Hayatı biriktiremezsiniz; ya her anını yaşayacaksınız, ya da ziyan edeceksiniz.
Dümdüz bir soru size: Akşamları evde ne yapıyorsunuz?
Koltuğa uzanıp, hiç tanımadığınız Amerikalı dedektiflerle, hiç tanımadığınız Amerikalı haydutları mı kovalıyorsunuz?
Yoksa yerli dizilere kaptırıp hiç bilmediğiniz konaklarda yaşanan hayatları mı seyrediyoruz?
Dört saat televizyon seyretmenin sekiz saat çalışmak kadar beyni yorduğunu biliyor musunuz?
İki türlü hayat var:
1. Yaşanan hayat,
2. Seyredilen hayat,
Akşamlarınız televizyona kilitliyse, bilin ki, Hayatı sadece seyrediyorsunuz!
Akşamları evde ne yapıyorsunuz? Akşamlarınızı nasıl geçiriyorsunuz?
“Pek çoğu gibi biz de çekirdek çıtlatıp saatlerce televizyon izliyoruz” diyorsanız,
durup bir düşünün lütfen; dünyaya birkaç kez daha geleceğinize mi inanıyorsunuz?
Böyle bir şey olsaydı, şimdiki hayatımızın bir bölümünü ziyan etmek şimdiki kadar acı sonuçlar doğurmayabilirdi belki.
Ne çare ki sadece bir hayatımız var. Bu da
maalesef, çok kısa. Ortalama altmış yılın yirmi yılı uykuda geçiyor.
Kalan kırk yılın yirmi yılı çocukluk, eğitim, vesaire…
Son yirmi yılı da ziyan edersek, bize yaşanacak bir şey kalmaz.
Akşamlarınızı sadece televizyona veriyorsanız, sayılı nefeslerinizden bir bölümünü çöpe atıyorsunuz demektir!
Çünkü televizyon izleyen kişi hayatta değildir, zira hiçbir şey
yapmamakta, hiçbir değer üretmemektedir; bu da bir anlamda yaşamamak
sayılır.
Ne mi yapmalı?
Ailece kitap okuyun, sohbet edin:
Nasıl
tanıştığınızı, ilk nerede görüştüğünüzü, sıkılıp sıkılmadığınızı,
nerede nasıl evlendiğinizi, nik-h şahitlerinizi, düğününüzü anlatın
çocuklarınıza, onları hem dinleyin, hem de okumaya çalışın.
Gezin:
Gezmek
için ille de bir maksat olması gerekmez, en büyük maksat hayatı
paylaşmaktır. Yakınsanız deniz kenarına inin, ayaklarınızı denize sokun
ve becerebiliyorsanız taş sektirme yarışına girin. Sonra da güneşin
pembe gülücükler saçarak batmasını seyredin. İnanın televizyon
seyretmekten çok daha keyifli ve dinlendiricidir.
Ormanda hep birlikte yürüyün, ağaçlara isim
takın, yol boyu açan çiçekleri sevin ve çocuklarınıza bunlarla sevmeyi
öğretin. Ama bilin ki hayat öğrenmek ve öğretmekten ibaret değildir.
Dinlenmek, eğlenmek gibi olgular da hayatın bir parçasıdır. Çocuklarınızla ilişkilerinizde asla öğretmen tavrı takınmayın. Onlarla arkadaşlık etmek dünyanın en keyifli işidir.
Akraba ve komşularla ilgi bağı kurun:
Onlara ya gidin, ya da onları size davet edin. Sohbetiniz
televizyonsuz olsun ki tadı çıksın. Birbirinizi gerçekten tanımaya
çalışın. Bilirsiniz, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”
Kültürel ve sanatsal etkinliklere katılın.
Hayatınızı
biraz olsun renklendirecek başka şeyler de bulabilirsiniz. Yeter ki
isteyin. Bir şeyi çok isterseniz, Allah sebebini halk eder ve çok
istediğiniz şeye ulaşırsınız. “Olmaz ki” diye düşünüp taleplerinizi
ertelerseniz, hiçbir yere ulaşamazsınız.
Aile bağlarının güçlenmesi, paylaşacak
şeylerin çokluğuyla mümkündür. Ne kadar çok şey paylaşırsanız aileniz o
kadar güçlenecek, o kadar diri duracak ve mutlu olacaktır.
Hatıra defterine televizyon dizilerini yazamazsınız. Oraya ancak yaşadıklarınızı yazabilirsiniz.
Her gün bir şeyler yaşamalı ve bunları deftere geçirerek geleceğe tarih düşürmelisiniz.
Bugün
öyle bir hayat yaşayın ki, yarına da kalsın. Torunlarınıza filan
anlatacaklarınız olsun. Ayrıca unutmayın ki; Hayatı biriktiremezsiniz,
ya her anını yaşayacaksınız, ya da ziyan edeceksiniz.
Artık cevap gelsin:
Akşamları ne yapıyorsunuz?..
Yaşıyor musunuz, yoksa seyrediyor musunuz?
29/01/2013
Lokman (a.s.)Gibi Baba Olmak
Allah (cc) Kuran’da Peygamber kıssalarına, ibret alın, örnek alın diye yer veriyor. Her Peygamber’in kıssasında farklı yol işaretleri, hayat dersleri bulabilirsiniz. Lokman suresinde, Peygamber olan bir babanın oğluna nasihatlerini görürsünüz.
Bu nasihatleri okurken benim en çok dikkatimi çeken şey, Hz. Lokman’ın oğluna hitap şeklidir. Bu hitap şekli üzerine farklı kaynaklara bakınca bunun sadece Lokman (as)’ın üslubu olmadığını gördüm. Neredeyse tüm Peygamberler evlatlarına bu üslup ileDemek ki Allah (cc) bizlere evlatlarımızla konuşurken, onlara hangi üslup ile hitap etmemiz gerektiğini, Kuran’da anlatılan Peygamber kıssaları ile öğretiyor.
“Senin baban sana hiç ‘Canım oğlum! Yavrucuğum!’ diye hitap etti mi?” sorusunu birçok arkadaşıma sordum. Böyle bir soru sormamın sebebi, Kuran’da Peygamberlerin evlatlarına hitap şeklinin dikkatimi çekmiş olmasıydı.
“Baban sana hiç ‘Canım, Yavrucuğum!’ diye hitap etti mi?” sorusunu sorduğum arkadaşlarımın büyük bir kısmının ailesi dindar insanlardı. Soruyu duyan arkadaşlarımın nerdeyse hepsi bu soruma güldüler. Babalarının kendilerini hitap şeklini de söyledi bazı arkadaşlarım. Ancak o hitap şekillerini buraya yazmayacağım.
Hz. Lokman üç ayrı yerde ve üç ayrı
Konuyla ilgili ayetler;
Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür. (Lokman 13)
(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) "Yavrucuğum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır. (Lokman 16)
Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir. (Lokman 17)
Aynı ifadeyi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e hitabında, Hz. Nuh’un oğluna hitabında, Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’a hitabında görmekteyiz. Bu hitabın Türkçede “Yavrucuğum” sözü ile karşılandığı bilinmektedir.
Hz. Nuh (as), kendisine isyan edip inançsızların arasına karışan oğluna bile “Oğulcuğum! Yavrucuğum!” diye hitap eder.
Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. (Hud 42
Günah işleyen evladını evlatlıktan silen babalar, bunu din adına, ihlas adına yapıyorlar maalesef. İnsandan son nefesine kadar ümit kesilmeyeceğini bilen Nuh (as)’ın, inançsızlarla birlikte olan oğlunu kurtarma çabası herkese örnek olmalı. İnsandan ümidini kesen Allah’tan ümidini kesmiş olur. Hele de bu insan kendi evladınızsa, ona kaşı çok daha fazla sabırlı olmak zorundasınız.
Öğretmen öğrencisine sormuş:
“Eşeğin kaç ayağı var?”
Çocuk hemen cevap vermiş:
“İki..”
Öğretmen şaşırmış ve tekrar sormuş:
“Neden iki, eşek dört ayaklı olmaz mı?”
Çocuk tüm anne babaları düşündürmesi gereken şu çok ibretli cevabı vermiş:
“Öğretmenim, babam bana hep “Eşek oğlum!” der. Ben iki ayaklı olduğuma göre, demek ki, eşek de benim gibi iki ayaklıdır…”
Lokman (as)’ın oğluna nasihatlerinden alınacak ilk ve en önemli ders, “Bir babanın evlatlarıyla konuşma üslubu” olsa gerek.
Allah (cc), Lokman (as) vasıtasıyla tüm babalara, “Evladınıza karşı Lokum gibi tatlı dil ile hitap edin” diyor.
“Babamdan görmedim ki!” diyenler, babalarını değil, Hz. Lokman’ı örnek alsınlar.
Cennete Giden Gemi!
“Ey iman edenler!” diye başlayan yüzlerce ayetin varlığı, Kur’an’ın iman etmeyenleri imana davet eden bir kitaptan daha çok, iman ettiğini söyleyen Müslümanların sürekli eğitilmesi amacını taşımaktadır.
Allah inancı olduğu halde, hayatının önemli bir kısmını ruhunu aç bırakarak, ibadetsiz geçiren birçok insan var. Bu insanlar hep arayış içerisinde olurlar. Okul, iş, evlilik,
Bu insanlar hayatlarının belli bir döneminde “ibadet” eden insanlarla, gruplarla karşılaşır. O gruptaki insanlar o güne kadar karşılaştığı ve tanıdığı birçok insandan daha fazla ibadet eden insanlardır. Kendi aralarında belli bir muhabbetleri, belli aralıklarla sohbetleri ve dertleşmelerine şahit olur. İlk defa ruhu
Allah’ı arayan insan, bu arayışın belli bir döneminde, herhangi bir cemaat / tarikat / dernek ile karşılaşır. Buraya kadar her şey güzel... Ancak cemaate giren kişi, cennete giden gemiye bindiğini zannetmeye başlarsa, şeyhini bulan, Allah’ı bulmuş gibi arayışını bırakırsa, problem başlar.
Arayıştan vazgeçen herkes, bu hatayı yapmış demektir. Herhangi bir cemaate, tarikata girdikten sonra, ilmini artırma çabasını bırakıp, cennete giden gemiye bindiğini düşündüğü için, yan gelip yatma hakkı olduğunu düşünen kişi, arayışın anlamını kavramamış demektir. Arayış, ölüm meleği gelinceye kadar devam eden bir yolculuktur.
Şeytan, yanlış yolda olanların doğru yolu bulmaması için onları oyalar. Şeytanın bazı tuzaklarından kendini kurtarıp, arayışı sonucunda bir cemaat / tarikat gemisine binen kişiyi şeytan rahat bırakmaz. Geminin içinde yanlışlara göz yumması, yanlışlara ortak olması için ikna etmeye çalışır. “Geminin selameti için her şey mubahtır” fetvası bu şekilde alınan fetvalardandır.
“Ey iman edenler!” diye başlayan yüzlerce ayetin varlığı, Kur’an’ın iman etmeyenleri imana davet eden bir kitaptan daha çok, iman ettiğini söyleyen Müslümanların sürekli eğitilmesi amacını taşımaktadır.
Sayın Senai Demirci’nin güzel bir benzetmesiyle anlatmak gerekirse, “İman etmek bisiklete binmek gibidir. Sürekli pedal çevirmek gerekir. Yoksa gaflete düşer, şirke sürükleniriz!”
Ömer bin Abdülaziz’in “İlimsiz amel edenin yıktıkları yaptıklarından çok daha fazladır” sözü, ilimsiz Müslüman’ın iyi niyetle de olsa yapacağı hatalara işaret etmektedir.
Okuma çeşitliliğinin önemi.
Tarihe adını yazdırmış, unutulmaz eserler bırakmış İslam Alimleri’nin biyografilerine okurken, en çok dikkatime çeken nokta, aldıkları ilmin çeşitliliğidir. En çok bilinen iki İslam Aliminin aldıkları eğitim hakkındaki bilgiler bu konuda ne demek istediğimi daha kolay göstermemi sağlar.
İbni Sina Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ (980-1037), matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir
İbni Haldun, Kur’an, Arapça, Dilbilim, Hadis İlimleri okuduğu kadar, Matematik ve Felsefe’de okumuştur.
Bir tarikat ehlinden uzun yıllar ders almış ve o tarikatın kurumlarında hocalık yapan bir arkadaşıma “Neden sadece kendi camianızın kitaplarını okuyorsunuz? Farklı fikirlerden istifade etmediğiniz için kendiniz dışındakilere bakış açınız çok sıkıntılı” diye ettiğimde aldığım cevap ilginçti. “Bizim hocalarımızın yazdığı kitaplar zaten Kuran merkezli kitaplar. Onlar dışında kitap okumamıza izin verilmiyor!”
Anlayacağınız cemaate imanı, şeyhe bağlılığı artıracak kitaplar dışındaki kitapları okumalarına izin verilmiyor. “Bizim gemimizde yazılan kitaplar dışındaki kitapları okumayın!” deniyor.
İlme mürit olmayanın işi zor!
Hiçbir cemaate, hiçbir tarikata toptan karşı olan biri değilim. Hepsinde çok değerli dostları olan bir insanım. Bana “Kime mürit olalım?” diye soracak olursanız, “İlme mürit olun!” derim. Önce ilme mürit olan kişi, öğrendikleriyle hangi cemaatin çalışma sistemini beğeniyorsa onunla millete hizmet etsin. Önce ilme mürid olan kişi, öğrendikleriyle hangi şeyhin dizine oturmak isterse oraya otursun.
Unutmayın ki; Hiçbir cemaat, cennete giden gemi değildir!
Tek Çocuk Olsun Mantığı
“Bu zamanda tek çocuk sahibi olup onu mükemmel bir şekilde yetiştireceksin!” düşüncesi o kadar çok yaygınlaştı ki, medyada uzman olarak tanınan kişiler bile bunu söylemeye başladılar.
Maalesef bayanların önemli bir kısmında, bu bakış açısı çok fazla dillendiriliyor. Evliliği ile ilgili sıkıntıları olanları, fiziki bir
Çocuğunu değil, kendi rahatını düşünen benciller!
Çocuğa mükemmel imkanlar vermek için ikinci çocuk dünyaya getirmediğini savunanlar, cahilliklerinden bunu söylemiyorsalar, bencilliklerini saklamak için yalan söylüyorlar.
Hiçbir annenin, evladını, kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakmaya hakkı yoktur. Evin tek çocuğu olarak yetişen bir çocuk, hayatı boyunca, dayı, amca, teyze, hala olamayacak. Bir annenin evladını tüm bu duygulardan mahrum bırakmaya hakkı yoktur.
Abla, ağabey olmayan, kardeşiyle oyuncaklarını – çikolatasını paylaşmayan bir çocuk, bunun sıkıntısını hayatının her yerinde yaşıyor.
Evin biricik evladı olan çocuk, okula başladığı zaman, sınıfının biricik öğrencisi muamelesi görmeyi istiyor. Bu muameleyi göremeyince, otuz öğrenciden birisi olmaya alışması zor oluyor. Alışamayınca huysuzlanıyor, hırçınlaşıyor. Bazı öğrencilerin, otuz kişiden birisi muamelesi gördüğü okuldan, soğumaya başlıyor.
Vücutları bozulmasın diye çocuklarını kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakan anneler, mükemmel çocuk yetiştirmek için değil, mükemmel vücut sahibi olmak için (!) bunu yapıyorlar.
Bazıları kariyerleri yolunda daha rahat yükselmek için, evlatlarını kardeş sahibi olmaktan mahrum bırakıyor. Bencilliği için ikinci çocuğu dünyaya getirmeyen anne, evladının huysuz, tatminsiz, doyumsuz bir çocuk olduğunu görünce, “Senin neyini eksik ettik?” diye dert yanıyorlar. Çocuk, “Beni kardeşsiz bıraktın!” diyebilecek olgunlukta olsa, annenin yüzüne hatası vururdu muhakkak.
Rızık endişesi!
Birçok insan, işini gücünü bahane ederek çocuk sahibi olmak istemiyor. Elbette her çocuk, yeni masraflar / giderler demektir. Ancak çocuğu dünyaya getirenlere çok zengin birisi, “siz evlat sahibi olun, onun bakımı bana ait” dese, rızık endişesi kalmaz birçoğunun. “Çocuğun rızkı size değil, bana ait!” diyen, herhangi birisi değil, Allah’tır. Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir günahtır. (İsra 31)
Rızık endişesi, tek kelimeyle bahanedir. Rızkına kefil olan komşunuz değil ki tereddüt edesiniz. Kefil olan, evladınızı da, sizi de, rızkınızı da yaratan Allah’tır.
Paylaşmaya alışkın değilim!
Evin tek çocuğu olarak büyümüş bir arkadaşım vardı. Arkadaş çevresiyle yaşadığı en büyük sıkıntı, paylaşmayı sevmemesiydi. Herkes onun cimriliğini konuşurdu. “Hem aramızdaki en zengin olan sensin, hem de en cimrimizsin!” diye arkadaşlardan laf işitince, söylediklerini hiç unutmadım.
“Siz bana kızıyorsunuz, ama beni anlamıyorsunuz. Benim tüm çocukluğum böyle özel geçti. Mahallede arkadaşlar çikolata yerken, annem beni eve götürür, en güzel çikolataları bana yedirirdi. Arkadaşlarımın sahip olduğu şeylerin en iyisini annem bana alırdı. Ben hayatımın hiçbir döneminde elimde olanlara paylaşmadım. Şimdi sizinle paylaşmak istesem de, buna alışkın olmadığım için bana zor geliyor.
En zoru, tek çocuk!
Tek çocuk meselesini konuştuğum bir arkadaşım, kız kardeşinin söylediği bir cümleden bahsetmişti. “İkinci çocuğumu, diğerini rahat büyütmek için doğurdum” demiş kardeşi. Sebebini açıklarken söyledikleri çok mantıklı geldi bana.
“Tek çocuğum varken, evde hiçbir işimi rahat yapamıyordum. Bulaşık yıkarken ayağımın dibinde yatıyordu kızım. Evin hangi köşesine gidersem gideyim hep benim peşimdeydi. Tuvalete bile gitmeme izin vermek istemiyordu. Ben tuvalete girince, kapısının önüne yatıp, “Hadi anne!” diyerek çabuk çıkmamı istiyordu.
İkinci çocuğum dünyaya gelince, ilk sene biraz zor oldu. Ancak onları birbirine alıştırınca, birlikte oyun oynamalarını sağlayınca ben çok rahatladım. İkinci evladım yaşını doldurduktan sonra, eskisi kadar bana ihtiyaçları olmadı. Yemekleri yedirip, oyun ortamlarını hazırladıktan sonra kendi işlerimle rahatça uğraşabiliyordum.”
Tek çocuk yetiştirmenin daha kolay, daha rahat olduğunu iddia edenlerin kulaklarına küpe olsun!
Kur'ana Göre Model Mümin
Hemen hemen her din ve
ideolojinin, müntesiplerine "örnek" olarak sunduğu ilkeleri veya
davranış biçimleri vardır. Dini perspektiften bakıldığında, iman etmek,
insanların faydasına olan faaliyetlerde bulunmak, dinin gereklerini yerine
getirmek gibi hususlar, kişilerin taşıması öngörülen örnek niteliklerdir.
Allah Teâlâ, insanı yaratmış,
ona doğru ve yanlış yolu gönderdiği peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla
bildirmiştir. Nefse ve onu
biçimlendirene, Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene
yemin ederim ki, Nefsini
kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan
etmiştir. (Şems,
91/7-10) Peygamberler bu noktada insanlarla Allah
arasında elçilik görevini üstlenmiş ve Allah’ın insanlara bildirilmesini
emrettiği hükümlerin pratiğe yansıdığı ilk model şahsiyetler olmuşlardır.
İnsanlardan bir kısmı bu örnek kişilere uyarak Allah’a imana yönelirken, diğer
bir kısım insan da peygamberlerin yolunu terketmek suretiyle yüce
yaratıcılarına kulluktan uzak durmuşlardır.
İnsanlığın tarihine
baktığımızda her iki grupta yer alan insan ya da kitlelerin olduğunu görürüz.
Bu iki grup, tarih boyunca
şöyle ya da böyle birbirlerine karşı mücadele içinde bulunmuşlardır. Allah’a
imana yönelen insanlar “Mü’min”,
inkar eden, O’na kulluğu reddeden kimseler de “Kâfir” kavramı ile ifade edilmiştir. Akâid ve değişik ilim
dallarında bu genel ayırımın daha farklı sınıflamalara tâbi tutulduğunu görmek
mümkündür.
Ancak bu ayırımları bir
tarafa bırakarak, “Mü’min” kavramının içerdiği en üst konumu teşkil eden
“müttaki insan” terimi üzerinde âyetler doğrultusunda durmaya çalışacağız.
Öncelikle şunu belirtelim ki, müttaki insan örnek kişiliğe sahip model
mü’mindir.
Daha açık bir ifadeyle ideal
ahlak sahibi insan, olması gereken anlamda (kâmil) mü’min. "Müttaki
mü’min" ya da dilimizde de kullanıldığı şekliyle "takva ehli" insanın nitelikleri,
Kur’an-ı Kerim’de farklı sûrelerde değişik şekillerde dile getirilmiştir.(1)
Örneğin, Bakara sûresinin ilk
âyetlerinde muttakilerin ya da başka bir deyişle örnek mü’minlerin nitelikleri,
“....Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan
Allah yolunda harcarlar....”(2) şeklinde belirtilmiştir.
Âyetlerde ehl-i takvanın bazı
niteliklerinin farklılık arzetmesi, bu özelliklerin onların genelde yaşadıkları
toplumun gereksinimleri ya da içinde bulundukları şartlara göre değişkenlik
göstermesi ile ilintili olsa gerek. Başka bir ifadeyle takvayı belirleyecek
kriterler veya özellikler, genelde içinde bulunduğumuz şartlara ve toplumun
ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Buna göre ilime, ibadete, ahlaka, insana
saygıya, yardımlaşma ve dayanışmaya önem verilmeyen toplumlarda, insanlığın
erdemi için kaçınılmaz olan bu özelliklere değer vermek ehl-i takva olmanın gereği
olacaktır. Bu niteliklerin, birinin diğerine önceliği yok denecek derecede
hepsi önemlidir. Takva ehli insanların varlığı, toplumlar için büyük bir
kazanımdır. Onlar, örneğe muhtaç toplumların adeta can damarını teşkil ederler.
Gerçek şu ki örnek davranışların da, çirkin davranışların da sergilenmesinde,
bu davranışlarla sembolleşen modellerin etkisi göz ardı edilemez. Toplumu
teşkil eden bireylerin, birbirlerinden etkilendiği bir gerçektir. Bu nedenle
iyilerin, erdemli insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda kötülükler en alt
düzeye inecektir. Asrı saadeti asrı saadet yapan, insanların tâbi oldukları
modelin güzelliği ve örnekliği ile değerlendirilemez mi?
Takva ehli insanlar bu bağlamda toplumlar için birer
denge unsurudurlar. Bu noktadan
hareketle Yüce Allah Âl-i İmrân sûresinin 134 ve 135. âyetlerinde bizim
"örnek mü’min" olarak nitelendirdiğimiz muttaki müminlerin
özelliklerini şu şekilde dile getiriyor:
1) O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah
için infak ederler:
Allah’ın kendilerine
lutfettiği nimetleri, olumlu ve olumsuz her türlü şart altında toplumda bu
nimetlere muhtaç insanlarla paylaşabilmeleri, takvâ ehli mü’minlerin birinci
özelliği olarak zikredilmektedir. İnsan topluluklarına bakıldığında, toplumda
yaşayan her ferdin bir yönüyle diğer fertlere muhtaç olduğu görülür. Kimi
insanın malına, kimi insanın bilgisine, kimi insanın aklına toplumun bireyleri muhtaçtır.
Bu yönüyle toplum, bütün uzuvları ile bir bedene benzer. Uzuvlar nasıl bir bir
fonksiyonunu tamamlıyorsa, toplum da zengini, fakiri, alimi ve cahili ile
birbirini tamamlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Allah, toplumu teşkil eden
her ferde diğer fertlerin yararına sunulduğunda faydalanabileceği türden
nimetler vermiştir. İnfakın islâm’da ne derece önemli olduğuna birçok âyet ve
hadis delalet etmektedir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’de en çok yer alan
kelimelerden birisi de infak kavramı ve onun türevleridir.(3) Bu konuda birkaç
âyet ve hadis nakletmekle yetineceğiz. Yüce Allah buyuruyor ki, “Ey İman
edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size
çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan
alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah
zengindir, övgüye layıktır.”(4) “...Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı
size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız."(5),
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların
mükafatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.”(6),
“...Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık
verenlerin en hayırlısıdır.”(7), “Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni
yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden
önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.”(8) Resûlullah (s.a.s.) de Allah için
muhtaç kimselere vermeyi önermiş ve kendisinden bu konuda mü’minleri teşvik
edici mahiyette birçok hadis nakledilmiştir. “Yarım hurma (tasadduk) etmek
suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız.”(9), “Sadece şu iki kişiye
gıpta edilir. Bunlardan birincisi, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda
harcamayı başaran kimse, diğeri de, Allah’ın kendisine ilim ve hikmet ile yerli
yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse”(10), “Allah rızası için
sarfettiğin şeyle muhakkak me’cûr olursun. Hatta âilenin ağzına koyduğun lokma
yüzünden bile...”(11), “Her Allah’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri:
Allah’ım! Malını verene yenisini ver! diye duâ eder. Diğeri de: Allah’ım!
Cimrilik edenin malını yok et! diye bedduâ eder.”(12), “Kesenin ağzını sıkma!
Allah da senin rızkını daraltır.”(13) hadislerini örnek olarak zikredebiliriz.
Bu ve benzeri pek çok hadisi ile Peygamber (s.a.s.), mü’minleri sahip oldukları
mallardan Allah yolunda harcamaya teşvik etmiştir. O bu konuda sadece sözleriyle
değil aynı zamanda her hususta olduğu gibi yaşam biçimiyle de mü’minlere örnek
olmuştur. Öz olarak ifade etmek gerekirse, Allah’ın Peygamberi hiçbir zaman mal
biriktirme sevdasıyla yaşamamış, ömrünü bu yolda harcamamıştır. O’nun hayatını
bize aktaran eserlere baktığımızda, onun evinde bazen açlığını giderecek
derecede herhangi bir yiyeceğin dahi bulunmadığı, açlık sebebiyle zaman zaman
uyuyamadığını görürüz.(14) Hatta mü’minlerin annelerinin bu durumdan bazı kere
şikayet ettikleri de nakledilmektedir. Hakkın ve halkın temsilcisi olmak,
şüphesiz Haktan ve halktan birşeyleri paylaşmakla mümkün olabilirdi. O
dileseydi, saraylarda yaşayabilirdi. İdaresinde bulunan kitle bunu seve seve
yapmaya hazır ve muktedirdi. Ancak o, sade bir insan olarak yaşamayı tercih
etti. Zira onun için düşünmek doğru değil ama, sırça köşklerde yetişip, halkın
hayatından, nefesinden birşeyler teneffüs etmemiş insanlar, insanı anlamakta ya
çok yoz düşünecek ya da idaresindeki kitleyi hiç anlamayacaktır. Onun huzuru
bozulmadığı sürece idaresindekilerin huzuru hiç de önemli değildir. Ama Hakkı
temsil eden gerçek insanın huzur ve mutluluğu, idaresindekilerin huzur ve
mutluluğuna endekslidir. Kitlesel bazdaki huzur ve mutluluk, kişisel bazda
mutluluk ve huzurun habercisidir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, Hz. Ebû Bekir’i,
Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi ve daha nice tarihe örnekliği ile damgasını
vuran şahsiyetleri, örnek yapan olgu ve anlayış bu noktada odaklanmaktaydı.
İslâm dininde, belli bir yeterliliğe ya da ekonomik güce (nisap) ulaşan
müslüman, sahip olduğu malvarlığından belirli bir kısmını toplumun muhtaç veya
hayat standardı düşük kesimlerine aktarmakla yükümlü tutulur. Ömrünü adeta mal
biriktirmeye adayan, kendinden başka hiçbir kimseyi düşünmeyen insanların,
hayatlarını verimli ve Allah’ın istediği doğrultuda geçirdiklerini
söyleyemeyiz. Zira insanları ölümsüzleştiren, eserleri ve işledikleri salih
amellerdir. Karşılaştığı çeşitli açmaz ve imkansızlıklar sebebiyle hayata
küsmüş insanların problemlerini bir şekilde çözerek tekrar hayata döndürmek,
herhalde en güzel eser ve amellerden birisidir. İslâm, müntesiplerine Allah
için vermeyi emreder veya önerirken, ihtiyacı olmadığı halde almayı da değişik
vesilelerle yermiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Veren el, alan elden üstündür.”(15)
ifadesiyle İslâm’da, alan değil veren, tüketen değil üreten insan olmanın
hedeflendiğini vurgulamıştır. "Hiçbir kimse asla kendi kazancından daha
hayırlı bir rızık yememiştir...”(16) ifadesiyle de kişinin emeğinin kutsallığı
ve değeri dile getirilmiş ve insanın emeği ile elde ettiği maişetten daha güzel
bir kazanıma ulaşamayacağı vurgulanmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi
İslâm’da bir kimsenin dilenmesi hiç de hoş karşılanmamış, samimi mü’minlerin
ihtiyaç içinde olsalar bile iffetlerinden dolayı istemekten uzak durmaları
övgüye değer bir davranış olarak dile getirilmiştir.(17) Bu bağlamda Peygamber
(s.a.s.), halktan istemeyeceğine dair kendisine söz veren kimsenin, cennete
girmesini garanti edeceğini haber vermiştir.(18) Günümüzde çokca karşılaştığımız
ve gerçekte muhtaç konumunda olmayan dilenciler için de, “Servet biriktirmek
için halktan dilenen, gerçekte ateşten kor istiyor demektir. Artık ister az,
ister çok dilensin”(19) buyurmuştur. Buraya kadar Allah için vermenin önemini
vurgulamaya çalıştık. Ancak biz "infak" kavramının kapsamını biraz
daha geniş tutmak suretiyle bu âyete farklı bir yorum getirmeye çalışacağız.
Şunu belirtelim ki, yapacağımız yorum Yüce Kur’an’ın bu âyeti üzerinde sadece
fikir yürütmek olacaktır. Varlıkta ve darlıkta Allah için infakta bulunmaları,
örnek ya da ideal ahlaka sahip mü’minlerin birinci özelliği olarak
zikredilmişti. Allah Teâla her insana şöyle ya da böyle bir nimet vermiştir.
İman, ilim, mal, akıl, sevgi, huzur aklımıza gelen başlıca nimetlerdir.
Âyetten, karşılaştığımız veya içinde bulunduğumuz bütün olumlu ve olumsuz
şartlar altında bile verilen nimetlerin bir şekilde insanların faydası
doğrultusunda kullanılmasının örnek mü’minin niteliği olduğunu anlamaktayız. O
mü’min, Allah’ın kendisine verdiği ilim nimetini, maddi ve manevi bütün
olumsuzluklara rağmen toplumu aydınlatmada kullanır. Onun infakı, ilmini ona
muhtaç insanların faydası doğrultusunda kullanması olacaktır. O mü’min, aklını
ona toplumda ihtiyaç duyan insanlara, her türlü şart altında kullanma
özverisine sahiptir. Mü’minin sevgisini, şefkatini, içinde bulunduğu
huzursuzlukları, bunalımları bir tarafa bırakarak toplumda sevgi ve şefkat
mahrumu insanlarla paylaşması ne kadar da güzel olsa gerektir. Bu bağlamda
Peygamber (s.a.s.)’in, "Güzel söz sadakadır”(20) ifadesi ne kadar da
manidardır. Sadaka bugünkü anlaşıldığı gibi sadece mali ya da parasal yardımı
içermez. Nice yüklü paraların, malın tamir edemeyeceği kırık kalpleri, dünyası
kararmış insanları, bir sevgi ve şefkat sözcüğü hayata döndürebilmektedir.
2- Örnek mü’minlerin diğer bir özelliği de öfkelerine
hakim olmalarıdır:
Toplumsal hayata
baktığımızda, zaman zaman birçok insanın öfkesine hakim olamaması sonucu
faturası ağır bedellerle karşılaştığını görürüz. Bir anlık öfkeyle nice
hayatlar sönmekte, kanlar dökülmekte, yuvalar yıkılmakta, dostluklar
bozulmakta, kalpler kırılmaktadır. Bu noktada âyet, kişinin öfkesine hakim
olmasını örnek mü’min olmanın bir özelliği olarak dile getirmektedir. Peygamber
(s.a.s.) efendimiz de, “Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir;
asıl yiğit hiddet anında öfkesine hakim olan adamdır”(21) ifadesiyle, gerçek
güçlü kimsenin, karşılaştığı problem ve beklenmedik davranışlara, sekinet ve
sabırla göğüs geren kimse olduğunu vurguluyor. Resûlullah (s.a.s.),
karşılaşılan güçlüklerde, sabredilmesi gerektiğini ifade ediyor(22) ve bu noktada
gerçek sabrın ölçüsünü, “Sabır, (musibetin, felaketin) geldiği ilk andadır”(23)
sözüyle dile getiriyor. Nitekim onun hayatına baktığımızda, karşılaştığı nice
güçlüklere karşı sabır ve teenni ile göğüs gerdiğini görüyoruz.(24) İslâm dini,
mensuplarına öfkeyi değil sekineti, teeniyi, sabrı tavsiye etmekte hatta
emretmektedir.(25) Zira öfkeye sabırla tahammül çoğu defa güzel dostlukların
başlangıcı ve başarıya ulaşmanın en güzel yolu olabilmektedir.
3) Örnek mü’minler, insanları affederler:
Yüce Yaratıcının, Kur’an’da
en çok zikredilen sıfatlarından birisi de affedici oluşudur. Rahmani bir sıfat
olan affetme, burada takvâ ehli mü’minlerin niteliği olarak zikredilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in şahsında bütün mü’minlere, “(Resûlüm!) Sen
af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir”(26) buyurulmaktadır.
Peygamber (s.a.s.) de birçok hadisinde affın güzelliğini dile getirmiştir.(27)
Dikkat çekici bir örnek olması açısından şu hadisi nakledeceğiz. “Bedevilerden
birisi mescide bevletti. Halk onu azarlamaya kalkıştı. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.s.), “Onu bırakın ve bevlettiği yere bir kova su dökün. Siz kolaylık
gösterici olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil”(28) buyurdu. Bu
hadis bize affın boyutu hakkında bir fikir vermektedir. Mü’minlerin kutsal
mekanlarına karşı hiç de hoşlanmadıkları bir davranışın sergilenmesi ve Rahmet
Peygamberinin davranışı. Âyette yer alan ve insanlar anlamına gelen “nâs”
kelimesinin imanlı-imansız (mü’min-kâfir), şeklinde herhangi bir kayıtla
kayıtlanmaksızın mutlak olarak gelmesi, affın kapsamı konusunda bize bir fikir
vermektedir. Allah’ın Peygamberinin ifadesiyle, insanları yapmış oldukları
hatalardan dolayı affetmek, kişinin ancak değerini artırır.(29) Yukarıdaki
özellikler sayıldıktan sonra, “...Allah da güzel davrananları sever”(30)
buyurulmaktadır. Aslında âyetin bu cümlesi ile dolaylı olarak takvâ ehli
mü’minlerin bir özelliği daha dile getiriliyor. Bu da muttaki mü’minlerin, aynı
zamanda ihsan sahibi kimseler oluşudur. Peygamber (s.a.s.) ihsanı, “...Allah’ı
görüyormuşsun gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen O’nu göremesen de O, seni
görür.”(31) şeklinde tanımlıyor. Bu söz, gayet veciz bir şekilde, mü’minin
yaptığı her türlü iyilikte, ibadette, maddi ve manevi yardımda taşıması gerekli
duyguyu ifade ediyor. Onun amellerinde temel saik ya da gözetmesi gerekli ölçü,
ihsan olmalıdır. İşlediği her ameli, adeta Allah’ın gözetimi altında yapıyor
olma duygusunu taşıma ve bu duyguyu daima canlı tutma, takvâ ehli kişinin temel
hareket noktasını teşkil etmelidir. Muttaki mü’minin, infakı, affı, öfkesine
hakim oluşu, dahası maddi ve manevi her türlü iyiliği ihsan(32) kapsamında
değerlendirilmektedir. Buna göre muttaki mü’minin, bu nitelikleri ya da
sergilediği salih amelleri, ihsan duygusu ile ilintili olduğunda bir anlam
ifade edecektir. Samimiyetten uzak, desinler için yapılan iyiliklerin, Allah
katında bir değeri yoktur. Mükâfaatını Allah’tan bekleyen mü’min, yaptığı
ibadet ve iyiliklerin odağında, O’nun rızasını aradığı takdirde böyle bir duygu
ile hareket etmiş olur.
4) Örnek mü’minler bir kötülük yaptıklarında veya
nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarından tevbe
ederler ve günahlarda bile bile ısrar etmezler:
İnsan yaratılışı gereği hem
iyilik, hem de kötülük yapmaya elverişli bir varlıktır. İnsanın hata yapması,
günah işlemesi olağandır. Âyette yer alan, “fâhişe” kelimesi, çirkin, ahlaka ve
dine aykırı her türlü günahı içeren bir sözcüktür. Bu yönüyle kişilerin
işledikleri gerek kişisel bazda kalan, gerekse toplumun diğer fertlerini de
kapsayan ve etkisi altına alan günah ve hataları, bu kelimenin kapsamına
girmektedir. Nitekim çağımız müfessirlerinden merhum Elmalı’lı Hamdi Yazır da,
“fâhişe” kelimesini, “âhere taallûku olan günah”(33) şeklinde açıklamaktadır.
Yani işlenen günah, bir şekilde günahı işleyen kişiden başkalarını da etkisi
altına almakta veya onların hakkını ilgilendirmekte. Örneğin, zina suçu ortaya
çıkardığı zararlar açısından değerlendirildiğinde, etkisi sadece kişisel bazda
kalan bir günah değil, toplumun diğer fertlerine de zararı dokunan çirkin bir
fiil olduğu anlaşılır. Âyette yer alan “...onlar nefislerine
zulmettiklerinde...” ifadesi, işlenen ve zararı kişisel bazda kalan günah ve
hatalara işaret etmektedir.(34) Örneğin bir mü’minin üzerine farz olan namazları
kılmaması hatadır, günahtır. Ancak namazların terkinde zarar, kişinin kendi
nefsi ile ilgilidir. O, namazları terketmekle bir anlamda kendi nefsine
zulmetmiş konumunda değerlendirilir. Her insan, nitelik ve niceliği değişse de
günah işler ve hata eder. Ama erdem ve gerçekten iman sahibi mü’min, işlediği
günah veya yaptığı hatadan pişmanlık duyarak hemen Yüce Rabbine sığınır ve
O’ndan af dileyerek tevbe eder. O günah ve hatada, bile bile ısrar etmez.
Tevbeleri kabul merciinin sadece Allah olduğunu bilir ve O’na yönelir. Allah
Teâlâ, kendisine samimiyetle yönelen elleri, gönülleri asla boş geri çevirmez.
Birçok âyet ve hadis mü’minleri tevbeye çağırır.(35) Örnek olarak bir âyet ve
bir hadisle konumuzu bitirmeye çalışacağız. Yüce Allah, “Ey iman edenler! Allah’a
samimiyetle tevbe edin.”(36) buyuruyor. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Ey
insanlar! Allah’a tevbe edip ondan af dileyin. Zira ben günde yüz defa tevbe
ederim”(37) buyuruyor. Şu dizeler tevbeye yönelen kulun durumunu ne kadar da
güzel ifade etmektedir: "İlahi! Sana karşı isyan eden kulun, günahlarını
ikrar etmiş olduğu halde senin huzuruna geldi, Eğer af edersen, Sen affa
kadirsin, eğer kapından kovarsan, Senden başka kim merhamet eder.”
Al-i İmrân sûresinin 134-135.
âyetlerini temel alarak model mü’minin özelliklerinden bir kısmını arzetmeye
çalıştık. Model ya da örnek mü’minin özellikleri bu kadar mı? şeklinde bir soru
akla gelebilir. Âyette zikredilen bu özellikler dışında örnek mü’minin elbette
başka özellikleri de vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, örnek mü’min olarak
nitelendirdiğimiz muttaki mü’minin, başka özelliklerine de değinilmiştir.
Gerçek şu ki, muttaki mü’minlerin, Allah’ın hükümlerine uymada gösterdikleri
özen ve titizlik, bütün bu özelliklerin ortak noktasını teşkil etmektedir.
Onlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uymada ihmalkâr davranmaz, bu emir ve
yasaklar arasında fark gözetmeksizin hepsine gönülden inanır ve tatbik etmeye
çalışırlar.
Dipnotlar:
1- Örnek olarak, bkz. Bakara,
3-5; Zârîyat, 15-18.
2- Bakara, 3.
3- Bkz. Abdülbâki, M. Fuâd,
el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’ani’l-Kerim, “N.F.K.” maddesi.
4- Bakara, 267.
5- Bakara, 272.
6- Bakara, 274.
7- Sebe, 39.
8- Münâfıkûn, 10.
9- Buhârî, Edeb, 34, Zekât,
10; Müslim, Zekât, 66-70;
Tirmizi, Kıyamet, 1; Nesâi, Zekât, 63. 10- Buhâri, İlim, 15, Zekât, 5; Müslim,
Musâfirîn, 268.
11- Buhâri, 41, Cenâiz, 363;
Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Davud, Ferâiz, 3; Tirmizi, Vesâyâ, 1.
12- Buhâri, Zekât, 27;
Müslim, Zekât, 57.
13- Buhâri, Zekât, 21;
Müslim, Zekât, 88; Ebû Davud, Zekât, 46.
14, Bkz. Buhâri, Et’ıme, 23,
Rikâk, 17, Müslim, Zühd, 22, 28; İbn Hanbel, Müsned, III, 213; Kahdehlevî,
Hayâtü’s-Sahabe, II, 732 vd.
15- Buhâri, Vesâyâ, 9, Zekât,
18; Müslim, Zekât, 94; İbn Hanbel, Müsned, II, 4.
16- Buharî, Buyû, 15, Enbiya,
37.
17- Bakara, 273.
18- Ebû Davud, Zekât, 27;
Tirmizi, Zühd, 61.
19- Müslim, Zekât, 105; İbn
Mâce, Zekât,. 25.
20- Buhâri, Sulh,11, Cihâd,
72; Müslim, Zekât, 56; Ebû Davud, Tatavvu, 12.
21- Buhâri, Edeb, 76; Müslim,
Birr, 107-108.
22- Buhâri, Zekât, 50, Rikâk,
20, Müslim, Zühd, 64; Ebû Davud, Zekât, 28.
23- Buhâri, Cenâiz, 32;
Müslim, Cenâiz, 14,15.
24- Örnek olarak bkz.
Riyazü’s-Salihin, II, 63, (646 no’lu hadis).
25- Âl-i İmran, 200; Bakara,
153-155; Zümer, 10; Şûrâ, 43.
26- Araf, 199.
27- Örnek olarak bkz. Buhârî,
Bed’ül-Halk, 7; Müslim, Birr, 69, Cihad, 111; Tirmizi, Birr, 82.
28- Ebû Davud, Taharet, 136;
Riyazü’s-Salihîn, II, 58 (639 no’lu hadis).
29- Müslim, Birr, 69; Tirmizi
Birr, 82.
30- Âl-i İmrân, 134.
31- Buhâri, İlim, 31.
32- Bilgi için bkz. Karagöz,
İsmail Kur’an’da Dört Kavram, s. 70.
33- Elmalı’lı M.Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur’an Dili, II, 1177.
34- Elmalı’lı II. 1177. 35-
Tevbe ile ilgili âyetler için bkz. en-Nûr 31; Hûd, 3; et-Tahrîm, 8; Hadisler
için bkz. Buhâri, Daavât, 3,4; Müslim, Zikir, 42-43, Tevbe, 1,7,8, 31; Tirmizi,
Daavât, 98; İbn Mâce Edeb, 57. 36- Tahrîm, 8. 37- Müslim, Zikir, 42; Ebû Davud,
Vitir, 26; İbn Mâce, Edeb, 57.
Not: Bu yazı Dr. Yaşar
YİĞİT’’in, Diyanet Aylık (Sayı:128, Sayfa:8/14) deki makalesinden alınmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
-
Kur'an'da, Allah'a karşı suç işlemekten ve haddi aşmaktan sakınan, Allah'ın azabından ve O’na mahçup olmaktan korka...
-
İslam düşmanları bir araya gelmişlerse buna karşı mü'min insan ne yapabilir? sualine cevaben, Allah(cc); "Sen Allah'a tevekkü...
-
"Allah'ım, Senden hidayet ve doğruluk isterim." (Müslim) "Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım, kalplerimizi taa...