05/12/2013

Tevekkül Edebiliyor muyuz ?


DAYANMAK, güvenmek, işi başkasına havale etmek manasına gelen tevekkül, dinî açıdan, meşrû bir hedefe ulaşmak için gerekli olan tüm sebeplere başvurduktan ve yapılacak her şeyi yaptıktan sonra, Allah’a güvenmek ve gerisini O’nun takdirine bırakmaktır.
Yüce Allah’a inanan insan, O’na teslim olur, O’na güvenip dayanır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Eğer gerçekten inananlardan iseniz, Allah’a tevekkül edin.” (Maide, 23; Yunus, 84) buyurularak; imanla tevekkül arasında sıkı bir ilişkiye dikkat çekilir. Günümüz insanı, bir çok korku ve endişe içinde hayatını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir başka ifade ile o, güvensizlik içindedir. Halbuki insanı yoktan var eden, ona sayısız nimetler ihsan eden Rabbine tam bir imanla bağlanabilse, onun bu korkuları, endişeleri duymasına hacet kalmaz. Zira Rabbimiz inananlardan, kendisine dayanıp güvenmelerini ister. (Teğabün, 13 )
İnancımız gereği, kâinatta her şey Allah’ın iradesi dahilinde cereyan etmektedir. Bu nedenle mü’min, Allah’tan başka kimseden korkmadığı için, bütün korku kapılarını kapatmıştır. Ancak o, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten, yarattıklarına kötü davranmaktan korkar.
İnsanlardan asla korkmaz. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s.) gibi. O, Nemrut tarafından ateşe atıldığı esnada, “Allah bana kâfi, O ne güzel vekildir.” (Riyazü’s Salihin, II/117) diyerek, tam bir güven ve teslimiyet göstermiş ve Cenab-ı Hak: ”Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol.” (Enbiya, 69) buyurarak, kızgın ateşi gülistana çevirmiştir. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Asıl olan O’na güvenmektir. (Ahzab, 3, 48)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in hicret yolculuğu sırasında Sevr mağarasında yaşadıkları da, bir başka teslimiyet ve tevekkül örneğidir.
Mekkeli müşrikler, bu kutlu yolcuların izlerini sürerek mağaranın ağzına gelince, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne bir şeyler olur diye endişelenir, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bunun üzerine, tam bir teslimiyet ve güvenle: ”Ey Ebu Bekir, üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında sen ne zannediyorsun? (Endişeye gerek yok..)” (Riyasü’s Salihin, II8; Tecrid-i Sarih Tercemesi, X/115) diye teselli eder.
İnançlı insana düşen görev, her hususta ve her durumda Allah’a güvenmektir. Çünkü, ”Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer, 36) buyuran Hak Teâlâ, kulunu kendi hâline bırakıp, ihmal etmez.
Onu zor durumda, yapayalnız bırakmaz. Ancak bu hâli yanlış algılayarak, çalışmayı bir kenara bırakıp, tembel tembel oturmak ve rızkın gelmesini beklemek doğru değildir. Dünyamız bir sebepler dünyasıdır. Yüce Allah, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. (Kehf, 84) Hz. Peygamber, rızık aramak için sabah erken yuvasını terk eden kuşları örnek göstererek şöyle buyurur: ”Eğer siz, Allah’a gereği gibi güvenseydiniz (Allah), kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler” (Riyazü’s Salihin, 1/116) Merhum M. Akif de, tevekkülü yanlış anlayanlara şöyle seslenir:
Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!
Ecdadını zannetme, asırlarca uyudu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? (Safahat, II/924)
Görüldüğü gibi, gerçek anlamda tevekkül, hayatta başarı elde etmek ve netice almak için sebebe başvurmayı (esbaba tevessülü) gerektirir. Peygamberimiz (s.a.s.), devesini başıboş bırakarak tevekkül ettiğini söyleyen bedeviye: “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” (A. H. Berkî, 250 Hadis, s. 50) buyurarak, tevekkülün nasıl anlaşılması gerektiğini gayet veciz bir şekilde açıklamıştır.
Aynı şekilde mü’min, yapılacak bir iş öncesinde, bütün ihtimalleri gözden geçirerek, her türlü tedbiri alarak bir karara vardı mı, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Kararsızlık, şüphe ve güvensizlik belirtisidir. Azim ve kararlılık, mü’minin vasfıdır. Kur’an-ı Kerim’de: ”Bir işe azmettiğinde artık Allah’a güven. Kuşkusuz Allah, kendine güvenip, dayananları sever.” (Âl-i İmran, 159)
Hayatta başarılı olmanın, ilerlemenin temeli Allah’a tevekkülden geçer. Allah’a güvenmeyen kimse, neye ve kime bel bağlayacaktır? Muhtemelen kendi gücüne, bilgisine ve kendisi gibi fani olanlara veya sebeplere güvenecektir.
Türkçe’de bir söz vardır: “Güvendiğim dağlara kar yağdı.” Nice dost bildiğimiz insanlar, çoğu zaman bizi yarı yolda bırakmışlardır. Doğru şekilde anlaşılan ve kavranan tevekkül, insanın kalbine kuvvet ve huzur verir. Çünkü Allah’a güvenen, bağlanan kimse, olaylar arzu ettiği tarzda sonuçlanmazsa, ümitsiz olup, karamsarlığa düşmez. Yine o, yapılması gerekenleri en iyi şekilde yapmaya devam eder.
Allah’a tevekkül edenin yaveri Hak’tır
Nâşâd gönül bir gün şâd olacaktır.
Sonuç itibariyle kişi, dünyanın bin bir türlü sıkıntı ve bir o kadar ekonomik, sosyo-kültürel probleminden, ancak Allah’a güvenle, tevekkülle kurtulur.
O’na itimat, bağlılık, insanı dünya ve ahiret saadetine ulaştırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’a güvenene, Allah kâfidir.” (Talak, 3) M. Akif bununla ilgili şöyle söyler:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Namaz Ne Büyük Lütuf


Al sana şu kadar para, otur, şu işi yap” deseler, şevkle çalışırız.
Çalışırken usanır mıyız?
Bıkkınlık gösterir miyiz?
Hayır, göstermeyiz.
Neden?

Çünkü ücret peşin.
Bir başka gün bizi tehdit etseler, korkutsalar, Burada akşama kadar çalışacaksın deseler, tereddüt etmeden çalışırız.
Neden?
Çünkü can korkusu var.
Namaz da öyle.
Yüce Rabbimiz ücretimizi peşin vermiş.
Nasıl mı?
Namaz kalbimizi ve ruhumuzu besleyen bir ibadet. Namaz kılınca bir rahatlık duyarız, içimiz açılır, ruhumuz nefes alır, dinleniriz.
Bu ücret dünyada. Ya öbür tarafta, âhirette neler var?
Kabirde gıda ve ziya
Ne demek?
İster istemez, er veya geç, şu veya bu yaşta bu hayat bitecek. Sonsuz bir hayat başlayacak. İlk durak kabir. Kıyamet kopana kadar orada kalacağız. Kabirde tek bir ışık vardır: namaz, tek bir gıda vardır: namaz…
Bir emirle hepimiz dirilip kabirden çıkacağız. Bütün insanların toplandığı Mahşer Meydanında toplanacağız. Orada büyük bir mahkeme kurulacak, hepimiz hesaba çekileceğiz.
Namaz burada imdada yetişecek. Bu mahkemeden namaz belgesiyle berat edeceğiz.
Elimize namaz beratı verilecek…
Bundan sonra Cehennemin üzerine kurulacak olan Sırat Köprüsünün başına geleceğiz. Kıldığımız namazlar burada da bir Cennet bineği olan Burak şekline gelecek ve ona binerek sırattan geçeceğiz.
Bütün bu yollardan geçtikten sonra Cennet gelecek. Namaz kılanlara Yüce Rabbimiz Cenneti söz veriyor. Orada sonsuza dek yaşamayı vaad ediyor.
işte hizmet, işte ücret; işte namaz, işte Cennet.
Buyurun hepiniz, ne mutlu size!
Bu kadar ücreti bildikten sonra hangimiz namazı ihmal ederiz? Bu kaybın telafisi var mı başka şekilde?
Bunun bir de öbür yönü var. Örnekte geçtiği gibi, bizi biri korkutsa akşama kadar çalışırız.
Şu suçu işlersen, on sene hapiste yatarsın deseler, hapis korkusundan o suçu işlemeyiz.
Namaz kılmak Allah’ın bir emri. Kılmamak ise emre karşı gelmektir ve bir suçtur.
Emirleri yerine getirene Allah Cenneti vaad ettiği gibi, karşı gelenleri de Cehenneme koyacaktır.
Dünya hapsinde birkaç sene yatmamak için kanunlara uyuyoruz. Sonsuz bir hapishane olan Cehenneme girmemek için de en önemli emir olan namazı ihmal edemeyiz.

Allah ve Muhteşem Kainat


Göklere baktığımızda görürüz ki; içinde yaşadığımız gezegenden çok daha büyük kütlelere sahip olan gök cisimleri intizamlı bir şekilde, birbirlerine çarpmadan, beraberce, belli bir düzen içerisinde ve büyük bir hız ile uzay okyanusunda yüzmektedir. Bu gök cisimlerini tutan direkler yoktur. Belirli bir yörüngede giden bu maddelerin hayatları, ilimleri, kudretleri yoktur. Fiziki olarak baktığımızda görürüz ki; bunlar maddelerden ibarettirler. Peki nasıl oluyor da bu hayatsız, bu ilimsiz, bu kudretsiz maddeler böyle büyük bir intizam ile adeta büyük bir ordunun askerleri gibi varlıklarını sürdürüyorlar?
Güneş‘e bakalım. Kocaman bir ateş topu olan Güneş, bir soba gibi Dünya’yı ısıtıyor, bir lamba gibi ışığını ulaştırıyor. Hem de Dünya’yı ısıtırken odun, kömür gibi vasıtalara ihtiyaç duymuyor. Peki o zaman ısı kaynağını nereden alıyor? Ya ışık kaynağını nereden alıyor? Güneş’in bu mükemmel işleri yapabilecek hayatı yoktur, ilmi yoktur, kudreti yoktur, bilinci yoktur. Dolayısıyla diğer varlıklar gibi Güneş de milyarlarca yıl geçse bile hiçbir şeyi yoktan var edemez. Ve tesadüf eseri meydana gelemez.
Havadaki zerreler canlıların nefes almasına vesile oluyorlar ve seslerin bir yerden başka bir yere iletilmesini sağlıyorlar. Televizyon, bilgisayar, telefon gibi teknolojik araçların çalışmasına vesile olan hava zerrelerinin bu sanatlı işleri yapabilecek hayatları, ilimleri, kudretleri var mıdır? Bizi tanırlar mı? Bize merhamet ederler mi?
Bulutlara bakarız. Bazen görünmezler. Bazen dağınıktırlar. Bazen de toplanırlar. Çarpıştıklarında yağmur damlaları çıkartırlar. Hayatı, ilmi, kudreti, merhameti, duygusu olmayan bulutlar bizi tanımaz, bize acımaz, bize merhamet etmez. Ancak bu aciz, şuursuz bulutlar yaptıkları icraatlar ile ölü toprağı canlandırır ve bunun gibi pek çok hikmetli işleri yaparlar. Demek ki; diğer varlıklar gibi bulutları da hikmetli vazifelerle çalıştıran sonsuz hayat, kudret, ilim sahibi bir Zât vardır.
Yağmur damlaları birleşip büyük kütleler haline gelerek yeryüzüne zarar verecek derecede yere inmezler. Bunun yerine yumuşak bir şekilde, belli bir intizamla yere inerler ve şiddetli esen rüzgarlar onların intizamlarını bozmaz. Fiziki olarak baktığımızda bu damlalar hidrojen ve oksijenden ibarettirler. Hayatları, ilimleri, kudretleri, şuurları yoktur. Ancak yeryüzündeki toprağa ve canlılara faydaları çoktur.
Denizler Dünya’nın dörtte üçünü kaplarlar ve Dünya’nın dönmesi sebebiyle onlar da süratli bir şekilde dönerler. Ancak bu süratli dönme sırasında kontrolden çıkmazlar, düzenlerini bozmazlar. Ve içlerinde binlerce farklı canlıları barındırırlar. Nasıl oluyor da hayatsız, şuursuz, kudretsiz denizler bu mükemmel icraatları yapabiliyorlar?
Dağlar yeryüzünün direkleri olarak yeryüzünün sağlam kalmasına ve yeryüzünün depremlerden korunmasına vesile oluyorlar. Kur’ân’ın “Yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kıldık.” (Nebe 6,7) ayeti de bu hakikati gösteriyor. Ve o dağların içlerinden, içeceğimiz olan sular, çeşitli amaçlar için kullanılan madenler, sağlığımız için yararlı olan ilaçlar çıkıyor. Şuursuz, bilinçsiz dağlar bu hazinelerini bizi düşündüğü, bize merhamet ettiği için mi barındırıyor?
Bitkiler, meyveler, sebzeler farklı farklı biçimlere, farklı farklı renklere, farklı farklı tatlara sahiptirler. Bir tohumdan bir ağaç meydana gelir ve o ağaçtan bir çok dallar, yapraklar, meyveler çıkar. Sonra o meyvelerden canlılar faydalanırlar ve faydalandıklarında çeşitli lezzetler tadarlar ve vücutlarına çeşitli vitaminler alırlar. Hem o çiçeklerin, bitkilerin, meyvelerin sayıları çok fazla olmasına rağmen çok kısa sürede, kolayca varlığa gelirler. Bu bitkilerin, meyvelerin, sebzelerin, çiçeklerin, ağaçların bu mükemmel işleri yapacak kudretleri, şuurları, bilinçleri yoktur. Demek ki; onları kolayca, şaşırmadan ve belli hikmetlerle yaratan sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zât vardır.
Hayvanlar yumurtalardan çıkıyorlar. Ruh sahibi olan, hayat sahibi olan, belli özellikleri, yapıları, biçimleri, suretleri, renkleri olan bu varlıklar hikmetli icraatlarda bulunuyorlar. İnek, koyun adeta birer süt fabrikası, arılar bal fabrikasıdır. Bu varlıkların çok sayıda, çok farklı yerlerde, çok farklı şekillerde, suretlerde çok kolaylıkla ve muntazam bir şekilde varlığa gelmeleri şuursuz tesadüfe havale edilemez. Demek ki; tüm bu icraatları yapan sonsuz hayat, sonsuz kudret, sonsuz ilim sahibi bir Zât vardır.
Ve insan… Akıl sahibi, kalp sahibi, irade sahibi insan aslında çok zayıf, çok acizdir. Şuuru sınırlı, hafızası sınırlı, kudreti sınırlı olan insan yemek yer ancak yiyecek parçalarını onun vücut sistemi öğütür. Bu süreçte insanın yaptığı sadece o yemeği ağzına atması ve çiğnemesi olmuştur. Geçmişi bir döl, geleceği ise cansız bir beden olan insan acizdir ancak çok büyük vazifeleri gerçekleştirebilir.  Demek ki; bu aciz varlığa bu aklı, bu şuuru, bu hafızayı, bu kalbi, bu iradeyi veren sonsuz kudret sahibi bir Zât vardır.

13/11/2013

Yusuf ile Züleyhanın Evliliği


Hz. Yusuf ile Züleyha arasında geçen olay mükemmel bir Kur’ân kıssasıdır ve Yusuf Suresi’nin 23-35 âyetlerinde anlatılır. Meâlde yer alan bilgiler kısaca şöyle:
Yusuf olgunluk çağına erişince, evinde bulunduğu kadın onun nefsinden muradını almak istedi, kapıları kapatıp “Haydi gelsene” dedi.
Yusuf, “Allah korusun” dedi. “Kocan benim efendimdir; o bana çok iyi bakıyor.” dedi.
Kadın ona gerçekten niyeti kurmuştu. Rabbinin delilini görmüş olmasaydı, Yusuf da ona kapılıp gidecekti.
Sonra kapıya koşuştular. Bu arada kadın onun gömleğini arkasından yırttı. Kapı önünde kadının kocasıyla karşılaştılar.
Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birisinin hapisten veya acı bir azaptan başka bir cezası var mı?”
Yusuf ise “Asıl o benden muradını almak istedi” dedi.
Kadının yakınlarından biri de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir, o ise yalancıdır. Gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir, o doğru söylüyordur.”
Yusuf’un gömleğini arkadan yırtılmış görünce kocası, “Anlaşılan bu sizin tuzaklarınızdan biri. Siz kadınların tuzağı ise pek yaman olur. Yusuf, sen bunu unut. Kadın, sen de günahın için af dile; çünkü günahkâr olmuşsun.” dedi.
Kadın, “Ben ondan muradımı almak istedim fakat o namuslu davrandı. Ama yemin olsun, dediğimi yapmazsa hapse girecek ve küçük düşecek.” dedi.

Hz. Yusuf hapse atılır, uzun süre hapiste yattıktan sonra çıkar. Hükümdar kadınları bir araya topladı, “Derdiniz neydi de Yusuf’tan muradınızı almak istediniz?” diye sordu. Onlar, “Hâşâ, Allah için, ondan bir kötülük görmedik.”dediler. Aziz’in hanımı da “İşte şimdi hak yerini buldu.” dedi. “Ondan muradımı almaya çalışan bendim; o doğruyu söylüyordu.”
Yusuf dedi ki: “Gıyabında kendisine hıyanet etmediğimi ve hainlerin tuzağına Allah’ın muvaffakiyet vermeyeceğini Aziz böylece bilsin istedim.”

Kur’ân’da kıssa bu şekilde anlatılır. Züleyha’nın akıbeti ve Hz. Yusuf’la evlenip evlenmediği Kur’ân’da yer almadığı gibi, Peygamberimizin hadislerinde de geçmez.
Fakat Taberi Tarihi ve İbn-i Esir’in el-Kâmil gibi İslam tarihi kitaplarında şu bilgilere yer verilir:
Züleyha’nın kocası ölünce, Mısır kralı, Züleyha’yı Hz. Yusuf ile evlendirir. Bu esnada Hz. Yusuf ile Züleyha arasında şöyle bir konuşma geçer:
Yusuf Aleyhisselam Züleyha’ya:
“Senin vaktiyle benden istemiş olduğun şeyden, böylesi daha hayırlı değil midir?” der.
Züleyha: “Ey dost! Beni kınama! Gördüğün gibi ben devlet ve dünya nimetleri içinde yaşayan güzel bir kadındım. Eşimin ise kadınlarla teması yoktu. Allah seni olduğun gibi çok güzel yaratmıştı. Gördüğün gibi nefsim bana baskın gelmişti.” der.
Yine bu kaynaklarda verilen bilgiye göre, Yusuf Aleyhisselam Züleyha’yı bekar olarak bulmuştur. Bu evlilikten iki oğulları olmuştur.
Züleyha Allah tarafından affedilmiş olmalı ki bir peygamberin hanımı olmuştur. Âyette yer aldığına göre, eşi olaya şahit olduğunda Züleyha’ya, Allah’tan af dilemesini söyler ki, tövbe ettiği anlaşılıyor.

Dövme yaptırmak

 

Dövme, derinin iğne ucuyla çizilip kanatılmasından sonra sürülen boyanın deri altına geçmesini ve bir daha çıkmamasını sağlayan bir işlemdir. Peygamberimiz bu şekilde dövme yapanı ve yaptıranı lanetlemiştir. Bu ister canlı resmi olsun ister cansız olsun hepsini kapsar.

İlgili Hadis-i Şerif:
“Resulullah sallallahu aleyhi ve selem faiz yiyeni, yedireni, ona şahitlik edenleri, onu yazanı; dövme yapanı, gü­zelleşmek için dövme yaptıranı, sa­dakaya mani olanı, hulle* yapanı ve hulle yaptırmak is­teyeni lanetledi.”
| Buhârî, Libâs, 82-87; Müslim, Libâs, 119

 Dövme Yaptırmak Neden Caiz Değildir?
Cenabı Hak normal şartlarda hele insanı en güzel şekilde yaratmış. İnsanın değişiklik yapmasına Allah rıza göstermemiştir. Fıtratı değiştirmek, damgalar oluşturmak gibi şeyler işin içine girmektedir. Vücut her ne kadar bizimse de insanın bedeni üzerindeki tasarrufu emanettir. Emanetin sahibi vardır. Dövme yaptırmak dinimizde normal kabul edilmemiştir. Yani dinimizin sakıncalı gördüğü işlerdendir, hususlardandır. Dinimizde bir insanın vücuduna hele hele eza ve cefa da oluşturuyorsa lüzumsuz bir kısım şeylerin yapılmasını dinimiz uygun görmemiştir. Sadece gerek görülüyorsa sağlık zaruriyetlere izin vardır ama dövme yaptırmak gibi hususlar dinimizin caiz karşıladığı bir husus değildir. Hadislerimiz vardır bu konuda. İslami ilmihal kitaplarımıza da girmiştir. İslamiyet bunu norma karşılamıyor.

 Dövme Gusul Abdestine Engel Olur mu?
Dövme derinin altındadır. Yani dış derinin altında yer alıyor. Abdest ve gusulde ise derinin altını değil, üstünü yıkamak farzdır. Dövme de derinin altında kaldığına göre, onun bedenin herhangi bir yerinde bulunması abdeste ve gusle mani olmaz. Üzerinin yıkanmasıyla abdest ve gusül sahih olur.
Ayrıcai dövme, namaz kılmaya, ibadetlerin yerine gitirmeye, camiye ve cemaate gitmeye, Kuran okumaya da asla engel değildir.
Böyle bir günahı işlemiş olan kimse de Allah’tan mağfiret diler, tövbe istiğfar eder. Ve inşallah da kabul edilir.
  
Dövmeyi Yaptıran İnsan Ne Yapmalıdır?
İmam Nevevî, sağlık bakımından zarar vermediği takdirde dövmenin vücuttan giderilmesi gerektiğini söyler. Yapılacak operasyonun vücuda zarar vermesi veya geride çirkin bir manzara bırakması sebebiyle dövme giderilemezse kişi tövbe etmekle günahından kurtulur. (Şerhu Müslim, XIV, 106)
Bundaki hüküm, dövmeyi yaparken kullanılan maddeye göre değişir. Şayet bu maddeler dinen necis sayılanların arasında bulunuyorsa, dövme de o hükme girer. Şayet temizse, o da temizdir. Bunda yapılacak şey, şayet ufak bir müdahale veya ameliyatla hallediliyorsa gidermeye çalışmaktır. Şayet giderilemiyor, buna da imkan bulunamıyorsa, o şekilde bırakılır. Çünkü Cenab-ı Hak kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez, onun üstesinden gelemeyeceği, yapamayacağı şeyleri istemez.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz