi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadisi
yazmadım. Bu kitabı on altı yılda tamamladım.”
Kütüb-ü Sitte adı verilen altı sahih hadis kitabının en basta geleni olan Sahih-i Buhari’nin, Ali
el-Yünûni tarafından el yazmasıyla çoğaltılan metni muteber olmustur. Bu nüshanın aslı
Kâhire’de Akboğa Medresesi Kütüphanesindedir. Sahih-i Buhari’nin birçok serhleri ve baskıları
yapılmıstır. 1894’te Sultan Đkinci Abdülhamid Han tarafından Mısır’da yaptırılan iki cilt baskısı
pek nefis, ciltlenmis, altın tuğra ve nukûs ile süslenmistir. Bu baskı Bulak’ta Emiriyye
Matbaasında yapıldı. Zeynüddin Ahmed Zebidi, mukarrer rivayetleri birlestirerek Buhari-i Serif
Tecrid-i Sarih ismiyle kısaltılmıstır.
2) Tarih-ul-Kebir
3) Tarih-ul-Evsat
4) Tarih-us-Sagir (Bu üç eser hadis ravilerinin hayatlarını ve hadis ilmindeki yerlerini ihtiva
etmektedir)
5) Kitab-u Duafâ-is-Sağire (Zayıf ravilerin hallerinden bahseder)
6) Et-Tarih fi Marifeti Ruvât-ül-Hadis
7) Et-Tevârih-ul-Ensab
8) Kitab-ül-Kûnâ
9) El-Edeb-ül-Müfred (Ahlakla ilgili hadis-i serifleri toplayan eserdir)
10) Ref’ul-Yedeyn fissalâti
11) Kitab-ül-Kırâati Half-el-Đmam
12) Halk-ul-Ef’âl-il-Đbâdi ver-Reddü alel-Cehmiyye
13) El-Akide yâhut Et-Tevhid (Kelam ilmiyle ilgilidir)
14) El-Câmi-ul-Kebir
15) Et-Tefsir-ül-Kebir
16) Kitab-ül-Mebsût
17) Esmâ-üs-Sahabe

24/01/2014

Kur'an'ın Muhteşem Hedefi

  
       Öncelikle Kur’ an’ın ne olmadığını ifade etmek istiyorum. Kur’ an, tarihî hikâyeleri konu eden bir tarih kitabı değildir. Kur’ an, uzayı anlatan bir astronomi kitabı da değildir. Kur’ an, canlıları anlatan bir biyoloji kitabı da değildir. Kur’ an, bedenî hastalıkların nasıl şifa bulacağını anlatan bir tıp kitabı da değildir. Hâsılı, Kur’ an ne sosyal bilimler ne de fen bilimlerindeki hiçbir kategoriye dâhil edilemez. Çünkü Kur’ an’ın gayesi, varlıkların ve olayların, beşerî bilim dallarının yaptığı gibi, “nasıl” oluştuğunu anlamak ve izah etmek değildir; her şeyin “niçin” olduğunu anlatmaktır. Kur’ an, bazen “nasıl” sorusuna cevap vermekle beraber, daima “niçin” sorusuna cevap verir. Bizi her şeyin gayesini ve hikmetini anlamaya davet eder.
Kur’ an, bütün Âlemlerin Rabbi olarak Allah’ın kelamıdır. Bütün varlıkların ilahı olan Allah’tan gelen bir fermandır. Her şeyin Halik’ından gelen bir hitaptır. Her şeyin Rabbinden gelen bir konuşmadır. İnsanlığa doğru yolu göstermek için verilen ezeli bir hutbedir. Kâinat Sultanı’ndan insana yapılan bir iltifattır. İsm-i Azam (Allah’ın büyük isimleri) ve Arş-ı Azam’ dan (Allah’ın sınırsız hükümranlığının tecelli ettiği yer) gelen mukaddes bir kitaptır.
Kur’ an’ın en birinci meselesi kâinatı yaratan Rabbimizi bize tanıtmaktır. Allah’ın muhteşem bir saray gibi inşa ettiği bu âlemde bizi niçin misafir ettiğini izah etmektir. Bu misafirhaneden ayrılıp gittikten sonra bizi, ebedî zindanların veya daimi saadet saraylarının beklediğini haber vermektir. Rabbimizden gönderilen elçilere tabi olup onların gösterdiği doğru yolda yürüdüğümüzde ebedî saadeti bulacağımızı müjde vermektir.
Bu anlamda, Kur’ an, bize kâinat ayetlerini okuyup her bir şeyde Rabbimizi gösteren muhteşem bir “tevhit kitabı”dır. Hem dünyada hem de ahirette saadete götüren dosdoğru yola çağıran bir “davet kitabı”dır. Bizi yaratıp binlerce nimetlerle memnun eden sonsuz rahmet sahibi Rabbimize, hamd ve şükretmeyi öğreten bir “zikir kitabı”dır. Hadsiz maddî ve manevî ihtiyaçlarımızı karşılamak için âlemlerin Rabbinden nasıl talepte bulunacağımızı öğreten bir “dua kitabı”dır. İçimizdeki kötü duyguları kontrol etmeyi ve potansiyellerimizi yeşertmeyi öğreten bir “terbiye kitabı”dır.

Tercihimiz İslam

     
       Kelime’i Şehadeti getirip, “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluh”demek bir tercihtir.
İnsan bir tercih yaparken, o tercihin sebep ve sonuçlarını düşünerek yapar. Bu Kelime-i Şehadet’i getiren kişi nefsini cehennem azabından muhafaza etmek ve ahirette mutluluğa erenlerden olmak için Cenâb- ı Hakk’ın Habibi (s.a.v.) vasıtası ile getirdiklerinin hepsini olduğu gibi kabul ettiğini ve imkanı nispetinde bunlara uyacağını taahhüt eder.
     Cenâb-ı Hakk, “Size çekemeyeceğinizi vermeyiz” buyurmaktadır.
Biz Müslümanlar da dua ederken “Ya Rabbi bize çekemeyeceğimiz yükü yükleme” diye dua ediyoruz. Hakk Teâla hazretleri de insanoğlunun zaaflarını bildiği için onları kolay geçitten geçiriyor.
Bu Kelime-i Tayyibe-i Münire’yi söyleyen kişi onu ihlas, inanç, tercih ve tasdik ile söyleyip bu yol üzere devam ettiği müddetçe Allah (c.c.)’ın izniyle “Akıbet müttakinindir” müjdesine nâil olur ve sonucu da hayır olur.
Cennete İlk Girecek Olan Zümre: Hammadûn Zümresi
Bu müjdeye nâil olan kişi ahirette ne ile karşılaşacak?
Bilindiği gibi mahşer sabahı herkes bulunduğu yerdeki kabirlerden kalkacak. -Allah (c.c.) iman ile ölüp iman ile kalkmayı nasip etsin. -Dünyada bulunduğu yerden mahşer alanına kurulan köprüden, insanlar ve cinler geçecekler ve orada Allahu azzimüşan’ın huzurunda hesap verecekler.
Hak Teâla Hazretleri Mearic suresinde bu hesabın müddeti için “Elli bin senedir” buyurmaktadır.
Oranın bir günü buranın bin senesine eşit olduğuna göre beklenecek süre astronomik sayılara ulaşmaktadır. Birbirlerinin arası bin senelik mesafe olan ve ilkinde Kelime-i Tevhid olmak üzere herbirinde ayrı konularda hesap sorulacak olan elli adet durak bulunmaktadır. Mahşer alanında bu kadar uzun müddet bekletilince orada bulunan mücrimer daha hesap müddeti bitmeden evvel “Ya Rabbi artık bizi cehenneme at da şu bekleme azabından kurtulalım.” diyecekler.
Allah Rasulü (s.a.v.) “Beklemek, ateş azabından daha şiddetlidir.” Buyurmuşlardır.
Dünya hayatında, birisi birini beklese ve adam beş dakika gecikse, bekleyene saatlerce beklemiş gibi geliyor. Halbuki bakıyor saate daha bir dakika geçmiş. İnsan ancak yaşadığı kadarını biliyor; dünya hayatını yaşadı onu biliyor, kabirde bulunmuş oldu kabirdeki hali biliyor, kabirden sonra ne olacağını bilmiyor. Yedi kat cehennemde ne seviyede büyük bir azab olduğunu bilmiyor. O yüzden böyle söylüyor mahşerdeki bu zümre.
Allah (c.c.) cümlemizi muhafaza buyursun; cehennem yedi kattan oluşuyor; ilk katı günahkar müslümanlar için. Bunlar günahları müddetince cezalarını çektikten sonra çıkacaklar. İkinci kat hristiyanların, üçüncü katyahudilerindir. Günümüzde bazı kimseler hristiyan ve yahudilerin de cennete gireceğini iddia etmektedirler,onlarara duyurulur, açıp tefsir kitaplarına bakabilirler. Dördüncü katında şeytan ve ahfadı (evladları), beşinci katında mürtedler (dininden dönenler), altıncı katında sihirbaz ve heykeltıraşlar, son olarakyedinci katta ise, münafıklar azab göreceklerdir ki Allah (c.c.) muhafaza buyursun muhakkikin ulema bir münafığın azabı için diğer altı kattaki cehennem ehlinin azabından daha fazladır buyuruyor. Allah (c.c.) herkesi nifağın her türlüsünden muhafaza buyursun.
     Nebi (s.a.v.) Mirac’a çıktığında, cennet ve cehennemi görmeyi murad etti. Hak Teâla Hazretleri, görevliler vasıtası ile her ikisi için de müsaade buyurdu. Allah Rasulü (s.a.v.) cenneti görüp nimetlerinide bize nakletti, Allah (c.c.) hepimize affıyla muamele edip, cenneti ile karşılık verdiği kullarından eylesin. Sıra cehennemi görmeye gelince cehennem hazinelerinin bekçisi Mâlik: “Ya Rasulullah (s.a.v.) ben şurdan bir delik açayım, burdan nazar edersiniz içeriye” dedi ve cehennemin duvarlarından parmağını sokup bir delik açtı. O delikten çıkan dumanı durdurmak için orayı eliylede meshetti ve “Ya Rasulullah (c.c.), şuradan bir damla ateş yeryüzüne düşmüş olsa bir daha dünyada ekin bitmez” buyurdu.
İşte tercihini yapıp o Kelime-i Tayyibe’yi söyleyip, Allah (c.c.)’a vasıl olan ve belirli bir mânevi terbiyeden sonra Cenâb’ı Hakk’ın dostluğunu kazanan kişiler için esas olan cehennem azabından muhafaza olunmak ya da cennete gitmek değil, Hakk’ın rızasını kazanmak oluyor; ama tabi oralara gelinceye kadar da insanların çalışıp belirli mesafeleri katetmesi icab ediyor.
O uzun bekleme sırasında cennete ilk girecek kimlerdir?
Ruhül Beyan Tefsiri’nin beyanına nazaran cennete ilk girecekler Cenâb-ı Hakk’a mübalağa ile çokça hamdeden Hammadun zümresidir. Bu kişler hayatı boyunca Allah (c.c.)’ı unutmadan yaşayıp ve Nebi (s.a.v.)’ın getirdiği, daha önceki ümmetlerden ise, kendi peygamberlerinin getirdiği ahkamlara tabi olanlardır. Yalnız şuna dikkat etmek gerekir ki; Rasulullah (s.a.v.)’in teşrifi ile, hepsinin risaleti ve getirdikleri din hükümleri bitmiştir.
Şu anda profosör etiketli bazı adamlar; eğer bir kişi Hz. İsa (a.s.) ’a inanır, Hz. Musa(a.s.)’a inanır; onların getirdiği din hükümlerince yaşarsa cennete dahil olur diyor.Böyle bir şey olamaz.
Resulullah (s.a.v.) geldikten sonra bunların hepsinin hükmü kalkmıştır.Ortada ne Hristiyanlık vardır ne de Musevilik vardır. “Allah (c.c.) indinde tek din İslâmdır” buyuruyor Allah (c.c.).
Adem(a.s.)’dan itibaren; Musa (a.s.)’ın da , İsa(a.s.)’ın da ve diğer tüm peygamberlerin de getirdiği din İslâm idi. Yahudilik, hristiyanlık diye bir şey getirmemiştir hiçbir peygamber. Hepsinin getirdiği din İslâm’dı ve hepsi de Müslümandı. Sonradan bu peygamberlere tâbî olan insanlar, onların getirdiği hak kitapları değiştirdiler ve İslâm’dan uzaklaştılar. Tabi bugün yapılan oyun, güzel ve sistematik oynandığı için bu mevzular insanlara çeşitli gâyelerle çarpıtılarak aktarılıyor. Allah (c.c.) şerlerinden muhafaza buyursun.
İslâm’ı yok etmeye uğraşan gruplar ilk önce İslâm’ın kökten kazınmasına uğraştılar, onda muvaffak olamadılar ve olamayacaklarını anladılar. Bu yüzden şimdi İslâmı içinden tahrif etmeye uğraşılıyor. Mesela yine profosör etiketli biri çıktı ve “Bu din ulemanın dinidir” dedi. Ne demek ulemanın dini? Onun yetiştirdiği, ilahiyatta da dekanlık yapmış başka bir profosör “Efendim hadis-i şeriflerin en muteberi kiminki? İmâm-ı Buhari’ninki, İmâm-ı Buhari kaç tarihinde yaşamış? Hicri195’te doğmuş. Hadis-i şerif neşretmeye ne zaman başlamış? Hicri 230’da. Peki 230 sene zarfında, sen bu hadisi kimden aldın Ahmed’den, Ahmed ne olmuş, ölmüş. Peki o kimden almış Mehmed’den, Mehmed ne olmuş, o da ölmüş. O kimden almış Ebu Hureyre’den o ne olmuş, o da ölmüş. Bu hadisleri nakledenlerin hepsi ölmüş. Böyle ilim mi olur?” diyor. Sadece İslâm’ın değil, bütün ilimlerin temelinin yok sayıldığının ilanıdır bu söz. Yani eğer râviler ölmüşse söylediklerinin hiçbir mânâsı yok demek ki. O zaman şimdi kullanılan o bilimsel kitapların hepsi çöpe atılsın. Neticede o kanunları, teorileri bulanların, nakledenlerin birçoğu hayatta değil. Mesela Newton diyelim, adam hayatta mı? Kaç yüz sene oldu öleli neticede. O zaman bulduklarının hepsini kaldırıp atalım.
Küfür Tek Millettir 
Bu ifsadı yapanların tek hedefi var. Onu da düzgün, hakiki alimlerin kitaplarından okumak veya ağızlarından dinlemek lazım. Efendimiz (s.a.v.) “Küfür tek millettir.” buyuruyor.
Öte yandan da Hakk Teâla hazretleri Haşr Suresinde “Onların sâileri dağınıktır, kalpleri birbirinden ayrıdır, birbirlerine düşmandırlar” buyuruyor. Peki bu ikisi arasında haşa tezatlık mı var? Küfür tek milletse, niye onların sâileri dağınıktır, kalpleri birbirinden ayrıdır, birbirlerine düşmandırlar. Küfrün tek millet olduğu hadisini şerheden muakkikin ulemanın beyanına nazaran, onların bu beraberiyetleri İslâm’a karşı olmalarındadır, İslâm’a karşı tek millettirler, kendi içlerinde tek millet değildirler. Allah (c.c.) şerlerinden emin eylesin. Cenâb’ı Hakk bu dinin asıl sahibidir ve dinini nasıl bugüne kadar Kitab-ı Kerim’inde vaadettiği gibi koruması ile koruduysa bundan sonra da inşaAllah koruyacaktır.
Burada mühim olan, bizim kendimizi kurtarmamızdır. Hiç kimse ben ateş gibi, mum gibi yanar etrafıma ışık verir, başkalarını kurtarırım diyemez. Allah (c.c.)’ın hitabına göre insan önce kendi nefsini, sonra ehlini, sonra aşiretini, ondan sonra akrabalarını ateşten kurtarmaya çalışmakla mükelleftir, bunların bir sırası var. Bu can bizim midir? İsteyerek mi geldik bu dünyaya, anamızı babamızı kendimiz mi tercih ettik? Giderken isteyerek mi gidiyoruz? Kim getirdi ise, kim götürüyorsa can onundur.
Niye mesela intihar edenin imansız gitmesi mevzubahistir ve bu yüzden cenaze namazı kılınmaz? Kendine ait olmayan, Allah (c.c.)’a ait olan bir şeye son vermiştir netice itibari ile ve imanını da böylece zayi etmiştir, Allah (c.c.) muhafaza etsin. Onun için biz kendi kendimize tercihte de bulunamayız. Âyette bildirilen sıralamaya uymamız lazım, yani ilk önce kendi nefsimizi ateşten korumamız lazım.
Nefis Muhakkak Şiddetle Kötülüğü Emreder 
Bu ateşten korunabilmek için, şeytan ve ahvadının oyununa gelmemek lazımdır. Çünkü şeytanın askerleri hazır beklemektedir. Allah (c.c.) “Nefis muhakkak şiddetle kötülüğü emreder.” buyurumaktadır. Bu işin başında da şeytan vardır.
Nebi (s.a.v.) birgün “Hepimizin görevli bir şeytanı vardır.”buyurmuşlardır.
Orada bulunanlar “Ya Rasulullah (s.a.v.)sizin de var mı?” diye sorunca,
“Evet benim de vardı, ama Allah (c.c.) onu bana ikramen müslüman etti, bana ancak hayırlı şeyler söyler”buyurmuşlardır.
O (s.a.v.)’in dışında, hepimizin başında şeytanı vardır. Bunları hak ve hakikat olarak kabul edip, en azından yatağa yatıldığı zaman hergünün bir muhasebesi yapılırsa neticeye ulaşma şansı olur. Burada bunlar okunup, bu okunanlarla hoşça vakit geçirilir, bitince yine herkes bildiği gibi yaparsa bundan bir istifade olmaz.
Günlük muhasebenin yapılması lazım. Sabahtan akşama kadar, uyanmamızdan tekrar uyumamıza kadar geçen her saat muhasebe edilmelidir.
Bugün Allah (c.c.) için acaba ne yaptık?
Ümmet-i Muhammed’e faydalı bir iş yaptık mı?
İnsanlara yararlı olabilecek bir şey yaptık mı?
Kimseyi kırıp üzdük mü?
(Evliysek) çoluk çocuğumuza karşı, (bekarsak) şahsımıza karşı, anamıza babamıza karşı hakları ifâ ettik mi, yerine getirdik mi?
 Hesapsız Cennete Dahil Olacak Zümre 
Bunların hepsini yapıp, Allah (c.c.)’ı unutmadan yaşayan insan için Allah Resulü (s.a.v.)
“Allah (c.c.)’ı bu dünya hayatında çokça zikreden, Cenâb-ı Hakk’ı unutmadan yaşayan kişiler mahşer sabahı hesapsız cennete dahil olacak.” buyuruyor.
O cennete girecek kişilere cennette melekler soracaklar:
-Siz hesap gördünüz mü? -Yok hesap görmedik.
-Peki defter gördünüz mü? -Yok, biz onu da bilmeyiz.
-Sırat köprüsünden geçtiniz mi? -Onu da görmedik.
-Peki cennetin hangi kapısından girdiniz? -Vallahi biz kapı da görmedik.
Allah Resulü (s.a.v.) bize bunları rağbet edelim, bu hususta gereğini ifâ etmeye çalışalım diye anlatmıştır.
Devamında Nebi (s.a.v.);
“İnsanlar dünyadaki mezarlardan kalkıp mahşer alanına gelince Cennet, mahşer halkı arasından devenin boynunu uzatıp yemini aldığı gibi uzanıp Allah (c.c.)’ı çokça zikredenlerin hepsini içine çekecek.”
müjdesini veriyor.
Onun için de onlar, ne hesap görmüş,ne kitap görmüş, ne sırat görmüş, ne de cennet kapısı görmüş olacaklar. Biz doğrudan mahşer alanına geldik, ordan da cennetin içine girdik diyecekler. Allah (c.c.) cümlemizi o zümreden eylesin (Amin).

İstanbul'un İlk Müslümanı

    
    
      Peygamber efendimiz, Bizans imparatorunun yanı sıra İstanbul’da bir kişiye daha mektup gönderdi. Mektubu alan kişi o anda imana geldi.
Hz. Peygamber (sav) Bizans imparatoru Herakliyus’un yanı sıra Konstantıniyye (İstanbul)’den bir kişiye daha mektup gönderdi.  İslami kaynaklara göre, Hz. Peygamber Herakliyus ile birlikte Bizans’ın Konstantıniyye’deki baş papazı Autocrator’a (Arapça Dugâtur veya Bugâtur olarak okunur) bir mektup gönderdi.
Dugâtur’un İstanbul’da büyük bir kilisesi vardı. Kiliseye imparator ve Bizans’ın üst düzey yetkilileri gelir, Dugâtur’dan dua alırlardı. Sahabe-i Kiram’dan Dıhyetü’l Kelbi Bizans İmparatoru’na mektup getirdikten sonra baş papaza uğrar ve Hz. Peygamberin ona verdiği mektubu teslim eder. Dugâtur, Dıhyetü’l Kelbi’nin getirdiği mesajı okuduktan sonra ona “Bana Kur’an’dan bir sûre yazın” dedi. Kelbi ona bir sûreyi yazdı.
Dugâtur’da “Bu, bildiğimiz Allah’ın kitabı” dedi ve Müslüman oldu ama bunu bir süre gizledi. Daha sonra Müslüman oluşunu duyuran Dugâtur’a büyük tepki gösterilir. Hıristiyanlığa dönmese için baskılar yapılır ancak o bunu kabul etmez. Bizanslılar, İstanbulluları etkilemeye başlayan Başpapaz Dugâtur’u cezalandırmak için öldürür ve yakarlar. Ailesinden bazıları ve onun sayesinde Müslümanlar olanlardan bir kısmı uzun yıllar Müslümanlıklarını gizlerler. Birçok İslam kaynağında Dıhyetü’l Kelbi’nin başpapaz Dugâtur’a teslim ettiği mektup’ta şunların yazılı olduğunu kaydeder.
İşte o mektup:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Ey duğatur (autocrator?..) Piskopos! Allah’ın selamı iman eden üzerine olsun! Bu (sözün) devamı olarak bil ki Meryem’in oğlu İsa saf ve temiz Meryem’e nasib edip verdiği (indirdiği) Allah’ın Ruhu ve kelimesidir. Bana gelince ben, Allah’a İman eder, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbat’a vahyolunana ve bize indirilene inanırım. Aralarında hiç bir fark gözetmeksizin Musa, İsa ve diğer peygamberlere ulaşan vahye iman ederim. Biz o Allah’a teslim olmuşuz. Selâm hidayete tâbi olanlara.”
Konuyla ilgili rivayetlerin geçtiği kaynakların bir kısmı: Ebu Nu’aym, Muntekâ, v. 31/b-32/a; Said bin Mansûr, Sünen, ikinci kısım, no: 2479, Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, 5/306, 308′de Taberanî’den, Bezzâr ise Keşfu’l-Estâfdan (2/44, yazma) nakleder. İbn Hacer, İsâbe, üçüncü kısımda, dâd harfinde.

25/12/2013

Müslüman ve Zarâfet

  
  
       İnsandan insana fark vardır. Müslümandan Müslümana da fark vardır. Sufiden sufiye de fark vardır.
İnsanı insanlıktan, Müslümanı Müslümanlıktan, sufiyi sufilikten çıkarmaz, ama bazı davranışlar olur ki “Bu olmadı, yakışmadı” deriz.
Ya da, bazı davranışlar sergilenir ki, imreniriz, “Muhteşem, emsalsiz, ne güzel” deriz, dudak ısırırız, güzelliğine hayran oluruz. Farklı kılar o davranış o insanı başkalarından… Hayranlık uyandırır.
Zarâfet böyle bir şey.
Normali aşan bir davranış güzelliği.
Tortularından süzülmüş bir kişiliğin işareti.
Bir tür edinilmiş asalet hali.
İslam, insanı alır, süze süze, o davranış güzelliğine getirmek ister.
Kelime-i şehadetle girildiğinde, aslında İslam dairesine girilmiş olur. Ama İslam onunla sınırlı değildir. İslam bir seyrü süluktur. “En güzel insanla aynileşme”ye doğru bir yolculuktur.
Hani, Hucurat 14’te “İman henüz kalplerinize yerleşmedi, onun için iman ettik değil, islam dairesine girdik deyin…”  diye uyarılır ya “bedevi” müslümanlar…  İşte öyle bir yolculuk…
Bir bedevi gelir, Mescid-i Nebeviye bevl eder. Oradaki Müslümanlar kızar bedeviye, ama Rasulullah, “Bırakın yapsın” der. Yapılan iş, bedevinin Müslümanlığını ortadan kaldırmamaktadır. Ama Müslümanlık orada da kalamaz, o bedevi, kişiliği terbiye edile edile, Mescid’e bevl edilmeyeceğini anlayacak hale gelmelidir. Hatta daha ötesini de anlamak gerekecektir Rasulullah’ın ölçülerine yakın bir Müslüman olmak için….
Bu şu demek:
İslam olur, iman olur, ama bir de İslam’ın ve imanın zarâfet şeklinde kişiliklere yansıması olur.
Zarâfet inceliktir, nezakettir, nezahettir, güzelliktir, ölçüdür, süzülmüşlüktür.
Denebilir ki zarâfet, Rasulullah Efendimizin “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği, salim olduğu insandır.” (Buhari, İman, 4) diye tarif ettiği Müslümanlık kıvamıdır.
El ve dil…
İnsanın en dışa dönük uzuvlarıdır. Jestler ve mimikler oradan yansır dışarıya… Yani insanlık kalitemizin sergi alanıdır ellerimiz ve dillerimiz.
İnsanın içindeki dünya, dışa eliyle ve diliyle yansır.
İşte o uzuvlarda, bir başkasına olumsuz gelecek hiçbir şeyi, Müslümanlık içinde görmüyor Allah Rasulü (s.a.)
El ve dil, içerdekini yansıtır, dedik.
İnsanın iç âlemi ise, ancak, imbikten süzülerek eli ve dili “Müslümanlık kıvamı”na getirebilir.
İslam’da amentü var.
İslam’da namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler var.
Ama İslam’da, bunlardan öte, ya da bunları da gerçek kıvamına eriştirecek, ya da bunlar gerçek kıvamına eriştiğinde husule gelecek şahsiyet özellikleri de var.
Mesela, “Kul hakkı” müessesesi, bütün bu temel değerlerin insan hayatına en ince hassasiyetler halinde yansımasını sağlayan kişilik disiplinidir. Bir Müslümanın hayatında “kul hakkı” disiplininin yansımadığı alan yok gibidir.
Bakalım mesela:
“Güler yüz sadakadır.” buyuruyor Rasulullah (s.a.) Böylece bir “Müslüman yüzü” tarif ediliyor. Ne demek bu? Başka bir zaruret yoksa yüzünü tebessümle donat, demek. Tebessüm mü güzel bir insan yüzü için, abus çehre mi? Tabii ki tebessüm. Tebessümün “sadaka” olarak nitelenmesi, onun bir başkasına ihsan – yani güzellik, iyilik taşıyor olmasından kaynaklanıyor.
İnsanın yüzünün tebessümle donanması için, yüreğinin itmi’nan içinde olması gerekir. Teslimiyet gerekir. Rıza gerekir. İçin durulması gerekir. Teşevvüşün son bulması gerekir. Onun için insanın Kader’le probleminin kalmaması gerekir.
İslam, insandan göz – kaş işaretlerini bile ölçülü kullanma gibi bir hassasiyet istiyor. Göz kaş işaretleriyle bir başkasını kınamak, asla kabul görmüyor.
Sesi kullanırken zarâfet istiyor İslam..
“Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman, 19)
Müslüman bu terbiyeyi, bizzat Rasulullah’ın huzurunda, ve bizzat İlahi Kelam’ın “sesini O’nun sesinden yüksek çıkarmama” uyarısıyla terbiye edilerek öğreniyor.
Dilin zarâfeti bakın hangi alanlara ulaşıyor?
-Üç kişi bir arada iken iki kişinin kendi aralarında fısıldaşmaları hoş karşılanmamış.
Hakaret etmemek temel bir hassasiyet..
Yalan söylememek öyle.
Gıybet etmemek öyle..
Söz getirip götürmemek öyle..
Gözde, bakışta zarâfet arıyor İslam. Bir başkasının görülmesini istemediği mahrem alanına bakmamak terbiyesi veriliyor Müslümana.
Mahremiyet hassasiyeti başlı başına bir Müslüman toplumun zarâfet itinası haline geliyor.
Tecessüs, ayıp – kusur arama yasaklanıyor.
Aksine ayıp örtücülük bir karakter halinde telkin ediliyor.
Yürüyüşte bile zarâfet istiyor.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra, 17)
İslam, insanı, her anlamda ve her alanda zarâfetle donatan bir değerler manzumesidir.
İnsan ilişkilerini zehirleyen en kötü huylardan birisi olan kibir olmamalı İslam’ın insanında.
Bir başkasını aşağılama olmamalı.
Yaptığı işi güzel yapmalı Müslüman.
Kabrin toprağını düzenlerken bile hassasiyet gösterilmesi Peygamber’in terbiye kuralları içinde yer alıyor.
Burada da insanların bakışına, baktığı şeyi güzel görmesine itina etmek var.
Güzel kokmak, bunun için koku sürünmek mesela.. Ter kokusu, sarımsak kokusu gibi şeylerden kaçınmak, bu halde mescide gelmemek var.. Rabbin huzuruna çıkarken, onun nimetlerini üzerinde taşımak var.
Temiz giyinmek…
Vücut temizliğine itina etmek var.
Dua ederken sesi haddinden fazla yükseltmeyi “haddi aşmak – aşırı gitmek” olarak vasıflandırıyor Rabbimiz…
“Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o aşırı gidenleri sevmez.” (Araf, 55)
(En güzel isimler [esma-ül-hüsna] Allah’ındır. Ona o güzel isimlerle dua edin) buyuruluyor. (Araf 180)
Yani el açmak ve gönlümüzün taa derinliklerine ulaşarak “Ya Rahim, ya Rahman, ya Rauf, Ya Gaffar, ya Halim, ya Settar….” diye seslenmek… Duada zarâfet…
Rasulullah Efendimiz, savaş esnasında bir vadiyi aşarken yüksek sesle tekbir getiren ashabına “Ey insanlar! Nefislerinize merhamet ediniz. Zira siz sağır ve uzak olana dua etmiyorsunuz. Ancak siz sizinle beraber olan, işitici ve yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz.” uyarısını yapıyor.
İslam’ın en temel müesseselerinden birisi infak. Ama infak, sadece vermek değil, vermek ama güzel vermek. Yani infakta zarâfeti gerçekleştirmek.
Nedir infakta zarâfet?
Sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması, mesela.
Başa kakmamak mesela.
Borçlu hale getirmemek mesela.
Kendisini sadakayı alandan üstün görmemek mesela.
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir” (Bakara, 263)
Allah Teala’nın bütün sınırsız zenginliğine, sınırsız kudretine rağmen “Halim” olması neden hatırlatılır sık sık? Çünkü yumuşak huyluluk diye tercüme edilen “hilm” telkin edilir Müslümana ve hilm, zarâfetin olmazsa olmazlarındandır.
İnfaktaki zarâfeti anlatmaya devam edelim:
Sadakayı alana, böyle bir infakta bulunabilme fırsatına vesile olduğu için teşekkür etmek mesela.
İnfak terbiyesinde zirve ise, sadakaları, o rızkı kendisine lutfeden  varlığa, yani bizzat Allah’ın eline verdiği duygusuyla, büyük bir ihtiram halinde vermek…
Bu, infakta zarâfetin de zirvesi olmalıdır.
Acaba namazda da zarâfetten söz edilebilir mi?
Pek tabii edilebilir:
Mesela, tadil-i erkana riayet etmek namazda zarâfet değil mi? Yani gerçek Huzur duygusuyla, büyük bir vakar içinde Rabbin önünde kıyam etmek, rüku etmek, secde etmek… Her rükne itina etmek, hakkını vermek, onun Rabbin Huzurunda yapıldığı bilincinden asla uzaklaşmamak…
Zarif bir namaz üzerinde düşünürsek, eminim, onun yalap şap kılınan, eğilip kalkılan, namazda olduğunun bile farkında olunmayan, ve Rasulullah Efendimiz gördüğünde “Bu namaz olmadı” diyeceği, mahşer ortamında kişinin yüzüne çarpılacak olan namazdan farklı olacağını göreceğiz.
Rasulullah’ın terbiyesi, Rabbani bir terbiyedir. “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyuruyor.
İşte o terbiyenin içine “rahmetle donanmak” giriyor. “Kaba ve katı yürekli olmamak” giriyor ve “yumuşak davranmak” giriyor. (Ali İmran, 159) Bunların her biri, Rasulullah Efendimizin “zarif” şahsiyetinin pırıltılı yansımalarıdır ve her bir Müslüman’a “güzel örnek” olsun diye Kelam-ı Kadim’de yer almıştır.
Tıpkı bunun gibi, İlahi Kelam’a yansıyan çerçevede ailede zarâfet, sevgi (mahabbet) ile inşa ediliyor, merhametle (rahmet) inşa ediliyor. Müslüman ailenin zarâfeti, “kalplerin birbirine ısındırılması” ile ve bünyesinde barındırdığı “sekinet”le temayüz ediyor. Her gün bir dalaşın yaşandığı yer değil, olmamalı Müslüman aile. (Rum, 21)
Ve bu ailelerin temeline yerleştiği “Müslüman toplum”, sevgi ve merhametle dokunan, “kul hakkı hassasiyeti” ile herkesin birbirinin hukukuna itina ettiği, üstelik bunu, bir polis disiplinine gerek duymaksızın, içten çıkıp dışa yansıyan bir karakter halinde, adeta bir suyun akışı niteliğinde tabii hale getirmiş bir zarâfet toplumu oluyor.
Bugün İslam toplumları bu nitelikte mi? Tartışılabilir.
Ama İslam’ın inşa etmek istediği toplumun bu toplum olduğu muhakkak.
Rasulullah Efendimizin muazzez kişiliği orada duruyor.
Kur’an’ın rahmet ölçüleri orada duruyor.
Ve Kur’an ölçülerinde, Rasulullah (s.a.) ölçülerinde kişilikleri süzüp zarâfet örneği haline gelen Allah dostları orada duruyor.
Yapılması gereken, bu güzellikleri kişiliğimize taşımak ve “Zarif Müslüman” olabilmektir.
Mülk Suresi’nin hemen başındaki “Sizi, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda imtihan için yarattık” (Ayet 2) buyurulması, bir anlamda önümüzde tüm hayatımız için bir zarâfet yarışı başlatmış olmuyor mu?
Son söz yine Rasululllah Efendimiz (s.a.)’e ait olsun:
““Allah cemildir ve cemal sahiplerini sever, cömerttir ve cömerdi sever, kerimdir ve kerimi sever, temizdir ve temizi sever.” (Tirmizi, edeb 41)
Gül Yaprağı Kadar Zarif
Gönül terbiyesi almış İslam büyüklerinin birbirine karşı gösterdiği saygıyı Mevlânâ Câmî’nin (Molla Câmî olarak da bilinir) başından geçen bir hadise çok güzel anlatır.
Mevlânâ Câmî (1414-1492) yılları arasında yaşamış olan ünlü İslam alim ve şairlerinden biridir. Onun yaşadığı dönemde tanınmış âlimler, şairler, yazarlar ve bilginler “Suskunlar Meclisi” adını verdikleri bir heyet oluşturmuşlardı. Bu meclis, üyelerini çok düşünen, az konuşan ve az yazan insanlar arasından seçiyordu. Meclisin üye sayısı ise otuz kişiyle sınırlı tutulmuştu. O dönemde yaşayan âlim, şair ve yazarların içinde bu meclise üye olma arzusu vardı. İşte Mevlânâ Câmî bunlardan biriydi. O, gerçekten çalışmaları, ahlakı, nezaketi ile örnek bir insandı. Ancak suskunlar meclisinin üye sayısının sınırlı olması onun, seçkin insanların yer aldığı bu kurulda bulunmasına imkân vermiyordu.
Bir gün suskunlar meclisinin üyelerinden birinin öldüğünü duymuştu. Bunun üzerine üyeleri toplantı halindeyken toplantı yapılan binaya geldi. Binanın önünde bir kapıcı bekliyordu. Ona hiçbir şey demeden isteğini bir kağıda yazıp içeriye gönderdi. Meclis üyeleri Mevlânâ Câmî’yi çok yakından tanıyorlardı, fakat vefat eden üyelerinin yerine birkaç gün önce başka bir değerli insanı almışlardı. Ama Mevlânâ Câmî gibi birini de kapıdan çevirmek, “seni üye yapamıyoruz” demek oldukça zordu. Kendi aralarında epeyce düşündüler.
Ardından da bir bardağı ağzına kadar su ile doldurup kapıcıyla Mevlânâ Câmî’ye gönderdiler. Bununla meclisin üye sayısının tam olduğunu, yeni bir kişiye yer olmadığını anlatmak istiyorlardı. Kendisine, ağzına kadar su ile dolu bir bardak gönderilen Mevlânâ Câmî, meclis üyelerinin ne demek istediğini anlamıştı. O da hemen yanındaki gülden bir yaprak koparıp yavaşça bardağın üstüne koydu.
Haliyle gül yaprağı bardağı taşırmamıştı. Verdiği bu cevapla kendisi için de suskunlar meclisinde bir yerin bulunduğunu anlatmak istiyordu. Meclis üyeleri de ağzına kadar su dolu olan bardağın üzerine bir gül yaprağı konarak kendilerine geri gönderildiğini görünce durumu hemen anladılar. Böyle bir insana çok nazik bir şekilde de olsa daha önce “meclisimizde yer yok!” anlamında bir cevap verdiklerinden dolayı çok üzüldüler. Otuzla sınırlı olan üye sayılarını da aşarak Mevlânâ Câmî’yi meclislerine üye yapmaya karar verdiler.
Mevlânâ Câmî meclise gelince başkan onun adını da listeye yazdı. Üye sayısını belirten otuz sayısının önüne bir sıfır yazarak Mevlânâ Câmî’ye verdi. Başkan bununla Mevlânâ Câmî’nin katılmasıyla meclisin değerinin on kat arttığını anlatmaya çalışıyordu. Listeyi eline alan Mevlânâ Câmî, kendisinin gelmesiyle meclisin değerinin on kat artmış olduğu düşüncesine katılamadığını göstermek için otuz sayısına eklenen sıfırı silip otuzun soluna yazdı.
Verdiği bu cevapla meclisin üye sayısını artırmadığı gibi, kendi değerinin, bu meclisin yanında solda sıfır olduğunu anlatmak istiyordu. Son verdiği cevapla, gösterdiği saygı ve alçak gönüllülük ile Mevlânâ Câmî, suskunlar meclisinin en değerli üyelerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu.
Bu yaşanmış vakıa bize zarâfetin insan ilişkilerini ne ölçüde güzelleştirdiğini nasıl anlatıyor? Anlaşılan mesele gül yaprağı kadar zarif ve bulunduğu ortama fazla gelmemekte toplanıyor.
Ahmet Taşgetiren

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz