10/12/2013

Hayatı Anlamak ve Anlamlandırmak



1. Hayatın anlamı var mıdır? 
Evet hayatın anlamı vardır. Bunu açıklamadan önce hayatın anlamının neden olması gerektiğini ispat edelim.
Görüyoruz ki; kainatta canlı ve cansız varlıklar mevcuttur. Bir kitap kâtipsiz, bir saray ustasız olamaz iken bu düzen içerisindeki kainat kitabının bir sahibinin, bir yaratıcısının olmaması düşünülebilir mi?
Hayatı, ilmi, şuuru olmayan Güneş belli bir yörüngede hareket eder ve ısı ve ışığını Dünya’ya ulaştırır. Güneş adeta Dünya’nın lambası ve sobasıdır. Dünya’dan çok daha büyük ve uçağın hızından çok daha hızlı bir şekilde hareket eden yıldızlar birbirlerine çarpmadan, beraberce uzay okyanusunda yüzerler.
Hayatı, ilmi, bilinci, merhameti olmayan bulutlar Allah’ın emri ile toplanırlar ve çarpışarak ölü toprağı canlandıran, canlılara ferahlık veren yağmur damlalarını çıkarırlar. İlmi olmayan, âciz arılar lezzetli, faydalı bal nimetini ve ilimsiz, şuuru çok sınırlı inekler insanlara fayda veren lezzetli süt nimetini üretirler.
Demek ki; bu canlı ve cansız varlıklar başıboş hareket etmezler. Demek ki; onların vazifeleri vardır.
Peki şimdi soralım: Acaba bu canlı ve cansız varlıklar başıboş bırakılmamış iken akıl sahibi, irade sahibi olan insan başıboş bırakılabilir mi? Bu canlı ve cansız varlıklar Allah’a itaat ederek belli vazifeler yaparlar iken şuuru ve ilmi olan insan vazifesiz kalabilir mi?
Elbette insan başıboş bırakılmamıştır. Elbette insanın bu dünyada önemli vazifeleri vardır. Elbette insanın hayatının anlamı vardır.
2. İnsan hayatın anlamını nasıl bulur?
İnsan akıl sahibi, irade sahibi bir varlıktır. Ancak yine de insan âcizdir. İnsan bazen bir sineğe yenik düşer. İnsan kendi iradesi ile, ilmi ile çalışarak, çabalayarak nefes alıp vermez. İnsan yemek yer ancak yemeğin öğütülmesi işini insan kendi çalışması, iradesi ile yapmaz. Demek ki; insan kendi kendisine bile hâkim değildir. İnsan, hücrelerindeki DNA moleküllerinin yapısından habersizdir. Ancak laboratuvar çalışmaları ile bu yapılar incelenebilmektedir.
Hayatı sınırlı, aklı sınırlı, ilmi sınırlı, kudreti sınırlı olan insan sadece kendi varsayımları, kendi fikirlerine başvurarak hayatın anlamını bulamaz. İnsan aklı karanlık ortamda bir yıldız böceği gibidir. İnsan, eğer bir Güneş’e dayanmaz ise karanlıkta kalmaya mahkum olur. O Güneş, mesajını cüz’i irade sahibi olan varlıklardan değil, külli irade sahibi olan, bir zerreyi yarattığı gibi yıldızları da kolayca yaratabilen, sonsuz hayata, sonsuz ilme, sonsuz kudrete sahip olan bir Yaratıcı’dan almalıdır. Demek ki; o Güneş ancak peygamberler olabilir çünkü külli irade sahibi olan Allah’ın mesajını insanlara ulaştıran aydın zâtlar, muallimler (öğretmenler), rehberler peygamberlerdir. Peygamberlerin aldığı vahiy kesin doğru bilgidir.


3. Hayatın anlamı nedir?
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir.” 
İnsan bu dünyaya kainatı yoktan var eden, zerrelerden yıldızlara bütün kainata hâkim olan, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yaratan, sonsuz hayat, sonsuz ilim, sonsuz kudret sahibi olan Allah’ı tanımak, Onun birliğine iman etmek ve Ona kulluk etmek, yani Ona ibadet etmek için gönderilmiştir.
Yeryüzünün halifesi olan insan Allah’ın isimleri ve sıfatlarını bilerek kainatı tanır ve kainattaki varlıkların neden var olduğunu bilir. Kainattaki tüm varlıkların Allah’ın kudreti ile varlık sahasında olduğunu bilen Müslüman, Allah’ın kudretini tefekkür eder ve Allah’a güvenir. Hazreti Adem’den beri yaşamış olan tüm Müslümanlar hayatın anlamını peygamberler vasıtası ile öğrenir ve bu dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu, gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilir.

05/12/2013

İslam ve Niyet


“Kim bir hayırlı işi yapmaya yönelirse, onu yapan kadar mükâfat alır”.
Dinimiz her iş ve eylemde niyeti yani amacı ve maksadı, niyet ise samimiyeti yani içtenliği, samimiliği esas alır. Yaptıklarımız niyetin samimiliğine göre değerlenir.
Sözlükleri karıştırdığımızda niyet ile ilgili şunları buluyoruz; kastetmek, karar vermek, kalbin bir şeye yönelmesi, ne yaptığını bilerek yapmak.
Diyebiliriz ki niyet kişinin kalbindeki tercihidir. Dolayısıyla kişinin niyetini ya sahibinin açıklaması ile ya da niyetini eyleme dökmesi ile bilebiliriz.
İnsan bir işi ya diliyle, ya kalbiyle ya da diğer uzuvları ile yapar. Diliyle konuşur, kalbiyle niyet eder ve düşünür, diğer uzuvları ile eylem ve davranışları gerçekleştirir. Elbette bu konuşmalar, eylem ve davranışlar ise niyetlere bağlı ve onların sonucu olarak gerçekleşmekte. Dolayısıyla niyetimiz iyiyse bu bazen başlı başına ibadet olur.
İmam-ı Şafiye ve Ahmed b. Hambel’e göre “İslâm’ın temeli üç hadis üzerine kurulmuştur;
Birincisi, “Ameller niyetlere göredir.”
İkincisi, “Helal ve haram bellidir.”
Üçüncüsü ise “Dine dinden ve sünnetten olmayan bir şeyi katmak reddolunmuştur” hadisleridir.
İmam-ı Şafii bu hadisin fıkıhtan yetmiş ayrı bölüme girdiğini ifade eder.
“Dinden olmayan bir şeyi dine katan reddolunur” hadisi ahiret işini, “Ameller niyetlere göredir” hadisi de dünya işlerini tanzim etmiştir. Birincisi ihlâsı, ikincisi niyeti anlatır.
İnsanın Değerle(n)mesi
Rabbimiz bizleri, soyumuza ve şeklimize göre değil, halis niyetimizin merkezi olan kalbimize göre değerlendirir. Bunu Efendimizin şu hadisinden biliyoruz;
“Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim, İbn Mace)
Kalbin dürüstlüğü amelin dürüstlüğündendir; amelin dürüstlüğü ise niyetin dürüstlüğündendir. Nice küçük ameller vardır ki niyet onu büyütür; nice büyük ameller vardır ki, niyet onu küçültür. Ameller ancak üç şeyle düzgün olur;
Takva,
İsabet
Hayırlı niyet…
Allah insandan ancak niyet ve irade ister. Allah’ı tercih etmek ve rızasını istemek Allah yolunda cihat etmekten daha üstündür.
Rabbimiz bizim samimi niyetimiz ile değer veriyor. Dil ile bir şeye niyet edince kalp buna katılmazsa elbette niyet makbul olmayacaktır yani kabul olunmayacaktır.
Yaratıcımız, bizi yoktan var edip dünyaya gönderen Rabbimiz, Allah (c.c.) bize şöyle hitap ediyor;
“Bununla beraber, hakkında hata ettiğiniz şey hususunda size bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kastettiğinde (günah) vardır. Çünkü Allah, Gafur (çok bağışlayan)dur, Rahîm (çok merhamet eden)dir”. (Ahzab Suresi 5. Ayet).
“Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kalplerinizin (ihtirasla) arzuladıklarından sorumlu tutacaktır: Allah, çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir”. (Bakara Suresi 225. Ayet)
Ayrıca Rabbimiz biz gizlesek de, saklasak ta içimizde yani kalbimizde olanı bilmektedir. Bunu şöyle ifade ediyor;
“De ki: ‘Sinelerinizde olanı gizleseniz de onu açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde olanı da yerde bulunanı da bilir.’ Ve Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir”. (Ali İmran Suresi 29. Ayet)
“(Allah) gözlerin hain olanını (harama bakanları) ve sinelerin gizlediğini bilir”. (Mümin Suresi 19. Ayet)
Niyetler ve Sonuçları: Somut Örnekler
* Ashâb-ı kirâm Medine’ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine’de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam’ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler.
İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın (Ummu Kays) hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. (Kastalanî, İrşadu’s-Sârî, 1/55)
İşte Hz. Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine “Ameller ancak niyetlere göredir” buyurdu. (Buhârî, Bedu’l- Vahy, 1; Muslim, İmâre, 155)
* Bir kişi, “Ey Allah’ın Resulü, kimisi dünya için savaşır” dedi. Efendimiz “Onun ecri yoktur” buyurdu.
Peygamberin bu cevabı birçok kimseye ağır geldi. Soru soran adama Hz. Peygamber’den bir daha sormasını istediler. “Belki de sen iyi anlatamadın ” dediler.
Adam gelip bir daha, “Ey Allah’ın Resulü! Bir kişi sözde Allah için savaşır, fakat bundan maksadı dünyalık elde etmektir. Bunun durumu nasıldır ” diye sordu.
Efendimiz, “Onun herhangi bir ecri yoktur” cevabını verdi.
Bu, halk üzerine çok ağır ve büyük bir felaket gibi çöktü. Adama, “Tekrar Resulullah’a git, üçüncü kez sor!” dediler. O da Efendimize üçüncü kez aynı soruyu sordu. Efendimiz, “Onun ecri yoktur” buyurdu. (Terğib, II/419 (Ebu Davud, İbn Hibban ve Hakim’den).
- Bir adam Hz. Peygamber’e gelerek,
“Ey Allah’ın Resulü, hem sevap, şöhret için savaşa katılan kimseye ne vardır ” diye sordu. Hz. Peygamber cevap olarak;
“Hiç bir şey yoktur!” dedi. Adam meseleyi üç defa peygamberden sordu, peygamber de ona üç defa, “Hiç bir şey yoktur” diye cevap verdi. Sonra, “Allah amelden ancak halis olanı, hedefi Allah’ın rızası olan ameli kabul eder” dedi. (Terğib, II/412).

Tevekkül Edebiliyor muyuz ?


DAYANMAK, güvenmek, işi başkasına havale etmek manasına gelen tevekkül, dinî açıdan, meşrû bir hedefe ulaşmak için gerekli olan tüm sebeplere başvurduktan ve yapılacak her şeyi yaptıktan sonra, Allah’a güvenmek ve gerisini O’nun takdirine bırakmaktır.
Yüce Allah’a inanan insan, O’na teslim olur, O’na güvenip dayanır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Eğer gerçekten inananlardan iseniz, Allah’a tevekkül edin.” (Maide, 23; Yunus, 84) buyurularak; imanla tevekkül arasında sıkı bir ilişkiye dikkat çekilir. Günümüz insanı, bir çok korku ve endişe içinde hayatını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir başka ifade ile o, güvensizlik içindedir. Halbuki insanı yoktan var eden, ona sayısız nimetler ihsan eden Rabbine tam bir imanla bağlanabilse, onun bu korkuları, endişeleri duymasına hacet kalmaz. Zira Rabbimiz inananlardan, kendisine dayanıp güvenmelerini ister. (Teğabün, 13 )
İnancımız gereği, kâinatta her şey Allah’ın iradesi dahilinde cereyan etmektedir. Bu nedenle mü’min, Allah’tan başka kimseden korkmadığı için, bütün korku kapılarını kapatmıştır. Ancak o, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten, yarattıklarına kötü davranmaktan korkar.
İnsanlardan asla korkmaz. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s.) gibi. O, Nemrut tarafından ateşe atıldığı esnada, “Allah bana kâfi, O ne güzel vekildir.” (Riyazü’s Salihin, II/117) diyerek, tam bir güven ve teslimiyet göstermiş ve Cenab-ı Hak: ”Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol.” (Enbiya, 69) buyurarak, kızgın ateşi gülistana çevirmiştir. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Asıl olan O’na güvenmektir. (Ahzab, 3, 48)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in hicret yolculuğu sırasında Sevr mağarasında yaşadıkları da, bir başka teslimiyet ve tevekkül örneğidir.
Mekkeli müşrikler, bu kutlu yolcuların izlerini sürerek mağaranın ağzına gelince, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne bir şeyler olur diye endişelenir, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bunun üzerine, tam bir teslimiyet ve güvenle: ”Ey Ebu Bekir, üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında sen ne zannediyorsun? (Endişeye gerek yok..)” (Riyasü’s Salihin, II8; Tecrid-i Sarih Tercemesi, X/115) diye teselli eder.
İnançlı insana düşen görev, her hususta ve her durumda Allah’a güvenmektir. Çünkü, ”Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer, 36) buyuran Hak Teâlâ, kulunu kendi hâline bırakıp, ihmal etmez.
Onu zor durumda, yapayalnız bırakmaz. Ancak bu hâli yanlış algılayarak, çalışmayı bir kenara bırakıp, tembel tembel oturmak ve rızkın gelmesini beklemek doğru değildir. Dünyamız bir sebepler dünyasıdır. Yüce Allah, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. (Kehf, 84) Hz. Peygamber, rızık aramak için sabah erken yuvasını terk eden kuşları örnek göstererek şöyle buyurur: ”Eğer siz, Allah’a gereği gibi güvenseydiniz (Allah), kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler” (Riyazü’s Salihin, 1/116) Merhum M. Akif de, tevekkülü yanlış anlayanlara şöyle seslenir:
Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!
Ecdadını zannetme, asırlarca uyudu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? (Safahat, II/924)
Görüldüğü gibi, gerçek anlamda tevekkül, hayatta başarı elde etmek ve netice almak için sebebe başvurmayı (esbaba tevessülü) gerektirir. Peygamberimiz (s.a.s.), devesini başıboş bırakarak tevekkül ettiğini söyleyen bedeviye: “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” (A. H. Berkî, 250 Hadis, s. 50) buyurarak, tevekkülün nasıl anlaşılması gerektiğini gayet veciz bir şekilde açıklamıştır.
Aynı şekilde mü’min, yapılacak bir iş öncesinde, bütün ihtimalleri gözden geçirerek, her türlü tedbiri alarak bir karara vardı mı, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Kararsızlık, şüphe ve güvensizlik belirtisidir. Azim ve kararlılık, mü’minin vasfıdır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Bir işe azmettiğinde artık Allah’a güven. Kuşkusuz Allah, kendine güvenip, dayananları sever.” (Âl-i İmran, 159)
Hayatta başarılı olmanın, ilerlemenin temeli Allah’a tevekkülden geçer. Allah’a güvenmeyen kimse, neye ve kime bel bağlayacaktır? Muhtemelen kendi gücüne, bilgisine ve kendisi gibi fani olanlara veya sebeplere güvenecektir.
Türkçe’de bir söz vardır: “Güvendiğim dağlara kar yağdı.” Nice dost bildiğimiz insanlar, çoğu zaman bizi yarı yolda bırakmışlardır. Doğru şekilde anlaşılan ve kavranan tevekkül, insanın kalbine kuvvet ve huzur verir. Çünkü Allah’a güvenen, bağlanan kimse, olaylar arzu ettiği tarzda sonuçlanmazsa, ümitsiz olup, karamsarlığa düşmez. Yine o, yapılması gerekenleri en iyi şekilde yapmaya devam eder.
Allah’a tevekkül edenin yaveri Hak’tır
Nâşâd gönül bir gün şâd olacaktır.
Sonuç itibariyle kişi, dünyanın bin bir türlü sıkıntı ve bir o kadar ekonomik, sosyo-kültürel probleminden, ancak Allah’a güvenle, tevekkülle kurtulur.
O’na itimat, bağlılık, insanı dünya ve ahiret saadetine ulaştırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’a güvenene, Allah kâfidir.” (Talak, 3) M. Akif bununla ilgili şöyle söyler:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Namaz Ne Büyük Lütuf


Al sana şu kadar para, otur, şu işi yap” deseler, şevkle çalışırız.
Çalışırken usanır mıyız?
Bıkkınlık gösterir miyiz?
Hayır, göstermeyiz.
Neden?

Çünkü ücret peşin.
Bir başka gün bizi tehdit etseler, korkutsalar, Burada akşama kadar çalışacaksın deseler, tereddüt etmeden çalışırız.
Neden?
Çünkü can korkusu var.
Namaz da öyle.
Yüce Rabbimiz ücretimizi peşin vermiş.
Nasıl mı?
Namaz kalbimizi ve ruhumuzu besleyen bir ibadet. Namaz kılınca bir rahatlık duyarız, içimiz açılır, ruhumuz nefes alır, dinleniriz.
Bu ücret dünyada. Ya öbür tarafta, âhirette neler var?
Kabirde gıda ve ziya
Ne demek?
İster istemez, er veya geç, şu veya bu yaşta bu hayat bitecek. Sonsuz bir hayat başlayacak. İlk durak kabir. Kıyamet kopana kadar orada kalacağız. Kabirde tek bir ışık vardır: namaz, tek bir gıda vardır: namaz…
Bir emirle hepimiz dirilip kabirden çıkacağız. Bütün insanların toplandığı Mahşer Meydanında toplanacağız. Orada büyük bir mahkeme kurulacak, hepimiz hesaba çekileceğiz.
Namaz burada imdada yetişecek. Bu mahkemeden namaz belgesiyle berat edeceğiz.
Elimize namaz beratı verilecek…
Bundan sonra Cehennemin üzerine kurulacak olan Sırat Köprüsünün başına geleceğiz. Kıldığımız namazlar burada da bir Cennet bineği olan Burak şekline gelecek ve ona binerek sırattan geçeceğiz.
Bütün bu yollardan geçtikten sonra Cennet gelecek. Namaz kılanlara Yüce Rabbimiz Cenneti söz veriyor. Orada sonsuza dek yaşamayı vaad ediyor.
işte hizmet, işte ücret; işte namaz, işte Cennet.
Buyurun hepiniz, ne mutlu size!
Bu kadar ücreti bildikten sonra hangimiz namazı ihmal ederiz? Bu kaybın telafisi var mı başka şekilde?
Bunun bir de öbür yönü var. Örnekte geçtiği gibi, bizi biri korkutsa akşama kadar çalışırız.
Şu suçu işlersen, on sene hapiste yatarsın deseler, hapis korkusundan o suçu işlemeyiz.
Namaz kılmak Allah’ın bir emri. Kılmamak ise emre karşı gelmektir ve bir suçtur.
Emirleri yerine getirene Allah Cenneti vaad ettiği gibi, karşı gelenleri de Cehenneme koyacaktır.
Dünya hapsinde birkaç sene yatmamak için kanunlara uyuyoruz. Sonsuz bir hapishane olan Cehenneme girmemek için de en önemli emir olan namazı ihmal edemeyiz.

Allah ve Muhteşem Kainat


Göklere baktığımızda görürüz ki; içinde yaşadığımız gezegenden çok daha büyük kütlelere sahip olan gök cisimleri intizamlı bir şekilde, birbirlerine çarpmadan, beraberce, belli bir düzen içerisinde ve büyük bir hız ile uzay okyanusunda yüzmektedir. Bu gök cisimlerini tutan direkler yoktur. Belirli bir yörüngede giden bu maddelerin hayatları, ilimleri, kudretleri yoktur. Fiziki olarak baktığımızda görürüz ki; bunlar maddelerden ibarettirler. Peki nasıl oluyor da bu hayatsız, bu ilimsiz, bu kudretsiz maddeler böyle büyük bir intizam ile adeta büyük bir ordunun askerleri gibi varlıklarını sürdürüyorlar?
Güneş‘e bakalım. Kocaman bir ateş topu olan Güneş, bir soba gibi Dünya’yı ısıtıyor, bir lamba gibi ışığını ulaştırıyor. Hem de Dünya’yı ısıtırken odun, kömür gibi vasıtalara ihtiyaç duymuyor. Peki o zaman ısı kaynağını nereden alıyor? Ya ışık kaynağını nereden alıyor? Güneş’in bu mükemmel işleri yapabilecek hayatı yoktur, ilmi yoktur, kudreti yoktur, bilinci yoktur. Dolayısıyla diğer varlıklar gibi Güneş de milyarlarca yıl geçse bile hiçbir şeyi yoktan var edemez. Ve tesadüf eseri meydana gelemez.
Havadaki zerreler canlıların nefes almasına vesile oluyorlar ve seslerin bir yerden başka bir yere iletilmesini sağlıyorlar. Televizyon, bilgisayar, telefon gibi teknolojik araçların çalışmasına vesile olan hava zerrelerinin bu sanatlı işleri yapabilecek hayatları, ilimleri, kudretleri var mıdır? Bizi tanırlar mı? Bize merhamet ederler mi?
Bulutlara bakarız. Bazen görünmezler. Bazen dağınıktırlar. Bazen de toplanırlar. Çarpıştıklarında yağmur damlaları çıkartırlar. Hayatı, ilmi, kudreti, merhameti, duygusu olmayan bulutlar bizi tanımaz, bize acımaz, bize merhamet etmez. Ancak bu aciz, şuursuz bulutlar yaptıkları icraatlar ile ölü toprağı canlandırır ve bunun gibi pek çok hikmetli işleri yaparlar. Demek ki; diğer varlıklar gibi bulutları da hikmetli vazifelerle çalıştıran sonsuz hayat, kudret, ilim sahibi bir Zât vardır.
Yağmur damlaları birleşip büyük kütleler haline gelerek yeryüzüne zarar verecek derecede yere inmezler. Bunun yerine yumuşak bir şekilde, belli bir intizamla yere inerler ve şiddetli esen rüzgarlar onların intizamlarını bozmaz. Fiziki olarak baktığımızda bu damlalar hidrojen ve oksijenden ibarettirler. Hayatları, ilimleri, kudretleri, şuurları yoktur. Ancak yeryüzündeki toprağa ve canlılara faydaları çoktur.
Denizler Dünya’nın dörtte üçünü kaplarlar ve Dünya’nın dönmesi sebebiyle onlar da süratli bir şekilde dönerler. Ancak bu süratli dönme sırasında kontrolden çıkmazlar, düzenlerini bozmazlar. Ve içlerinde binlerce farklı canlıları barındırırlar. Nasıl oluyor da hayatsız, şuursuz, kudretsiz denizler bu mükemmel icraatları yapabiliyorlar?
Dağlar yeryüzünün direkleri olarak yeryüzünün sağlam kalmasına ve yeryüzünün depremlerden korunmasına vesile oluyorlar. Kur’ân’ın “Yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kıldık.” (Nebe 6,7) ayeti de bu hakikati gösteriyor. Ve o dağların içlerinden, içeceğimiz olan sular, çeşitli amaçlar için kullanılan madenler, sağlığımız için yararlı olan ilaçlar çıkıyor. Şuursuz, bilinçsiz dağlar bu hazinelerini bizi düşündüğü, bize merhamet ettiği için mi barındırıyor?
Bitkiler, meyveler, sebzeler farklı farklı biçimlere, farklı farklı renklere, farklı farklı tatlara sahiptirler. Bir tohumdan bir ağaç meydana gelir ve o ağaçtan bir çok dallar, yapraklar, meyveler çıkar. Sonra o meyvelerden canlılar faydalanırlar ve faydalandıklarında çeşitli lezzetler tadarlar ve vücutlarına çeşitli vitaminler alırlar. Hem o çiçeklerin, bitkilerin, meyvelerin sayıları çok fazla olmasına rağmen çok kısa sürede, kolayca varlığa gelirler. Bu bitkilerin, meyvelerin, sebzelerin, çiçeklerin, ağaçların bu mükemmel işleri yapacak kudretleri, şuurları, bilinçleri yoktur. Demek ki; onları kolayca, şaşırmadan ve belli hikmetlerle yaratan sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zât vardır.
Hayvanlar yumurtalardan çıkıyorlar. Ruh sahibi olan, hayat sahibi olan, belli özellikleri, yapıları, biçimleri, suretleri, renkleri olan bu varlıklar hikmetli icraatlarda bulunuyorlar. İnek, koyun adeta birer süt fabrikası, arılar bal fabrikasıdır. Bu varlıkların çok sayıda, çok farklı yerlerde, çok farklı şekillerde, suretlerde çok kolaylıkla ve muntazam bir şekilde varlığa gelmeleri şuursuz tesadüfe havale edilemez. Demek ki; tüm bu icraatları yapan sonsuz hayat, sonsuz kudret, sonsuz ilim sahibi bir Zât vardır.
Ve insan… Akıl sahibi, kalp sahibi, irade sahibi insan aslında çok zayıf, çok acizdir. Şuuru sınırlı, hafızası sınırlı, kudreti sınırlı olan insan yemek yer ancak yiyecek parçalarını onun vücut sistemi öğütür. Bu süreçte insanın yaptığı sadece o yemeği ağzına atması ve çiğnemesi olmuştur. Geçmişi bir döl, geleceği ise cansız bir beden olan insan acizdir ancak çok büyük vazifeleri gerçekleştirebilir.  Demek ki; bu aciz varlığa bu aklı, bu şuuru, bu hafızayı, bu kalbi, bu iradeyi veren sonsuz kudret sahibi bir Zât vardır.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz