08/05/2013

Namussuzlardaki Namus

 http://www.diniyazilar.com/wp-content/uploads/2012/12/ahlak.jpg


Necip Fazıl’ın “Çerçeveler (3)” adlı kitabında namus başlıklı bir yazısını okumuştum gerçekten çok güzel, bu yüzden paylaşmak istiyorum.
Bu yazı “bizde ahlaklıyız!”, “bizde namusluyuz!” ve “bizim de kalbimiz temiz!” diyenlere ithaf olunur…
Namus
Tüccar…
Partili…
Partisine ve sözde hayır cemiyetlerine, şahitler huzurunda yardımı bol…
Fakir komşusu acından ölecek olsa, Allah huzurunda bir dilim ekmek vermez.
Emrindeki karaborsa şebekesi ve rüşvet mekanizması, pırıl pırıl, işlek bir santral…
3 milyonluk servetin 1 milyonu yalan, bir milyonu riya, bir milyonu hile…
Görülmemek şartıyla, metreden, kilodan, balyadan, yetimin elindeki simide kadar çalmayacağı yok…

 Necip Fazıl bu yazısını 1964 senesinde yazıyor. Bugün ile karşılaştırınca aynı insanların aynı davalarına aynı şekilde hizmet ettikleri görüyoruz. Kadınları, kızları ve oğulları da aynı yol üzerinde sebattalar bu arada…
Bilmiyorum Necip Fazıl üstadın bu güzel yazısı sonrasında benim birşeyler karalamama gerek var mı? Ama belki onun yazısına dipnot hasebinde buraya birkaç cümlecik iliştirebilirim.
Evrende yapılan herşeyin ve mevcut her olgunun bir referans kaynağı, bir anlamı ve bir amacı vardır. Bu aklımıza gelen herşey için geçerlidir.  Bu Allah için dahi geçerlidir, O’nun referans kaynağı kendisidir, ve var ettiği her şeyde bir anlam ve amaç mevcuttur. “Allah, gökleri ve yeri mutlak gerçeğe atıf olsun diye (amaçlı olarak) yaratmıştır: hiç şüphe yok ki bunda, mü’minlerin alacağı bir ders mutlaka vardır.” 1 (ankebut 44) İşte bundan dolayıdır ki insan bir fiil ile iştigal edeceği zaman bir referans kaynağına dayanır. Örneğin; bu kaynağa Batılılar hayvanlarda iç güdü diyor, fakat biz biliyoruz ki iç güdü de asıl referansa dayanan ara bir referanstır, yani o asli değil arızîdir. Asıl referans kaynağı ise hakikatin membaı olan, hakikatin tamamının kendisinden neşet ettiği El Hak olan Allah’tır. Diğer taraftan bu referans kaynağı insan için de arızi olarak akıl, irade ve vicdandır diyebiliriz. Fakat asli olarak tabiki Allahtır. Tüm bunları anlatma sebebim ise şu: genelde ahlak özelde namus kavramı insanların kendi başlarına çözebileceği bir konu değildir. O da diğer herşey gibi çok daha üstün ve yüce bir referansa yaslanmak zorundadır. Eğer kainatta insanların bir hakikate referans kaynağı olabileceği bir konu bulunsaydı o “bir ve tek” hakikat insan sayısı kadar çok hakikat olacaktı.
Nitekim ahlak ve namus kavramını Allah tanımlamalı ve biz insanlara düşen de ancak ona uymak olmalıdır. Bugünün kendilerini namuslu ve ahlaklı olarak addeden insanları eğer ahlaklarını Kur’ana arz etselerdi aslında ahlaklı olmadıklarını göreceklerdi. Eğer onlar Hasan El Basri’nin dediği gibi: “kendinizi, ve amelinizi Kur’ana arz edin!” tavsiyesine uysalardı şu haberi Kur’anın manşetinden okuyabileceklerdi:  “Bunlar, dünya hayatında tüm yapıp ettikleri (istikametten) sapmış olan kimselerdir: oysa ki bu tipler, kendilerinin güzel ve erdemli işler yaptıklarını sanmaktadırlar.” (kehf 104)
Sözün özü kainatta her hakikat dönüp dolaşıyor ve teveffi ederek aslına, El Hak olana kavuşuyor. Bu yüzden  iman edenler, yani Allah hakkında doğru bir tasavvura sahip olanlar ve salih amel işleyenler, yani bu tasavvur ile uyumlu iyilikler işleyenler hakikatin kaynağından neşet eden hakiki cennetlere varislerdir. Onlar ne güzel insan ve ne güzel kullardır… O kimselerden olabilmek dileğiyle…

Besmele ve Fatiha Suresi


Fâtiha Suresi
1. Rahman ve Rahim ALLAH’ın ismiyle.
2. Övgü, evrenlerin Rabbi ALLAH’adır.
3. Rahman, Rahim (Merhametli),
4. Yargı (Din) Gününün sahibi.
5. Ancak sana tapar, ancak senden yardım dileriz.
6. Bizi doğru yola ilet.
7. Gazaba uğrayanların ve sapmışların değil; kendilerine iyilikte     bulunduğun kimselerin yoluna…

    Kuran’ın birinci suresi olan Fatiha Suresi’ni Kuran’ın bütünü ve Kuran boyunca sıkça tekrarlanan genel mesaj açısından değerlendirdiğimizde; Fatiha Suresinin Kuran’ın özeti niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Kuran boyunca verilen temel mesajların Fatiha Suresinde ifade edildiğini görüyoruz. Fatiha Suresinde Allah’ın rahmetinden, insanlardan hesap sorulacak olan yargı gününden ve sadece Allah’a kulluk edilmesi gerektiğinden bahsedilmektedir.
Fatiha Suresi ile ilgili bu yazıda değinmek istediğim konu namazlarda Fatiha Suresinin okunması ve Fatiha Suresi okunurken, surenin birinci ayeti olan besmelenin okunmaması olacak. ‘Rahman ve Rahim ALLAH’ın ismiyle’ olarak bildiğimiz besmele, Kuran’da 9. sure olan Tövbe suresi dışında sure başlarında geçmekte. Fatiha Suresi ile ilgili özel durum ise besmelenin diğer sure başlarında numarasız ayet olarak geçmesine rağmen Fatiha Suresinde besmelenin birinci ayet olarak yer alması. Yani diğer surelerde besmeleden sonraki ayet surenin birinci ayeti iken; Fatiha Suresindeki besmele, surenin birinci ayeti konumundadır.
   Konuya Kuran çerçevesinden bakarsak; Kuran’da namaz sırasında Allah’ın anılması, Allah’tan bağışlanması dilenmesi ve Allah’a dua edilmesi emredilmektedir. Fatiha Suresinin içeriği değerlendirildiğinde namaz sırasında Fatiha Suresini okumanın Kuran’a uygun olduğu görülmekle beraber; Kuran’da namaz sırasında ille de Fatiha Suresini okumamız emredilmez. Fatiha Suresinin ilk ayeti olan besmelenin okunmamasına gelirsek; ister namazda ister namaz dışında olsun Fatiha Suresi okunurken, Fatiha Suresinin ilk ayeti olan besmelenin yok sayılıp okunmaması doğru değildir. Aynı durum diğer sure başlarındaki numarasız besmeleler içinde geçerlidir. İnananların besmelenin gerek Fatiha Suresinin ilk ayetinde gerekse Kuran’ın diğer sure başlarındaki numarasız ayet şeklindeki halinde Kuran’ın bir parçası olduğunu gözden kaçırmamaları gerekir.

Düşünebilene Yollar Açık

     
      Allah, Yunus Suresi’nin 100. ayetinde aklını kullanmayanları pisliğe mahkum edeceğini söyler ve birçok başka ayette de Kuran’ı bizlere aklımızı işletmemiz için, üzerine düşünmemiz ve anlamamız için gönderdiğini söyler.

Aklınızı işletmeniz ümidiyle Allah, ayetlerini size işte böyle açıklıyor.
(2 Bakara Suresi- 242)

Ayetler üzerine düşünmek, aklımızı işletmek ne demektir? Her bir ayeti Allah’ın bize bir seslenişi olarak düşünüp, bununla Allah bize ne diyor, nasıl bir mesaj veriyor, ne yapmamızı ya da yapmamamızı söylüyor diye sorgulamaktır. Yalnızca emir ve yasakları almak da değil, her bir kıssadan, verilen her bir örnekten bir ders çıkarmak demektir.
Kuran okunurken üzerine düşünülmesi gereken, Allah’ın bizden özellikle düşünmemizi istediği en önemli konulardan biri de evrenin yaratılışı ve Allah’ın evrende kurduğu muhteşem düzendir.

Şu bir gerçek ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten suyu indirip onunla, ölümünden sonra toprağı dirilterek üzerine tüm canlılardan yaymasında, rüzgârların bir düzen içinde yönden yöne çevrilmesinde, gök ve yer arasında bir hizmete memur edilen bulutlarda, aklını işleten bir topluluk için sayısız izler-işaretler-ibretler vardır.
(2 Bakara Suresi -164)



Bu ve buna benzer birçok ayet Allah’ın yarattığı mükemmelliklerden bahsedip bunların bizler için birer ibret olduğunu söyler. Rüzgar sayesinde hareket edebilen bulutların yer değiştirmesi ile yağmurun yer yüzünün farklı yerlerine düşebilmesi ve dolayısıyla yer yüzünün farklı yerlerinde yaşam oluşabilmesi, günlerin gündüz ve geceden oluşarak insanların hem verimle çalışmasına hem dinlenmesine olanak sağlanması, rüzgar yardımı ile deniz yolu taşımacılığının yapılabilmesi gibi yaşadığımız dünyada var olan kusursuz tasarımlardan bahseden bu ayetler bizleri bu konularda düşünmeye sevk eder.
        Size gökten su indiren de O’dur! Biz o suyla her şeyin bitkisini çıkardık. Ondan da bir yeşillik çıkardık. O yeşillikten birbiri üzerine binmiş dâneler çıkardık. Hurma ağacının da tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzümlerden bağlar, zeytin, nar çıkardık. Birbirine benzeyeni var, benzemeyeni var. Meyve verdiğinde ve meyveler olgunlaştığında bir bakın onun ürününe! Bu size gösterilenlerde, iman eden bir topluluk için, çok ibret vardır!
(6 En’am Suresi -99)


 Yaşadığımız çevredeki, yediğimiz yiyeceklerdeki, o yiyeceklerin yetişmesindeki, hatta bizzat kendi vücudumuzdaki mükemmellikler bizim hayatlarımızın tam da içindedir aslında. Yani yaşadığımız her an Allah’ın yarattığı bir güzellik ile karşı karşıya kalırız. Bunları görmek için uzaklara bakmaya, bilimsel araştırmalar yapmaya, kalın kitaplar okumaya gerek yoktur. (Elbette bilimsel araştırmalar yapmak bu güzellikleri daha net sergileyecektir. Ama bu sıradan insanlar için pek mümkün değildir.) Yaşadığımız ortama, yararlandığımız nimetlere, kendi kendimize dikkatlice bakmamız yeterlidir aslında. Doğada, insan vücudunda, insanın tükettiklerindeki mükemmel tasarım son derece nettir. Önemli olan bunlar üzerine düşünmek, kafa yormak ve bu güzellikleri her gördüğümüzde Allah’ın kudretini, yaratma gücünü bir kez daha fark edip Allah’a olan sevgimizi ve teslimiyetimizi arttırmaktır.

02/05/2013

Adil ve Dengeli Olmak

  
 
   Adalet, " ferdi ve içtimai yapıda dirlik ve düzenliliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlaki" erdemlerin odak noktasıdır. Bir diğer ifade ile adalet, ifrat ve tefritten ibaret iki sapmışlık halinin denge noktasıdır. Hiç şüphesiz bu denge noktası "insaf ve hakkaniyet" ölçüsünden ibarettir. Bu itibarla adalet, ancak hak ve hakkaniyet ölçüsüne uymakla kazanılabilecek ahlaki bir tutumdur. İnsan da dahil olmak üzere bütün bir varlık, ancak "adalet" sayesinde ayakta durur ve kendi aktivitesini sağlıklı bir şekilde sürdürebilir. Hayatın dengesini oluşturan adalet esasından sapma, her şeyin dengesini bozar ve büyük bir keşmekeşliğe (kaosa) neden olur. Varlık alemi "hak" esası üzerine bina edildiği için, "hak"tan sapış asla karşılıksız kalmaz.
Adil ve ölçülü olmak; duygu, düşünce, inanç ve davranışlarda "hak ve hakkaniyet ölçüsüne" uygun bir şekilde dengeli ve kontrollü olarak yaşama halidir. Adil ve ölçülü insan, kendisini sürekli olarak ve her durumda "sırat-ı müstakim" üzere tutan kimsedir. Diğer bir ifade ile adil/ ölçülü/ dengeli insan, ilahi ölçüler dahilinde kendi eğilimlerini, tutkularını, arzularını, korkularını, endişelerini ve davranışlarını kontrol eden yani şehvet, gazap ve akıl kuvvetlerini(yetilerini) dengeli ve ölçülü (adil) kullanan kişidir. Bu beceriyi kazanmış kişiye "nefsine hakim olan" insan denir. Kişinin nefsine hakim olabilmesi, iç ve dış tahriklere karşı kendini kontrol edebilmesi, onun ulaşabileceği en yüksek erdemdir. Gerçekten de bütün yaşam alanlarında "adil" olmaktan başka, insan için ulaşılacak daha üstün herhangi bir fazilet durumu yoktur.
İzzet ve şeref kaynağı dinimiz, her türlü taşkınlığın/sapkınlığın karşısına "ölçü ve dengeyi" koymuştur. Bunun yolu, kesinlikle insanın dışında herhangi bir yerde aranmamalıdır; tam aksine insanın içinde, bizzat kendi nefsinde aranmalıdır. Bunun içindir ki, İslam alimleri, insanın, kemal ve mutluluğu, ancak "iffet", "şecaat", "hikmet" ve adalet erdemlerini kazanmasıyla elde edebileceğini söylemişlerdir. Bu erdemleri kazanmamış olan insanın ne kemalinden, ne mutluluğundan, ne ahlakından ve ne de adaletinden bahsedilebilir. Buna göre adalet, ölçü, uyum, ahenk, denge, düzen, gerçeğe uygun yaşamak ve doğru yolu izlemek ancak bu dört temel faziletin (iffet, şecaat, hikmet ve adalet )kazanılmasıyla sağlanabilir. Bu dört vasfı kazanmış olan insan, gerek kendi yaşantısında ve gerekse de toplumsal yaşantıda her türlü aşırılık, dengesizlik, uyumsuzluk ve gelişi güzel, isteklerden uzak kalabilir. İşin özü şudur: Bu faziletleri kazanamamış olan insan asla "adalet sahibi" olamaz. İşene taraftan bakarsanız bakın ve hangi kanunları çıkarırsanız çıkarın, bu faziletleri kazandırmadığınız ya da kazandıramadığınız insandan "ahlak ve adalet" bekleyemezsiniz. Kanaatimiz odur ki, günümüz insanın temel sorunu işte budur.
İslam alimlerine göre, insanın bedeninde iskan eden ruhun, yaşaya bilmesi ve gelişimini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için, temelde şehvet, gadap ve akıl kuvvetlerine(yetilerine) ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan bu üç ana kuvvet, Yüce Rabbimiz tarafından insan yapısına yerleştirilmiş ve kullanımları, dünya imtihanının bir gereği olarak insanın özgür iradesine bırakılmıştır. Buna göre şehvet kuvveti (kuvve-i şeheviyye), insan için gerekli olan bütün menfaatleri celb ve cezb eder. Gazap kuvveti (kuvve-i gadabiyye), insan için zararlı olan şeyleri bütün şeyleri def eder/ engeller. Akıl kuvveti (kuvve-i akliye) ise, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder. Yaratılışında insana verilmiş olan bu üç ana kuvvettin dengeli kullanılmasından, insan için elde edilmesi ve kazanılması mutlak hedef olan üç temel fazilet doğar. İffet, şecaat ve hikmet erdemleri, bu temel kuvvetlerin içine ekilmiş birer tohum gibidirler. Bunları filizlendirip meyve verir hale getirmek insanın temel görevidir. Hiç şüphesiz bu üç kuvvetin vasat/denge noktasını yakalamak ve o denge çizgisinde bir hayat sürmek en yüksek fazilet ve adaletin ta kendisidir. Adalet, bu üç ana kuvvetten üretilmiş olan faziletlerin uyumlu ve ahenkli bir sonucudur. Buna göre insan, ahlak ve fazilet sahibi olmadan asla adalet sahibi olamaz. İnsanın adalet sahibi olması, dengeli ve sağlıklı bir hayat sürmesi, ancak bu fazilet durumlarını kazanmasıyla mümkün olabilir. Bu da ancak, insanların çocukluk çağından başlayarak bu erdemlerin gereğine göre yetiştirilmesi ile sağlanır. Yaş ilerledikçe bu erdemlerin kazanılması zorlaşır.
İslam alimlerinin beyanlarına göre insan, sahip olduğu bu üç kuvveti üç değişik şekilde kullanabilir. Bu kullanım şekillerinden ikisi yanlış (dalalet ve rezalet), birisi ise doğru (hidayet ve fazilet)dır.
Kuvve-i Şeheviyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında İfrata Sapmak
Bu, faydalı olan her şeyi ilahi ölçüler dahilinde elde etmesi ve yaşamını sürdürebilmesi için kendi emrine verilmiş olan şehvet kuvvetinin kullanımında insanın, ölçüyü aşıp aşırılığa kaçmasıdır. Bu durumda insan, kendi emrine verilmiş olan kuvve-i şeheviyyenin emrine girmek suretiyle sapıtır, kontrolden çıkar, helal-haram tanımaz, daldırır gider… Bu tutum onu "facir" yapar. Böylece o, edepsiz ve ahlaksız biri olarak karsımıza çıkar. Şehvet kuvvetinin ölçüsüz kullanımı, insanı doyumsuz, muhteris, cimri ve şehvetperest yapar. Böyle bir insanın "ahlak ve adalet" sahibi olması beklenemez. Şehvet kuvvetinin kontrolündeki insan "hevaperest", sapık ve sapkın bir insandır
2)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Bu, şehvet kuvvetinin eksik ve yetersiz düzeyde kullanılması ya da hiç kullanılmaması şeklinde ortaya çıkan bir yaşam şeklidir. Bu durumdaki insan, kendisi için faydalı olan şeyleri arzu edip istemez ya da çok az ister. Bu insan, zaman içinde donuklaşır, arzu ve istekleri söner, yaşamında ciddi sıkıntılara düşer. Oysa insana yakışan helal olan şeyleri elde etmektir, helal dairesi içinde arzu ve isteklerini doyurmaktır. Bu kuvvetin kullanımında tefrite sapmak, insanı "humud"a sürükler. Böylece o, ne helal olana ve ne de haram olana arzu duyar. Hiç şüphesiz bu durumda sapıklıktır, rezilliktir. Böyle bir insandan da "ahlak ve adalet" sahibi olması beklenemez. Şehvet kuvvetini ölçüler dahilinde kullanamayan/kullanmayan insan da sapık ve sapkın bir insandır.
3)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak/ Ölçülü ve Dengeli Olmak
Bu, başlıktan da anlaşılacağı üzere şehvet kuvvetinin kullanımında orta yolu tutmaktır. Bu yolu tutan insan, helal dairesinde olan şeyleri elde etmede şehvet kuvvetini kullanır, haram dairesinde olan zararlı şeyleri elde etmede ise kullanmaz O, canı istese bile, zararlı olan şeylerden daima kaçınır. Helal olana iştah duyar, onu kazanmaya ve elde etmeye çalışır; haram olana ise asla yaklaşmaz. İşte bu, o iki rezaletin (ifrat ve tefritin) ortasındaki fazilettir. Bu fazilet durumunun adı "iffet"tir. İffet; adalet, ölçü ve denge sahibi olmanın birinci adımıdır. İffet; ahlak ve adalet kubbesinin birinci fil ayağıdır. Bu ayak olmadan yani iffete dayalı yaşam olmadan ne ahlak sahibi ve ne de adalet sahibi olunabilir. Kendi nefsinin kontrolüne girmiş venefsinin esaretini kabullenmiş insandan "ölçü ve denge" beklenemez. İffetsiz insan, sapık ve sapkın insandır. O halde, bu kuvvetin kullanımında ne fucur yolunu, ne de amudluk yolunu tutmamak gerekir. Hiç şüphesiz bu iki yolda sapkın yoldur. Tutulması gereken yol "sırat-ı mustakım"dir. Bu da iffet yoludur.

Kuvve-i Gadabiyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Gazap Kuvvetinin Kullanımında İfrata Sapmak
Bu, zararlı olan her şeyi ilahi ölçüler dahilinde savmayı başarması ve yaşamını yiğitlik düzeyinde sürdürebilmesi için insanın emrine verilmiş olan gazap kuvvetinin kullanımında, insanın ölçüyü aşıp aşırılığa kaçmasıdır. Gazap kuvvetini kullanımda aşırılığa sapan kişi, ele geçirdiği gücü hak-hukuk tanımadan ve hiçbir şeyden de korkmadan zalimce ve sorumsuzca kullanır. Bu tutum, sahibini adalet ve denge çizgisinden uzaklaştırmak suretiyle tiranlaştırır, firavunlaştırır. Bu sapışıyla kişi, yine kendi nefsinin kontrolüne girmiş ve esaretini kabul etmiş olur. Zararlı olanı uzaklaştıralım derken zalimleşmek, bizatihi zarar haline gelmek, insani ve İslami bir davranış değildir. Gazap kuvvetinin güdümüne giren insan, kendini beğenme ve kibirlenme hastalığına hastalığına müptela olur. Bu durum onu alabildiğine ahlaksızlaştırır.
Ku''an-ı Kerim, İslami hayat anlayışına karşı çıkanları "mele" ve "mütref" olarak isimlendirir. "Mele" daha çok gazap kuvvetinin esiri olmuş "güçperestleri" ifade ederken; "mütref"de, daha çok şehvet kuvvetinin esiri olmuş "şehvetperestleri" ifade eder. Bu her iki kesim de iman, ahlak, adalet, ölçü ve insaf çizgisinden alabildiğine uzaktır. Bunlar için iman, ahlak, adalet, ölçü, insaf, hak ve hakkaniyet, kendi keyfi davranışlarıdır. İslam; tevhid, takva, sorumluluk, kardeşlik, insan haklarına saygı, varlığa şefkat ve adalet istediği için, bunlar için en istenmeyen dindir. Her çeşit zorbalığın özü, gazap kuvvetinin esiri olmaktır. Bugün yeryüzündeki bu büyük barbarlık ve zorbalığın ana sebebi işte budur.
2)Gazap Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Bu kullanım tarzına kısaca "korkaklık" denir. Allah''ın yaratılıştan nasip ettiği "gazap kuvvetini" yerinde ve yeterli ölçüde kullanmaktan kaçınmak, her şeyden korkmak, meydanı boş bırakmak, tepkisiz ve savunmasız kalmak… Hiç şüphe yok ki, bu durumda orta yoldan sapmak ve dalalete düşmektir. Bu vasfa sahip olan insanlardan da "adalet", denge ve ölçü beklenemez. Birinci tarz kullanım(ifrat) nasıl rezillik ise, bu tarz kullanın da aynen öyle rezilliktir. İnsana düşen sahip olduğu nimeti yerli yerinde ve doğru kullanmaktır.
3)Gazap Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak
Gazap kuvvetinin kullanımında orta yolu tutmak, ölçülü ve dengeli hareket etmektir, insaf ve adalet ölçülerine uymaktır. Bu kullanım tarzı meşru olan alanda savunma ve tepki hakkını ortaya koymak; meşru olmayan alanda da haddini bilip sabretmekle gerçekleşir. Gazap kuvvetinin kullanımında ortaya çıkan her iki rezillik durumunun (zalimlik ve korkaklık) ortası "şecaat"tir. "Şecaat", insanda ki yiğitliği ifade eder. Şecaat sahibi yiğit insan; insan hakları, ahlaki sorumluluk, iman ve takva ölçülerini asla aşmaz. Bütün yiğitliğine rağmen hakkı olmayan konularda Allah için sabır gösterir, asla saldırgan davranmaz; hak ve hukuka riayet eder. Şecaat sahibi olmak da hiç şüphesiz en büyük erdemdir. Ahlak ve adalet sahibi olmanın ikinci adımı "şecaat"tir. Bu adımı atamayanlardan ahlaklı olmaları, adil olmaları, ölçülü ve dengeli olmaları elbette beklenemez. İnsan için öncelikli olarak bu erdenlerin kazanılması zorunludur. İnsan iffet vasfını kazandıktan sonra, şecaat vasfını da kazanmalıdır ki, ahlak ve adalet sahibi olmaya hak kazansın. Bu yolda bu iki mühim adım atıldıktan sonra insanı bekleyen çok daha mühim bir adım vardır ki, işte o da "hikmet"tir. "Her şeyi olduğu gibi anlamak ve her şeyi yapılması gerektiği gibi yerli yerinde ve dosdoğru yapmak" şeklinde tanımlanan hikmet, gerçekten de insanın ulaşabileceği en büyük erdem ve fazilettir. Hikmet, akıl kuvvetinin doğru kullanımından doğup gelişen bir erdemdir.
Kuvve-i Aaliyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Akıl Kuvvetinin Kullanımda İfrata Sapmak
Bu, akıl nimetini şeytanca kullanmaktır. Akıl kuvveti şeytanca kullanılınca batılı hak, hakkı batıl gösterir ve bu suretle sahibini dalalete düşürür. İnsan akıl kuvvetini kullanma ölçülerine(el-kıstasü''l-mustakım) sahip olmadıkça, onun aklı daima aldatıcı bir hüviyete sahip olur ve sürekli sahibini yanıltır. Bunun tipik örneği "İblis" ve onun yolunun yolcusu tüm sapık düşünce damlarıdır. Onlar, onca akıl ve zekalarına rağmen bir türlü hak ve hakikati anlayamamışlardır. Bunlar ölçüsüz davrandıkları ve akıl nimetini asıl sahibi ile irtibatlandırmadıkları için, sürekli olarak akıllarını ayartmış ve akılları tarafından da kendileri ayartılmış kimselerdir. Bu durumlarından ötürü bunlar, sürekli küfür, şirk, nifak ve bidat bataklığına düşmüşlerdir. Batılı hak gösterecek derecede bozulmuş olan akıl terazisinden doğru bir tartı beklenemez/beklenmemelidir. Bu durumda akıl yürütmek yeterli değildir; akıl yürütürken doğru malzeme kullanmak ve üstelik doğru malzemeyi doğru şekilde kullanmak önemlidir. Tabii ki, ölçü sağlam olmalıdır. Akıl yürütürken bozuk malzeme kullanmak veya doğru malzemeyi yanlış kullanmak, İmam gazalinin ifadesiyle "tahtadan kılıç kullanmak gibidir". İnsanı adalet ve hakkaniyet çizgisinden saptıran en önemli neden, hiç şüphesiz aklın yanlış kullanımıdır. Akıl kuvvetinin ifrat derecesinde yanlış kullanımı, ona "cerbeze" vasfını kazandırır. Böylece o, yanıltıcı bir şeytan oluverir. Aklın bu derecede ölçüsüz kullanılması tam anlamıyla rezilliktir. Bu duruma düşmüş olan insanlardan adalet ve ölçü beklenemez.
2)Akıl Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Buna "ahmaklık"denir. Bu, hak ile batılı ayırt etmek için verilmiş olan akıl kuvvetinin kullanılmamasından ibarettir. İnsanı insan yapan akıl nimeti kullanılmayınca, insan hak ile batılın, doğru ile yanlışın, faydalı ile zararlının farkına varamaz ve bir ahmak olarak yaşamaya mahkum olur. Hiç şüphesiz bu durum da alabildiğine rezil bir durumdur. Aklını gerektiği gibi kullanmayan insandan da "adalet" ve "ölçülü" davranış beklenemez.
3)Akıl Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak
Bu kullanım tarzının özeti, hakkı ha olarak görmek, batılı batıl olarak görmektir. Doğru malzemeyi doğru tartan ölçüyle tartıp sonucu doğru bir şekilde ilan etmektir. İnsandan beklenen hiç şüphesiz bu tutumdur. İnsan aklına bu vasfı kazandırdığı an, hiç şüphesiz dünyanın en büyük nimetini elde etmiş olur. Akıl yerinde ve doğru kullanılınca, insan "cerbeze" ve "ahmaklık" durumundan kurtulup "hikmet"e ulaşır ve böylece onun için her şey yerli yerinde bir değer kazanır; taşlar yerli yerine oturur ve insan en büyük hayrı elde eder. Yukarıda verdiğimiz hikmet tanımına bakılınca, hikmetin iki boyutu olduğu görülür: 1-Teorik hikmet: Bu ilimdir. İlim, her şeyi olduğu gibi ve yerli yerinde bilmek, anlamak, kavramaktır. Bunu için doğru tasavvur, doğru düşünce ve sağlıklı işleyen akıl yapısına sahip olmak gereklidir. Hiç şüphesiz bunun yolu Kur''an-i Kerim''i doğru anlayıp yaşamaktan geçer. 2-Pratik hikmet: Bu faydalı ameldir. Doğru iş yapmak, güzel iş yapmak, yapılması gerekeni yapmak ve her şeyi yerli yerinde yapmak… Hiç şüphesiz bunun için de, o iki rezillik arasındaki fazilet çizgisini bulmuş ve ona tutunmuş bir akıl yapısına sahip olmak gereklidir. Bu akıl gerçek bir ihtiyaçtır. İşte bu akıl "herkese hakkını ve istihkakını" verebilir. Adaletin özü ve esası "hakkaniyet"tir. Hidayet ancak bu ölçü ve esasa uymakla gerçekleşir.
Adil olmak, yukarıda anlatılan üç temel kuvvetin kullanımında orta yolu tutmakla yani "iffet", "şecaat" ve "hikmet" üzere olmakla mümkündür. Adalet, bütün bu kuvvetlerin dengeli, ölçülü ve ahenkli kullanılmasıdır. Buna göre insan; iffet, şecaat ve hikmet vasıflarını kazanmadan "adil" olamaz. Adil olunmadan da ahlak sahibi olunamaz. O hal de ahlak, insanın kendini gerçekleştirmesi, yaratılışında kendi fıtratına yüklenen potansiyellerini bir ölçü düzeni içerisinde görünür kılması halidir. İnsan bu sayede kişilik merkezini aktif hale getirir ve eğilimlerine, tutkularına, arzularına, korkularına, endişelerine ve tüm eğilimlerine hakim olur. Ahlak kesinlikle biyolojik bir davranış değildir. Bunun içindir ki, insan dışı varlıkların ahlakından ve adaletinden bahsedilemez. Aslında ahlak, insanın kendi doğasını, kendi kişisel merkezini, vicdanını harekete geçirmesidir. Bu hareketlendirme/diriliş olmadan ahlaktan bahsedilemez. Bu itibarla ahlak, insanın kendi özgün doğasına/yaratılış gerçeğine uygun davranmasıdır. Adalet ve denge, insana verilmiş olan güçlerin(yetilerin) ahenkli ve ölçülü kullanılmasıdır. İnsanı, bu beceriyi kazandığı an güzel ahlak sahibi olur. Bu itibarla ahlak, bütün boyutlarıyla insanı kuşatan bir eylemdir. Daha doğrusu insanı oluşturan eylem "ahlak"tır. O olmadan insandan ve dinden bahsetmek mümkün değildir. Ahlak kişinin özüdür. Kur''an-i Kerim''e göre adalet sisteminin temeli ahlaktır. Hayatın ve dinin ciddiyeti ahlaka bağlıdır. Ona riayet edilmediği zaman insanın ürettiği bilim, sanat, siyaset, felsefe, hukuk, eğitim… Boş ve anlamsızdır/yıkıcıdır. Gerçek ahlak; dürüstlük, hakkaniyet, insaf ve adalet eylemleriyle tezahür eder. Bunlar olmadan insanın olması mümkün değildir. Ahlak ve adalet insan olma halidir. Yaratılmış olan varlıklar içerisinde sadece "insan", " insan" olabilir. Çünkü sadece insan benlik/kalp sahibidir. Buradan hareketle söylersek ahlak, insanın benliğini dürüstlük ve özgürlük bağlamında "bağımsız" kılması ve tertemiz hale getirmesidir. İnsanın kişilik merkezi ası sahibine hasredilmeden adalet ve ahlak yeşermez. Bunun içindir ki, ahlakın ve adaletin özü "Allah "düşüncesi ve inancıdır. Bu ana temel üzerinde hayatını inşa edemeyen insan, hayatı ve dini kemiren bir kemirgen oluverir. İşte bu insan yıkıcı ve bozucudur. Onun ruhunun yansımaları olan eylemleri de yıkıcı ve bozucudur. Böyle bir karakterin ürettiği ilim, sanat, siyaset, hukuk, eğitim… Yıkıcı ve yakıcı bir içeriğe sahiptir. Bunun içindir ki, küfür, şirk, nifak ve zulüm ağacının meyvesi hep "zakkum" olmuştur. Bu itibarla adalet, ölçü ve denge çizgisinde sahici bir benliğe sahip olmak, koskoca bir dünyaya ve onun içindeki her şeye sahip olmaktan çok daha önemlidir ve çok daha fazla bir şeydir.

Salim benlik/kalp oluşturamayan insan, asla iffet, şecaat ve hikmet sahibi olamaz. Tüm erdemlerin özü "kalb-i selim"dir.

Adalet, insanlar arası ilişkilerde uyulması ve gözetilmesi gerekli olan en temel esastır. Bu yönüyle de adaletin gerçekleştirilmesi her birey için temel ahlaki bir görevdir. Hak ve hakikat esası üzerine bina edilmiş olan gökler ve yer adalet düzeni sayesinde ayakta durmaktadır. Bunun için en küçük bir sapkınlık bile karşılıksız kalmaz.

İnsan daima kendine yonttuğu için hak ve hukuk, Yüce yaratıcının kitabından öğrenilmelidir. Saat başı bir görüş değiştiren ve adamına göre hak-hukuk üreten kocaman hukuk adamları görüldükten sonra, tabii olarak bu, tam anlamıyla bir mecburiyet halini almıştır. Tarihi bir gerçektir ki, insan, adaletin gerçekleştirilmesinde bir türlü "hakkaniyet","insaf" ve "ahlak" ölçüsüne riayet etmemiş ve hep kendisine yontmuştur; kendi heva- hevesinden düzüp uydurduğu şeylere "adalet" demiştir. Oysa adalet, onun uydurduğu şeyler değildir. Onun yonttuğu şeyler tam anlamıyla "zulüm" olmuştur. Bugün yaşanmakta olan problemin/zulmün asıl sebebi, "hak ve istihkak" anlayışının kişisel arzular istikametinde belirleniyor olmasıdır. Güç ve kudret sahibi olan yada düzeni ele geçiren güçler, hak ve istihkakın tespitinde kendi hevalarını esas aldıkları için, adalet diye çıkılan yollar hep zulme varmaktadır. Hiç kimse kendini kandırması, insanın keyfine göre şekillenen adalet, asla adalet değildir. Adalet, insanlık onur ve değerini korumak demektir. İlahi ölçüler dahilinde şeref ve izzet kazanamamış insan, insanlık onurunu nasıl koruyabilir? Cahiliye düşüncesi adına çıkarılan "lakırdılar" sadece bir sihirbazlık gösterisidir. Güçlünün zulmüne göz yumup, güçsüze şahin kesilmek ya da taraftarı alkışlayıp, karşıt olanı ezmek tam anlamıyla "katmerli zulüm"dür. Eski ve yeni tüm toplular işte bu yüzden "mahv-u helak" olmuşlardır/olmaktadırlar.

Ey insanlar! Hiç şüpheniz olmasın ki, Allah size, her hususta adaleti, (hakkaniyeti, insafı, dengeli ve ölçülü olmayı, orta yolu tutmayı), ihsanı ( yaptığınız her şeyi güzel ve hoş bir şekilde yapmayı, iyilik etmeyi, Allah''ı görüyormuş gibi davranmayı) ve ihtiyaç duydukları şeyleri yakınlara karşılıksız olarak vermeyi emreder; ve öte yandan sizi, her türlü hayasızlıktan, utanç verici işten, bütün kötülüklerden, çirkin işlerden ve azgınlıklardan, zorbalıklardan men''e der. (Allah bu Kur''an-ı indirmek, bu emir ve yasakları vazetmek suretiyle) sizlere tekrar tekrar öğüt verir. Belki iyice düşünürde ibret alırsınız/Allah''ın öğütlerini tutarsınız!
(Nahl Suresi,90)

16/04/2013

Bozulan Yürek Pusulamız

 Yürek pusulamız bozuldu mu?
Yirmi-otuz sene öncesine kadar, bu ülkenin “dindar Müslüman”ları fakirdi…
O kadar ki, İstanbul/ Çarşamba’daki tek imam-hatip okulunda okuyan fakir öğrencilere ramazan boyu iftar verecek otuz zengin bulamamıştık, koskoca İstanbul’da…
Üstelik takip altındaydık: Devlet her birimize “potansiyel suçlu” muamelesi yapıyor, az sayıda yazarı izletiyor, zaman zaman gittiği mekânlar basılıp gözaltına alınıyordu.
Fakirdik, ama cesurduk: Adliye koridorlarında cemaatle namaz kılıyor, “Mürteciler adliyede toplu namaz kıldı” biçiminde manşet olan eylemimizi zafer tebessümleri eşliğinde okuyorduk.
Hayatımızdan, rahatımızdan ve zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Rahata zaten talip değildik. Hapishaneyi “Medrese-i Yusufiye” sayıyor, “hizmet merkezi”ne dönüştürüyorduk. Geriye kala kala hayatımız kalıyordu ki, o da Allah’ın tasarrufundaydı: Kimseden pervamız, idamdan korkumuz yoktu.
Şimdiki halimize bakıyorum da, kendime şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum:
“Para, makam-mevki ve iktidar mü’minin cesaretini kırar mı?”
Öyle gözüküyor. Çünkü ne kadar varlığa sahip olursanız, o kadar kaybetmekten korkarsınız.
Doğal olarak biz de (varlıklı dindarlar) korkuyoruz!
Eskiye oranla hiç kuşkusuz daha muktedir (iktidar sahibi), daha politik, daha paralı, daha lüks yaşıyoruz…
Makam-mevki ve güç-kudret sahibiyiz…
Kavuştuğumuz imkânları elden kaçırmamak için biz de ne mümkünse yapıyoruz: Yerine göre hileci, yerine göre üçkâğıtçı, yerine göre baskıcıyız…
Ayrıca biz de “vurgun vuranın” mantığına geldik, “Biraz da biz yiyelim” anlayışına erdik. O gün bugündür bizim de soyguncularımız, vurguncularımız var… Kaldı ki, eskiye oranla duyarsızız, acımasızız, kaba-sabayız, kültürsüzüz, sevgisiziz, saygısızız, meraksızız…
Ve hem çok daha ürkek, çok daha korkağız!
Çünkü artık bizim de kaybedecek çok şeyimiz var.
“Para”nın ve iktidarın getirdiği imkânlara çabuk alıştık, kaybetme ihtimalinden ölesiye korkuyoruz, bu yüzden de bizi ikaz edenlere müthiş öfkeleniyoruz:
“Bizimle uğraşacaklarına dinsizlerle uğraşsınlar” diyoruz.
Lâkin biz de “din yokmuş gibi” yapıyoruz: Her türlü zevki, keyfi, uygunsuzluğu kılıflayıp, tıpkı “tek dünyalılar” (ahrete inanmayanlar) gibi yaşıyoruz!
Bizim de hayatımız alabildiğine para endeksli, köşe dönücü, iş bitirici…
Yürek pusulamız eskiden sadece “kıble”yi gösterirken, çoktan beri parayı, iktidarı ve gücü gösteriyor!
Biz de yüreklere basa basa yürüyüp hedefe (paraya-başarıya-güce-iktidara) ulaşmayı seviyoruz!..
Moda bizim de belirleyicimiz, biz de “ötekiler” kadar benciliz, “Her koyun kendi bacağından asılır” diye diye biz de “cemaat” ruhunu yitirdik.
Eskiden “Allah’ın nizamı”nı savunurduk, şimdi sadece kendi çıkarlarımızı savunuyoruz.
“Hayır öyle değil” diyen varsa, buyursun, beri gelsin!
Yavuz Bahadiroglu

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz