29/01/2013

Hayatı Seyretmeyin Yaşayın

Hayatı biriktiremezsiniz; ya her anını yaşayacaksınız, ya da ziyan edeceksiniz.
Dümdüz bir soru size: Akşamları evde ne yapıyorsunuz?
Koltuğa uzanıp, hiç tanımadığınız Amerikalı dedektiflerle, hiç tanımadığınız Amerikalı haydutları mı kovalıyorsunuz?
Yoksa yerli dizilere kaptırıp hiç bilmediğiniz konaklarda yaşanan hayatları mı seyrediyoruz?
Dört saat televizyon seyretmenin sekiz saat çalışmak kadar beyni yorduğunu biliyor musunuz?

İki türlü hayat var:
1. Yaşanan hayat,
2. Seyredilen hayat,
Akşamlarınız televizyona kilitliyse, bilin ki, Hayatı sadece seyrediyorsunuz!
Akşamları evde ne yapıyorsunuz? Akşamlarınızı nasıl geçiriyorsunuz?

“Pek çoğu gibi biz de çekirdek çıtlatıp saatlerce televizyon izliyoruz” diyorsanız,
durup bir düşünün lütfen; dünyaya birkaç kez daha geleceğinize mi inanıyorsunuz?
Böyle bir şey olsaydı, şimdiki hayatımızın bir bölümünü ziyan etmek şimdiki kadar acı sonuçlar doğurmayabilirdi belki.

Ne çare ki sadece bir hayatımız var. Bu da maalesef, çok kısa. Ortalama altmış yılın yirmi yılı uykuda geçiyor. Kalan kırk yılın yirmi yılı çocukluk, eğitim, vesaire…
Son yirmi yılı da ziyan edersek, bize yaşanacak bir şey kalmaz.
Akşamlarınızı sadece televizyona veriyorsanız, sayılı nefeslerinizden bir bölümünü çöpe atıyorsunuz demektir!
Çünkü televizyon izleyen kişi hayatta değildir, zira hiçbir şey yapmamakta, hiçbir değer üretmemektedir; bu da bir anlamda yaşamamak sayılır.
Ne mi yapmalı?

Ailece kitap okuyun, sohbet edin:
Nasıl tanıştığınızı, ilk nerede görüştüğünüzü, sıkılıp sıkılmadığınızı, nerede nasıl evlendiğinizi, nik-h şahitlerinizi, düğününüzü anlatın çocuklarınıza, onları hem dinleyin, hem de okumaya çalışın.
Gezin:
Gezmek için ille de bir maksat olması gerekmez, en büyük maksat hayatı paylaşmaktır. Yakınsanız deniz kenarına inin, ayaklarınızı denize sokun ve becerebiliyorsanız taş sektirme yarışına girin. Sonra da güneşin pembe gülücükler saçarak batmasını seyredin. İnanın televizyon seyretmekten çok daha keyifli ve dinlendiricidir.

Ormanda hep birlikte yürüyün, ağaçlara isim takın, yol boyu açan çiçekleri sevin ve çocuklarınıza bunlarla sevmeyi öğretin. Ama bilin ki hayat öğrenmek ve öğretmekten ibaret değildir. Dinlenmek, eğlenmek gibi olgular da hayatın bir parçasıdır.
Çocuklarınızla ilişkilerinizde asla öğretmen tavrı takınmayın. Onlarla arkadaşlık etmek dünyanın en keyifli işidir.
 
Akraba ve komşularla ilgi bağı kurun:
Onlara ya gidin, ya da onları size davet edin. Sohbetiniz televizyonsuz olsun ki tadı çıksın. Birbirinizi gerçekten tanımaya çalışın. Bilirsiniz, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”

Kültürel ve sanatsal etkinliklere katılın.
Hayatınızı biraz olsun renklendirecek başka şeyler de bulabilirsiniz. Yeter ki isteyin. Bir şeyi çok isterseniz, Allah sebebini halk eder ve çok istediğiniz şeye ulaşırsınız.  “Olmaz ki” diye düşünüp taleplerinizi ertelerseniz, hiçbir yere  ulaşamazsınız.

Aile bağlarının güçlenmesi, paylaşacak şeylerin çokluğuyla mümkündür. Ne kadar çok şey paylaşırsanız aileniz o kadar güçlenecek, o kadar diri duracak ve mutlu olacaktır.
Hatıra defterine televizyon dizilerini yazamazsınız. Oraya ancak yaşadıklarınızı yazabilirsiniz.
Her gün bir şeyler yaşamalı ve bunları deftere geçirerek geleceğe tarih düşürmelisiniz.

Bugün öyle bir hayat yaşayın ki, yarına da kalsın. Torunlarınıza filan anlatacaklarınız olsun. Ayrıca unutmayın ki; Hayatı biriktiremezsiniz, ya her anını yaşayacaksınız, ya da ziyan edeceksiniz.
Artık cevap gelsin:
Akşamları ne yapıyorsunuz?..

Yaşıyor musunuz, yoksa seyrediyor musunuz?

Lokman (a.s.)Gibi Baba Olmak

 

Allah (cc) Kuran’da Peygamber kıssalarına, ibret alın, örnek alın diye yer veriyor. Her Peygamber’in kıssasında farklı yol işaretleri, hayat dersleri bulabilirsiniz. Lokman suresinde, Peygamber olan bir babanın oğluna nasihatlerini görürsünüz.

Bu nasihatleri okurken benim en çok dikkatimi çeken şey, Hz. Lokman’ın oğluna hitap şeklidir. Bu hitap şekli üzerine farklı kaynaklara bakınca bunun sadece Lokman (as)’ın üslubu olmadığını gördüm. Neredeyse tüm Peygamberler evlatlarına bu üslup ile hitap ediyor, nasihat ediyor.
Demek ki Allah (cc) bizlere evlatlarımızla konuşurken, onlara hangi üslup ile hitap etmemiz gerektiğini, Kuran’da anlatılan Peygamber kıssaları ile öğretiyor.
“Senin baban sana hiç ‘Canım oğlum! Yavrucuğum!’ diye hitap etti mi?” sorusunu birçok arkadaşıma sordum. Böyle bir soru sormamın sebebi, Kuran’da Peygamberlerin evlatlarına hitap şeklinin dikkatimi çekmiş olmasıydı.
“Baban sana hiç ‘Canım, Yavrucuğum!’ diye hitap etti mi?” sorusunu sorduğum arkadaşlarımın büyük bir kısmının ailesi dindar insanlardı. Soruyu duyan arkadaşlarımın nerdeyse hepsi bu soruma güldüler. Babalarının kendilerini hitap şeklini de söyledi bazı arkadaşlarım. Ancak o hitap şekillerini buraya yazmayacağım.
Hz. Lokman üç ayrı yerde ve üç ayrı konuda nasihat ve tavsiyede bulunurken, oğluna “Ey oğulcuğum (yavrucuğum) diye hitap etmektedir. Arap dilinde burada kullanılan şekliyle bu kelime, bir babanın oğluna karşı söz söylerken tayin edeceği sevgi ve şefkati belirten, en yoğun duygu yükü taşıyan kelimdedir.
Konuyla ilgili ayetler;
Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür. (Lokman 13) 
(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) "Yavrucuğum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır. (Lokman 16) 
Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir. (Lokman 17)
Aynı ifadeyi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e hitabında, Hz. Nuh’un oğluna hitabında, Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’a hitabında görmekteyiz. Bu hitabın Türkçede “Yavrucuğum” sözü ile karşılandığı bilinmektedir.
Hz. Nuh (as), kendisine isyan edip inançsızların arasına karışan oğluna bile “Oğulcuğum! Yavrucuğum!” diye hitap eder.
Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. (Hud 42
Günah işleyen evladını evlatlıktan silen babalar, bunu din adına, ihlas adına yapıyorlar maalesef. İnsandan son nefesine kadar ümit kesilmeyeceğini bilen Nuh (as)’ın, inançsızlarla birlikte olan oğlunu kurtarma çabası herkese örnek olmalı. İnsandan ümidini kesen Allah’tan ümidini kesmiş olur. Hele de bu insan kendi evladınızsa, ona kaşı çok daha fazla sabırlı olmak zorundasınız. 
Öğretmen öğrencisine sormuş:
“Eşeğin kaç ayağı var?”
Çocuk hemen cevap vermiş:
“İki..”
Öğretmen şaşırmış ve tekrar sormuş:
“Neden iki, eşek dört ayaklı olmaz mı?”
Çocuk tüm anne babaları düşündürmesi gereken şu çok ibretli cevabı vermiş:
“Öğretmenim, babam bana hep “Eşek oğlum!” der. Ben iki ayaklı olduğuma göre, demek ki, eşek de benim gibi iki ayaklıdır…”
Lokman (as)’ın oğluna nasihatlerinden alınacak ilk ve en önemli ders, “Bir babanın evlatlarıyla konuşma üslubu” olsa gerek.
Allah (cc), Lokman (as) vasıtasıyla tüm babalara, “Evladınıza karşı Lokum gibi tatlı dil ile hitap edin diyor.
“Babamdan görmedim ki!” diyenler, babalarını değil, Hz. Lokman’ı örnek alsınlar. 

Cennete Giden Gemi!

“Ey iman edenler!” diye başlayan yüzlerce ayetin varlığı, Kur’an’ın iman etmeyenleri imana davet eden bir kitaptan daha çok, iman ettiğini söyleyen Müslümanların sürekli eğitilmesi amacını taşımaktadır.

İnsan, hep arayış içinde olan bir varlıktır. Ruhun ihtiyaçlarını gideremeyen bir insanın çektiği manevi sıkıntılar, bilinen bütün hastalıklardan daha sıkıntılı daha acı vericidir.
 Allah inancı olduğu halde, hayatının önemli bir kısmını ruhunu aç bırakarak, ibadetsiz geçiren birçok insan var. Bu insanlar hep arayış içerisinde olurlar. Okul, iş, evlilik,
ev, araba, çocukları büyütmek gibi her insanın koşturduğu temel hayatı işlere koşturmaktan manevi boşluğu hissetmez bir kısmı.
 Bu insanlar hayatlarının belli bir döneminde “ibadet” eden insanlarla, gruplarla karşılaşır. O gruptaki insanlar o güne kadar karşılaştığı ve tanıdığı birçok insandan daha fazla ibadet eden insanlardır. Kendi aralarında belli bir muhabbetleri, belli aralıklarla sohbetleri ve dertleşmelerine şahit olur. İlk defa ruhu
farklı duygular hissetmeye başlayınca, yerini bulduğunu düşünür.
 Allah’ı arayan insan, bu arayışın belli bir döneminde, herhangi bir cemaat / tarikat / dernek ile karşılaşır. Buraya kadar her şey güzel... Ancak cemaate giren kişi,  cennete giden gemiye bindiğini zannetmeye başlarsa, şeyhini bulan, Allah’ı bulmuş gibi arayışını bırakırsa, problem başlar.    

Arayıştan vazgeçen herkes, bu hatayı yapmış demektir. Herhangi bir cemaate, tarikata girdikten sonra, ilmini artırma çabasını bırakıp, cennete giden gemiye bindiğini düşündüğü için, yan gelip yatma hakkı olduğunu düşünen kişi, arayışın anlamını kavramamış demektir. Arayış, ölüm meleği gelinceye kadar devam eden bir yolculuktur. 
 Şeytan, yanlış yolda olanların doğru yolu bulmaması için onları oyalar. Şeytanın bazı tuzaklarından kendini kurtarıp, arayışı sonucunda bir cemaat / tarikat gemisine binen kişiyi şeytan rahat bırakmaz. Geminin içinde yanlışlara göz yumması, yanlışlara ortak olması için ikna etmeye çalışır. “Geminin selameti için her şey mubahtır” fetvası bu şekilde alınan fetvalardandır.
 “Ey iman edenler!” diye başlayan yüzlerce ayetin varlığı, Kur’an’ın iman etmeyenleri imana davet eden bir kitaptan daha çok, iman ettiğini söyleyen Müslümanların sürekli eğitilmesi amacını taşımaktadır.

Sayın Senai Demirci’nin güzel bir benzetmesiyle anlatmak gerekirse,İman etmek bisiklete binmek gibidir. Sürekli pedal çevirmek gerekir. Yoksa gaflete düşer, şirke sürükleniriz!”
Ömer bin Abdülaziz’in “İlimsiz amel edenin yıktıkları yaptıklarından çok daha fazladır” sözü, ilimsiz Müslüman’ın iyi niyetle de olsa yapacağı hatalara işaret etmektedir.
Okuma çeşitliliğinin önemi.

Tarihe adını yazdırmış, unutulmaz eserler bırakmış İslam Alimleri’nin biyografilerine okurken, en çok dikkatime çeken nokta, aldıkları ilmin çeşitliliğidir. En çok bilinen iki İslam Aliminin aldıkları eğitim hakkındaki bilgiler bu konuda ne demek istediğimi daha kolay göstermemi sağlar.
İbni Sina Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ (980-1037), matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir
İbni Haldun, Kur’an, Arapça, Dilbilim, Hadis İlimleri okuduğu kadar, Matematik ve Felsefe’de okumuştur.
Bir tarikat ehlinden uzun yıllar ders almış ve o tarikatın kurumlarında hocalık yapan bir arkadaşıma “Neden sadece kendi camianızın kitaplarını okuyorsunuz? Farklı fikirlerden istifade etmediğiniz için kendiniz dışındakilere bakış açınız çok sıkıntılı” diye ettiğimde aldığım cevap ilginçti. “Bizim hocalarımızın yazdığı kitaplar zaten Kuran merkezli kitaplar. Onlar dışında kitap okumamıza izin verilmiyor!”
Anlayacağınız cemaate imanı, şeyhe bağlılığı artıracak kitaplar dışındaki kitapları okumalarına izin verilmiyor. “Bizim gemimizde yazılan kitaplar dışındaki kitapları okumayın!” deniyor.
İlme mürit olmayanın işi zor!

Hiçbir cemaate, hiçbir tarikata toptan karşı olan biri değilim. Hepsinde çok değerli dostları olan bir insanım. Bana “Kime mürit olalım?” diye soracak olursanız, “İlme mürit olun!” derim. Önce ilme mürit olan kişi, öğrendikleriyle hangi cemaatin çalışma sistemini beğeniyorsa onunla millete hizmet etsin. Önce ilme mürid olan kişi, öğrendikleriyle hangi şeyhin dizine oturmak isterse oraya otursun.
 Unutmayın ki; Hiçbir cemaat, cennete giden gemi değildir!

Tek Çocuk Olsun Mantığı

“Bu zamanda tek çocuk sahibi olup onu mükemmel bir şekilde yetiştireceksin!” düşüncesi o kadar çok yaygınlaştı ki, medyada uzman olarak tanınan kişiler bile bunu söylemeye başladılar.

 

Aile ve çocuk danışmanlığı yaptığını söyleyen bir bayanla birlikte katıldığımız televizyon programı öncesi, kuliste aynı bakış açısı konuşuldu. Uzman olduğunu iddia eden bayan da bu fikri savunuyordu. Diğer bayanlarla birlikte “Tek çocuk olsun mükemmele yetiştirelim” düşüncesiyle tek çocuk sahibi olduklarını söylediler. Bunu söyleyen kişi, sokaktaki biri olsa anlarım. Cahilliğine bağlar, susarım. Ancak uzman – danışman olan, olduğunu iddia eden birisinden duyunca, hem şaşırdım hem üzüldüm.
 Maalesef bayanların önemli bir kısmında, bu bakış açısı çok fazla dillendiriliyor. Evliliği ile ilgili sıkıntıları olanları, fiziki bir
rahatsızlığı olanları anlarım. Onlara söyleyecek bir sözümüz elbette olamaz. Ancak hiçbir fiziki engeli ve aile sıkıntısı olmadığı halde bunu iddia edenlere söyleyeceklerim var.  Tek çocuk yetiştirmenin, mükemmel çocuk yetiştirme yöntemi olduğunu savunanlar, ya cahil ya bencildir benim gözümde.
Çocuğunu değil, kendi rahatını düşünen benciller!
Çocuğa mükemmel imkanlar vermek için ikinci çocuk dünyaya getirmediğini savunanlar, cahilliklerinden bunu söylemiyorsalar, bencilliklerini saklamak için yalan söylüyorlar.
 Hiçbir annenin, evladını, kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakmaya hakkı yoktur. Evin tek çocuğu olarak yetişen bir çocuk, hayatı boyunca, dayı, amca, teyze, hala olamayacak. Bir annenin evladını tüm bu duygulardan mahrum bırakmaya hakkı yoktur.
 Abla, ağabey olmayan, kardeşiyle oyuncaklarını – çikolatasını paylaşmayan bir çocuk, bunun sıkıntısını hayatının her yerinde yaşıyor.
 Evin biricik evladı olan çocuk, okula başladığı zaman, sınıfının biricik öğrencisi muamelesi görmeyi istiyor. Bu muameleyi göremeyince, otuz öğrenciden birisi olmaya alışması zor oluyor. Alışamayınca huysuzlanıyor, hırçınlaşıyor. Bazı öğrencilerin, otuz kişiden birisi muamelesi gördüğü okuldan, soğumaya başlıyor.
Vücutları bozulmasın diye çocuklarını kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakan anneler, mükemmel çocuk yetiştirmek için değil, mükemmel vücut sahibi olmak için (!) bunu yapıyorlar.
 Bazıları kariyerleri yolunda daha rahat yükselmek için, evlatlarını kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakıyor. Bencilliği için ikinci çocuğu dünyaya getirmeyen anne, evladının huysuz, tatminsiz, doyumsuz bir çocuk olduğunu görünce, “Senin neyini eksik ettik?” diye dert yanıyorlar. Çocuk, “Beni kardeşsiz bıraktın!” diyebilecek olgunlukta olsa, annenin yüzüne hatası vururdu muhakkak. 
Rızık endişesi!
Birçok insan, işini gücünü bahane ederek çocuk sahibi olmak istemiyor. Elbette her çocuk, yeni masraflar / giderler demektir. Ancak çocuğu dünyaya getirenlere çok zengin birisi, “siz evlat sahibi olun, onun bakımı bana ait” dese, rızık endişesi kalmaz birçoğunun. “Çocuğun rızkı size değil, bana ait!” diyen, herhangi birisi değil, Allah’tır. Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir günahtır. (İsra 31)
 Rızık endişesi, tek kelimeyle bahanedir. Rızkına kefil olan komşunuz değil ki tereddüt edesiniz. Kefil olan, evladınızı da, sizi de, rızkınızı da yaratan Allah’tır.
Paylaşmaya alışkın değilim!   
Evin tek çocuğu olarak büyümüş bir arkadaşım vardı. Arkadaş çevresiyle yaşadığı en büyük sıkıntı, paylaşmayı sevmemesiydi. Herkes onun cimriliğini konuşurdu. “Hem aramızdaki en zengin olan sensin, hem de en cimrimizsin!” diye arkadaşlardan laf işitince, söylediklerini hiç unutmadım.
 “Siz bana kızıyorsunuz, ama beni anlamıyorsunuz. Benim tüm çocukluğum böyle özel geçti. Mahallede arkadaşlar çikolata yerken, annem beni eve götürür, en güzel çikolataları bana yedirirdi. Arkadaşlarımın sahip olduğu şeylerin en iyisini annem bana alırdı. Ben hayatımın hiçbir döneminde elimde olanlara paylaşmadım. Şimdi sizinle paylaşmak istesem de, buna alışkın olmadığım için bana zor geliyor.
En zoru, tek çocuk!
Tek çocuk meselesini konuştuğum bir arkadaşım, kız kardeşinin söylediği bir cümleden bahsetmişti. “İkinci çocuğumu, diğerini rahat büyütmek için doğurdum” demiş kardeşi. Sebebini açıklarken söyledikleri çok mantıklı geldi bana.

“Tek çocuğum varken, evde hiçbir işimi rahat yapamıyordum. Bulaşık yıkarken ayağımın dibinde yatıyordu kızım. Evin hangi köşesine gidersem gideyim hep benim peşimdeydi. Tuvalete bile gitmeme izin vermek istemiyordu. Ben tuvalete girince, kapısının önüne yatıp, “Hadi anne!” diyerek çabuk çıkmamı istiyordu.
İkinci çocuğum dünyaya gelince, ilk sene biraz zor oldu. Ancak onları birbirine alıştırınca, birlikte oyun oynamalarını sağlayınca ben çok rahatladım. İkinci evladım yaşını doldurduktan sonra, eskisi kadar bana ihtiyaçları olmadı. Yemekleri yedirip, oyun ortamlarını hazırladıktan sonra kendi işlerimle rahatça uğraşabiliyordum.”
Tek çocuk yetiştirmenin daha kolay, daha rahat olduğunu iddia edenlerin kulaklarına küpe olsun! 

Kur'ana Göre Model Mümin



Hemen hemen her din ve ideolojinin, müntesiplerine "örnek" olarak sunduğu ilkeleri veya davranış biçimleri vardır. Dini perspektiften bakıldığında, iman etmek, insanların faydasına olan faaliyetlerde bulunmak, dinin gereklerini yerine getirmek gibi hususlar, kişilerin taşıması öngörülen örnek niteliklerdir.
Allah Teâlâ, insanı yaratmış, ona doğru ve yanlış yolu gönderdiği peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla bildirmiştir. Nefse ve onu biçimlendirene,  Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki, Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.  (Şems, 91/7-10)   Peygamberler bu noktada insanlarla Allah arasında elçilik görevini üstlenmiş ve Allah’ın insanlara bildirilmesini emrettiği hükümlerin pratiğe yansıdığı ilk model şahsiyetler olmuşlardır. İnsanlardan bir kısmı bu örnek kişilere uyarak Allah’a imana yönelirken, diğer bir kısım insan da peygamberlerin yolunu terketmek suretiyle yüce yaratıcılarına kulluktan uzak durmuşlardır.

İnsanlığın tarihine baktığımızda her iki grupta yer alan insan ya da kitlelerin olduğunu görürüz.
Bu iki grup, tarih boyunca şöyle ya da böyle birbirlerine karşı mücadele içinde bulunmuşlardır. Allah’a imana yönelen insanlar “Mü’min”, inkar eden, O’na kulluğu reddeden kimseler de “Kâfir” kavramı ile ifade edilmiştir. Akâid ve değişik ilim dallarında bu genel ayırımın daha farklı sınıflamalara tâbi tutulduğunu görmek mümkündür.
Ancak bu ayırımları bir tarafa bırakarak, “Mü’min” kavramının içerdiği en üst konumu teşkil eden “müttaki insan” terimi üzerinde âyetler doğrultusunda durmaya çalışacağız.

Öncelikle şunu belirtelim ki, müttaki insan örnek kişiliğe sahip model mü’mindir.
Daha açık bir ifadeyle ideal ahlak sahibi insan, olması gereken anlamda (kâmil) mü’min. "Müttaki mü’min" ya da dilimizde de kullanıldığı şekliyle "takva ehli" insanın nitelikleri, Kur’an-ı Kerim’de farklı sûrelerde değişik şekillerde dile getirilmiştir.(1)
Örneğin, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde muttakilerin ya da başka bir deyişle örnek mü’minlerin nitelikleri, “....Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar....”(2) şeklinde belirtilmiştir.
Âyetlerde ehl-i takvanın bazı niteliklerinin farklılık arzetmesi, bu özelliklerin onların genelde yaşadıkları toplumun gereksinimleri ya da içinde bulundukları şartlara göre değişkenlik göstermesi ile ilintili olsa gerek. Başka bir ifadeyle takvayı belirleyecek kriterler veya özellikler, genelde içinde bulunduğumuz şartlara ve toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Buna göre ilime, ibadete, ahlaka, insana saygıya, yardımlaşma ve dayanışmaya önem verilmeyen toplumlarda, insanlığın erdemi için kaçınılmaz olan bu özelliklere değer vermek ehl-i takva olmanın gereği olacaktır. Bu niteliklerin, birinin diğerine önceliği yok denecek derecede hepsi önemlidir. Takva ehli insanların varlığı, toplumlar için büyük bir kazanımdır. Onlar, örneğe muhtaç toplumların adeta can damarını teşkil ederler. Gerçek şu ki örnek davranışların da, çirkin davranışların da sergilenmesinde, bu davranışlarla sembolleşen modellerin etkisi göz ardı edilemez. Toplumu teşkil eden bireylerin, birbirlerinden etkilendiği bir gerçektir. Bu nedenle iyilerin, erdemli insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda kötülükler en alt düzeye inecektir. Asrı saadeti asrı saadet yapan, insanların tâbi oldukları modelin güzelliği ve örnekliği ile değerlendirilemez mi?
Takva ehli insanlar bu bağlamda toplumlar için birer denge unsurudurlar. Bu noktadan hareketle Yüce Allah Âl-i İmrân sûresinin 134 ve 135. âyetlerinde bizim "örnek mü’min" olarak nitelendirdiğimiz muttaki müminlerin özelliklerini şu şekilde dile getiriyor:

1) O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler:
Allah’ın kendilerine lutfettiği nimetleri, olumlu ve olumsuz her türlü şart altında toplumda bu nimetlere muhtaç insanlarla paylaşabilmeleri, takvâ ehli mü’minlerin birinci özelliği olarak zikredilmektedir. İnsan topluluklarına bakıldığında, toplumda yaşayan her ferdin bir yönüyle diğer fertlere muhtaç olduğu görülür. Kimi insanın malına, kimi insanın bilgisine, kimi insanın aklına toplumun bireyleri muhtaçtır. Bu yönüyle toplum, bütün uzuvları ile bir bedene benzer. Uzuvlar nasıl bir bir fonksiyonunu tamamlıyorsa, toplum da zengini, fakiri, alimi ve cahili ile birbirini tamamlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Allah, toplumu teşkil eden her ferde diğer fertlerin yararına sunulduğunda faydalanabileceği türden nimetler vermiştir. İnfakın islâm’da ne derece önemli olduğuna birçok âyet ve hadis delalet etmektedir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’de en çok yer alan kelimelerden birisi de infak kavramı ve onun türevleridir.(3) Bu konuda birkaç âyet ve hadis nakletmekle yetineceğiz. Yüce Allah buyuruyor ki, “Ey İman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.”(4) “...Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız."(5), “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükafatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.”(6), “...Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”(7), “Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.”(8) Resûlullah (s.a.s.) de Allah için muhtaç kimselere vermeyi önermiş ve kendisinden bu konuda mü’minleri teşvik edici mahiyette birçok hadis nakledilmiştir. “Yarım hurma (tasadduk) etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız.”(9), “Sadece şu iki kişiye gıpta edilir. Bunlardan birincisi, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda harcamayı başaran kimse, diğeri de, Allah’ın kendisine ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse”(10), “Allah rızası için sarfettiğin şeyle muhakkak me’cûr olursun. Hatta âilenin ağzına koyduğun lokma yüzünden bile...”(11), “Her Allah’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri: Allah’ım! Malını verene yenisini ver! diye duâ eder. Diğeri de: Allah’ım! Cimrilik edenin malını yok et! diye bedduâ eder.”(12), “Kesenin ağzını sıkma! Allah da senin rızkını daraltır.”(13) hadislerini örnek olarak zikredebiliriz. Bu ve benzeri pek çok hadisi ile Peygamber (s.a.s.), mü’minleri sahip oldukları mallardan Allah yolunda harcamaya teşvik etmiştir. O bu konuda sadece sözleriyle değil aynı zamanda her hususta olduğu gibi yaşam biçimiyle de mü’minlere örnek olmuştur. Öz olarak ifade etmek gerekirse, Allah’ın Peygamberi hiçbir zaman mal biriktirme sevdasıyla yaşamamış, ömrünü bu yolda harcamamıştır. O’nun hayatını bize aktaran eserlere baktığımızda, onun evinde bazen açlığını giderecek derecede herhangi bir yiyeceğin dahi bulunmadığı, açlık sebebiyle zaman zaman uyuyamadığını görürüz.(14) Hatta mü’minlerin annelerinin bu durumdan bazı kere şikayet ettikleri de nakledilmektedir. Hakkın ve halkın temsilcisi olmak, şüphesiz Haktan ve halktan birşeyleri paylaşmakla mümkün olabilirdi. O dileseydi, saraylarda yaşayabilirdi. İdaresinde bulunan kitle bunu seve seve yapmaya hazır ve muktedirdi. Ancak o, sade bir insan olarak yaşamayı tercih etti. Zira onun için düşünmek doğru değil ama, sırça köşklerde yetişip, halkın hayatından, nefesinden birşeyler teneffüs etmemiş insanlar, insanı anlamakta ya çok yoz düşünecek ya da idaresindeki kitleyi hiç anlamayacaktır. Onun huzuru bozulmadığı sürece idaresindekilerin huzuru hiç de önemli değildir. Ama Hakkı temsil eden gerçek insanın huzur ve mutluluğu, idaresindekilerin huzur ve mutluluğuna endekslidir. Kitlesel bazdaki huzur ve mutluluk, kişisel bazda mutluluk ve huzurun habercisidir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, Hz. Ebû Bekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi ve daha nice tarihe örnekliği ile damgasını vuran şahsiyetleri, örnek yapan olgu ve anlayış bu noktada odaklanmaktaydı. İslâm dininde, belli bir yeterliliğe ya da ekonomik güce (nisap) ulaşan müslüman, sahip olduğu malvarlığından belirli bir kısmını toplumun muhtaç veya hayat standardı düşük kesimlerine aktarmakla yükümlü tutulur. Ömrünü adeta mal biriktirmeye adayan, kendinden başka hiçbir kimseyi düşünmeyen insanların, hayatlarını verimli ve Allah’ın istediği doğrultuda geçirdiklerini söyleyemeyiz. Zira insanları ölümsüzleştiren, eserleri ve işledikleri salih amellerdir. Karşılaştığı çeşitli açmaz ve imkansızlıklar sebebiyle hayata küsmüş insanların problemlerini bir şekilde çözerek tekrar hayata döndürmek, herhalde en güzel eser ve amellerden birisidir. İslâm, müntesiplerine Allah için vermeyi emreder veya önerirken, ihtiyacı olmadığı halde almayı da değişik vesilelerle yermiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Veren el, alan elden üstündür.”(15) ifadesiyle İslâm’da, alan değil veren, tüketen değil üreten insan olmanın hedeflendiğini vurgulamıştır. "Hiçbir kimse asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir...”(16) ifadesiyle de kişinin emeğinin kutsallığı ve değeri dile getirilmiş ve insanın emeği ile elde ettiği maişetten daha güzel bir kazanıma ulaşamayacağı vurgulanmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslâm’da bir kimsenin dilenmesi hiç de hoş karşılanmamış, samimi mü’minlerin ihtiyaç içinde olsalar bile iffetlerinden dolayı istemekten uzak durmaları övgüye değer bir davranış olarak dile getirilmiştir.(17) Bu bağlamda Peygamber (s.a.s.), halktan istemeyeceğine dair kendisine söz veren kimsenin, cennete girmesini garanti edeceğini haber vermiştir.(18) Günümüzde çokca karşılaştığımız ve gerçekte muhtaç konumunda olmayan dilenciler için de, “Servet biriktirmek için halktan dilenen, gerçekte ateşten kor istiyor demektir. Artık ister az, ister çok dilensin”(19) buyurmuştur. Buraya kadar Allah için vermenin önemini vurgulamaya çalıştık. Ancak biz "infak" kavramının kapsamını biraz daha geniş tutmak suretiyle bu âyete farklı bir yorum getirmeye çalışacağız. Şunu belirtelim ki, yapacağımız yorum Yüce Kur’an’ın bu âyeti üzerinde sadece fikir yürütmek olacaktır. Varlıkta ve darlıkta Allah için infakta bulunmaları, örnek ya da ideal ahlaka sahip mü’minlerin birinci özelliği olarak zikredilmişti. Allah Teâla her insana şöyle ya da böyle bir nimet vermiştir. İman, ilim, mal, akıl, sevgi, huzur aklımıza gelen başlıca nimetlerdir. Âyetten, karşılaştığımız veya içinde bulunduğumuz bütün olumlu ve olumsuz şartlar altında bile verilen nimetlerin bir şekilde insanların faydası doğrultusunda kullanılmasının örnek mü’minin niteliği olduğunu anlamaktayız. O mü’min, Allah’ın kendisine verdiği ilim nimetini, maddi ve manevi bütün olumsuzluklara rağmen toplumu aydınlatmada kullanır. Onun infakı, ilmini ona muhtaç insanların faydası doğrultusunda kullanması olacaktır. O mü’min, aklını ona toplumda ihtiyaç duyan insanlara, her türlü şart altında kullanma özverisine sahiptir. Mü’minin sevgisini, şefkatini, içinde bulunduğu huzursuzlukları, bunalımları bir tarafa bırakarak toplumda sevgi ve şefkat mahrumu insanlarla paylaşması ne kadar da güzel olsa gerektir. Bu bağlamda Peygamber (s.a.s.)’in, "Güzel söz sadakadır”(20) ifadesi ne kadar da manidardır. Sadaka bugünkü anlaşıldığı gibi sadece mali ya da parasal yardımı içermez. Nice yüklü paraların, malın tamir edemeyeceği kırık kalpleri, dünyası kararmış insanları, bir sevgi ve şefkat sözcüğü hayata döndürebilmektedir.

2- Örnek mü’minlerin diğer bir özelliği de öfkelerine hakim olmalarıdır:
Toplumsal hayata baktığımızda, zaman zaman birçok insanın öfkesine hakim olamaması sonucu faturası ağır bedellerle karşılaştığını görürüz. Bir anlık öfkeyle nice hayatlar sönmekte, kanlar dökülmekte, yuvalar yıkılmakta, dostluklar bozulmakta, kalpler kırılmaktadır. Bu noktada âyet, kişinin öfkesine hakim olmasını örnek mü’min olmanın bir özelliği olarak dile getirmektedir. Peygamber (s.a.s.) efendimiz de, “Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit hiddet anında öfkesine hakim olan adamdır”(21) ifadesiyle, gerçek güçlü kimsenin, karşılaştığı problem ve beklenmedik davranışlara, sekinet ve sabırla göğüs geren kimse olduğunu vurguluyor. Resûlullah (s.a.s.), karşılaşılan güçlüklerde, sabredilmesi gerektiğini ifade ediyor(22) ve bu noktada gerçek sabrın ölçüsünü, “Sabır, (musibetin, felaketin) geldiği ilk andadır”(23) sözüyle dile getiriyor. Nitekim onun hayatına baktığımızda, karşılaştığı nice güçlüklere karşı sabır ve teenni ile göğüs gerdiğini görüyoruz.(24) İslâm dini, mensuplarına öfkeyi değil sekineti, teeniyi, sabrı tavsiye etmekte hatta emretmektedir.(25) Zira öfkeye sabırla tahammül çoğu defa güzel dostlukların başlangıcı ve başarıya ulaşmanın en güzel yolu olabilmektedir.

3) Örnek mü’minler, insanları affederler:
Yüce Yaratıcının, Kur’an’da en çok zikredilen sıfatlarından birisi de affedici oluşudur. Rahmani bir sıfat olan affetme, burada takvâ ehli mü’minlerin niteliği olarak zikredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in şahsında bütün mü’minlere, “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir”(26) buyurulmaktadır. Peygamber (s.a.s.) de birçok hadisinde affın güzelliğini dile getirmiştir.(27) Dikkat çekici bir örnek olması açısından şu hadisi nakledeceğiz. “Bedevilerden birisi mescide bevletti. Halk onu azarlamaya kalkıştı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), “Onu bırakın ve bevlettiği yere bir kova su dökün. Siz kolaylık gösterici olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil”(28) buyurdu. Bu hadis bize affın boyutu hakkında bir fikir vermektedir. Mü’minlerin kutsal mekanlarına karşı hiç de hoşlanmadıkları bir davranışın sergilenmesi ve Rahmet Peygamberinin davranışı. Âyette yer alan ve insanlar anlamına gelen “nâs” kelimesinin imanlı-imansız (mü’min-kâfir), şeklinde herhangi bir kayıtla kayıtlanmaksızın mutlak olarak gelmesi, affın kapsamı konusunda bize bir fikir vermektedir. Allah’ın Peygamberinin ifadesiyle, insanları yapmış oldukları hatalardan dolayı affetmek, kişinin ancak değerini artırır.(29) Yukarıdaki özellikler sayıldıktan sonra, “...Allah da güzel davrananları sever”(30) buyurulmaktadır. Aslında âyetin bu cümlesi ile dolaylı olarak takvâ ehli mü’minlerin bir özelliği daha dile getiriliyor. Bu da muttaki mü’minlerin, aynı zamanda ihsan sahibi kimseler oluşudur. Peygamber (s.a.s.) ihsanı, “...Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen O’nu göremesen de O, seni görür.”(31) şeklinde tanımlıyor. Bu söz, gayet veciz bir şekilde, mü’minin yaptığı her türlü iyilikte, ibadette, maddi ve manevi yardımda taşıması gerekli duyguyu ifade ediyor. Onun amellerinde temel saik ya da gözetmesi gerekli ölçü, ihsan olmalıdır. İşlediği her ameli, adeta Allah’ın gözetimi altında yapıyor olma duygusunu taşıma ve bu duyguyu daima canlı tutma, takvâ ehli kişinin temel hareket noktasını teşkil etmelidir. Muttaki mü’minin, infakı, affı, öfkesine hakim oluşu, dahası maddi ve manevi her türlü iyiliği ihsan(32) kapsamında değerlendirilmektedir. Buna göre muttaki mü’minin, bu nitelikleri ya da sergilediği salih amelleri, ihsan duygusu ile ilintili olduğunda bir anlam ifade edecektir. Samimiyetten uzak, desinler için yapılan iyiliklerin, Allah katında bir değeri yoktur. Mükâfaatını Allah’tan bekleyen mü’min, yaptığı ibadet ve iyiliklerin odağında, O’nun rızasını aradığı takdirde böyle bir duygu ile hareket etmiş olur.

4) Örnek mü’minler bir kötülük yaptıklarında veya nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarından tevbe ederler ve günahlarda bile bile ısrar etmezler:
İnsan yaratılışı gereği hem iyilik, hem de kötülük yapmaya elverişli bir varlıktır. İnsanın hata yapması, günah işlemesi olağandır. Âyette yer alan, “fâhişe” kelimesi, çirkin, ahlaka ve dine aykırı her türlü günahı içeren bir sözcüktür. Bu yönüyle kişilerin işledikleri gerek kişisel bazda kalan, gerekse toplumun diğer fertlerini de kapsayan ve etkisi altına alan günah ve hataları, bu kelimenin kapsamına girmektedir. Nitekim çağımız müfessirlerinden merhum Elmalı’lı Hamdi Yazır da, “fâhişe” kelimesini, “âhere taallûku olan günah”(33) şeklinde açıklamaktadır. Yani işlenen günah, bir şekilde günahı işleyen kişiden başkalarını da etkisi altına almakta veya onların hakkını ilgilendirmekte. Örneğin, zina suçu ortaya çıkardığı zararlar açısından değerlendirildiğinde, etkisi sadece kişisel bazda kalan bir günah değil, toplumun diğer fertlerine de zararı dokunan çirkin bir fiil olduğu anlaşılır. Âyette yer alan “...onlar nefislerine zulmettiklerinde...” ifadesi, işlenen ve zararı kişisel bazda kalan günah ve hatalara işaret etmektedir.(34) Örneğin bir mü’minin üzerine farz olan namazları kılmaması hatadır, günahtır. Ancak namazların terkinde zarar, kişinin kendi nefsi ile ilgilidir. O, namazları terketmekle bir anlamda kendi nefsine zulmetmiş konumunda değerlendirilir. Her insan, nitelik ve niceliği değişse de günah işler ve hata eder. Ama erdem ve gerçekten iman sahibi mü’min, işlediği günah veya yaptığı hatadan pişmanlık duyarak hemen Yüce Rabbine sığınır ve O’ndan af dileyerek tevbe eder. O günah ve hatada, bile bile ısrar etmez. Tevbeleri kabul merciinin sadece Allah olduğunu bilir ve O’na yönelir. Allah Teâlâ, kendisine samimiyetle yönelen elleri, gönülleri asla boş geri çevirmez. Birçok âyet ve hadis mü’minleri tevbeye çağırır.(35) Örnek olarak bir âyet ve bir hadisle konumuzu bitirmeye çalışacağız. Yüce Allah, “Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin.”(36) buyuruyor. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Ey insanlar! Allah’a tevbe edip ondan af dileyin. Zira ben günde yüz defa tevbe ederim”(37) buyuruyor. Şu dizeler tevbeye yönelen kulun durumunu ne kadar da güzel ifade etmektedir: "İlahi! Sana karşı isyan eden kulun, günahlarını ikrar etmiş olduğu halde senin huzuruna geldi, Eğer af edersen, Sen affa kadirsin, eğer kapından kovarsan, Senden başka kim merhamet eder.”

Al-i İmrân sûresinin 134-135. âyetlerini temel alarak model mü’minin özelliklerinden bir kısmını arzetmeye çalıştık. Model ya da örnek mü’minin özellikleri bu kadar mı? şeklinde bir soru akla gelebilir. Âyette zikredilen bu özellikler dışında örnek mü’minin elbette başka özellikleri de vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, örnek mü’min olarak nitelendirdiğimiz muttaki mü’minin, başka özelliklerine de değinilmiştir. Gerçek şu ki, muttaki mü’minlerin, Allah’ın hükümlerine uymada gösterdikleri özen ve titizlik, bütün bu özelliklerin ortak noktasını teşkil etmektedir. Onlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uymada ihmalkâr davranmaz, bu emir ve yasaklar arasında fark gözetmeksizin hepsine gönülden inanır ve tatbik etmeye çalışırlar.

Dipnotlar:

1- Örnek olarak, bkz. Bakara, 3-5; Zârîyat, 15-18.
2- Bakara, 3.
3- Bkz. Abdülbâki, M. Fuâd, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’ani’l-Kerim, “N.F.K.” maddesi.
4- Bakara, 267.
5- Bakara, 272.
6- Bakara, 274.
7- Sebe, 39.
8- Münâfıkûn, 10.
9- Buhârî, Edeb, 34, Zekât,
10; Müslim, Zekât, 66-70; Tirmizi, Kıyamet, 1; Nesâi, Zekât, 63. 10- Buhâri, İlim, 15, Zekât, 5; Müslim, Musâfirîn, 268.
11- Buhâri, 41, Cenâiz, 363; Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Davud, Ferâiz, 3; Tirmizi, Vesâyâ, 1.
12- Buhâri, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57.
13- Buhâri, Zekât, 21; Müslim, Zekât, 88; Ebû Davud, Zekât, 46.
14, Bkz. Buhâri, Et’ıme, 23, Rikâk, 17, Müslim, Zühd, 22, 28; İbn Hanbel, Müsned, III, 213; Kahdehlevî, Hayâtü’s-Sahabe, II, 732 vd.
15- Buhâri, Vesâyâ, 9, Zekât, 18; Müslim, Zekât, 94; İbn Hanbel, Müsned, II, 4.
16- Buharî, Buyû, 15, Enbiya, 37.
17- Bakara, 273.
18- Ebû Davud, Zekât, 27; Tirmizi, Zühd, 61.
19- Müslim, Zekât, 105; İbn Mâce, Zekât,. 25.
20- Buhâri, Sulh,11, Cihâd, 72; Müslim, Zekât, 56; Ebû Davud, Tatavvu, 12.
21- Buhâri, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107-108.
22- Buhâri, Zekât, 50, Rikâk, 20, Müslim, Zühd, 64; Ebû Davud, Zekât, 28.
23- Buhâri, Cenâiz, 32; Müslim, Cenâiz, 14,15.
24- Örnek olarak bkz. Riyazü’s-Salihin, II, 63, (646 no’lu hadis).
25- Âl-i İmran, 200; Bakara, 153-155; Zümer, 10; Şûrâ, 43.
26- Araf, 199.
27- Örnek olarak bkz. Buhârî, Bed’ül-Halk, 7; Müslim, Birr, 69, Cihad, 111; Tirmizi, Birr, 82.
28- Ebû Davud, Taharet, 136; Riyazü’s-Salihîn, II, 58 (639 no’lu hadis).
29- Müslim, Birr, 69; Tirmizi Birr, 82.
30- Âl-i İmrân, 134.
31- Buhâri, İlim, 31.
32- Bilgi için bkz. Karagöz, İsmail Kur’an’da Dört Kavram, s. 70.
33- Elmalı’lı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 1177.
34- Elmalı’lı II. 1177. 35- Tevbe ile ilgili âyetler için bkz. en-Nûr 31; Hûd, 3; et-Tahrîm, 8; Hadisler için bkz. Buhâri, Daavât, 3,4; Müslim, Zikir, 42-43, Tevbe, 1,7,8, 31; Tirmizi, Daavât, 98; İbn Mâce Edeb, 57. 36- Tahrîm, 8. 37- Müslim, Zikir, 42; Ebû Davud, Vitir, 26; İbn Mâce, Edeb, 57.
Not: Bu yazı Dr. Yaşar YİĞİT’’in, Diyanet Aylık (Sayı:128, Sayfa:8/14) deki makalesinden alınmıştır.

Öne Çıkan Yayın

Günahsa Benim Günahım Diyemeyiz