05/03/2013

Cahiliye Döneminde Hac


Haccın sebebi olan Kâbe, Hz. İbrahim (as) ve oğlu Hz. İsmâil (as) tarafından Mekke’de yapılmıştır. İnşâat tamamlandıktan sonra Cibrîl (as), tavâfın ve hac ibadetinin nasıl yapılacağını amelî olarak onlara göstermiş, Hz. İsmâil (as) de Hicaz halkına öğretmişler. Ancak, Hz. İbrâhim (as)’in tebliğ ettiği dini hükümler zamanla unutulmuş, Mekke putperestliğin merkezi olmuştur. Hz. İsmâil (as)’in öğrettiği hac usûlü yavaş yavaş değişmiş yerini putperestlerin haccı almıştır.
Cahiliyye dönemindeki putperestler de Kabeyi tavaf edip Hac yapmaktaydılar. Câhiliye döneminde Mekke şehir devleti on üyeli bir meclis tarafından idare ediliyor, ayrıca dört yabancı kabile de hac yönetimine katılıyordu. Resûl-i Ekrem (asv)’in mensup olduğu Hâşimiler rifâde, sikâye ve Kabe eminliği, Benî Abdüddâr Kabe ve Dârünnedve’nin anahtarlarının muhafazası, Benî Nevfel hacılara harcanmak üzere toplanan vergilerin idaresi, Benî Sehm Kabe’ye yapılan adakların muhafazası ve Benî Kinâne de haccın daima aynı mevsime rastlaması için takvimde yapılan nesî’ ile meşgul olurlardı. Benî Gavs ile Benî Advân ise Arafat’ta ve Müzdelife’de hacılarla ilgilenirlerdi.
Kabe’yi tavaf, umre, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, kurban kesme gibi âdetler devam ettirilmekte, hac putperest gelenekleriyle birlikte sürdürülmekteydi. Umre, nesî’ yoluyla hurma mevsimine rast getirilen receb ayında yapılır, Kabe’nin ziyaret edilmesi ve Safa İle Merve arasında yedi defa koşulması ile tamamlanırdı. Müşrikler, haccı her yıl bahar mevsimine denk düşürmek için iki veya üç yılda bir tekrarlanan nesî’ ile ayların yerlerini değiştirdiklerinden tö­renler, asıl zamanı olan Zilhicce yerine başka aylarda yapılır, ancak yirmi dört yılda bir gerçek Zilhicceye rastlardı.
Hacı adayları, hac mevsiminin başlatıldığı ayın ilk günü ihramlı olarak Ukâz panayırına, yirmi gece burada kaldıktan ve alışveriş yaptıktan sonra Mecenne panayırına ve on gece de burada kaldıktan sonra, arkasından gelen ayın hilâli ile birlikte Zülmecâz panayırına giderler ve burada sekiz gece kalıp terviye günü Zülmecâz’dan ayrılarak arefe günü Arafat’a çıkarlardı. Arefe günü hille’den olanlar (Kureyş ve müttefikleri dışındaki kabileler) Arafat’ta, hums sınıfından olanlar ise (hac ve Kabe ile ilgili çeşitli imtiyazlara sahip Kureyş ve müttefiklerinden meydana gelen kabileler) Harem bölgesi içindeki Nemîre’de hazır bulunurlar ve güneş ufka yaklaşıncaya kadar buralarda kalıp sonra Müzdelife’ye akın ederlerdi. O gece Müzdelife’de geçirilir, ertesi gün fecirden önce vakfeye başlanıp güneş yükselinceye kadar devam edilir, arkasından da Mina’ya doğru harekete geçilirdi; Arafat ve Mina günlerinde alışveriş yapılmazdı. Mina’da yerine getirilmesi gereken, üç gün müddetle şeytan taşlama ve ayrıca kurban kesme menâsiki tamamlandıktan sonra çeşitli toplantılar düzenlenir, şiirler okunur ve kabileler atalarıyla övünürlerdi. Bu âdet, “Hac menâsikini bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta ondan daha fazla Allah’ı zikredin.” (Bakara, 2/200) mealindeki âyetle kaldırılmıştır.
Ziyaretçiler Mina’dan Mekke’ye geldiklerinde şehir halkının evlerinde kalır ve buna karşılık onlara bazı hediyeler verirlerdi. Câhiliye devrinde Araplar Kabe’yi ellerini birbirine kenetleyerek el çırpıp ıslık çaldıklarını söylemektedir ve humsa mensup iseler elbiseleriyle, hilleye mensup iseler tavafı günah işledikleri elbiselerle yapmak istemediklerinden eğer humstan birinin elbisesini ödünç olarak veya para ile alamazlarsa çıplak tavaf ederlerdi. Tefsirlerde,
Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti.’ derler. De ki, Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? (A’raf, 7/28)
mealindeki âyetin Kabe’yi çıplak tavaf edenlerle ilgili olduğu belirtilmektedir. Eğer hille mensubu, üzerindekinin dışında sırf Kabe’yi ziyaret sırasında kullanmak amacıyla daha önce giyilmemiş başka bir elbise getirmişse tavafını onunla yapar, sonra çıkarıp orada bırakır ve “lekâ” denilen bu elbiseye el sürülmez, çürümeye terkedilirdi. Temiz elbise bulamamış hilleye mensup kadınların da avret mahallerini elleriyle kapatarak çıplak katıldıkları tavaf bittikten sonra Safa ile Merve arasında sa’y yapılırdı. Arkasından İsâf’ın putunun (heykel) yanında kurbanlar kesilir, kanından Kabe’nin duvarlarına sürülürdü; kurban kesenler bu etlerden yemezlerdi. Daha sonra her kabile hangi tanrı için ih­rama girmiş ve telbiye getirmişse onun putunu ziyaret eder, yanında tıraş olur ve ihramdan çıkardı. Câhiliye Arapları Kabe dışında Lât, Menât, Uzzâ gibi tanrıların tapmaklarını, ileri gelenlerin kabirlerini ve dikili taşları da (ensâb) tavaf eder ve buna devâr derlerdi.
Hacılara su ve yemek ikram etme âdeti, çok eski devirlerden beri devam ediyordu. Câhiliye döneminde rifâde geleneğini sürdürebilmek için önceleri halktan vergi toplanırdı; daha sonra bu işi şeref kazanmak isteyen zenginler üstlendi. İlk defa deve etinden yemek yaptırıp hacılara dağıtan kişinin Amr b. Luhay olduğu rivayet edilir; onun hacılara elbise dağıttığı da bilinmektedir. Kusay zamanında Kabe yakınlarında, civardaki tatlı su kaynaklarından develerle getirilen suların muhafaza edildiği deriden yapılmış su depoları vardı. Zemzem Kuyusu Hz. Peygamber (asv)’in dedesi Abdülmuttalib tarafından tekrar açıldıktan sonra, sikâye görevi tamamen buradan sağlanan sularla yerine getirildi. Abdülmuttalib develerini sağar ve bunları bal ile karıştırıp zemzemle beraber hacılara dağıtırdı; üzümle zemzemi karıştırıp dağıttığı da olurdu.
İslâmiyet’in zuhuru sırasında sikâye ve rifâde işini Ebû Tâlib yürütüyordu; ancak daha sonra malî durumu bozulduğu için küçük kardeşi Abbas’a bıraktı. Abbas bu görevi Mekke’nin fethine kadar kesintisiz sürdürdü; fethin arkasından Resûl-i Ekrem (asv) kısa bir süre için sikâye ve rifâdeyi ondan aldıysa da daha sonra yine kendisine verdi. Hz. Peygamber 9 (631) yılında Hz. Ebû Bekir (ra)’i hac emîri olarak görevlendirdi ve ona yemek için bir miktar malzeme verdi. Veda haccında ise bu işi bizzat kendisi üstlenmiş, dolayısıyla vefatından sonra yerine gelen halifeler de bunu bizzat yürütmüşlerdir.
Mekke’nin fethinden sonra Kabe’nin içinde ve etrafında yer alan putlarla birlikte Hz. İbrahim (as)’in tebliğ ettiği hac ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmiştir. Hums mensupları kendilerine birtakım imtiyazlar tanıyıp, “Biz ehl-i Haremiz, Kabe’nin bakıcılarıyız.” diyerek Arafat’ta vakfe yapmazlardı. Ancak, “Sonra insanların -sel gibi- akın ettiği yerden (Arafat) siz de akın edin. Allah’tan mağfiret dileyin. Gerçekten Allah çok affedici ve esirgeyicidir.” (Bakara 2/ 199) mealindeki âyetle bu ayrıcalık kaldırılmıştır. Arafat ve Mina’dakİ ticaret yasağı da, “Rabbinizden -ticaret yaparak- rızık aramanızda size herhangi bir günah yoktur.” (Bakara 2/198) mealindeki âyetin inzali üzerine son bulmuştur. Hacdan önce kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırlar ise bir müddet daha devam etmiş, ancak II. (VIII.) yüzyılın sonlarına doğru çeşitli sebeplerle bunlardan vazgeçilmiştir.
İslâmiyet’in doğuşundan sonra hille ehli Safa ile Merve arasında yapılan sa’y vecîbesini, burada bulunan putlara karşı yapıldığı, dolayısıyla Câhiliye âdetlerinden olduğu ve hac menâsikine girmediği gerekçesiyle yerine getirmiyorlardı. Bunun üzerine, “Safa ile Merve şüphesiz Allah’ın şiârlanndandır. Her kim hac veya umre yaparak Beytullah’ı ziyaret ederse Safa ile Merve arasında tavaf (say) yapmasında bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir hayır yaparsa şüphesiz Allah -onu- bilir, karşılığını verir.” (Bakara 2/158) mealindeki âyet indi ve böylece sa’yin hac menâsikinden olduğu açıklanarak, bu hususta zihinlerde beliren şüpheler giderildi.
Kabe’yi çıplak tavaf etme ve hille mensupları tarafından Harem sınırları içine sokulan yiyecek ve içeceklerle koyuna getirilen yasak ise, “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde elbiselerinizi giyin. Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Zira Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için yarattığı ziyneti (el­bise) ve güzel (helâl) azıkları kim haram kıldı! De ki: Onlar dünya hayatında -inanmayanlarla birlikte- inananlar içindir. Kıyamet gününde ise yalnız müminlere aittir.” (Bakara 2/158) mealindeki âyetlerle ve Hz. Peygamber (asv)’in hicretin 9. yılında verdiği, “Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak, kimse Beytullah’ı çıplak tavaf etmeyecektir.” (Buhârî, Hac, 67) emriyle ortadan kaldırıldı.

28/02/2013

Mekke Harem Sınırları



       Mekke‘nin, sınırları Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam tarafından çizilen çevresine Harem (yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz) adının verilmesinin sebebi, zararlılar dışındaki canlıların öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram sayılması, her türlü tecavüzün yasaklanarak buranın güvenli ve dokunulmaz kılınmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabedin Mekke’deki mübarek ev (Kâbe) olduğu, Kâbe “el-beytü’l-haram”, onu çevreleyen mescid “el-mescidü’l-haram”, Mekke şehri de “harem” diye nitelendirilip diğerlerinden farklı olarak ilahi feyiz ve berekete, insanların manevi açıdan temizlenme ve arınmalarına mahal kılındığı, buraların korunmuş ve saygıya değer yerler olduğu belirtilmiştir.
Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam da Mekke’nin fethedildiği gün yaptığı konuşmasında, bu beldenin yerlerin ve göklerin yaratıldığı gün Allah tarafından haram kılındığını ve kıyamete kadar da böyle kalacağını ifade etmiştir. Allah gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke’yi “harem” kılmış, daha sonra unutulan bu statüsü Hz. İbrahim tarafından iade edilmiştir. İki ayette, Hz. İbrahim’in Mekke’yi güvenli bir şehir kılması için, Allah’a dua ettiği belirtildiği gibi bir ayette de Mekke’den güvenli şehir diye söz edilmiştir. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, yeryüzünde Allah’a en yakın ve sevimli olan yerin Kâbe ve çevresi olduğunu söylemiştir. Harem’in bir hususiyeti de orada işlenen sevap ve günahların karşılığının da fazlasıyla görüleceğidir. Bütün mescidlerin, hatta bütün yeryüzünün Allah’a ibadet için mekân oluşturduğu bilinmekle birlikte Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’da namaz kılmanın, Mekke ve Medine haremlerinde ibadet etmenin ferdi-deruni hayat açısından ayrı bir önem taşıdığı şüphesizdir.
İlk defa Hz. İbrahim tarafından tespit edilen Mekke Haremi’nin sınır noktaları “alem” adı verilen taşlarla işaretlenmiştir. Ana yolların üzerindeki alemler, açıklayıcı bilgilerin yazıldığı duvar vb. bir yapı şeklinde iken diğer alemler genel olarak bir taş yığınından ibarettir. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, Mekke’nin fethinden sonra bu alemleri yenilettiği gibi, tarih boyunca çeşitli dönemlerde de yenilenerek Mekke Haremi”nin sınırlarının belirgin kalmasına özen gösterilmiştir.


Mekke Haremi’nin sınırları, Medine yönünde Ten’im, Yemen tarafında Edâetülibn, Cidde istikametinde Hudeybiye’nin uç noktasındaki Şümeysi, Ci’rane cihetinde Abdullah b. Halid mahallesi, Irak yönünde Zatüırk yolu üzerinde Cebelünnakva, Kamülmenazil yolu üzerinde Cebelülmakta, Tâif yönünde Arafat yakınındaki Urene vadisi şeklindedir. Kabe’yi kuşatan Mescid-i Haram ile sınırları belirleyen alemler arasındaki uzaklık en yakını Ten’im (6 km.) en uzağı Hudeybiye (20 km.) olmak üzere 6-20 km. arasında değişmekte, çevresi 127 km. olan Mekke Haremi yaklaşık 550 km2’lik bir alanı kaplamaktadır. Harem ile mikat yerleri arasında kalan bölgeye de Harem’deki yasakların kalkması sebebiyle HiI denilmektedir.
Hz. Aişe, Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam ile Veda Haccı’nı ifa ettikten sonra Ten’im’de ihrama girerek umre yapmıştı. Yakınlığı sebebiyle umre ihramı için en çok tercih edilen bu yerdeki Mescid-i Aişe onun hatırasını taşır.

24/02/2013

Midesini ve Şehvetini Düşünen Eşekler!


Mevlana Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine:
” ‘Allah (c.c.) Kur’an-ı Mecid’inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.’ buyuruyor. O kadar hayvanın içerisinde eşeğin seçilmesindeki hikmeti nedir? ” diye sordu.
Talebeleri, bu meselenin açıklamasını kendisine rica ettiler. Mevlana:
“Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tesbihi, iniltisi vardır. Mesela devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir. İnsanların tesbihi ve zikri olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır. Halbuki biçare eşek sadece iki vakitte anırır. Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında. Demek ki eşek, şehvetinin ve boğazının esiridir. Gönlünde Allah’a ait bir dava, bir sevda bulunmayan, sadece midesini ve şehvetini düşünen birisinin sesi Allah katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.”

22/02/2013

Şeytan, Klonlama ve GDO

Tağyir kelimesi, kumus mütercimi Asım’ın güzel Türkçesi ile, bir nesneyi evelki suretinden bozmak, bir ahara tebdil ve tahvil kılmak manasındadır. Kur’an’da türevleriyle birlikte 6 yerde geçen tağyir 5 yerde olumsuz, bir yerde ise nötr anlamında kullanılmıştır.
Kur’an, tağyiri öncelikle doğal yapıyı, doğal dengeleri bozup hayatın ve insanın ahengine zarar vermek anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda tağyir, şeytani bir faaliyet türüdür. Nisa Suresi 119 Ayet bu noktada bize Şeytan‘ın Cenabı Hakk’a şöyle dediğini duyurmaktadır:
Ve mutlaka onları saptıracağım ve her durumda onları kuruntulara düşürüp, olmayacak kuruntularla aldatacağım. Mutlaka onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine mutlaka onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler. (Elmalı Hamdi Yazır)
Allah’ın yaratışını / yarattığını değiştirmeye hayvanların kulaklarının yarılmasını örnek gösterilmesi, Kur’an-ın, varlık yapıları, özellikle genler üzerinde oynamayı şeytani bir işlem olarak gördüğüne kanıt sayılabilir. Yaradılışın değiştirilmesine karşı çıkılırken, tağyirle hemen hemen aynı anlama gelen Tebdil sözcüğü de kullanılmaktadır. Tebdil sözcüğünü kullanarak bu yasağı koyan Rum 30. ayet, fıtrat (yaradılışın temelleri) tabirini de kullanmıştır. Anlaşılan o ki, anılan ayete göre, Tebdil, fıtratı bozmak ve yozlaştırmaktır. Şöyle deniyor Rum Suresi 30 Ayet:
O halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kedisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah’ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. ( Elmalı Hamdi Yazır)
Allah’ın isim-sıfatlarından biri de Fıtrat olduğuna göre, Fıtrat üzerinde oynamak Allah’ın kudretine ortaklığa kalkmak gibi vahim bir cürettir. Bu demektir ki, tabiatın dengeleriyle oynamak, doğayı taciz ve tahribe uğratmak en vahim dinsizlik ve imansızlıktan biridir.
Kur’an’a dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsan hayatının cehennemileşmesinin temel sebeplerinden bir, Gıdaların / Tohumların Genetik yapılarının değiştirilmesi yani, Gıdalar üzerindeki Tağyir‘dir. Kur’an bu yöndeki teknolojiyi, İnsan mutluluğunu zehirleyen şeytani bir yıkım mekanizması olarak görmektedir. Kur’an, doğal gıdaların bu niteliklerini kaybettiren teknolojik zehirlenmenin insan hayatını cehenneme çevirdiğini kendi üslubu içinde defalarca ifade etmektedir. Kur’an yaradılışın, uzayın ve doğanın temel dengelerine dokunulmamasını istemektedir.
 Şeytan, Adem’e secde etmeyip isyan bayrağını çekince İlahi huzurdan kovulmuş, lanetlenmişti. Bunu üzerine Yaratıcı’ya insanı saptırma gücünde olduğunu, kendisine gerekli süre verilirse bu gücünü ispat edeceğini söylemiş, Yaratıcı da ona bu izni vermişti. Daha da ürpertici olanı, Kur’an’ın, Şeytanın iddasında başarılı olaçağını açıkça bildirmesidir.

1996 Yılında Koyun Dolly ile Başlayan Kopyalama İşlemi,
Kuran’ın Bildirdiği Gibi Kulak Hücresinden Alının Bir Örnek ile Yapılmaktadır.

Bu Kemikleri Kim Diriltecek?


Kureyş kabilesinin önde gelenleri toplanmış, Allah Resûlü’nün davetini görüşüyor ve bu davetin önüne nasıl geçeceklerini tartışıyorlardı. Onlar bir yandan zayıf ve kimsesiz müminlere işkence ediyorken hem müminleri dinlerinden döndürmeyi hem de diğer Mekkelilerin Müslüman olmasını engellemeyi hedefliyorlar, ayrıca sürekli bir araya gelerek İslâm’ın yayılışını ne şekilde önleyeceklerini konuşuyorlardı. Bir ara konu ahirete geldi. Allah Resûlü herkesin öleceğini ve bütün ölülerin bir gün diriltilerek hesaba çekileceğini söylüyordu. Bu aklın alacağı, kabul edilebilir bir şey değildi. Binlerce yıl evvel ölmüş, kemikleri dahi yok olmuş insanlar nasıl dirilecekti? Übeyy b. Halef ayağa kalktı ve yüksek sesle şöyle dedi: - Bu mümkün değil, şimdi Muhammed’e gidecek, bu konuyu tartışacak ve mutlaka O’nu mağlup edeceğim.
Eline çürümüş bir kemik alan Übeyy, Peygamberimizin karşısına çıktı ve kendinden gayet emin bir şekilde sordu:
- Ey Muhammed! Sen Allah’ın şu çürümüş kemiğe yeniden can vereceğini mi söylüyorsun?
Efendimiz hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
-Evet, bunu ben söylüyorum.
Übeyy kemiği ufalamaya ve tozlarını Peygamberimize doğru üflemeye başladı. Sonra alaycı bir şekilde yeniden sordu:
- Şimdi Sen bunun dirileceğine gerçekten inanıyor musun? Biz ölüp kemiklerimiz bu hale geldikten sonra bizim yeniden hayat bulacağımızı mı söylüyorsun? Bunu kim yapacak, Allah mı bizi yeniden diriltecek?
Übeyy ve arkadaşları gülüyor, Efendimizle alay ediyorlardı. Zaten Efendimizden en fazla nefret eden, müminlere en çok işkence edenlerin başında o ve ağabeyi Ümeyye geliyordu. Allah Resûlü, Übeyy’in suratına baktı ve şu cevabı verdi:
- Evet, Allah seni öldürecek, bu kemik gibi olduktan sonra seni diriltecek ve cehennemine sokacak.
Allah Celle, Übeyy ve onun gibilere Yasin sûresi’nin son kısmında bulunan şu âyet-i kerimelerle cevap verdi:
İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Bir de bakıyorsun ki, apaçık bir düşman kesilmiş. Kendi yaradılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek.’ Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yasin, 77-79)

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz